Etiket arşivi: ZAFER DERGİSİ

Sevap Kazanmanın Kolay Yolları

Sevap kazanmak sanıldığı kadar zor değildir.

Hatta denebilir ki: Niyetinizi düzeltin, işlerinizi düzgün niyetinize göre yapın. Rabbinizin rızasına erer, her şeyden sevap kazanabilirsiniz. Meselâ;

1. Sadaka sevabı kazanmak istiyorsun ama imkânın mı yok? O halde karşılaştığın insanlara hep mütebessim dur. Sadaka sevabı aldın gitti, demektir. Onun için Peygamber Efendimiz (SAV) buyurmuş ki: “Mü’minin mü’mine karşı tebessümü sadakadır.”

2. Günahlarının sararmış yapraklar gibi dökülmesini mi istiyorsun? Hiç de zor değildir. Yeter ki yeni karşılaştığın insanlara elini uzat. İyi niyetle tokalaş, musafaha et. Bundan dolayıdır ki Efendimiz (SAV) buyurmuş: İki mü’min karşılaşınca, biri elini uzatır da musafaha ederse, sararmış yaprakların dökülüşü gibi dökülür günahları.”

3. Sadakanın en çok sevaplısını vermiş olmak mı istiyorsun? Bu da zor değildir. Küsleri barıştır, dargınların arasını bul. İşte sana en makbul sadaka sevabı. Bu konuda da Efendimizin (SAV) ikazı vardır. Şöyle buyurmuştur: “Sadakanın sevaplısı, dargın insanların arasını bulup barıştırmaktır.”

4. Rabbimizin yardımını mı istiyorsun? Sana hep ilâhî ikram ve yardımlar durmadan gelsin mi? Öyle ise, sen de insanlara yardımcı ol, desteğini esirgeme. Bu konuda da Efendimizin (SAV) hatırlatması şöyledir: “Allah (CC) kulunun yardımındadır. Kul, kardeşinin yardımında bulunduğu müddetçe.”

5. Kâmil Müslüman mı olmak istiyorsun? Bu da zor değildir. Yeter ki kimseyle küs durma. Bu konuda da şöyle buyuruyor Efendimiz (SAV): “Kâmil Müslüman’a din kardeşiyle üç günden fazla küs durması helal değildir.” Demek ki kırılıp incindiğimiz kimselere en çok üç gün küs durabiliriz. Daha fazlası kâmil Müslüman’a yakışmaz. Biz de kâmil iman sahibi bir Müslüman olmak istediğimizden dolayı üç günü geçmez küslüğümüz.

6. Rabbinin merhametini mi elde etmek istiyorsun? Öyle ise hem insanlara, hem de diğer canlılara merhamet edin. Bu konuda şöyle buyurmuştur Efendimiz (SAV): “Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Siz bu dünyada canlılara acıyıp merhamet ediniz ki, Rabbiniz de ahirette size acıyıp merhamet etsin…”

Ne dersiniz bu maddelere? Bunları yapmak çok mu zor, yoksa çok mu kolay? Çok kolay değil mi?..

Ahmed Şahin / Zafer Dergisi

Sırların birincisi

“Bismillahirrahmânirrahîm” yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmağa bir yol olur.” Sözler

O da Besmele’de yer alan, Allah, Rahmân ve Rahîm isimlerinin hem mânâları, hem de diziliş sıralarıyla ortaya koydukları ince ve derin sır. Allah ismi, bütün İlâhî isimleri ve sıfatları içine almaktadır.

Rahmân, “bütün canlılara merhamet ederek onların rızıklarını veren ve her türlü ihtiyaçlarını gören,” mânâsına gelir.

Rahîm ise, “Allah’ın, mü’minleri lütfuyla cennete, kâfirleri, adliyle cehenneme koymasını” ifade eder.

“Yukarıdan nüzul ile” ifadesini, insana göre yukarı olan sema tabakaları ve topyekün varlık âlemi şeklinde anlamamız gerekir. Yani, Allah, “arşı ve kürsisiyle, âlem-i misali ve levh-i mahfuzuyla, semasıyla, arzıyla, cennet ve cehennemiyle” bütün âlemleri yaratmış, tanzim etmiştir ve bütün sıfat ve isimleriyle onlardaki tasarrufunu ve tecellisini devam ettirmektedir.

