Kadir tarafından yazılmış tüm yazılar
Peru Hapishanelerinde Nur Dersleri
Gizli Dürtüler Ve İletişim Engelleri!
İyi iletişim kuramamanın, yalnızlaşmanın, sürekli insanları kırarak yaşamanın nedenleri kişinin bile farkında olmadığı gizli dürtülerdir.
Bazı insanların ne hakkında ne kadar konuşurlarsa konuşsunlar aslında hep gizli bir gündemleri vardır, hep aynı şeyi hedef alırlar, hep aynı şeyden söz ederler. Asıl gündemleri akıllı, iyi, suçsuz ve incinmez olduklarını tekrar tekrar ortaya koymaktır.
Eric Berne 1970’lerde geliştirdiği 1985 yılında mükemmelleştirdiği İnsan Oyunları kitabında, gizli dürtülerin kendilerini iyi hissetmeyen insanların psikolojik savunma mekanizmaları olduğunu söyler ve 8 gizli gündemi şöyle sıralar:
1. Ben iyiyim: Bütün öykülerin kahramanı o kişidir. Öyküleri hep “Ben iyiyim, ben dürüstüm, ben çalışkanım, ben başarılıyım, ben güçlüyüm, ben sadığım, ben cömertim, ben, ben, ben” diye biter.
Sakıncası: Yalnızlaşma ve insanlara bıkkınlık verme.
2. Ben iyiyim, sen değilsin: Bu gündemde kişi, kendinin iyi olduğunu, diğer herkesin ne kadar kötü olduğunu göstererek kanıtlar. Kişi sürekli “Herkes aptal, yeteneksiz, bencil, mantıksız, tembel, korkak, duyarsız ama ben değilim” demeye çalışır.
Sakıncası: Benlik saygısı şişer ancak çevresi kendisini küçümsenmiş hisseder bu nedenle de kendilerini savunacak manevralar içine girer.
3. Sen İyisin, ben değilim: Bunun en basit biçimi yağcılıktır. Akıllı, güçlü, güzel insanlara duyulan hayranlık daha karmaşık biçimlerinde kendini bulur. Öfkeden ve yüksek beklentilerden kaçınmak için de kişi kendini aşağılayıp, karşıdakini yüceltebilir.
Sakıncası: Sürekli kendini küçük görmek sonunda depresyona yol açar.
4. Çaresizim, acı çekiyorum: Yeni çözümleri saf dışı bırakmak ya da aksi halde önemli bir karar vermeyi gerektirecek bir durumu kabullenmemek için idealdir. “Sinirliyim, hastayım, kendimle boğuşuyorum” ifadeleri değişime direnmekten kaynaklanır.
Sakıncası: Kişilerle belki kısa dönemde bir sempati bağı kurar ama bir süre sonra kişi değişimden yana olmadığına kendi de inanır ve kendini statükoya kaptırır. Ayrıca uzun sürede diğerlerinin güvenini kaybeder.
5. Ben suçsuzum: Başkalarını suçlayarak kişi kendini güvence altına alır.
Sakıncası: Hatayı kendisinde bulmadığı için aynı hataları yapıp sürekli insanları kırmak ve huzursuzluk içinde yaşamak.
6. Kırılganım: “Beni incitme, zamanında çok yara aldım” diyerek sürekli konuların üstünü kapatma.
Sakıncası: Bir türlü çözülemeyen ve halının altına süpürülen sorunlar ve ikiyüzlü bir yaşam.
7. Ben güçlüyüm: Duruş ve konuşmayla “Üzerime gelme saldırma, seni doğrarım” mesajı vermek. Aslında amaç çok kırılgan olan benlik saygısını korumaktır.
Sakıncası: Kişi hiçbir zaman özgüveniyle yüzleşemediği için içi boş bir külhanbeylik içinde tartışmaların odağı olmaya devam eder.
8. Ben her şeyi bilirim: Amaç sohbet değil sürekli en çok bildiğini kanıtlamaktır. Sürekli “öğretmen” şeklinde dolaşıp karşıya “parmak sallar.” Asıl işlevi bir şey bilmediği ya da başarılı olmadığı için duyacağı utancı önceden engellemektir.
Sakıncası: Korkutulabilecek genç insanları korkutarak itaate zorlarsınız. Ancak onlar bile zamanla yaşıtlarınız gibi dinlenilmediklerini ve takdir edilmediklerini görünce dinlemeyi bırakırlar. Kimse böyle bir kişiyle, bir insanla uzun süre iyi iletişimde olamaz.
