Etiket arşivi: Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Çocuklara Düzen Alışkanlığı Nasıl Kazandırılır?

Anne babaların şikâyetçi oldukları konuların başında, çocuklarına kazandıramadıkları “düzen” alışkanlığı gelir.

Kimi ebeveyn, 10 yaşındaki oğlunun elbiselerini katlayıp dolabına yerleştiremediğinden, kimisi 12 yaşındaki kızının yatağını dağınık bırakıp okula öylece gittiğinden yakınır.

Aile içindeki düzensiz yaşam nedeniyle birçok evde çatışmaların ardı arkası kesilmez.

Hâlbuki düzen, öyle bir “ruhsal kazanımdır” ki çatışma arttıkça düzensizlik de artar. Bir çocuğun kendi yaşamını düzene koyabilmesi, ancak o çocuğun duygu dünyasının düzenli olması ile mümkündür.

Öte yandan düzen, çocuklarda “belli dönemlerde” ortaya çıkan bir ihtiyaç hâlidir. Eğer anne babalar, çocuklardaki bu ihtiyacın oluştuğu dönemleri bilir ve bunu karşılamak için rehberlik ederlerse, böylesi bir çocuk hiç zorlanmadan düzenli yaşamı kendinde bir tarz hâline getirebilir.

Düzen, üç ayrı yaş döneminde ortaya çıkar; bunların ilki 3 yaş, ikincisi 10 yaş ve üçüncüsü de ergenlik sonrası dönem, yani yaklaşık 19-20 yaş dönemidir.

Çocuklara en kolay düzen alışkanlığı kazandırılacak dönem, 3 yaş dönemidir.

Bu yaşlardaki çocuklar dikkatle izlenecek olursa, onların “içsel bir yöneliş” ile düzen oluşturma gayreti içinde oldukları gözlemlenebilir. Şöyle ki: Çocuklar bu dönemde düzeni sağlayabilmek için önce “alan” oluşturma çabası içindedirler. Zira düzen, ancak belirlenmiş bir alan içinde gerçekleşen eylemdir. Sınırları belli olmayan bir yerin tertip ve düzeni sağlanamaz.

İşte çocuklar 3 yaş döneminde garip bir şekilde kendilerine “alan” oluşturmaya başlarlar. Masaların altına girer, masaların kenarlarını yastıklarla kapatırlar. Arkadaşları ile oynarken onlara ve kendilerine sınır çizerler, “Buraya sakın geçme” diye birbirlerini ikaz ederler. Bu yaş dönemindeki çocuklara ev içinde bir oyun çadırı kurulacak olursa, çocuklar bu çadırın içinde kendi yaşamlarını kurmaktan çok mutlu olurlar.

Çocuğun bu dönemde oluşturduğu alanlara ondan izinsiz girilemez, girilirse çocuk tepki verir.

İşte çocuğun kendi içsel yönelişi ile gerçekleştirdiği bu çaba fark edilemez veya engel olunursa, çocuk bir süre sonra artık masanın altına girmez olur, dolapların içine saklanmayı bırakır, kendi hayalî alanlarının sınırlarını kullanmaktan vazgeçer. Aslında bu trajik vazgeçiş, çocuğun kendini gerçekleştirmekten vazgeçmesi anlamına gelir.

Eğer ebeveynler bu dönemi kaçırırlarsa, bir sonraki düzen kazanım dönemi 10 yaş civarına denk gelir.

Bu yaş döneminde ise çocukta düzen ihtiyacı “kendi kişiliğini oluşturma mücadelesi” ile oluşur. Böylece, örneğin, kız çocukları, aynı annesi gibi çanta kullanmaya, erkek çocuklar babası gibi cüzdan taşımaya heves ederler. Çocuk böylesi bir döneme girdiğinde, onun kendi kişiliğinin oluşumunu da destekleyecek şekilde, çanta, cüzdan, gözlük kılıfı, kalemlik gibi gereçlerin temin edilmesi oldukça önemlidir.

Yine bu dönemde çocuğun sadece kendisinin kullanabileceği bir odası olursa, düzen alışkanlığı “aidiyet hissi” ile de pekişir, daha bir kalıcı olur. Ancak çocuğa verilen oda evdekiler tarafından “izinsiz” kullanılıyor, annesi çamaşırları o odaya seriyor, baba kendince odada değişiklikler yapıyor, girip çıkıyor ise böylesi bir çocuk “aidiyet duygusu ile düzen oluşturma gücünü” yitirir.