Allah ismi, bizi bütün âlemlerdeki isim ve sıfat tecellilerinde gezdirirken, Rahmân ismi, nazarımızı arza, yeryüzüne indirir. Rahîm ismi ise, yeryüzündeki canlılar içerisinde imtihana tâbi tutulan ve böylece cennet yahut cehenneme aday olan insan türüne dikkatimizi çeker. İşte, ‘nüzul’ kelimesi bu mânâları ders verir.

Besmelede ders verilen İlâhî tasarruf ve icraat sırası, bu tecellilerin düşünülmesinde değişiklik gösterir. Tefekkür en son isimden başlar ve ilk isme doğru ilerler. Yani, insan bu İlâhî icraatları ve onlardaki rahmet tecellilerini düşünürken, tefekkürüne önce kendi nefsinden başlayacak, Rahîm isminin kendi varlığındaki rahmet cilvelerine nazar edecektir. İnsan mahiyeti o şekilde takdir edilmiştir ki, ondaki istidat ve kabiliyetler ebedî bir âlemi meyve vermektedir.

Cennet ve cehennemin çekirdeği insan mahiyetidir. Teklifi kabul eden, emir ve yasaklara muhatap olan insan mahiyetidir. Organların birbiriyle ilgilerinden, ruhtaki hislerin ve duyguların yardımlaşmalarına kadar her şeyin Allah’ın rahmetiyle gerçekleştiğinin şuurunda olan, işte bu insan mahiyetidir. Kendini böylece değerlendiren insan, daha sonra tefekkürünü geniş dairelere yönlendirir. Çevresini kuşatan hayvanlar ve bitkiler âlemindeki İlâhî rahmet ve inayetlere nazar eder. Yer küresindeki bu fikrî seyahatini bitirmiş olarak semalara geçer; tâ âlem-i misâle, levh-i mahfuza, arşa kadar bütün varlık âlemindeki İlâhî terbiyeleri, icraatları düşünür. Böylece insanlık mahiyetini yerinde kullanmakla insanî arşa çıkmış, yani insanlığın en ileri derecelerine yükselmiş olur.

Böyle bir insandaki insanlık mahiyeti, bir cennet meyvesi verecek, aksi halde bu ulvî mahiyet, cehenneme tohum olacaktır. ‘İnsanî arş’ denilince, Allah Resulünün (asm.), “Namaz mü’minin miracıdır” hadis-i şerifini hatırlamak gerekiyor. İnsan, namaza başlarken önce, Allah’ın sonsuz kemâlinin beşer idrakinin çok ötelerinde olduğunu, tekbir ile dile getirir. Sonra “sübhaneke” diyerek, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih eder. Bu tesbihi hamd takip eder. Bu tekbir, tesbih ve hamd faslından sonra, besmele çeker ve Fatiha Suresini okumaya başlar. Bu surenin mânâsı onu şöyle bir fikrî seyahate çıkarır:

Önce Allah’ın bütün âlemlerin Rabbi olduğunu hayretle düşünür. Bu terbiyelerin tümünün insana bir ihsan olduğunu, bu terbiyeler sonunda ortaya çıkan bitkilerin ve hayvanların insan için büyük bir rahmet olduklarını hatırlar. Rahman isminin yeryüzündeki bu tecellilerine karşı kalbi şükür ve ibadet iştiyakıyla dolar. Sonra bu kâinatın insan meyvesi verdiğini ve insanın da ebedî âleme yolcu olduğunu düşünmekle, kalp ve ruhu Rahîm isminin tecellisine yönelir. Besmeledeki Allah, Rahmân ve Rahîm isimlerini bu surenin başında da hatırlamış, zikretmiş olur. Rahîm isminden sonra hemen “Malikiyevmiddin” denmesi çok harikadır; insanın ahiret yolcusu olduğunu net bir şekilde ders verir. O yolculuğun cennetle neticelenmesi için insanın “ancak Allah’a ibadet etmesi,” O’nun bütün emir ve yasaklarına harfiyen uyması ve bu yolda karşısına çıkacak engeller için de yine “ancak O’ndan yardım dilemesi” gerektiğini hatırlar. Böylece sırat-ı müstakim ehlinin, yani hak yolun, istikamet yolunun yolcuları olan “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin” yoluna girmek üzere Allah’tan yardım dilemiş olur. Ve O’nun hidayeti, O’nun ihsan ve keremi ile “mağdup ve dallin” zümrelerine dahil olmaktan kurtulur.