Yukarıdaki güdülerin tamamının “uyum sağlayıcı” olduğuna şüphe yoktur. Ancak oynadığınız oyunlar sizi diğerlerinden yalıtır. Bir süre sonra kendinizi tanıyamaz hale gelir, kendinizi olduğu gibi kabullenemediğiniz için de oyunlarla yaşamaya devam edersiniz. Güdülerinizin farkına vardığınızda karar sizindir: Dürüst yaşamak ya da yalanla yaşamak!
Ali Atıf BİR
Bugün
Fatih İstanbul’u Fethetmemişti !
Bilmem ismini duydunuz mu daha önce? Levon Panos Dabağyan, bir Türk Ermenisi. Hatta diyebilirim ki, çoğumuzdan daha Osmanlıcıdır. Ne Fatihe laf söyletir, ne II. Abdülhamid Hana. Nitekim Paylaşılamayan Belde adlı kitabında tarihimizdeki sızılı bir noktayı ustaca avlıyor ve Fatihin İstanbulu değil, Kostantiniyyeyi fethettiğini bir cerrahın habis uru beyinden çıkarması gibi temizliyor zihnimizden. Ve ekliyor: İstanbul fethedilmemiştir ve fethedilmeyecektir! Allah böyle bir fethi kimseye nasip etmesin!
İlk okuduğumda benim gibi bu işlerle uğraşan birinin bile ciğerini sızlatan bu tespit de gösteriyor ki, tarih bizim için ecnebi bir memleket haline gelmiştir. Öyleyse yapmamız gereken şey, ona mecalini yeniden kazandırabilmenin yolunu yordamını aramak, oksijen alabileceği menfezler, havalandırma kanalları açmaktır. Bunun da yolu, elbette bilgiden, ama daha da önemlisi, bakış açımızı, idrak çerçevemizi, muhakeme tarzımızı genişletmekten geçiyor.
Sondaja devam öyleyse…
Bu resmi yapanlar, fetih mucizesini küçültmek istiyorlar. 40-50-60 yaşlarındaki bir kumandanın zafer kazanması, bir beldeyi fethetmesi normal ve olağandır; ama 20-21 yaşındaki bir delikanlının böyle bir emsalsiz fethi harikadır. Bu yaşta bir delikanlının sakalı bile bu kadar gür olamaz. Fatih, Efendimizin (asm) 9 asır evvel haber verdiği fetih mucizesinin mazharıdır, dolayısıyla bu resimler, Kuran, Allah ve Peygamberin Müslümanlarla beraber olduğu, İslamiyetin hakkaniyetini herkese gösterecek bu mucizevari olayı basitleştirmektedir.
Müthiş bir tespit değil mi? Düşünün, hiç 21 yaşında bir Fatih resmi gördünüz mü? Devam edelim biraz daha.
Yarın İstanbulun fethinin miladi takvimle 553. yıldönümünü idrak edeceğiz. Peki fethin hicri takvimle kaçıncı yıldönümünde bulunduğumuzu merak eden bir Allahın kulu yaşar mı aramızda? Fatih Sultan Mehmed İstanbula, Ferik Ahmed Muhtar Paşanın tespitiyle söylersek, 20 Cemaziyelevvel 857 günü girmişti. Bugün takvim 1 Cemaziyelevvel 1427 yi gösterdiğine göre, İstanbulun fethinin hicri takvimle 570. yıldönümünü kutlamak için önümüzde yaklaşık 20 günlük bir süre var demektir. Hatırlayan olur mu bilmem; ama ben üzerime düşeni yapıp tarihe not düşeyim dedim.
Yalnız üzülerek de olsa bu hicri tarih meselesini biraz hafife aldığımızı söylemek zorundayım. Çünkü bizim asıl manevî damarlarımızda deveran eden kan, hicri takvimin içinde akar. Nitekim Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celile-i Kostantiniyye adlı kitabında eskiden her 20 Cemaziyelevvel gününün halk arasında Kudüm günü diye anıldığını, o gün gelince fetih şehidleri ve gazilerinin ruhlarına Kuran-ı Kerimler okunduğunu, hayır ve hasenatlarda bulunulduğunu yazmaktadır. Demek ki, Osmanlılar aynı damardan akan kandan her daim beslenebilmek için Fatihi ve fethini hicri yıldönümlerinde hatırlıyor ve hayırla yâd ediyorlar, bunu dirilmenin bir vesilesi addediyorlardı.