Eğer bu dönemde de ebeveyn çocuğuna gerektiği gibi rehberlik yapmadı ise, artık bir sonraki düzen ihtiyacının oluşacağı dönem beklenmelidir. Çocukla tartışmak, onu aşağılamak, baskı altına almak, cezalandırmak geçici düzen oluştursa da, uzun vadeli olarak bakıldığında çocuğun düzen hissini derinden bozar.

Çocukların ergenlik döneminden sonra oluşturduğu düzen, içsel bir düzen değil, dış dünyaya düzensiz görünmemek adına düzendir.

Arkadaşları odasına girdiğinde, akrabaları onun çamaşırlarını ve pijamalarını yerlerde gördüğünde oluşan “mahcubiyet” hissi ile başarmaya çalıştığı düzendir ki bu oldukça yorucu bir çabadır.

Bütün bu bilgiler ışığında bakıldığında, aslında ebeveynlerin çocukları ile çatışmasına gerek olmadığını görüyoruz. Eğer bir çocuk düzensiz ise bu onun bir kabahati değil, gelişim dönemlerinde kendisine yeterince rehberlik yapılamamış olmasının bir sonucudur.

Son bir not: Hangi dönemde olursa olsun, çocuğun düzenli olabilmesi, ancak o çocuğun kendisine saygı duyuyor olması ile mümkündür. Kendine saygıyı öğrenmemiş bir çocuğun duyarlılık dönemleri iyi geçse de o çocuk düzensizdir.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

İletişimin Kalitesi Ve Doğallığı

Benmerkezci ebeveynlerin çoğu çocuklarına güzel kıyafetler alarak kendi beklentilerini karşılamaya, beğenilerini tatmin etmeye çalışır. Bunun için de pahalı, markalı ya da gösterişli kıyafetleri tercih ederler. Halbuki çocuk anne-babasının aldıklarını beğenmez; daha basit, daha sıradan kıyafetler giymek, herkes gibi olmak ister. Ebeveyn ise böyle bir durumda çocuğu kıymet bilmemekle, kendine verilen değeri anlamamakla suçlar.

Çocuklarda duygular, ergenlik dönemine kadar oluşur. Mutluluğu, mutsuzluğu, değersizliği tarif edemezler, ama hissederler. İçin için bir şeylerin yolunda gitmediğini, duygularının hep eksik kaldığını bilirler. Hatta pahalı oyuncaklar, markalı kıyafetler alınsa da onlara, beceremezler mutlu olmayı. Çünkü çocukların aklı bazen canı gönülden istedikleri ucuz, basit oyuncaklarda, bazen de kendine değerlice yaklaşmayı beceremeyen ebeveyninde kalır…

Sonra biraz daha büyür çocuk. Ergenlikle birlikte kendi duygularını anlamlandırmaya başlar. İçinde kocaman bir boşlukla nasıl ortalarda gezdiğini, kendini kimsesiz gibi hissettiğini, onun değil de anne-babasının isteklerinin hep öncelendiğini idrak eder.

18-19 yaşına geldiğinde ise kimsenin duymak istemediği cümlelerle çıkar anne-babasının karşısına: “Hep sizin dediğiniz mi olacak?”, “Benimle hiç ilgilenmedin ki!”, “Sen her zaman sadece kendini düşünüyorsun.”, “Benim de tercihlerim, kararlarım olduğunu kabul edin artık.”, “Sizinleyken mutlu değilim.”, “Varlığınız bana mutsuzluk, huzursuzluk veriyor.”, “Sizinle tatile çıkmak, birlikte vakit geçirmek istemiyorum.”…

Ebeveynlerin çoğu bu cümlelere tahammül edemez, çocuklarının kendilerine ihanet ettiğini, nankör davrandığını düşünür. Oysaki tüm bunlar, çocuğun geçmiş yıllarda yaşadığı olayların, hissettiği duyguların bugün dile getirilmesinden başka bir şey değildir. Bu sinyaller doğru algılanmalıdır ebeveynler tarafından.

Anne-baba günlük yaşamın koşturmacasına kendini kaptırıp çocuklarına ne kadar değer verdiğini analiz edecek vakti bulamayabilir. Böyle zamanlarda yeni tanıştıkları başka bir çocukla bilinçli şekilde değer ilişkisi içine girebilirler. Hatta kendi çocuklarına gösterdiklerinden çok nezaket ve saygıyı ona gösterebilirler.