“Besmelenin Fatiha Suresinin özeti, Fatiha’nın da Kur’an’ın özeti olduğu” gerçeğinin birinci kısmına kısaca işaret etmiş olduk. Konumuzla ilgisi bakımından ikincisinden de bir parça söz edelim:

Kur’an’ın nazil olmasının sebepleri ve onda yer alan konular özet halinde ve çekirdek olarak Fatiha Suresinde yer almış bulunuyor. Şöyle ki: Kur’an bize öncelikle Allah’ı tanıttırır. Surenin başında geçen İlâhî isimler bunun içindir. Sonra ahiret âleminden haber verir. Malikiyevmiddin ayeti haşirle ilgili ayetlerin bir habercisidir. Allah’ın kulu ve ahiretin yolcusu olan insanoğlunun muhatap olduğu birtakım emir ve yasaklar vardır. Bütün emirler “iyyake na’budü” ifadesinde, sakınılacak bütün yasaklar da “iyyake nestain” de öz olarak yer alırlar. Kur’an, her türlü aşırılıktan uzak bir sırat-ı müstakim çizmiştir. Bu çizgiyi ders veren bütün ayetler “ihdinassıratel-müstakim” de bulunurlar. Bu hak yolun önderleri ve rehberleri olan peygamberlerin kıssaları da Kur’an’da yer alır. “En’amte aleyhim” de bu kıssalara işaret edilir. Bu yola uymayan “azgın” ve “sapık” insanlardan da Kur’an söz etmektedir. Bunlar, “mağdup ve dâllin” fırkalarıdır. Kur’an’daki temel maksatlar, Fatiha Suresinde böylece özetlenmiştir.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Size koyun olmadığınızı bir anlatabilsek…

İstanbul’a seyahatlerimin birinde, Beyazıt’ta Fakülte Apartmanında ki sohbette Arap alimlerinden üç tane mühim Alim misafir olarak bulunuyordu. Derste ise üstadımızın 26. Mektup üçüncü mebhasta ki milliyetçilik mevzuu işleniyordu. Muazzez Üstadımız orada “Allah bir kavim gönderir. Allah onları sever, onlarda Allah’ı sever. Müminlere karşı şefkatli ve merhametli, kafirlere karşı izzetli ve şiddetlidirler” mealindeki ayete bu necip kavmin masadak olduğunu ve sahabeden sonra dini mubini İslam’a kemaliyle yine bu milletin hizmet ettiğini ifade ediyordu. Hatta bu necip kavmin altıyüz yıldan beri değil, Abbasilerden beri cehd ve gayretle mücahede ettiğini söylüyordu. Ders bu mevzu mihverinde bir saat kadar devam etti. Arap misafirlerimiz; çay sohbetinde yanıma gelerek okunan dersten çok istifade ettiklerini, risalelerdeki hakikatlerin harika ve orijinal olduğunu ve kendilerini mest ettiğini ifadeden sonra; Üstadımızın bu asrın bir müceddidi olduğunu söylediler. Daha sonra konu ile ilgili olarak şöyle bir hatıra naklettiler.

Hocam bizim ilkokul kitaplarında şöyle bir hikaye vardır. Hikâye ise şudur;

Aslan yavrusunu yaptıktan sonra ölmüş. Bu yavru, koyunları emerek onların içerisinde büyüyor.

Koyunlardan biri, “sen bizim cinsimizden değilsin. Sen esasında aslansın. Dağların, ormanların kralısın. Gel bir kükre de ayıların, tilkilerin ve çakalların seslerinden ve tehlikelerinden kurtulalım” der.

Aslan ise; “hayır ben sizin cinsinizdenim, koyunum” diye ısrar eder.

Koyun ise; aslanı ikna etmek için bir su kuyusunun başına götürür ve orada arslana sudaki görünen şeklini gösterir.