Biz de o görkemli dünyanın güzelliklerinden nasiplenebilmek için aynı tarih aralıklarına sokulma imkânlarını zorlamak durumundayız. İşte bu aralık kalmış kapılardan biri de, Fatihin İstanbul projesidir. Peki İstanbul projesi neydi ve Fatih bu projeyi nereden ilham aldı?
Başka açılardan da yaklaşılabilir meseleye ama ben Fatihin projesinin hadis merkezli olduğunu söyleyeceğim. Hadis merkezli, yani meşhur fetih hadisinin bir yorumu… Değil mi ki, o İki Cihan Sultanı bir beldenin fethedileceğini muhakkak (le) vurgusuyla beyan eylemiştir, o halde bu bir emir telakki edilmeli ve sadece dünyevî, yani bir şehrin surlarının yıkılıp içerisine kahren girilmesi gibi dar anlamda yorumlanmamalıdır. Ya nasıl yorumlanmalıdır? İşte Fatihin de, Fethin de, İstanbulun da sırrı burada yatmaktadır.
Muhakkak ki, Fatihin dünyasında Nebevî müjdeyle müjdelenmenin, göğsüne bir madalya daha takmakla alakası yoktu. O ve çevresi, fethin derin okumasını yaparak malum hadisle, insanlığın ve İslamın geleceğinde bu şehrin oynayacağı rolün kastedildiğini keşfetmiş ve sadece fetih sırasında değil, asırlar boyu İstanbulu dünyanın merkezi kılmaya gayret etmişlerdi. Nitekim Fatihin sonraki fütuhat stratejisine baktığınızda bu İstanbul merkezli düşüncenin hangi boyutlara ulaştığını görürsünüz.
Osmanlı, İstanbulu alınca adeta uzun zamandır yatağını arayan bir nehir gibi hissetti kendisini ve bu nehrin yatağını, kuyumcu titizliğiyle bezemeye girişti. Bugün Süleymaniye veya Sultanahmet için Bu eserler Bizansın başkentine uygun düşmüyor diyebilecek bir mimar olmadığını, geçen yaz İstanbulda toplanan mimarlık kongresi katılımcılarının basındaki demeçlerinden görmüş olduk.
Fatihin biri Karadeniz, öbürü Akdeniz olmak üzere iki denize birden hakim olmak şeklinde özetlenebilecek denizcilik siyaseti, yolları İstanbula bağlamaya matuf bir girişimdi. Keza Balkanlar ve Anadolu yönündeki hareketi de, İtalyanın Otranto limanına yaptığı çıkarma da, Memlukler üzerine düzenlediğini tahmin ettiğimiz son seferi de hep İstanbulun merkezde durduğu ve ışınlarının dalga dalga çevreye yayıldığı bir projenin elmas parçalarıydı. Tabii aynı zamanda Orta Asya, İran, Hindistan ve Mısırdan davet ettiği Müslüman alimler ile Bizanslı filozof ve bilginleri kucaklaması, Petrarkı Arapçaya çevirtmesi ve İbn Arabinin Füsusuna şerh yazdırması, Ali Kuşçu ile ressam Belliniyi İstanbulda buluşturması, müfessir Musannifeki yanına aldırması, ama öte yandan Truva harabelerini ziyaret etmesi gibi gelişmeler de gösteriyor ki, o, hadiste emir buyurulan fethin çok daha derinlerde ve uzun vadeli olduğuna inanmış ve tohumları ekmişti.
Tohumlar bitmediyse toprak utansın deyip işin içinden sıyrılabilir miyiz? Ben şahsen tohumların bitmediğini söyleyemiyorum. Bu proje, tarih içinde gelişti, şekillendi; ve Necip Fazılca söylersek, havada donan şimşek gibi tarihin bağrında bizi beklemeye durdu. Belki de Fatih bu projeyi asıl bizim gerçekleştirmemizi istiyor ve zemini hazırlıyordu. Kim bilir?
M. Armağan
İstanbul İkinci Kez Fethedilecektir !
İstanbulun iki defa feth edilecegini hadislerde gördüm. . Bu ikinci Fetihin manasi ne olabilir.?
Rahmetli Sungur agabey de şu cevabı vermişti:
Manen fetihtir.. İnşaallah manen fetihtir.
Ya Rab bize ikinci Fetihi nasib et. AMİN
Kadir Daglı