Mesela ebeveyn eve gelen misafir çocuğa halini hatırını sorup, “Kaçıncı sınıfa gidiyorsun? Yaz tatilinde neler yapmayı planlıyorsun? Bisiklet sürmeyi sever misin?” gibi sorularla duyarlı bir iletişim kurabilir. Kendi oğlu-kızı bunu fark ettiğinde otomatik olarak kıyas yapar; “Babam benimle hiç bu kadar ilgilenmemişti. Aslında bisiklet sürmeyi ben de çok seviyorum, ama sormadı bana hiç. Yaz tatil planları hakkında benim fikrim neden sorulmuyor?” diye düşünür. Bu karşılaştırmanın sonunda çocuğun hissettiği duygu değersizliktir ve insan ancak değer gördüğü yerle aidiyet ilişkisine girer.

Dolayısıyla ebeveynler, çocukları tarafından sürekli izlendiğini, tutarlılıklarının tartıldığını, samimiyetlerinin ölçüldüğünü, yetişkinin geçmiş davranışlarıyla o anki hallerinin dikkatle kıyaslandığını unutmamalıdır.

Değersizlik hissi söz konusu olduğunda kişinin ilk kontrol edeceği şey iletişimin kalitesi ve doğallığıdır. Bu ister sözlü ister sözsüz olsun. Çocuk onunla kurulan iletişimin içinde arar kendi değerini. Bunu bilinçli şekilde yapmaz asla. Sadece onunla iletişim kurulduğunda karşıdan gelen sinyaller çocuğun içinde uyandırır değerlilik hissini. Duygular harekete geçtiyse kaliteli iletişimden söz edebiliriz ancak. Buna ebeveynin değil, çocuğun penceresinden bakmak gerekir. Anne-babanın değil, çocuğun ne hissettiği önemlidir.

“Dünyanın en değerli varlığı benim çocuğum.” diyen bir ebeveyn, eğer bu hissi oğlunun-kızının içinde oluşturamamışsa arada kopukluk var demektir. Bunun sebebi, ebeveynin duruşu, bakışı, mimikleri, kullandığı kelimeler ya da başkalarına verdiği değerle kıyas olabilir. Yetişkinler, “Ben bu kadar çaba sarf ediyorum, fedakârlık yapıyorum, ama sen hâlâ böyle düşünüyorsun!” diye çocuğu aşağılamak yerine; kendini kontrol etmeli, bu değer-algı yanılmasının sebeplerini tek tek bulmalıdır.

Ebeveynlerin zeki, hafızalarının da güçlü olması, büyük avantajdır, eğer yerinde ve zamanında kullanılıyorsa… Örneğin, çocuk babasıyla yolda yürürken oyuncak mağazasının vitrinindeki bir oyuncağı gösterir, “Şunun gibi bir arabam olsun isterdim.” ya da “Arkadaşımın böyle bir oyuncağı var. Çok beğeniyorum.” der. Günlük bir konuşmanın içinde tek kelimelik önemli bir iletişim saklıdır aslında.

Ebeveyn oğlunun-kızının beğendiği oyuncağı zihnine yazar, özel bir günde alıp sürpriz yaparsa, çocuk, “Demek ki konuştuğum an babam beni dinliyormuş, neyi beğendiğime dikkat etmiş. Bana değer verdiği için o anı yakalamış. Aradan bir ay geçmesine rağmen hep aklındaymış, unutmamış. O unutmadığı şey hediye değil. Aslında babam-annem beni unutmamış.” diye düşünür. Hediyeyi vermek için uygun atmosfer de oluşturulmuşsa, çevredekilerin de hissettirdiği artı değerle çocuk, küçük bir hediyeden aslında koca bir değer kazanmış olur.

Çok defa ebeveynler çocukları için bir eşya satın alır. Çocuk da bundan dolayı büyük mutluluk yaşar. Fakat anne-baba aldıkları hediyeyi, “Derslerine iyi çalışacaksın ama!..” diyerek verirse; çocuğun duygularına akacak değer hissi birdenbire kesintiye uğrar. Hediye araç değil, amaç olur. Oysa değerlilik hissi amaçsızdır; “Sadece senden dolayı.” demektir.