Orada kendini dikkatlice seyreden Arslana “bir de dön bana bak” der. “Biz sana benziyor muyuz? İstersen gel bir de beraber kükreyelim” der.

Koyun meler, Aslan da kükreyince, o sesi duyan haşarat ve hayvanlar her biri bir tarafa kaçarlar.

Arap misafirler, hikayeyi anlattıktan sonra; “Hocam; size koyun olmadığınızı bir anlatabilsek var ya… Bu, sizin ve alemi İslam’ın hatta insaniyetin kurtuluşuna vesile olacaksınız.” diye bu hikayeyi bize anlattılar.

Bir gün Suffa Vakfı’nda Cumartesi dersinde Ahmet AKGÜNDÜZ onuncu sözün on birinci hakikatini okuyordu. Karşımda yarım sakallı olan bir zat, dersi dikkatle dinliyordu. O zat dersten sonra, kalkıp hemen yanımıza geldi. Ahmet AKGÜNDÜZ, bu zatın kendisinin Felsefe hocası Niyazi ÖKTEM Bey olduğunu söyledi.

Bana hitaben, “Hocam; dersi dikkatle dinledim. İzahlarınızdan da çok müstefit oldum. Anladığıma göre Haşir cismani olacak değil mi?” diye sordu. “Gerçi ben haşre inanıyorum. Fakat bu dirilmenin cismani değil de ruhani olacağını düşünüyordum”.

Ben de cevaben: “Cenab-ı Hakkın Adl ismi ve Rahmeti iktiza ediyor ki, dünyada olduğu gibi Ahirette de insanlar ruhen ve cismen beraber haşredileceklerdir.” “Çünkü; dünyada mademki ibadetler, imtihanlar, lezzetler ve keyifler, cihatlar hem ruhani, hem de cismani olduğuna göre, ahirette de aynen öyle olması icab eder. Çünkü ahirette sadece ruhen dirilme Allah’ın adalet ve şefkatine muvafık olmaz.” “Zira, ibadet yaparken yorulan beden, oruç tutarken acıkan beden, cihatta yara alan, kanı akan ve şehit olan beden olsun da; cennete yalnız ruh gitsin, ceset gitmesin hiç adalet ve merhamete muvafık olur mu?.” “Ayrıca Cenab-ı Hakkın nurani olan güzel isimleri, dünyada kesafetli olan bedende daha fazla tecelli ve tezahür ettiğine göre; azami tecellinin yeri olan Ahirette de, haşirin hem cismani, hem de ruhani olması iktiza eder.”

Daha sonra bana “Eflatunu, Aristo’yu, Farabi ve İbn-i Sinayı nasıl bilirsiniz Hocam?” diye sordu. Ben de cevaben; bunların büyük fikir adamları olduğunu, hatta İbn-i Sina ve İbn-i Rüştün eserlerinin Avrupa’da asırlarca ders kitabı olarak okutulduğunu söyledim. Niyazi Öktem bey ise tebessüm ederek; “Hocam bu insanlar, haşrin cismani değil de ruhani olacağını itikat ediyorlar buna ne dersiniz dedi.”

Ben de cevaben; Allah’ın lütfu ve ihsanıyla birden aklıma geleni söyledim ve dedim; “Niyazi bey; acaba İbn-i Sina ve Farabi gibi zatlar, kayısı yemişler midir?.” O da “Elbette yemişlerdir” dedi. Ben de “kayısı yiyen bir mütefekkir, nasıl olur da haşri cismaniyi kabul etmez?. Bu aklen tezat değil midir?. Zira her insan her sahada mütehassıs olamaz. Felsefe sahasında büyük olan o insanlar, iman ve itikat sahasında mübtedi kalabilirler ve kalmışlardır. Çünkü onlar meseleye sadece akıl gözleri ile baktıklarından akılları gözlerindedir. Bunlar, her şeyi maddede ararlar. Her şeyi maddede arayanların ise akılları, maneviyatta kördür.” “Malumdur ki elbette böyle bir akıl mahluk ve maduttur, her şeyi idrak edemez. Bu hikmete binaen, Cenab-ı Hak akla yardımcı olarak; semavi dinleri, kitapları ve peygamberleri göndermiştir. Ta ki akıl ve nakil ittifak ederek insanları dünya ve ahiret saadetine kavuştursun.”

