Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

Düşmana cesaret vermek

“Havf ve zaaf, te’sirat-ı hâriciyeyi teşci’ eder.” Mektubât

Bu cümleyi okurken aklımıza gelen ilk mânâ, “Korkmak ve zaaf göstermek düşmanlarımızı yahut rakiplerimizi daha da cesaretlendirir” şeklinde olur. Bu mânâ doğrudur. Şu var ki, bu vecizede insanlar yerine “tesirat-ı hariciye” denilmekle bunun küllî bir kaide olduğu ders verilmektedir. Bu ifade, düşüncemizi sadece insanlarla sınırlamaz, bu gerçeğin bütün dış tesirler için geçerli olduğunu hatırlatır.

Haricî tesirlerden birisi de bize zarar vermek isteyen insanlardır. Bu düstur gereğince kendimizi zayıf göstermekten ve onlardan korkmaktan, çekinmekten uzak durmamız gerekir. Aksi halde şecaatleri artar, cesaretleri kuvvet bulur ve bizi ezme hususunda daha bir yiğitleşirler. Nitekim, Allah Resulü (asm.) sahabelerine, ellerini yüzlerine koyarak üzüntülü, mahzun bir halde durmalarını yasaklamış ve bunun düşman tarafından yanlış değerlendirilip onları cesaretlendireceği hususunda kendilerini ikaz etmiştir. Günlük hayatımızda bunun çok misallerini yaşarız. Size haksızlık yapmak isteyen birisi sizi vakur ve metin gördüğünde kararını infazda acele etmez. “Acaba bir bildiği mi var?” diye en azından bir tereddüt geçirir, biraz düşünür ve çoğu zaman da vazgeçer.

Nur Külliyatında iki dünya saadeti şu dört esasa bağlanır: İman, tevhit, teslim ve tevekkül. Bütün varlık aleminin tek yaratıcısı, tek sahibi ve mâliki olan Allah’a inanan bir insan, hiçbir şeyden korkmaz ve çekinmez. Kendisine düşen tedbir görevini yerine getirdikten sonra O’nun kudretine ve rahmetine teslim olur; tevekkül ile sonucu bekler. “Her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir.” Sözler

Tıp ilminde bir koruyucu hekimlik dalı vardır. Bu dalda, insanın hastalıktan korunmasının yolları üzerinde durulur; bünyenin hastalıklara karşı dayanıklı olmasının çareleri aranır. Doktorlarımızın bildirdiğine göre nezle mikrobu bünyede daima mevcuttur. Bünye kuvvetli olduğunda mikrop hiçbir şey yapamaz; tesirsiz kalır. Bünye, zayıf düştüğünde mikrop hükmünü icra eder ve insanı yatağa düşürür. Vesvese hastalığı da bunun gibidir. İnsan, şeytanın vesveselerine karşı imanından emin oldu mu, o vesveseler, o şüpheler kalbe tesir edemezler. Şeytan o kalbi şüpheye düşüremez. Ama bu konuda biraz zaaf gösterse ve vesveseden korksa kalbini şeytanın hücumlarına açmış demektir. Demek oluyor ki, tesirat-ı hariciye denilince iklim şartlarından şeytan vesvesesine kadar uzanan bir silsile hatıra gelir. Bunların tamamına karşı dayanmanın iki esası vardır: Korkmamak ve zaaf göstermemek.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Bir İmtihan Sırrı

İmtihan sözcüğü mihnet kökünden gelir. Adı üstünde imtihan bir mihnettir. Bu mihnetin biri ceza ve kefaret, diğeri mükâfat ve terakki kapısını aralamaya yönelik iki gayesi vardır.

Musibet ve sıkıntıların günahlara kefaret olduğu yönü malumdur. Biz bu yazımızda bu imtihanın ikinci gayesi üzerinde duracak, bela ve musibetin peygamberlere, velilere ve salih insanların başına da gelmesinin bir hikmetini açıklamaya çalışacağız.

Bilindiği üzere, bir hadis-i şerifte Peygamberimiz; “İnsanlardan en çok bela ve musibete uğrayanlar peygamberler, veliler ve–sırasıyla–onlara yakın olanlar” olduğunu ifade etmiştir.

Hadiste yer alan “Bela” kelimesi, “imtihan etmek, test etmek, denemek, sınamak” anlamına gelir. En büyük insanlara en büyük testlerin uygulanmasının bir sırrı şudur ki; insanların kalbi, aklı, duyguları, latifeleri, hatta hayallerinin pekçok mertebe ve dereceleri vardır. Bir incir çekirdeğinden bir incir ağacına kadar, bir atom sisteminden bir güneş sistemine kadar, bir hücreden bir insana kadar dereceleri vardır. Bu derecelerin kat edilmesi ise, yapılan testlerde ortaya çıkan negatif veya pozitif olguların varlığına bağlıdır. Örneğin, bir kan testinde bir virüsün tespit edilmesi pozitif, olmaması ise negatif olarak değerlendirilir. Fakat bazı testlerde ortaya çıkmayan bir takım mikroplar daha derinlemesine yapılan testlerde ortaya çıkabiliyor. Keza, sözgelimi, röntgenle görüntülenen akciğerdeki bir arızanın tam teşhis edilmesi, arızanın olup olmadığının tam olarak görüntülenmesi için yüzeyden derinliğe doğru ilgili organ sathı santim santim, milim milim röntgenle test edilir. Çünkü, yüzeylerde bulunmadığı halde organın iç yüzeylerinde bir arızanın, bir virüsün olması mümkündür.

Bu kural psikolojik tedavide de geçerlidir. İlk etapta görünmeyen bazı psikolojik arızalar, şuur altı bazı olumsuz düşünceler ancak belli bir terapiyle ortaya çıkarılıp tedavi edilebiliyor. Deyim yerindeyse, yüzeysel şuura yönelik testlerle ortaya çıkmayan hastalıklar, derinlemesine doğru şuuraltına yönelik testler sayesinde ortaya çıkabiliyor.

İşte bunun gibi, yukarıda saydığımız insanların manevî donanımlarında da bazı arızalar, bazı virüsler olabilir. Manevî bünyenin sağlamlığı nispetinde bu virüsler yüzeylerde bulunmadığı halde daha derinliklerde bulunup bulunmadığını tespit etmek için ilgili manevî sathın–yüzeyden derinlemesine doğru–santim santim, milim milim teste tâbi tutulması gerekir.

Mesela kalpte var olan Allah sevgisinin alabildiğine boy göstermesine mani olan virüslerin olup olmadığını tespit etmek için bazı testlerin uygulanması gerekir. “Her şey zıddıyla bilinir” kuralı gereğince, nefsin hoşuna gitmeyen bazı testlerin uygulanması icap eder. Bazı kimseler var ki, bir gramlık bir hoşnutsuzluktan ötürü ilahî sevgiyi rafa kaldırdığı halde, bazı kimseler de batmanlar ağırlığındaki hoşnutsuzluklara karşı dahi bu sevginin zerresinden kaybetmezler. İşte bu kimselerin herhangi bir tarafında bu sevgiye mani bir virüsün bulunup bulunmadığını, kalplerinin en ücra bir köşesinde bu sıkıntılara karşı hafif nazlanabilecek bir tavrın olup olmadığını görmek için, onlar en ağır testlere tâbi tutulurlar.

Şu ayet, imtihanın bu sırrına işaret etmektedir: “Müminler sadece ‘iman ettik’ demekle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler? Hiç kuşkusuz, biz kendilerinden önce yaşamış olanları test edip denedik. Allah elbette şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, bu iddiasında samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.” (Ankebut, 13)

Başta Hz. Eyyub aleyhisselam olmak üzere bütün peygamberler bu ağır testlerden geçmiş ve manevî bünyelerinde Allah’a olan sevgilerini azaltacak hiçbir olgu bulunamamıştır. Ve hepsinin ruh cevheri itibariyle saf altın oldukları ortaya çıkmıştır. İşte “büyüklerin imtihanlarının da büyük olması” gerçeğinin temel dayanağı bu sonucun alınmasına yönelik testlerdir.

Ateşe atılırken bile şikayet etmeyen ve  “Madem Rabbim halimi görüyor, derdimi O’na açmaya ihtiyaç bırakmıyor..” diyen Hz. İbrahim; en sevdiği oğlunun kurt tarafından parçalandığını işittiğinde “Bana düşen güzelce sabır göstermektir… Ben üzüntümü sadece Allah’a arzediyorum..” diyen Hz. Yakub; Mekke’de gördüğü gayr-ı insanî muamelelerden sıkılıp, bir ümit kapısı olarak gördüğü Taif’te de kendini bilmez zavallılar tarafından yara-bere içerisinde bırakıldığı halde “Allah’ım! Eğer bütün bu başıma gelenler, senin bana gücendiğinden dolayı değilse, varsın olsun.. Ben her şeye rağmen seni hoşnut etmek için hayatım boyunca çırpınıp duracağım” diyen Hz. Muhammed’in bu ifadeleri peygamberlerin birer saf altın ayarında olduklarının göstergesidir.

İbn Farıd’ın “Allah’ım! Eğer senden başkası–benim irademle–kalbimde yer alsa kendimi mürtet sayarım” şeklindeki ifadeleri; İbrahim Hakkı’nın “Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler” şeklindeki sözleri; Yunus Emre’nin “Hoştur bana senden gelen.. Kahrın da hoş lütfun da hoş” şeklindeki terennümleri, üst düzey bir imtihanın, bir testin sonucunu seslendirmektedir.

Her insan büyük bir veli olmayabilir, ama kendi kabiliyeti nispetinde kendisi için hazırlanan zirveye çıkabilir. Bu sebeple, görünürde ilmi, irfanı olmayan âmî bir erkek veya kadının bu âmiyâne haline bakarak, bunların imtihanlarını terakki rotasının dışında tasavvur edip manasız görmemek gerekir. Zira onların–delilsiz bir şekilde–sağlam bir imanla iman ettikleri Allah’a karşı öyle teslimiyetleri var ki, bazen bir tek imtihanda bile o zirve noktaya ulaşabilirler.

Bir dakika zarfında canını Allah yoluna adayan ve Allah’a teslim olan bir şehit, yıllarca çalışarak ancak ulaşılan bir velayet mertebesine ulaşır. Bazen bir tek musibet çok kısa bir zamanda kişiyi bir velayet dercesine çıkarır. Bazen bir sabır, bir tevekkül, bir teslimiyet insanı salih kimseler zümresine ilhak eder.

Ayette imtihanın mutlu sonlarına işaret edilmektedir: “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sabredenleri müjdele! Bunlar öyle kimselerdir ki başlarına musibet geldiğinde ‘Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara, 155-156)

Doç. Dr. Niyazi Beki/ Zafer Dergisi

Böyle dost düşman başına!

Ukbe bin Ebi Muayt, Mekke müşriklerinden kötü niyetli olmayan bir adamdı. Resulullah’la her karşılaştığında saygıyla bakar, iyi münasebetini bozmamaya gayret ederdi. Hatta uzun yolculuktan döndüğünde Mekke’de yemek yedirmeyi adet edinmişti. İşte yine böyle bir yolculuktan dönmüş, vereceği yemeğe Resulullah’ı da davet edecek kadar yakınlık göstermişti.

Efendimiz, Ukbe’nin artık gönlünün imana hazır hale geldiğini düşünerek yemek davetine şöyle karşılık verdi:

“Ukbe, davetine gelirim ama yemeğini yemem. Yemeğinden yemem için seni yaratan Allah’ı inkâr etmemeni, O’nun Resulü’ne de şehadet etmeni beklerim. Senin gibi iyi niyetli bir insan küfürde ısrar etmemeli artık.”

Ukbe bu teklife çok da direnmedi. Efendimizin isteğine olumlu cevap vererek iman eden herkesin söylediği şehadet kelimesini söyleyiverdi. Efendimiz sevinmişti. Ukbe’nin iman etmesine sebep olmuştu çünkü.

Ne var ki, Ukbe’nin Mekke’de putperest dostları da vardı. Bunlardan biri de katı bir müşrik olan Übey bin Halef’ti. Haber bir anda onlara da ulaştı.

Duyduğu haber hiç de hoşuna gitmemişti. Hemen gelip arkadaşını suçlayıcı sorular sormaya başladı:

“Duyduğuma göre Muhammed’i yemeğe davet etmişsin. Bununla da kalmayıp onun teklif ettiği şehadet kelimesini de söylemişsin.”

“Evet,” dedi “öyle oldu. Onun istediği şehadet kelimesini de söyledim.”

Müşrik dostu, “Olamaz,” dedi. “İşte bu olamaz. Hem şehadet kelimesini söyleyeceksin hem de bizimle dost olacaksın. Bu olacak şey değil” dedi ve ilave etti:

“Bu sana pahalıya mal olur. Bundan sonra hiçbir yerde iş bulamazsın.”

Ukbe, müşrik dostunun sözlerinden endişe ederek, getirdiği şehadet kelimesinden pişmanlık duymaya başlamıştı.

“Olayı büyütme,” dedi. “Ben sadece Ukbe’nin yemeğini yemeden gitti diye bir söylenti çıkmaması için utandığımdan şehadet kelimesini getirdim, yoksa ona inandığımdan değil.”

Übey bin Halef, kopardığı bu tavizden memnun olmuş, ama yeterli de bulmamıştı. Daha da ileri giderek yol gösterdi:

“Biz bu sözlerinin doğruluğunu ancak gidip O’na tükürdükten sonra kabul ederiz. Gideceksin, onu sevmediğini ifade eden bir tükürük fırlatacaksın, o zaman anlarız senin O’na inanmadığını. Yoksa bizi böyle boş sözlerle savamazsın.”

İmana yeni ısınan Ukbe’nin kalbi maalesef artık geriye dönmüş, dost bildiklerinin baskısına dayanamayıp vazgeçmişti getirdiği şehadetten. Doğruca Efendimizin Darunnedve’de ibadet ettiği yere gitti. Efendimizin yanına yaklaştı. Dilinin ucunda topladığı tükürüğü fırlatırken ansızın çıkan bir rüzgâr, tükürüğünü geriye döndürüp kendi suratına yapıştırdı. Üstelik ateş gibi de yaktı.

Ertesi günü Ukbe’yi yanağındaki yanık iziyle görenler sordular:

“Sende böyle bir yanık izi yoktu, ne zaman oldu bu yara?”

Ukbe saklamadan anlattı:

“O’na doğru tükürdüğüm tükürük kendime geri dönüp suratıma yapışarak ateş gibi yaktı, izi kaldı!”

Ne yazık ki henüz iman etmişken dostlarının baskısıyla geriye dönen Ukbe, Bedir’de küfür üzere öldü.

İşte bu hadise üzerine Furkan suresi 27-28. ayetleri geldi. Burada dostlarının yanlış telkinlerine uyanların ahirette ellerini ısırarak nasıl pişmanlık duyacaklarını şöyle anlattı:

“Ah ne olurdu keşke falanı dost edinmeseydim, onun isteğine boyun eğmese, sözlerine itimat etmeseydim. Getirdiğim şehadet kelimesinden vazgeçirip Peygamberle birlikte olmama mani oldu, şeytana uydurdu. Ne kötü dostmuş meğer onlar.”

Ahmet Şahin / Zafer Dergisi

Otomatik pilotla namaz

“Sakın deme, benim namazım nerede, şu hakikat-ı namaz nerede! Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmâl ve tafsilde olduğu gibi, senin ve benim gibi bir âmînin (velev hissetmezse) namazı, büyük bir velinin namazı gibi, şu nurdan bir hissesi var…

…Senin başın böyle tedai-yi efkâra müptelâ ise, sakın telâş etme, belki intibaha geldiğin anda dön, ‘aman ne kusur ettim’ deyip tetkikle meşgul olup durma…” (21. Söz)

Uzun yol uçuşlarında, uçak rotasına girdikten sonra, pilotlar zaman zaman uçağı bilgisayarların yönettiği otomatik pilota bağlar. Ve, 5-10 dakikalık da olsa bir kahve molası verip bir parça dinlenirler.

İnsanda merkezi sinir sistemi ikiye ayrılır. Bunlar;

1- İradî sistem.

2- Otonom (irade dışı) sistemdir.

Meselâ; ağzımıza koyacağımız lokmayı irademizle seçeriz. Temiz, helâl, faydalı olduğuna karar verirsek ağzımıza koyarız. Bundan sonra otonom sistem devreye girer. Tükrük salgısı, çiğneme, dilin hareketleri hep otomatik sistem tarafından yönetilir. Fakat bu safhada olumsuz bir şey olursa iradî sistem tekrar devreye girebilir. Dişimize gelen bir kum taneciği ya da bir kemik kırıntısı çiğnemenin durmasına ve o istenmeyen şeyin dışarı atılmasına sebep olur; bundan sonra çiğneme işlemi devam eder.

Yutma işlemi de otomatik sistem tarafından yönetilir, bundan sonra da iradî sistem hiç müdahale edemez. Sindirim salgıları, enzim salgıları, mide-barsak hareketleri hep otomatik sisteme bağlı olarak çalışır.

Namaza da irademizle gireriz. Namaz öncesi hazırlığımız, niyetimiz, kıbleye dönüşümüz hep irademizle olur. Fakat namaz ilerlerken, şeytan ve nefsimiz bir anlık gafletimizden istifade ederek bizi hayal balonuna bindirip değişik vadilerde dolaştırmaya başlar. İşte bu arada namaz otomatik sisteme geçer. Kıraatler, rükûlar, secdeler aynı şekilde yapılır. Ancak biz derelerde, tepelerde dolaşır dururuz. A. Başar Hocamızın dediği gibi: Namaz kılarken, en azından, namazdan sonra ne yapacağımızı plânlarız.”

Hatta bu konuyla ilgili bir İranlı şair çok daha ileri gitmiş ve demiş: “İnsanlar namaz kılarken unuttukları şeyleri hatırlar; Allah’tan başka!” Elbette şairler biraz mübalâğacıdır ama, sözlerinde yine de bir hakikat çekirdeği bulunur.

Bütün bunlar olurken bir ara devreye tekrar iradî sistem girer, bakarız ki uçak alana inmiş, tahiyyata oturmuşuz, sağa sola selâm veriyoruz. Namazımız şeklen tamamdır. Namazımızı otomatik pilotta her zaman nasıl kılıyorsak o şekilde tamamlamışızdır. Fakat namazımız içerik olarak elbette yaralıdır. Hiç olmazsa telâfi etmemiz için yine irademizle yaptığımız tesbihat devreye girer. Âyetü’l-kürsî, tesbih, hamd, tekbir ve tehlil, salâvat, istiğfar ve dualarla bu eksiğimizi inşaallah tamamlarız.

Dr. M. Yaşar Çil / Zafer Dergisi

Peygamber Efendimiz (a.s.m) Uyarıyor; ‘Keşke’ Demeyin!

İmtihana tabi olan bir varlık olarak insanlar, Allah’la olan münasebetlerinde her zaman dikkatli olmak zorundadır. İnsanın zihninde taşıdığı fikirlerin, davranışlarına yansıttığı fiillerin, ağzından çıkardığı sözlerin hepsi değerlendirmeye tabidir. Küfür-iman tablosunun, günah-sevap cetvelinin kaynağı bu üç mekanizmadır. Bunların–imtihan malzemesi olarak–önemi aşağıda takdim edilen ilahî-nebevî olan şu değerlendirmelerde açıkça görülmektedir:

Ey insanlar! Siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker.” (Bakara, 284) Bu ayetten zihin-fikir planındaki düşüncelerimizden de imtihana tabi olduğumuz anlaşılmaktadır. Buna göre küfrünü açığa vuran kâfir gibi, küfrünü gizleyen münafık da hesaba çekilecektir.

“Bugün mühür vuracağız ağızlarına, elleri Bize söyler, ayakları şahitlik eder, kendi yaptıklarına” (Yasin, 65) mealindeki ayetten ise, yaptığımız bütün fiillerimizden hesaba çekileceğimizi, organlarımızın aleyhimizde konuşup şahitlik edeceklerini öğreniyoruz.

“O sırada siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz. Halbuki o, Allah’ın nazarında pek büyük bir vebaldi!” (Nur, 15)

“Gün gelecek, dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları bütün kötülükleri tek tek bildirerek aleyhlerinde şahitlik edecektir” (Nur, 24) meallerindeki ayetlerde dillerimizden de, sözlerimizden de hesaba çekileceğimizi göstermektedir. Bu konuda şu hadis-i şerifi de hatırlamakta fayda vardır:

Hz. Muaz anlatıyor: Ben “Ey Allah’ın Resulü! Biz konuştuklarımızdan da sorguya çekilecek miyiz?” dediğimde, ‘Muaz! Annen hasretine yansın, insanları yüzüstü cehenneme atan dillerinin biçtiğinden başka bir şey midir?’ diye buyurdu.” (Kenzu’l-Ummal, h. No: 43579)

İnsanlar ince elekten geçiyor;

İnce elekten geçiyor ki, adalet yerini bulsun, herkes hak ettiğini bulsun, zalim ile mazlum arasında fark olsun. İnsanlık tarihi açıkça göstermiştir ki, cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değildir. Özellikle çağımızda bozulmamış her vicdan, günde belki bin kere; “mazlumlar için yaşasın cennet!,” “zalimler için de yaşasın cehennem!” diye feryat ediyor. Bu vicdanî duygular gösteriyor ki, Rabbimiz cennet ve cehennemin varlığını sadece indirdiği semavî kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtasıyla bildirmekle yetinmemiş, aynı zamanda konuyla en yakın ilişkisi olan insanların vicdanına da bunu kazımıştır.

“Eğer-şayet-keşke”de elenen sözcükler: İmtihana tabi olan insan, öyle bir ince elekten geçiyor ki, insanın ‘keşke’ demesi bile başlı başına bir sorun teşkil ediyor.

Nitekim, Peygamberimiz (a.s.m) insanları uyarıyor: Sakın! ‘Keşke’ demeyin!

Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor: Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu: Kuvvetli (iman, azim, teşebbüs kabiliyeti bakımından güçlü) mümin, zayıf müminden Allah’a daha sevimlidir. Her birinde hayır vardır. Senin için (her iki dünyada) faydalı olan şeylere rağbet et; Allah’tan yardım iste, âcizlik/tembellik gösterme! Şayet başına bir musibet gelirse; “eğer şöyle yapsaydım, şöyle şöyle olurdu (veya; keşke şöyle yapsaydım, o zaman şöyle şöyle olurdu)” şeklinde bir şey söyleme! Bilakis şöyle de; “Bu Allah’ın takdiridir, o neyi isterse onu yapar.” Çünkü, “LEV” (eğer, şayet, keşke) kelimesi şeytanın işine yarar/iş yapmasına kapı açar.” (Müslim, kader, 34; İbn Mace, Mukaddime, 10; Ahmed b. Hanbel, 2/366, 370)

Bu hadisin ifadesinden de anlaşılacağı gibi, şeytana iş yapma imkânı veren “LEV=eğer, şayet, keşke” kelimesinin ifade ettiği hususun kaderle yakın ilişkisi vardır. Geçmişe ait olaylar birer vukuattır. Vukuat ise birer mukadderattır, kaderin birer yansımasıdır. Bu gerçeğe rağmen, şayet kişi “eğer şöyle yapılsaydı böyle olmazdı” veya “keşke şöyle yapılsaydı o zaman bunlar başımıza gelmezdi” diye bir zihinsel hayıflanmaya başlarsa, şeytan zihnini bütün bütün karıştırır, içine vesvese verir. Adam mutezile gibi–kaderi inkâr edercesine–işin vukuunu tamamen sebeplere bağlar. Bu husus, itikadî yönden zararlı olduğu gibi, işin sonucunu değiştirebilecek bir fırsatı kaçırmanın teessüfünden bir moral çöküntüsü de yaşar. Zaten şeytanın yapmak istediği de budur.

Kuşkusuz, Allah’ın takdirine inanıp boyun eğen, sadece kendi cüzî iradesiyle yaptığı yanlışlığa işaret etmek isteyen kişinin durumu bundan farklıdır. (Nevevî, ilgili hadisin şerhi.)

Şeytana iş yapma imkânı sağlayan “keşke”lerden kurtulmanın tek yolu, sebepler dairesinde gereken tedbirleri aldıktan sonra Allah’ın âdil ve hikmetli olan kaderine teslim olmaktır. Teslimiyet ve tevekkül ise, şüphesiz güçlü bir imanın yansıması olacaktır. Aşağıdaki hadis-i şerifte bu ders verilmiştir:

“Bir kul, hayrıyla, şerriyle kadere iman etmedikçe; kendisine (hayır veya şerden) isabet eden bir şeyin yanlışlıkla onu atlamasının mümkün olmadığını ve kendisini atlamış olan bir şeyin de yanlışlıkla ona isabet etmesinin imkânsız olduğunu bilmedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizî, Kader, 10)

Şeytana iş kapısını açan “eğer/keşke”den bir misal:

Uhud savaşında Müslümanlar 70 şehit vermişti. Savaşa katılmayan münafıklar, yakınlarının üzüntülerini artırmak için onların da kendileri gibi savaşa katılmasalardı kesinlikle ölmeyeceklerini söylemişlerdi. Allah, bunların–şeytanın vekili gibi–telkin ettikleri vesveselerinin yanlışlığına dikkati çekerek onların iddialarını reddetmiştir. Konuyu Kur’an’dan izleyelim:

“…Bir kısmınız ise can derdine düşmüş, Allah hakkında Cahiliye devrindekine benzer, gerçek dışı şeyler düşünüyorlar: “Bu işin kararlaştırılmasında bizim yetkimiz mi var? Ne gezer!” diye söyleniyorlardı. De ki: “Bütün yetki ve karar Allah’ındır” Onlar aslında içlerinde, sana karşı açığa vuramadıkları bir şeyler saklıyor ve kendi aralarında: “(Eğer/keşke) Bu emir ve komuta işinde bir payımız olsaydı, şimdi burada olmaz, öldürülmezdik” diyorlardı. De ki: Siz evlerinizde dahi olsaydınız, haklarında ölüm takdir edilenler, mutlaka düşüp ölecekleri yerlere doğru çıkacaklardı. Allah, sizin içinizde olanı sınamak ve kalplerinizi her türlü vesvese ve kirden arındırıp pırıl pırıl yapmak içindir ki bunu başınıza getirdi. Allah sinelerin özünü dahi bilir.”

“Ey iman edenler! Dini inkâr edip de Allah için seferde ölen veya gazalarda öldürülen arkadaşları hakkında: “(Eğer/keşke) Bizim yanımızda olsalardı, ne ölürler ne de öldürülürlerdi” diyenler gibi olmayın! Allah bunu, onların gönüllerinde bir hasret, bir yürek yarası olarak bıraksın diye yaptı. Hayatı veren de, alan da Allah’tır. Allah bütün yaptıklarınızı görür.”

“Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, bilin ki, Allah tarafından mağfiret ve rahmet, insanların topladıkları bütün mallardan daha hayırlıdır.” (Âl-i İmran, 154,156-157)

“Eğer/keşke” sözcüğünün kullanılmasının uygun olup olmaması, bunu kullanan kimsenin akidesiyle yakından ilişkilidir. Şayet “keşke/eğer şöyle olsaydı.. böyle olurdu/veya böyle olmazdı” ifadesini kullanan kimse, olmasını istediği şeyin vukuu durumunda, mevcut durumun–Allah’ın meşietini, iradesini, dilemesini göz önünde bulundurmadan–kesinlikle değişiyor olacağına inanıyorsa, bu yanlış bir düşünce olur ve şeytana yanlış telkin kapılarını açar. Yukarıda mealini sunduğumuz ilgili hadiste yer alan ve insanlardan söylenmesi istenen “Bu Allah’ın takdiridir, O neyi isterse onu yapar” ifadesi, insanları sebeplere fazla yer veren düşüncenin yanlışlığından kurtarmaya yöneliktir.

Yok “keşke/eğer şöyle olsaydı.. böyle olurdu/veya böyle olmazdı” ifadesini kullanan kimsenin maksadı–kesin kararın mutlaka Allah’a ait olduğunu göz önünde bulundurmakla beraber–Allah’ın kâinatta cari olan prensipleri çerçevesinde sebeplere hak ettikleri kadar bir değer vermek ise bunda bir beis yoktur. Buna Hz. Ebu Bekir’in hicret esnasında mağaradayken söylediği “Eğer onlardan biri ayağını kaldırsa/ayağının altına baksa mutlaka bizi görür” şeklindeki sözlerini misal verebiliriz. Hz. Ebu Bekir, Allah’ın izni olmadan onların kendilerini göremeyeceklerine kesinlikle inanıyor olmakla beraber, bu sözleriyle normal âdetullah denilen sebepler çerçevesinde onların kendilerini görmelerinin rahatlıkla mümkün olduğuna işaret etmiştir. (krş. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi)

Kurtubî’nin de ifade ettiği gibi, “eğer/keşke” cümlelerinin kullanılmasını uygun görmeyen hadisin verdiği ders şudur: Maziye/geçmişte olmuş hadiselere kader penceresinden bakmak, Allah’ın emrine teslim olmak, kadere rıza göstermek, vukua gelmiş olan olumsuzluklara bakıp aşırı üzüntüye kapılmamak gerekir. Bu teslimiyeti göstermeyip de “eğer/keşke..”lerle olanları değerlendirmeye çalışanlara şeytan müdahale edecek ve onları imkânsız temenni ve kuruntularla hüzne boğacak ve Allah’a karşı olan teslimiyetini kırmaya çalışacaktır.

İşin reçetesi şudur:

Mutezileler gibi sebeplere fazla perestiş etmemek, Cebriyeciler gibi sebepleri bütün bütün yok saymamak için, Ehl-i Sünnetin şu formülüne göre hareket etmek gerekir. Şöyle ki:

Sebepler dairesi çerçevesinde düşündüğümüz zaman, sebeplere yapışmanın zorunlu olduğuna, onların Allah’ın hikmetini yansıtan bir zincirler halkası olduğuna, Allah’ın kâinatta cari kanunlarının manzumesi olan bu sebeplere riayet etmemek, bu ilahî nizama karşı bir isyan olduğuna inanmak gerekir.

İtikat dairesinde konuyu değerlendirirken de, sebeplerin gerçekte hiçbir etkiye sahip olmadıklarına, her şeyin yaratıcısının yalnız Allah olduğuna iman etmek gerekir. Buna göre, ilaç alacağız, fakat şifayı Allah’tan bekleyeceğiz. Koruyucu hekimlik çerçevesinde gereken tedbirleri alacağız, fakat koruyanın yalnız Allah olduğuna iman edeceğiz. Şair ne güzel söylemiş:

“Allah’a dayan, sa’ye(çalışmaya) sarıl, hikmete ram ol

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

Niyazi Beki / Zafer Dergisi