Çocuk, “Babacığım bu çok istediğim oyuncağı bana almışsın. Ben de derslerime daha iyi çalışacağım.” demiş olsa bile anne-baba, “Hayır çocuğum. Derslerine ister iyi, istersen kötü çalış. Ben bunu sadece seni düşündüğüm, seni çok sevdiğim için aldım. Başka hiçbir amacı yok.” şeklinde cevap vermelidir.

Karı-koca arasındaki ilişkide de aynı şekilde tavır geliştirilmelidir. Eğer alınan bir hediye, eşya, mutlu olunacak bir an paylaşılıyor ya da özel bir yerde yemek yeniyorsa orada eşler beklentilerinden söz etmemelidir. Çiftin o anı yaşaması, bedenlerinin, ruhlarının, zihinlerinin kenarlarındaki tüm bağlantılardan kopması gerekir ki; gerçek bir değerden söz edebilelim…

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

“Şakacıktan” söylenen “pembe” yalanlar, çocukların vicdanına zehir akıtır

Değerler bilinci, vicdanı besleyen “şah damar”dır. Vicdan bu damardan gelen kanla beslenir ve hassasiyet kazanır. Değerler bilincinin öğrenilmemesi ya da zedelenmesi, aynı zamanda vicdanın da yaralanması veya gelişememesi anlamına gelir. Bu da öfke hissinin kontrolden çıkması demektir.

Çocuk, aile ve çevresinden değerler bilincinin gelişimine yönelik örnek davranışlar görüyorsa, vicdanı gün geçtikçe hassaslaşır. Ancak bu hislerin samimiyeti çok önemlidir, çünkü çocuk gerçek olmayan duygular karşısında değerler çatışması yaşar.

Değerler bilincinin gelişimini engelleyen en önemli eylem “yalan söylemek”tir. Sahte davranışlar çocuğun vicdanını katılaştırdığı gibi, yalan söyleyen insanlarla muhatap olan çocuğun vicdanı da yavaş yavaş körelir. Bazen küçük ve tatlı yalanlar, bazen “şakacıktan” söylenen “pembe” yalanlar, çocukların vicdanına zehir akıtır. Zira hiçbir vicdan, yalan karşısında sessiz kalamaz.

Vicdanı ölmemiş biri, söylediği yalandan sürekli rahatsız olur ve sonunda vicdanının sesini bastırmaya, söylediği yalanı meşru göstermeye gayret eder. Bu da vicdan duygusunu yavaş yavaş öldüren bir zehir gibidir.

O halde çocuğunda vicdan duygusunu geliştirmek ve onu berrak şekilde korumak isteyen bir anne-baba yalandan, yılandan kaçar gibi kaçmalı, çocuğuna yalanın zerresi bulaştığında vicdanında açacağı yarayı önceden hesap etmelidir.

Çocuklar bazen, “Yalan söylemedim, sadece şaka yaptım.” bahanesine sığınırlar. Söyledikleri yalanlarla “şaka” arasındaki farkı net olarak bilemeyebilirler. Anne-baba bu noktada çocuklarına devamlı yol gösterici olmalıdır.

Yalan, aldatmak maksadıyla gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermeye denir. Şaka ise güldürmek, eğlendirmek amacıyla karşısındakini kırmadan sergilenen hareket veya sözler olarak tanımlanır.

Örneğin…

7 yaşındaki Arif, mutfakta yemek yapan annesinin yanına gelip mahcup bir şekilde sorar:

“Anne, hani dedemin sana hediye ettiği, senin de çok sevdiğin aile fotoğrafı var ya…”

“Eeee…”

“Onu yırtsam kızar mıydın bana?”

“O dedenin bizimle beraber çektirdiği son fotoğraftı.”

“Yok anne, yırtmadım da, yırtsam kızar mısın diye sordum.”

Anne birden rahatlar ve sıkıca oğluna sarılır…

Bu bir şakadır. Arif, annesinin en sevdiği fotoğrafı kullanmış, aralarında heyecan oluşturmuş, anne de sorulan soruyu gerçek gibi algılamıştır.

Aynı örnekte, Arif annesinin yanına gelip, “Anne dedemin sana hediye ettiği, fotoğrafı yırttım. Bana kızdın mı?” deseydi, yalan söylemiş olurdu.