Niyazi Bey, son derece memnun ve mesrur olarak bizimle vedalaşıp, “Hocam çok teşekkür ederim. İtikada dair mühim bir müşkilimi hallettiniz. Allah selamet versin…”

Mehmed Kırkıncı/ Hayatım Hatıralarım

İnanmak ihtiyacı doğuştan mıdır?

İsviçreli psikolog Pierre Bovet, “Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi”, adlı eserinde, belli bir yaşa gelen bütün normal çocukların, sırf kendilerine mahsus tamamen “kendi malları” olan (yani fıtratlarında bulunan) sanki “tabii bir dinleri” vardır. Bu iptidai inançların teşekkülünde, cemiyet kadar, ferdin şuur, idrak ve muhayyilesi de önemli rol oynar. Belki çocuk, cemiyetten edindiği dini kavramların muhtevasını, bizzat kendisi tayin eder. Ancak, zamanla cemiyet ile kendi arasındaki tezatları görür, yeni intibaklara gider. Şanlı Peygamberimiz’den öğrendiğimize göre: “Bütün çocuklar İslam fıtratı üzere doğarlar, daha sonra, onları, anaları, babaları (ve cemiyet) şu veya bu dine sokar”.

Çocukların “fıtri dini” konusunda pek çok ilim ve fikir adamı araştırma yapmıştır. Bunlardan biri de Amerikalı filozof William James’tir. O, çocukta, cemiyetin müdahalesi olmaksızın meydana gelen “tabii din duygularını” yakalamak için, Ballard adında, on bir yaşına kadar, hiçbir ders almamış olan sağır ve dilsiz bir çocuğun hatıralarını ve davranışlarını incelemiştir. Sonradan iyi bir eğitimden geçirilen bu çocuk, eğitim öncesi “fizikötesi” düşünce ve duygularını şöylece özetlemiştir:

“Babamla gezintiye çıktığımız oluyordu. Tabiat ve manzaralar bana çok tesir ediyordu. Konuşmayı ve yazmayı bilmiyor fakat düşünüyordum. Kendi kendime soruyordum: “Acaba dünya nasıl var oldu?”, “İnsan, hayata nasıl başladı?”, “Bitkiler ve diğer canlılar nasıl meydana geldi?”, “Dünya’yı, Ay’ı, Güneş’i var eden sebep ne?”, “Bu eşya alemi nasıl doğdu?”, “Bütün bu soruları kim aklıma getiriyor?”, “İlk insan, ilk hayvan, ilk bitki, tohumsuz nasıl meydana geldiler?”, “Nereden gelip nereye gidiyoruz?”, “Kainatın başlangıcı nasıl olabilirdi?”. Bilhassa, bu soruya cevap bulamazdım. Düşünür, düşünür vazgeçer, bir müddet sonra, yine aynı meseleye dönerdim.” (Bkz. Pierre Bovet, Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi, Shf: 71-72).

Daha birçok psikolog bu konuyu araştırmış, aşağı yukarı aynı sonuçlara ulaşmışlardır. Böylece anlaşılmıştır ki, çocuklar da en küçük yaştan itibaren, kainata ve tabiata merakla yönelir ve yukarıda örneğini verdiğimiz soruları sorarlar. Bu, insanın “tabiatı”dır, “fıtratı”dır. Görüldüğü gibi, bu sorular, yalnız mütefekkirlerin ve filozofların değil, çocuk, genç ve yetişkin herkesin zihnini işgal etmektedir.

Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim, Büyük Peygamber Hz. İbrahim’in çocuk yaşta iken, tabiata ve kainata yönelerek yıldızlarda, Ay’da ve Güneş’te Yüce Yaradan’ı arayışını, daha sonra bunları aşıp “ötelerin ötesine” doğru kanatlanışını ne güzel anlatır.

Zafer Dergisi

Kanaatkârlık

 Kanaatkârlığın insan hayatında çok önemli olduğunu bir de bütün filozof ve düşünürlerin bu konuya kafa yormuş ve insanlara rehberlik etmiş olmasından anlıyoruz.

Sokrat: Sahip olduğu ile kanaat etmeyen, sahip olmak istediğini ile de kanaat etmez.

Lao-Tzu (Çinli filozof): Kanaat eden zengindir.

Buda (Budizmin kurucusu): Sağlık en büyük armağan, bağlılık en iyi ilişki, kanaatkârlık en büyük servettir.

Benjamin Franklin: Kanaatkârlık, fakiri zengin; kanaatsizlik ise, zengini fakir yapar.

Charles Dickens (İngiliz romancı): Neşe ve kanaatkârlık en büyük güzelleştiricidir.

Rochefoucauld (Fransız yazar): Kanaatkârlığı kendi içimizde bulamazsak, onu başka yerde aramanın anlamı yoktur.

Fred A. Allen (Americalı komedyen): Tabutuma sığmayacak hiçbir şeyin sahibi olmak istemem.

Yukarıdaki düşünürlerin değerli yorumlarının ortak bir noktası, kanaatkârlık denen kavramdır.

Ancak, kanaat ile birlikte tevekkül, kanaatkârlığı hem tamamlar hem de onun gerçek anlamını açıklar. Şöyle ki, kanaatkârlığımız, yani sahip olduklarımızla mutlu olmamız, mevcuda rıza göstermemizin gerekçesi tevekküldür. Yani, Allah’a nihai ve mutlak şekilde güvenmemiz nedeniyle, her türlü neticeyi hoşnutlukla karşılar ve ona rıza gösteririz. Tevekkül sahibi olduğumuz için, her şeye peşinen kanaat ederiz. Kanaatkârlığımızın dayanağı tevekküldür.

Ancak, kanaatkârlık ve tevekkül yanlış anlamaya ve yanlış uygulanmaya son derece müsait iki kavramdır. Gerçeği söylemek gerekirse, kanaatkârlık ve tevekkül, İslâm dünyasında pasifliğin, randımansızlığın, duyarsızlığın, çağa ayak uyduramamanın mazereti olarak takdim edilegelmiştir, hâlâ edilmektedir. Tabii ki, kanaat ve tevekkül ilerlemeyi engellemiştir şeklinde bir yargı tamamen saçmadır. Ama, atalet ve bağnazlığın mazereti olarak tevekkül ve kanaat mefhumları istismar edilmiştir. Batı dünyası, tevekkül ve kanaati bir türlü kavrayamamış ve İslâm dünyasının son dönemlerdeki ekonomik geriliğini bu iki mefhuma bağlayarak, çok kolay ama yanlış bir analiz içine girmiştir.

Müslümanların ve Hristiyanların ortak bir hatasını, idraksizliğini Said-i Nursî düzeltiyor ve aynen diyor ki:

“Sebepler dünyasında sebeplere başvurmamak tembellik,
sebeplere başvurduktan sonra sonucu kabul etmek tevekkül,
bütün sebeplere başvurduktan sonra kısmetine düşeni benimsemek ise kanaattir.”


Kanaat, insanın çalışma eğilimini güçlendiren bir tavırdır. İnsan sürekli daha fazlasını elde etmeye gayret etmelidir, çünkü mevcutla yetinmek himmetsizliği gösterir. Çalışmak, kazanmak vs. gibi fıtrî kanunlara karşı ihmalkârlığın cezası da fakirlik ve sefalettir.

Yani, dürüstlükten şaşmamak koşuluyla, bir Müslüman var gücüyle çalışacaktır. Bu hususta, Amerikalı’dan, Alman’dan, Japon’dan aşağı kalmamıza hiç lüzum yok. Hatta, ülkemizin durumu veya kişisel yahut ailevî hâlimiz gerektiriyorsa, onlardan daha fazla çalışmamız son derecede doğal.

Peki, çalışmamızın sonuçlarını nasıl karşılayacağız?

İşte, (bilinçli) Müslüman’ın farkı bu noktada ortaya çıkar; bütün iyi niyetine rağmen, sonuçlar önceden plânlandığı gibi çıkmazsa bile isyan etmez.

İngiliz şair Charles Lamb, Müslüman olmamasına rağmen bu durumu sezinlemiş ve “Aza kanaat ederim, ama daha fazlasını arzu ederim” demiştir.

Sami Uslu / Zafer Dergisi