Çocuklar bu ve benzer örneklerle şakayla yalan arasındaki farkı kavramalı, ebeveynlerse onların yalana bulaşmasına izin vermemelidir. Espri ve şaka yapmak aynı zamanda çocuğun zihnini de geliştirmeye yarar.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Utanırsan Çocuğun Çocuksu Davranışından…

Çocuk davranışlarının motivasyonu içseldir. Yetişkin davranışları ise genelde dış motivasyonlara dayanır. Bundandır ki, birçok ebeveyn çocukları ile sürekli bir çatışma içinde hissederler kendilerini; ‘bak herkes sana bakıyor….’ ya da ‘misafirlikte beni rezil etme, önündeki tabaktan ye…’ veya ‘yemek yerken şapur şupur yeme, seni görenler de anne babası hiç yemek yedirmiyor zannedecekler’ sözlerini neredeyse işitmemiş çocuk yoktur toplumumuzda.

Çocuğun, bir misafirlik ortamında da olsa, içsel bir eğilimle, canının çektiği yiyeceğe uzanmak istemesi gayet normal bir çocuk davranışı olduğu hâlde, ebeveynlerin o andaki önceliği genellikle çocuğunun canının çektiği yiyeceğe çocuğunu eriştirmek yerine, ‘şimdi bu çocuğu görenler benim hakkımda ne düşünür’ olduğundan dolayı, onu ikaz etmek, engellemek, kimse fark etmeden çimdiklemek yanlış bir ebeveyn tutumudur…

Çocuğu kalabalık içinde küçük düşürmek, uyarmak, sosyal fobiye zemin hazırlar… Çocuğun yanlış davranışları onu ‘sosyal ortamlarda’ mahcup ederek değil, ‘aile içinde’ birebir zamanlarda konuşarak, ‘empatik drama oyunları’ oynanarak düzeltilir…

Kendisi de çevreden çok etkilenen, birisi çocuğunu ikaz edecek diye kaygılanan ebeveynler, çocukları büyüyünceye ve davranış eğitimlerini tamamlayıncaya kadar çocuğa tahammül gösterebilen kişilerle görüşmeyi tercih etmelidir… Çocuğa tahammülsüz, eşyayı çocuktan daha çok önemseyen yetişkinlerin bulunduğu ortamlarda çocuk yetiştirmek çocuğun ebeveyni tarafından zarara uğratılma riskini de beraberinde getirir.

Engellenmiş, sosyal ortamlarda mahcup edilmiş, sürekli denetlenmekten kendi gibi olmayı başaramamış çocuklarda ‘çocuksu cıvıltıyı’ bulmak zordur. Onlar genelde, kenarda bir yerde oturmayı, ses çıkartmamayı, gülmemeyi, hoplamamayı, yemek masasında canının çektiği yiyeceği tatmak yerine önüne konulan ve belki de kendisinin damak tadına uygun olmayan bir yiyeceği zorlana zorlana yutmayı öğrenmişlerdir. Aksi takdirde, ebeveynlerinin nasıl da hışmına uğrayacaklarının tecrübelerini barındırır birçoğu zaten…

16 yaşındaki bir kız çocuğunun annesi ile görüştüm önceki gün. ‘Hocam, kızım bir süredir artık bizimle olmaktan hiç hoşlanmıyor. Gittiğimiz yerlere gelmek yerine evde oturmayı tercih ediyor. Babası da bu duruma kızıyor, sinirleniyor, bazen aşırı tepki veriyor ama ne yaptıksa laf dinletemedik.” diye yakınmıştı…

Çocukla konuştum, işte şu yukarıda anlattığım ve hepimizin çocukluğuna da tanıklık eden olayları anlattı “İstemiyorum ya onlarla gitmek!” diyerek.

Belki bu çocuk 16 yaşında ve ‘İstemiyorum artık’ diye tepkisini ortaya koyabiliyor; ya küçükler? Henüz çocuksu cıvıltılarını kaybetmemiş olan 7 yaşındakiler, 10 yaşındakiler… Anne babasının oruç tutması ile telaşlanıp kendi de oruç tutmaya yeltenenler, becerenler, beceremeyenler… Misafir sofralarında iftar ederken açlıktan elleri ayakları birbirine dolaşıp ne yiyeceğini, hangi yiyeceğe saldıracağını şaşıran çocuklar…

Çocuklarınızı böyle görürseniz, utanmayın, sıkılmayın. ‘Sen ne biçim çocuksun beni mahcup ettin misafirlikte!’ diye söylenmeyin… Çocuk budur zira… Çünkü o, acıkınca yemek, susayınca içmek ister… Çok acıkmışsa hızlı yer, çok susamışsa üstlerine döke döke içer… Bunda ne ayıp vardır, ne utanç…

Eğer utanırsan çocuğunun çocuksu davranışlarından, sıkılır o da bir gün seninle birlikte var olmaktan…

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Yalan Ve Çocuk

Yalan, insan fıtratının değil; korkunun, kaygının ürünüdür. İnsanın özünde yalan söylemek yoktur. Buna göre hiçbir çocuğun yalan söylemeyeceğini varsayabiliriz.

Bir psikolog yetişkine baktığında, yetişkinin yalan söylüyor olmasını kişilik bozukluğu olarak algılayabilir. Ancak pedagojik olarak bakıldığında; ergenlik öncesinde yalan söylemek zorunda bırakılan çocuk kendini yetişkin baskısından korumaya çalışan, onurlu bir çocuktur. Ve (7 yaşından sonraki dönemde) bir çocuk yalana başvuruyorsa, altında yatan pek çok sebep vardır:

Çocuğun benliği üzerinde birtakım baskılar varsa, çocuk yalan söyler

Kişiliğine bir saldırı olduğunu düşünen çocuk, yalan söyler.

Duygularının tahrip edileceğinden endişe eden çocuk, yalan söyler.

Hesap verilmesi lazım gelen bir şey olduğunu hisseden çocukta kaygı oluşur. Bu kaygı, çocuğu yalana götürür.

Çocuk çoğu defa, sevgiyi kaybedecek olma ihtimaline karşı yalan söyler.

“Aslan oğlum/kızım sınavda en yükseğini alır” tarzındaki suni ve negatif tetiklemelerle motive edilen çocuk, ailesinin gözündeki değerini düşürmemek adına, başarısızlıklarını gizlemek için yalan söyler.

Çocuk, babasının kaşlarını çattırmamak, kendisini terslettirmemek ve anne-babasını mutsuz etmemek için yalan söylemeye yönelir.

Üstüne gidilen, “Hani, nerede, bulurum yalanını” denilerek, yalanı deşelenen çocuk, zarara uğramamak için yalan söyler.

Psikolojik ve fiziksel şiddet gören, ceza alan çocuk yalan söyler.

Çocuk gerektiğinden fazla ilgi ve alâka altında ise; anne-baba çocuğunun gözüne bakarak her şeyi ona göre ayarlamaya çalışıyor ve çocuğa yaşama hakkı vermiyorsa, sevgi ve şefkatte neredeyse tapınacak vaziyete geldiyse, o çocuk da yalan söyler…

Anne-baba çocuğunun yalanını yakalar, “Neden yalan söylüyorsun?” diye ceza verirse, çocuk, bir dahaki sefere yakalanmamak için ‘daha akıllı yalan söylemek’ zorunda hisseder kendisini ve plan yapar, kurnazca yalanlara başvurmak için fırsat kollar. Yani, yalanı yakalanmak üzere peşinden gidilen çocuk, yalan söylemekte ustalık kazanır. Zaten çocuk yalanın ne kadar çok işe yaradığını bir kere keşfederse, o takdirde yalandan vazgeçmesi çok zor olur. Yalan öyle bir girdaptır ki, o girdabın içerisine girildiği zaman bir daha çıkılması çok zordur. Çünkü yalan ile birçok konunun çözüldüğü hissine kapılırsa çocuk… Yalan artık onun gelecek yaşantısında bir ihtiyaç halini alabilir. Ve böylesi bir konumdaki çocuk, çok defa yalana öyle alışır ki, söylediği yalana bazen unutarak kendi bile inanır.

Yalan söyleyen çocuğun bizzat kendisine ve yalan davranışına odaklanmak yerine, yalan söylemesine neden olan ‘kaygı-baskı’nın ne olduğunu bulmaya çalışmak gerekir. Anne-babanın bu noktadaki görevi, “Bu çocuk kendi üzerinde nasıl bir baskı hissediyor da şu anda yalana başvuruyor? Ben ne yaptım acaba?” diyebilmektir. Zira yapılan baskı ve kaygı ortadan kaldırıldığında, yalan söyleme eğiliminin de ortadan kalkacağı görülecektir.

Bir çocuğun her koşulda doğruyu söyleyebilmesinin anahtarı ‘güven’dir. Çocuk her ne olursa olsun, anne-babası tarafından zarara uğramayacağını biliyorsa, anne-babasına sonsuz ‘güven’ duygusu devam ediyorsa, o çocuğun yalan söylemesi ihtimal dâhilinde değildir!

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş