Etiket arşivi: Fatih

Fatih Sultan Mehmed Kimdir?

Sultan Murad Han, adeti üzere her zaman sabah namazından sonra hatm-i şerif okumakta idi. O gün Muhammed Sûresi’ni henüz bitirmiş ve Fetih Sûresi’ne başlamak üzere iken cariyesi gelerek, Fatih Sultan Mehmed’in doğumunu müjdelemiştir. “Ravza-ı Murad’da bir gül-i Muhammed’î açtı” diyerek bu kutlu haber karşısında heyecanlanan ve ziyadesiyle mesrur olan genç padişah: “Sure-i Muhammed-i bitirdikten sonra bu müjdeyi aldım adı Muhammed olsun. Fetih Suresine başladım. Yarabbi bu surenin hürmetine İstanbul’un fethini ona müyesser kıl” diye dua etmiştir. Zira o güne kadar çeşitli melikler ve padişahlar tarafından yirmi sekiz kez teşebbüs edilmiş ancak hiç kimse İstanbul’u kuşatmaya muvaffak olamamıştı.

İlim, sanat ve siyasi hayatın örnek şahsiyetlerinden biri olan Fatih’in yetişmesinde temele ilk harcı koyan babası Sultan Murad Han’dır. Mânevi değerlere tutunmuş, kahraman olduğu kadar âlim ve şair olan bu ulu ârifin, Fatih’in ruhunda tutuşturduğu meşale, kendisinden sonra gelen Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi devrinin en mümtaz alim ve mürşitleri ile beslenerek kuvvetlenmiş ve sürekli olarak etrafını aydınlatmıştır. Sultan Murat Han’ın, hususiyle oğlu Fatih’in yetişmesinde takip ettiği ciddi ve disiplinli eğitim şekli, daha sonra sistemleşerek, diğer şehzadelerin de yetiştiği bir müessese halini almıştır. Bu müessese sayesinde ilim ve irfan ile süslenmiş ruhların ve manevi değerlerle tezyin yüksek şahsiyetli Osmanlı şehzadelerinin yetişmesine vesile olmuştur.

Yıldız mesabesinde olan Fatih’in babası Sultan Murat Han, devletin bütün hazineleri ve imkanları elinin altında olduğu halde dünya malına asla rağbet etmedi. Sahip olduğu tek bir yakut yüzüğün vefatından sonra satılıp kabri başında Kur’an okuyanlara dağıtılmasını vasiyet istemesi bunun en açık bir delilidir. Bütün malını milleti uğruna sarfetmiş olan Sultan Murad’ın asıl büyüklüğü, Fatih gibi müstesna bir evladın yetişmesinde gerekli rolü ifa etmesidir. Zira o büyük insan, karşısında siyasi görüşü kuvvetli, nüfuzlu hükümdar vasfı olan ve seyf-i İslam’ın elinde olduğunu Fatih’i iyi keşfetmesi onun ileri görüşlü ve keramet ehli olduğunu gösterir.

Bir aksiyon adamı olan Fatih Sultan Mehmed’in çocukluğunun ilk yılları, cevval ruhlu olması, ata binme ve cirit gibi sporlara meraklı olmasından dolayı oldukça hareketli idi. Babası onun bu hareketlerinden dolayı ciddi bir endişe taşımakta idi. Nihayet Molla Yegân adlı meşhur bir zat, hac dönüşünde uğradığı Mısır’da tanıştığı büyük alim Molla Gürâni’yi Osmanlı ülkesine davet edip beraberinde Edirne’ye getirir. Padişah’ın kendisine, “bana hediye olarak ne getirdin” demesi üzerine O, Molla Gürâni’yi Padişah’a takdim ederek; “ sana ilim ve irfan abidesi olan bu zâtı getirdim” diye cevap vermiştir. Molla Gürani’yi çok beğenen ve taktir eden Padişah, küçük oğlu Fatih’i onun terbiyesine vermekle endişesi gider ve içi huzura kavuşur.

Avcı elinde muzdar kalmış arslan yavrusu” gibi derse başlamaya mecbur kalan genç şehzade, Molla Gürani’nin ciddi, kararlı, şecaatli ve dirayetli tavrı karşısında ilim ve marifetle öylesine ülfet peyda etmiştir ki, daha gençliğinden itibaren, ilim ve marifetin hakiki aşığı olmuştur.

Fatih Sultan Mehmet’in şehzadelik döneminde Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi meşhur hocaları sayesinde kazandığı ilmi seviyesi, padişahlığı döneminde, sohbetler, müzakere ve münakaşalarla daha da derinleşmiştir. İlme karşı son derece hevesli ve müştak olan Fatih’in en çok zevk aldığı meclisler ilim meclisleri idi

İlim, irfan ve marifetten doymayan ve usanmayan, alimlere son derece hürmetkar, hür düşünce ve ifade özgürlüğüne saygılı olan Fatih alimlerin de hakiki hamisi olmuştur.

Fatih Sultan Mehmet Han, İslami ilimlerde mükemmel olarak yetişmiş, bilhassa Manisa’daki ikinci şehzadelik döneminde tam bir akademik hayat geçirerek Arapça ve Farsça’yı mükemmel şekilde öğrenmiş, Latince, Yunanca ve Sırpça’ya da vakıf olmuş idi. Artık Fatih’in yanmaya hazır haldeki kandili, tutuşturulmayı bekliyordu. Onun, fıtratında bir çekirdek gibi mündemiç olan ilim ve marifet tohumlarını inkişaf ettirecek ve bu ateşi yakacak olan, mürşit makamında bulunan maneviyat aleminin sultanı olan Akşemseddin yakacaktı ve yaktı da. Bu sebeple şeyh ile mürid, hoca ile hükümdar, hüzünle neşenin, visalle hicranın, nazla hasretin, diz dize, göz göze ve el ele yaşadığı bir gecede her ikisinin de kendilerini hicran çemberi içinde kalmağa mahkum edişlerini, bir ömür boyu devam edecek mektuplarında, hususen de, padişahın Ak Şemseddin’e Avni mahlasıyla yazdığı şiirlerinde terennüm etmektedir.

Akşemseddin, ilim ve fazilette olduğu kadar ruhani meclisleriyle de her zaman Fatih Sultan Mehmed’in yanında olmuş, fethin en sıkıntılı anlarında duası, teşvikleri ve manevi himmetleriyle fethin kazanılmasında büyük katkısı olmuştur.

Fatih, ziyadesiyle sevip hürmet ettiği hocasını gördüğünde daima el bağlayarak kıyam ederdi. Taaccüble bunun sebebini soran Mahmud Paşa’ya “Benim bu zata hürmetim sonsuzdur. Diğer ilim erbabı benim yanıma geldiklerinde elleri titrer, benim de Akşemseddin’i görünce ellerim titriyor.” diye cevap vermiştir.

Fatih Sultan Mehmed Han döneminde ilme ve alime muazzam bir kıymet verilirdi. Fatih’in hocalarından Molla Hüsrev’in Ayasofya’da derse başlamadan önce talebeleri tarafından Hoca’ nın evine gidilip ata bindirilerek camiye getirilirdi. Zamanın Ebu Hanife’si addolunan Molla Hüsrev, camiye girdiğinde, hürmet ifadesi olarak ayağa kalkılır ve hoca, dersini bitirdiğinde talebeleri tekrar onu evine kadar bırakılırlardı.

Fatih Sultan Mehmed, kendisinin yaptırmış olduğu medreselere tayin ettiği müderrislerden, hükümdarlıktan uzaklaştığı zaman, oturacağı bir odanın kendisine verilmesini ister. Müderrisler toplanırlar ve olamaz diye karar alırlar. Çünkü padişah o tesisi yaptıran ve ilim alemine tahsis eden kişi de olsa müderris ve talebeden değildir. Medreseye kabul edilmesi için vazgeçilmez şartın imtihan edilmesi olduğunu öğrenen Fatih, tereddütsüz bunu kabul eder ve ancak müderrislerin huzurunda yapılan imtihandan muvaffak olduktan sonra bir oda sahibi olur. Bir kadirşinaslık örneği olarak asırlarca korunan bu rektör odasının, bugün yerinin bile kaybolmasının ilim ve irfan erbabını derinden yaraladığı ve nice ulvi vicdanları da rahatsız ettiği muhakkaktır.

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten hemen sonra, hilim ve adaletiyle de orada yaşayan mağlupların kalplerini ve ruhlarını teshir etmiştir. Zaten son nefesini vermek üzere olan Bizans’ı öldürmüş ancak onların din, namus, can ve mallarını muhafaza altına almış, onların korku ve endişelerini izale etmiş, inançlarını istedikleri gibi yaşayabileceklerini ve ibadet yerlerine dokunulmayacağını ve hür olduklarını ilan etmiştir. Bu sayede o insanlar, ilk defa vicdan, düşünce ve fikir hürriyetinin tadını almışlardır.

Nitekim bu güvenden dolayıdır ki, darb-ı mesel olmuş olan “Bizans’ta Latin şapkası görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz” sözünü Hıristiyanlara söyletmiştir. Böyle bir politikanın neticesinden dolayı, Balkan halkı Osmanlı fütühatına her hangi bir mukavemet göstermedikleri gibi ona gerçek anlamda tabi olmuşlardır.

Böylece Fatih, galiplerle, mağlupların, inanan ile inanmayanın bir arada huzur içinde yaşamalarını temin etmiştir.

İstanbul’un fethi ile bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan ve Feth-i mübin sağlayan Fatih, çürümüş ve köhne bir medeniyetin yerine üstün ve eşşiz bir medeniyeti tesis etmeyi başarmıştır.

Bu cihangir hükümdar, cihanşümul imparatorluğa layık bir şehir inşa edebilmek için titiz ve çok planlı hareket ederek sarayları ve camileri inşa ve tesise başlarken, diğer taraftan da İslamiyet’in bütün manasıyla ulum ve fünun ile olacağını iyi bilen Fatih, manevi alemlerin sultanları olan ilim ve irfanlarıyla ün salmış ulema ve müderrisleri İstanbul’a getirerek medreselerin tanzim ve tedrisini onlara bırakmış ve şehrin muhtelif mevkilerindeki medreselere müderris olarak tayin etmiştir. Bunun için de İstanbul’un en yüksek tepelerinden birinde yaptırdığı cami etrafında ilim ve irfanın talimi için sekiz adet medrese yaptırmıştır.

Darülfünun mahiyetindeki bu medreseler asırların ihtiyaçlarını ahenkli bir tarzda temin etmekte idi. Buralarda sadece İslami ilimler değil, zamanın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek olan, fen, felsefe,tıp ve edebiyat gibi bir çok ilimler okutularak asırlar boyu siyasi, idari, içtimai ve kültürel hayatın menşei ve kuvveti oldu. Dolayısıyla Fatih’in yaptırdığı medreseler, milletin teali ve terakkisinde mühim hizmetler ifa etmişlerdir. Osmanlı tarihini şereflendiren ulema ve ümeranın tamamı bu nurlu medreselerin mahsülüdür.

Ayrıca o medreselerden nice hikmetşinas filozoflar, adaletli hakimler, deha derecesinde mütefekkirler, bir çok dirayetli devlet adamları ve mahir ve kahraman kumandanlar yetişmişlerdir. Nitekim bu medreselerde yetişen insanlarda da celadet, şehamet, hamiyet, ahde vefa, istikamet, şecaat, vakar, iffet, şefkat, merhamet ve tevazu gibi milletin devam ve bekasının teminatı olan yüksek vasıflar müşahede olunmaktadır. İşte Osmanlının altı asır gibi uzun bir müddet hüküm sürmesinin sırrı budur.

Bu muazzam Osmanlı ruhunu inkişaf ettiren alimlerin , padişahların, askerlerin ve halkın nasıl bir eğitimden geçtiği araştırılıp, bugünün buhranlarına, problemlerine çare olarak sunulmalıdır.

Bu, Osmanlı hanedanı bu muazzam devleti nasıl kurdu , hükmünü nasıl yürüttü, riyaseti altında toplanan ayrı ırklara mensup, muhtelif medeniyetleri temsil eden ve farklı diller konuşan milyonlarca insanı birbiri ile nasıl kaynaştırdı. Bütün bunlar merak ve heyecan ile tetkike değer mühim meselelerdir. Hayatı içtimaiyenin her bir şubesi ile alakalı böyle bir tarihi canlandırmak için maarifimiz gerekli bütün himmet ve gayreti göstermek mecburiyetindedir.

Artık ülkenin her köşesinde ilim ve irfan yuvaları şa’şaası ile tecelli etti. İnsaniyetin gıpta ve hayranlıkla takdir ettiği nice mürşitler, maneviyat sultanları, mütefennin alimler ve şairler yetişerek o necip milleti kemalata, fazilete ve marifete isal ettiler.

İstanbul’a çağrılan Haçlı orduları o zaman Hristiyanlığın kilisesi olan Ayasofya’nın tepesindeki altın haçı sökerek eritip satmışlardır. Bir yeniçerinin fetih hatırası olarak saklamak maksadıyla Ayasofya’nın küçük bir çini parçasını koparmak istemesi üzerine, Fatih Sultan Mehmed o kişiyi “tahribe teşebbüs”le suçlayarak cezalandırmıştır.

Avrupalı münevverlerin tasvir ettikleri gibi; Fatih, Yunancaya oldukça vakıf, Arapçayı ve Farsçayı iyi bilen, dünya tarihini hatta Homeros’un İlyada’sını okuyan, okutturan ve şerh ettiren; İran mitolojisini bilen ve sadece İslam tarihini değil, İslam öncesi tarihini de merak edip öğrenen ilim ve fikir adamıdır. Bu münevverin ve dahinin başka bir özelliği de şair ruhlu olmasıdır. Şu mısralar onun bu özelliğinin harikalığını ortaya koymaktadır.

“Zülfünün zincirine bend eyledi şâhum beni

Kulluğundan itmesün âzâd Allah’um beni”

“Bir şâha kul oldum ki, cihan âna gedâdır.”

derken, Allah’a karşı olan acizliğini ve fakirliğini cümle âleme ilân etmekten çekinmemiş, O’na karşı olan zilletini en büyük bir izzet olarak görmüştür.

İstanbul’un fethinin tek gaye olmadığının bilincinde bir hükümdar olan Fatih, İlâ-yı Kelimetullah uğrunda cihad etmenin aslî gayesi olduğunu ifade etmiştir.

On sekiz yaşında Osmanlıların 7. padişahı olarak tahta çıkan Fatih Sultan Mehmed Han, bir idare ve siyaset adamı olduğu kadar, bir fikir ve his adamıdır. O, cihangir olmaktan öte arif ve kamil bir insandır.

Kişilik olarak kararlı ve dirayetli, siyasi görüşü kuvvetli ve nafiz bir hükümdar olan Fatih, ilmi laubalilikten uzak, gerçek bir dindar, takva sahibi ve mutasavvıf yönüyle de bilinen insan-ı kamil idi.

Fatih için söylenen hükümdar, cihangir, serdar, sanatkar, şair gibi birçok meziyeti yanında belki de en çok söylenecek olan alim ve deha derecesinde bir mütefekkir makamında olmasıydı. Bu vasıflarını hiç yanından ayırmadığı, ruhi mürebbiyeleriyle elde etmişti.

Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı Padişahları içinde en dirayetli, en faziletli ve en ziyade otorite gücüne sahip biridir. Fatih’e bu ruhu, çelik gibi iradeyi ve harika metaneti nefhedenler Molla Gürani, Molla Hüsrev ve Akşemsettin’dir.

İstanbul’un fethinde, güçlü imanın, yüksek şecaatin ve bunlara destek veren üstün bir askeri gücün elbette ki önemi büyüktür. Ancak bu fethi, muzafferiyetlerin en yücelerinden biri yapan unsur, onun maddi plânda mühim olduğu kadar, manevi planda da eşsiz olmasıdır.

Hacı Bayram-ı Veliden hilafet alarak Göynük’te irşat vazifesine devam eden Akşemseddin hazretleri, Fatih Sultan Mehmet Han’ın daveti üzerine İstanbul kuşatmasına iştirak eder ve muhasaraya yardımcı olur; kuşatma süresince ordunun manevi duygularının yüksek tutulmasında büyük hizmetler görür; hatta fethin müyesser olacağı zamanı ve hücum edilmesi lazım gelen yeri önceden Fatih Sultan Mehmed Han’a bildirir. Akşemseddin Hazretlerine, “İstanbul’un fethedileceği zamanı nasıl bildin?” diye sorulunca, şöyle cevap vermiş: “Kardeşim Hızır ile ilm-i leddünniye üzere İstanbul’un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır’ın yanında evliyadan bir cemaatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur halde gördüm.”

Sadrazam Çandarlı Kara Halil Paşa ve taraftarlarının muhasaradan vazgeçilmesini istemelerine rağmen, bu fikre karşı çıkar ve fetih müyesser oluncaya kadar muhasaranın devam etmesi fikrini savunur. Ortaya koyduğu kuvvetli deliller sayesinde ona itiraz edenleri susturmuştur. Başta Akbıyık Sultan, Molla Hüsrev, Molla Fenari ve diğer İslam büyükleri olmak üzere müştereken hareket etmişler ve fetih müyesser oluncaya kadar muhasaranın devam etmesini sağlamışlardır.

İstanbul kuşatması devam ederken Fatih Sultan Mehmed Han’ın arzusu üzerine ashab-ı güzinden olan Hazreti Peygamberin Mihmandarı Halid Bin Zeyd Ebu Eyyüb El-Ensari’nin mezarını keşf ve tayin eylemiştir. Akşemseddin Hazretleri tarafından yapılan bu keşif ve tayin o günün bütün ulema , fukaha, ümera, udeba ve şuarası tarafından itiraz edilmeksizin kabullenilmiştir.

Fatih, Topkapı’dan beyaz bir at üzerinde şehre girdiğinde İstanbullular onları muhteşem bir merasim ve alkışlarla karşıladılar. Yanında, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Akşemseddin ve Akbıyık Sultan gibi alimler ve veliler topluluğu da bulunuyordu. Herkes Akşemseddin’i padişah sanıyor demet demet çiçekleri ona veriyorlardı. Akşemseddin de genç padişahı göstererek “Sultan Mehmed odur.” diyordu. Buna karşılık, Sultan Mehmed de “Yine ona gidiniz. O benim hocamdır. Şehrin manevi fatihidir.” diyordu. Daha sonra fetih nişanesi olmak üzere Bizans’ın en büyük kilisesi olan Ayasofya, camiye çevrilmiş ve ilk cuma namazı Akşemseddin Hazretleri tarafından kıldırılmıştır.

Akşemseddin, fethi müteakip Fatih Sultan Mehmet Han’ın bütün ısrarına rağmen İstanbul’da kalmamış, Göynük Kasabasına çekilerek orada mütevazi ve basit bir hayat yaşamıştır.

Fatih ve askerleri Hazret-i Peygamber’in (s.a.v) medh-ü senasına mazhar olmuş basiretkar bir dehadır. Fatih Sultan Mehmed daha çocuk iken, duygu ve düşünce dünyasını fetih hayelleri ile süslemiş, o büyük müjdeye mazhar olmak için yanıp kavrulmuştur.

İstanbul’un fethi ile İslam’ın izzetini bayraklaştıran, Bizans ve Avrupa’nın üstüne tırmanıp çıkmıştır. Bu büyük bir şeref ve çok büyük bir payedir. Fatih bu payeyi, niyetinin sağlamlığı ile beraber, Allah’ın bahşettiği istidat ve kabiliyetleri iyi kullanmak ve iradesinin hakkını vermek suretiyle kazanmıştır.

Fatih Sultana Mehmed Han’ın cihangirliği, İslam dininin üç temel otoritesine dayanmaktadır. Dini, manevi ve siyasi olmak üzere, üç otoriteyi şahsında toplayan tek şahıs Hz. Muhammed’dir. (s.a.v) Bu üç otoritenin ayrı ayrı şahıslarda temsil edildiğini en açık şekliyle Fatih Sultan Mehmed’te özellikle de İstanbul’un fethinde görmekteyiz. Dolayısıyla siyasi otoriteyi genç Fatih, dini otoriteyi Molla Gürani ve manevi otoriteyi de Akşemseddin temsil etmiştir. İşte İstanbul’un fethinin sırrı budur.

İstanbul’un fethi, Fatih Sultan Mehmed’in kararlılığının, azim ve sebatının ve büyük bir askeri dahi olduğunun ifadesidir. Nitekim, İstanbul’un kuşatılması esnasında fethin uzaması ve Yeşilköy açıklarında Baltaoğlu kumandasındaki Türk donanmasının mağlubiyeti gibi buhranlı geçen günlerin birinde Fatih Sultan Mehmed atını, kendi ruh deryasından daha sakin ve daha az hiddetli olan denize sürerek, sarfettiği “ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni ” sözleri, onun azmi, dirayeti ve kararlığının en açık bir delilidir. İnsanı derinden etkileyen ve aynı zamanda cengaverlerini de galeyana getiren bu hadisede, Fatih’in bindiği ve ona tahammülde güçlük çeken atının ağzından çıkan köpükler, aslında O’nun böyle ümitsiz günlere damgasını vuran, ruh deryasındaki azim ve hiddet dalgalarının köpükleri olmalıdır. Böyle başarısız durumlarda bir an bile tereddüt etmeden, muvaffak olamayan, Baltaoğlu’nun yerine Hamza bey’i tayin etmesi de aynı kararlılığın ve dirayetin bir neticesidir.

Akıllı, plan sahibi, kararlı ve dirayetli bir hükümdar olan fatihin, hedefi işgalci bir politika değil, aksine onun izlediği bu politika “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” mealindeki ilahi emirde belirtilen nuru, dünyanın her tarafına götürme gayretidir. Böylelikle bu rahmet şemsiyesi altında herkesin kendi inancında, meşrebinde ve tercihlerinde huzur içinde yaşamaları temin edilmiş olacaktı.

İstanbul’un fethi ile otoritesi fevkalade artan Fatih Sultan Mehmet, büyük kudret sahibi bir hükümdar ve artık cihanşümul bir hakimiyete namzet imparatorluğun başında cihangir bir hakan olmuştur.

Büyük alim ve fakih olan ve yazmış olduğu “Molla Cami” adlı eseri asırlardan beri medreselerde okutulan Molla Cami Hazretlerinin Fatih Sultan Mehmed Han’a yazmış olduğu mektubunun bazı bölümlerini sadeleştirerek dikkatinize sunmak istiyorum:

“Himmeti aliyesi yüksek cihangir, mücahit galip, kahraman gazi, senin büyük ecdadın birer birer sayılsa görülür ki, her birinde nice ali meziyetler vardır. Dünya onların varlığı ile fahr etmiştir. Cihanın yegane iftiharın dan biri de sensin. Müşkil meseleleri senin gibi halleden kemal ve fazilet sahibi yoktur. Cenab-ı Hak, düşmanların rağmına sende hikmet ve iffeti, secaat ve sehaveti cem eyledi Aristo’nun meşrebi olan meşeiyyün ile Eflatonun meşrebi olan işrakiyyun mesleği bilir ve bildirirsin.

Kalbinde nur-u İlahi öyle yerleşmiştir ki, hiçbir zulümatın oraya girmesi mümkün değildir.

Hakkı batıldan, iyiyi kötüden tefrik etmede bir müneggıdsin. İslam dini senin ali himmetlerinle kuvvetlendi. Nice putperest ülkeler cihadınla İslam mabedi haline geldi.”

Fatih Sulan Mehmed’e bu derece hürmet ve saygısı olan Molla Cami ona olan iştiyakından dolayı onu ziyaret etmek niyetiyle ta Türkistan’dan yola çıkarak Konya’ya kadar gelmiş, ancak onun vefat haberini alınca ağlayarak geri dönmüştür.

Bu şevketli hükümdar, bir taraftan dünyaya baş eğdirirken, diğer taraftan da çok arzu ettiği ve daima iç alemindeki derviş Fatih olarak kulluk ve yokluk şevkiyle baş başa kalmaya; kendi ismini taşıyan türbesinde, yaratılışındaki cevherini teşhir eden kabul edici bir dost kucağına, yani kendini en iyi kuçaklıyacak olan Hazret-i Peygamber’in ağuşuna atmaya (s.a.v) ve toprağa sırlanmaya ve o pencereden huzura çıkmaya hazırlanıyordu.

Otuz bir yıl gibi uzun bir saltanat geçiren Fatih, hiç durmadan maddi ve manevi nice fütuhatlar yapmış ve nihayet 49 yaşında aniden vefat etmiştir. Naşı kendisinin yaptırdığı Fatih Camiinin yanında defnedilmiştir.

Fatih Sultan Mehmet Han devrinde yaşamış olan bir Müslüman, günlerce dolaşarak zekatını verebileceği fakir birini bulamamış, bunun üzerine zekatının tutarı olan parayı bir keseye koyarak Cağaloğlu’ndaki bir ağaca asmış ve üzerine şu yazıyı yazmıştır: “Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekatımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al” Bu kesenin üç ay kadar o ağaçta asılı kaldığı söylenmektedir İstanbul’un fethi tamamlanır ve Bizans’ın hapsettiği tüm hükümlüler salıverilir. Ancak iki keşiş(papaz) zindandan çıkmak istemezler. Huzuruna getirilen keşişlere Fatih sorar: “Niçin zindandan çıkmak istemiyorsunuz?” Papazlar derler ki: “Biz İmparator Konstantin’e adil ve hakperest ol dediğimiz için zindana atıldık. Böyle bir haksızlık karşısında düşündük ki, bu dünyanın zindanı dışarısından daha iyidir. Onun için biz zindanda kalmaya razıyız.” Dünyaya küsen bu papazlara Fatih şöyle der: “Siz benim memleketimde İslam adaletinin nasıl uygulandığını biliyor musunuz? Bunu öğrenmek için ülkemi gezip görünüz. Mahkemelere uğrayınız. Eğer bir zulüm görürseniz isterseniz zindana girersiniz.”

Teklifi kabul eden keşişler, aldıkları bir izin belgesiyle Osmanlı ülkesini gezip dolaşmak üzere İstanbul’dan yola çıkıp Bursa’ya geliriler ve bir mahkemeye uğrarlar. Bir Müslüman, diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alır. Bilahare bu tarlayı sürmeye başlar. Bu arada kara sabanın ucuna sert bir cisim değer. Biraz daha derin kazıldığında oradan bir küp çıkar. İçi de ağzına kadar altınla doludur. Çiftçi hemen bulduğu bu bir küp dolusu altını , tarlanın eski sahibine getirir ve der ki:

“Ben bu tarlanın altını değil üstünü senden satın aldım. Şayet sen bu tarlada altın olduğunu bilseydin bana satmazdın. Dolayısıyla bu altınlar benim değil senin hakkın.” Tarlanın eski sahibi ise: “Hayır. Ben bu tarlayı her şeyiyle sana sattım. Onların hepsi senin nasibin.” Der. Mesele mahkemeye intikal eder. Keşişler verilecek kararı merakla beklemektedirler. Sonuçta kadı, her iki Müslüman’ı bu asil davranışlarından dolayı taktir eder ve altınların iki Müslüman arasında paylaşılması kararını verir. Ardından da birinin kızını diğerinin oğluna nişanlayıp mutlu olmaları için dua eder ve onları kucaklaştırıp dostluklarını pekiştirir. Papazlar hem bu insanların asil davranışlarına hem de kadının bu adilane kararına şaşırıp kalırlar. Hayretler içinde Bilecik’e geçerler. Bir müddet gezip dolaştıktan sonra mahkemeye uğrarlar.

Müslüman bir tüccar Venedikli Hıristiyan bir tüccardan mal satın almıştı. Yapılan anlaşma gereği, malları satan Venedikli tüccar, bu malları Venedik’ten gemiye yüklemiş ve Müslüman tüccara teslim edilmek üzere yola çıkarmıştı. Ancak yolda gemi batmış, mallarda kaybolmuştu. Müslüman tüccar malların kendisine teslim edilmeden kaybolduğunu ileri sürerek, Venedikli tüccara borcunu ödemeyeceğini söylemekteydi. Venedikli tüccar ise yapılan anlaşma gereği malı Müslüman tüccara verilmek üzere gemiye yükleyip yola çıkardığını ifade ederek, bu malların bedelini istemekteydi. Papazlar böylesi karışık bir davada nasıl bir karar verileceğini merakla beklemekteydiler.

Tarafları büyük bir dikkat ile dinleyen ve gerekli değerlendirmeyi yapan kadı, nihayet kararını açıkladı. Aralarında yaptıkları anlaşma gereği Venedikli tüccar tarafından Müslüman tüccara satılan malların gemiye yüklenmesi ile Venedikli tüccarın sorumluluğunun bittiğini ve malların Müslüman tüccar üzerine geçtiğini bu sebeple Müslüman tüccarın, borcunu Venedikli tüccara ödemesi gerektiğini söyler ve bu şekilde karar verir.

Papazlar bu kararlar karşısında birbirlerine şaşkın şaşkın bakarak böylesine yüce bir adeletin Osmanlı İslam mahkemelerinde din, dil, yerli ve yabancı ayrımı gözetilmeksizin hakkıyla uygulandığını hem gözleriyle görürler hem de kulaklarıyla işitirler.Hayretler içinde Konya’ya varırlar Konya’da yine bir mahkemeye uğrayan keşişler orada görülen davalardan birini izlemeye koyulurlar.

Bir Yahudi, Müslüman birisine at satmıştı. Satarken de çok iyi bir cins at olduğunu ve hiçbir kusurunun bulunmadığını söylemişti. Ancak Müslüman satın aldığı atı getirip ahırına bağladığı ilk akşam, onun hasta olduğunu anlar. Sabah olur olmaz mahkemenin yolunu tutan Müslüman, uzun zaman beklemesine rağmen Kadı’nın gelmemesi üzerine şikayetini yapamadan ayrılır. At da ikinci gece ahırda ölür. Ertesi gün Müslüman yine mahkemeye gelerek şikayetini yapmış ve atı satan Yahudi de mahkemeye çağrılmıştı. Kadı, kararını şöyle açıklar: “Müslüman davacı ilk şikayete geldiği zaman, eğer ben makamımda olsaydım Yahudi’nin sağlam diye sattığı atı geriye verdirir ve Müslüman’ın parasını iade ettirirdim. Madem ki şimdi atın Müslüman’ın elide ölmesine, benim vazife başında bulunmayışım sebep olmuştur. Müslüman’ın ata verdiği parayı ben ödeyeceğim.” Der ve cebinden çıkarıp Müslüman’ın parasını nakit olarak öder.

Kadı’nın böylesine ulvi bir sorumluluk içerisinde karar vermesi papazları yine hayretler içinde bırakır. “Fatih’in memleketinde gördüğümüz bu olaylar, bize yeter de artar. Başka bir yere gitmeye gerek yok.” diyerek İstanbul’a dönerler. Fatih’in huzuruna çıkan papazlar, izlenimlerini yüce Hakan’a anlatırlar:

Papazların bu itirafından sonra, Fatih:

-“Öyleyse şimdi verin kararınızı.” der. Papazlar da: “Artık bu İslam adaletini gördükten sonra, Hıristiyan papazların da haksızlığa uğratılmayacağını anladık. Zindanda kalmamaya karar verdik.” derler.

Yine Kadı Çelebi’nin huzurunda, haşmetli padişah Fatih ile bir Rum mimarı arasında cereyan eden şu ibretli hadise, onların adalete ne kadar ehemmiyet verdiklerinin en açık bir delilidir.

Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu, Fatih bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fatih’in arzusunun hilafına olarak bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih cezaen Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fatih aleyhine dava açar. Bunun üzerine mahkemeye celbedilen büyük padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birdenbire hâkimin şu ihtarıyla karşılaşmış:

-Oturma beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’î olacaksın, ayakta beraber dur!

Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tâbi’ olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir. Mimar bu manzara karşısında hayrete düşer ve kısası istemez. Büyük Fatih kısastan kurtulur ve tazminata mahkum edilir.

Fatih “İstanbul’”u Fethetmemişti !

fatih sultan mehmetMalum, gazetecilik biraz da başlık atma sanatıdır. Başlıkla dikkatler çekilir yazıya. Lakin bugünkü başlığımız, sırf daha fazla kafa bu yazıya yönelsin diye atılmadı. Fetih olayındaki ihmal edilmiş bir inceliği sizlere hissetirmekti maksadım.

Bilmem ismini duydunuz mu daha önce? Levon Panos Dabağyan, bir Türk Ermenisi. Hatta diyebilirim ki, çoğumuzdan daha Osmanlıcıdır. Ne Fatih’e laf söyletir, ne II. Abdülhamid Han’a. Nitekim “Paylaşılamayan Belde” adlı kitabında tarihimizdeki sızılı bir noktayı ustaca avlıyor ve Fatih’in “İstanbul”u değil, “Kostantiniyye”yi fethettiğini bir cerrahın habis uru beyinden çıkarması gibi temizliyor zihnimizden. Ve ekliyor: “İstanbul fethedilmemiştir ve fethedilmeyecektir!” Allah böyle bir fethi kimseye nasip etmesin!

İlk okuduğumda benim gibi bu işlerle uğraşan birinin bile ciğerini sızlatan bu tespit de gösteriyor ki, tarih bizim için ecnebi bir memleket haline gelmiştir. Öyleyse yapmamız gereken şey, ona mecalini yeniden kazandırabilmenin yolunu yordamını aramak, oksijen alabileceği menfezler, havalandırma kanalları açmaktır. Bunun da yolu, elbette bilgiden, ama daha da önemlisi, bakış açımızı, idrak çerçevemizi, muhakeme tarzımızı genişletmekten geçiyor.

Sondaja devam öyleyse…

Eksik olmasın, bir okurum Said Nursi’nin talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’ten bir hatıra göndermiş. Zübeyir Gündüzalp, bir keresinde Fatih’in İstanbul’u fethini gösteren resimlere dikkat çekerek sormuş: “Resimlerdeki yanlışlık nerede?” Kimse işin içinden çıkamayınca kendisi cevaplamış:

“Bu resmi yapanlar, fetih mucizesini küçültmek istiyorlar. 40-50-60 yaşlarındaki bir kumandanın zafer kazanması, bir beldeyi fethetmesi normal ve olağandır; ama 20-21 yaşındaki bir delikanlının böyle bir emsalsiz fethi harikadır. Bu yaşta bir delikanlının sakalı bile bu kadar gür olamaz. Fatih, Efendimiz’in (asm) 9 asır evvel haber verdiği fetih mucizesinin mazharıdır, dolayısıyla bu resimler, Kur’an, Allah ve Peygamber’in Müslümanlarla beraber olduğu, İslamiyet’in hakkaniyetini herkese gösterecek bu mucizevari olayı basitleştirmektedir.”

Müthiş bir tespit değil mi? Düşünün, hiç 21 yaşında bir Fatih resmi gördünüz mü? Devam edelim biraz daha.

Yarın İstanbul’un fethinin miladi takvimle 553. yıldönümünü idrak edeceğiz. Peki fethin hicri takvimle kaçıncı yıldönümünde bulunduğumuzu merak eden bir Allah’ın kulu yaşar mı aramızda? Fatih Sultan Mehmed İstanbul’a, Ferik Ahmed Muhtar Paşa’nın tespitiyle söylersek, 20 Cemaziyelevvel 857 günü girmişti. Bugün takvim 1 Cemaziyelevvel 1427 ’yi gösterdiğine göre, İstanbul’un fethinin hicri takvimle 570. yıldönümünü kutlamak için önümüzde yaklaşık 20 günlük bir süre var demektir. Hatırlayan olur mu bilmem; ama ben üzerime düşeni yapıp tarihe not düşeyim dedim.

Yalnız üzülerek de olsa bu hicri tarih meselesini biraz hafife aldığımızı söylemek zorundayım. Çünkü bizim asıl manevî damarlarımızda deveran eden kan, hicri takvimin içinde akar. Nitekim Ahmed Muhtar Paşa, “Feth-i Celile-i Kostantiniyye” adlı kitabında eskiden her 20 Cemaziyelevvel gününün halk arasında “Kudüm günü” diye anıldığını, o gün gelince fetih şehidleri ve gazilerinin ruhlarına Kur’an-ı Kerimler okunduğunu, hayır ve hasenatlarda bulunulduğunu yazmaktadır. Demek ki, Osmanlılar aynı damardan akan kandan her daim beslenebilmek için Fatih’i ve fethini hicri yıldönümlerinde hatırlıyor ve hayırla yâd ediyorlar, bunu dirilmenin bir vesilesi addediyorlardı.

Biz de o görkemli dünyanın güzelliklerinden nasiplenebilmek için aynı tarih aralıklarına sokulma imkânlarını zorlamak durumundayız. İşte bu aralık kalmış kapılardan biri de, Fatih’in İstanbul projesidir. Peki İstanbul projesi neydi ve Fatih bu projeyi nereden ilham aldı?

Başka açılardan da yaklaşılabilir meseleye ama ben Fatih’in projesinin hadis merkezli olduğunu söyleyeceğim. Hadis merkezli, yani meşhur fetih hadisinin bir yorumu… Değil mi ki, o İki Cihan Sultanı bir belde’nin fethedileceğini ‘muhakkak’ (le) vurgusuyla beyan eylemiştir, o halde bu bir emir telakki edilmeli ve sadece dünyevî, yani bir şehrin surlarının yıkılıp içerisine ‘kahren’ girilmesi gibi dar anlamda yorumlanmamalıdır. Ya nasıl yorumlanmalıdır? İşte Fatih’in de, Fethin de, İstanbul’un da sırrı burada yatmaktadır.

Muhakkak ki, Fatih’in dünyasında Nebevî müjdeyle müjdelenmenin, göğsüne bir madalya daha takmakla alakası yoktu. O ve çevresi, fethin derin okumasını yaparak malum hadisle, insanlığın ve İslam’ın geleceğinde bu şehrin oynayacağı rolün kastedildiğini keşfetmiş ve sadece fetih sırasında değil, asırlar boyu İstanbul’u dünyanın merkezi kılmaya gayret etmişlerdi. Nitekim Fatih’in sonraki fütuhat stratejisine baktığınızda bu İstanbul merkezli düşüncenin hangi boyutlara ulaştığını görürsünüz.

Osmanlı, İstanbul’u alınca adeta uzun zamandır yatağını arayan bir nehir gibi hissetti kendisini ve bu nehrin yatağını, kuyumcu titizliğiyle bezemeye girişti. Bugün Süleymaniye veya Sultanahmet için ‘Bu eserler Bizans’ın başkentine uygun düşmüyor’ diyebilecek bir mimar olmadığını, geçen yaz İstanbul’da toplanan mimarlık kongresi katılımcılarının basındaki demeçlerinden görmüş olduk.

Fatih’in biri Karadeniz, öbürü Akdeniz olmak üzere iki denize birden hakim olmak şeklinde özetlenebilecek denizcilik siyaseti, yolları İstanbul’a bağlamaya matuf bir girişimdi. Keza Balkanlar ve Anadolu yönündeki hareketi de, İtalya’nın Otranto limanına yaptığı çıkarma da, Memlukler üzerine düzenlediğini tahmin ettiğimiz son seferi de hep İstanbul’un merkezde durduğu ve ışınlarının dalga dalga çevreye yayıldığı bir projenin elmas parçalarıydı. Tabii aynı zamanda Orta Asya, İran, Hindistan ve Mısır’dan davet ettiği Müslüman alimler ile Bizanslı filozof ve bilginleri kucaklaması, Petrark’ı Arapçaya çevirtmesi ve İbn Arabi’nin “Füsus”una şerh yazdırması, Ali Kuşçu ile ressam Bellini’yi İstanbul’da buluşturması, müfessir Musannifek’i yanına aldırması, ama öte yandan Truva harabelerini ziyaret etmesi gibi gelişmeler de gösteriyor ki, o, hadiste emir buyurulan fethin çok daha derinlerde ve uzun vadeli olduğuna inanmış ve tohumları ekmişti.

Tohumlar bitmediyse “toprak utansın” deyip işin içinden sıyrılabilir miyiz? Ben şahsen tohumların bitmediğini söyleyemiyorum. Bu proje, tarih içinde gelişti, şekillendi; ve Necip Fazıl’ca söylersek, “havada donan şimşek” gibi tarihin bağrında bizi beklemeye durdu. Belki de Fatih bu projeyi asıl bizim gerçekleştirmemizi istiyor ve zemini hazırlıyordu. Kim bilir?

M. Armağan

Resulullah’ın (a.s.m) Sureti

O’NU ANLAT

Ünlü komutan Hâlid bin Velid (R.A.) ordusuyla bir sefere çıkmıştı. Uzun süren yolculuğun ardından bir aşiretin yakınında konakladılar. Aşîret reisi, Halid bin Velid’i (R.A.) ziyarete geldi. O Kâinatın Efendisi’ni (S.A.S.) yakından tanımak istiyordu:

– Efendim bize Hazreti Muhammed’i anlatır mısın?
– O’nun güzelliklerini anlatmaya gücüm yetmez!
– Bildiğin kadarıyla anlat.
– Gönderilen, Gönderen’in kıymetince olur.
(Gönderen âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ (C.C.) olunca, gönderilen Elçisi’nin kıymetini var sen hesap et!)

Münâvi, V, 92/6478; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, İstanbul 1984, s. 417

O’NUN GİBİ

Ebu Kursâfe (R.A) saadet çağında yaşayan bir çocuktu. Annesi ve teyzesi ile birlikte Resulullah’ı (S.A.S.) ziyarete gittiler. Bir süre oturduktan sonra izin istediler. Eve doğru yola koyuldular. Peygamberimiz (S.A.S.) ile görüşmenin sevinci içindeydiler. Bu sırada annesi, teyzesine şunları söylüyordu:

– Ben O’nun kadar güzel, O’nun gibi temiz, O’nun kadar tatlı sohbet eden birisini görmedim… Konuşurken mübarek ağzından sanki nûr çıkıyordu…

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, 1/119-120

GÜZELLER GÜZELİ

O’nun sevdalılarından El-Bera (R.A) dedi ki:
– Ben, Resûlullah’tan daha güzel hiçbir şey görmedim. O ay gibi parlardı.

Cabir Efendimiz’in (R.A) güzelliğini:
– Peygamber Efendimizi kırmızı bir elbise giymiş olarak gördüm. Bir ona bir de gökteki aya baktım. O, benim gözlerimde aydan daha güzeldi, sözleriyle anlattı.

Ümmü Ma’bed’in (R.A) tarifi ise şöyleydi:
– Uzaktan, insanların en tatlısı ve en güzeli, yakından da en açığı ve en güzeliydi.

Hanımı Hazreti Aişe (R.A) ise:
– Resûlullah insanların en güzel yüzlüsü ve rengi en parlak olanıydı. dedi.

Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve, I/200; Buharî, Kitabü’l-Menakıb, bab: 23; İmam Ahmed, Müsned, IV/281, V/102,Tirmizî, Sünen, Kitâbü’l-edeb, nr: 2811; Beyhakî, age, 1/196, Ebu Nuaym, Delailü’n-Nübüvve, 283-287

İSİMLERİ

Peygamber Efendimiz (S.A.S.) buyurdu:

– Benim bir takım isimlerim vardır: Bir ismim “Muhammed“dir. Bir ismim de “Ahmed“dir. İsmimin biri de “Mâhî”dir ki, Allah benim vasıtamla küfrü mahveder. Diğer bir ismim de “Hâşir“dir. Yani kıyamet gününde ben herkesten önce dirileceğim diğer insanlar ise benden sonra dirilecektir. İsimlerimden birisi de “Âkıb“dır. Âkıb, artık kendisinden sonra bir daha peygamber gelmeyecek kimse demektir.

Peygamberimizin (S.A.S.) yirmi üç adı vardır. Bunlar: Muhammed, Ahmed, Mâhî, Haşir, Âkıb, Mukaffî, Nebiyyu’r-rahme, Nebiyyu’ t-tevbe, Nebiyyü’l-melâhim, Şâhid, Mübeşşir, Bedr, Dahûk, Kattal, Mütevekkil, Fâtih, Emîn, Hâtem, Mustafa, Rasûl, Nebî, Ummî, Kusem‘dir.

Mukaffî ve Âkıb: Peygamberlerin sonuncusu demektir.
Melâhim: Savaşlar manasına gelir.
Dahûk: Onun Tevrat’taki adıdır. Güzel latife yaptığı için böyle denilmiştir.
Kusem: Vermek manasına gelir. O insanların en cömerdiydi.

Tirmizî, Şemail, 50.bab, 1. hadis, Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve (1/160)

MÜBAREK VÜCÛDU

Hazreti Hasan (R.A) küçükken, Gönüllerin Sultanı Efendimiz (S.A.S.) vefat etmişti. Yıllar geçtikçe O’nu (S.A.S.) daha çok özleyen Hasan (R.A), dayısı Hind’e (R.A) dedesini (S.A.S.) anlatmasını istedi. O’da (R.A.) söze şöyle başlamıştı:
– Resûlullah’ın bütün vücudu düzgündü. Ne şişman ne de zayıftı…

İbnü’l-Cevzi, Ashâbın Dilinden Peygamberimizin Hayatı, 344

RESULULLAH’IN MÜBAREK BAŞI

Hazreti Ali’ye (R.A.) soruldu:
– Peygamberimizin başı nasıldı?
– O’nun başı büyüktü. dedi.

– O’nun alnı nasıldı? diye Hazreti Hind’e (R.A.) sorulunca:
– Resûlullah geniş alınlıydı, dedi.

Beyhakî, age, 1/216, Tirmizî, Şemail, 6

MÜBAREK YÜZÜ

Hind, (R.A) Efendimiz’in (S.A.S.) yüzünü şöyle tarif etti:
– Her türlü büyüklük Resûlullah’ta toplanmıştı. O’nun yüzü, ayın ondördü gibi parlardı. Yanakları da düz idi.

Hazreti Ali (R.A) ise:
– Resûlullah’ın yüzü yuvarlakçaydı. dedi.

Ümmü Ma’bed (R.A) O’nun (S.A.S.) hakkında:
– Güzelliği aşikâr ve parlak yüzlü bir zat idi. demiştir.

Beyhakî, age, I/214,125, Ibn Kesir, age, VI/20,21, İbn Sa’d, Tabakat, I/230; Tirmizî, Kıyâmet/42

EFENDİMİZ’İN BURUN ŞEKLİ

Hind bin Ebî Hâle (R.A) O’nun (S.A.S.) burnunu şöyle tarif etti:
– Resûlullah Efendimizin burun kemiğinin ortasında bir kavis.vardı. Burnunda, ona güzellik veren bir parlaklık vardı. Dikkat etmeyen kimse onun burun kemiğinin uzun olduğunu zannederdi.

Zebidi, Ithafü’s-Sadeti’l-Müttakîn, Beyhakî, age, I/286

AĞZI VE DİŞLERİ

Hazreti Cumey (R.A), Hind (R.A), Ebu Hureyre (R.A) ve İbni Abbas (R.A) Efendimizin (S.A.S.) mübarek ağzını şöyle tarif ettiler:
– Resulûllah güzel ve geniş ağızlıydı. Dişleri aralıklıydı. Gülümsediğinde dişleri dolu taneleri ve nur gibi görünürdü.

İbnü’l-Cevzi, age, 337; İbn Kesir, age, VI/37; Beyhakî, age, I/288; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII/279

SAÇLARI VE SAKALI

Enes İbn Malik (R.A..):
– Resulullah’ın saçı, orta bir saçtı. Ne kıvırcık ne de düz idi, dedi.

Hind bin Hâle (R.A..) ise şöyle anlattı:
– Saçı, kendiliğinden ikiye ayrılır, yanlarına dökülürse, onları birleştirmezdi. Birleştikleri zaman ise onları ayırmazdı, oldukları gibi bırakırdı. Saçını uzattığında, kulaklarının memesini geçerdi.

Hazreti Ali (R.A..) şunu söyledi:
– Resûlullah’ın sakalı sıktı.

El-Berâ’nın (R.A.) tarifi:
Resûlullah’ın omuzlarına dökülen saçları vardı, şeklindeydi.

Buhârî, Kitabu’l-menâkıb, 23; Beyhakî, age, I/214,125,1/216, Nesâî, VII/183

KAŞI, GÖZLERİ VE KİRPİKLERİ

Hazreti Hind (R.A.) şöyle dedi:
– Kaşları uzun, uçları ince ve araları çok yakındı. Kirpikleri ise uzundu. Göz bebeklerinin siyahı çok siyahtı.

Cabir Hazretleri (R.A.) de:
– Resûlullah’a baktığım zaman iki gözü sürmeli derdim. Oysa gözlerine sürme çekmiş değildi, dedi.

Beyhakî, age, I/214,125, İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, VI/33, İmam Ahmed. Müsned, V/97,105, Suyuti, age, 1/117-118

MÜBAREK ELLERİ

Bir gün Avn’nın Babası (R.A.) Efendimiz’i (S.A.S.) ziyarete gitti. Onu selamladıktan sonra mübarek elini tuttu ve yüzüne sürdü… Efendiler Efendisi’nin (S.A.S.) eli, kardan daha soğuk, miskten daha hoş kokulu idi.

Enes b. Malik (R.A.) de şöyle dedi:
– O ‘nun avucunun yumuşaklığı ne atlasta ne de ipekte bulunur.

Hz. Ali (R.A.)
– Resûlullah’ın elleri iriydi, dedi.

Hind (R.A.) de:
– Avuçlarının içi geniş idi, dedi.

İbnü’l-Cevzi, age, 342; İmam Ahmed, Müsned, 111/107; Beyhakî, age, I/216; I/214

MÜBAREK OMUZLARI

El-Bera İbn Azib (R.A.) Efendiler Efendisi’nin (S.A.S.) mübârek omuzlarını şöyle tarif etti:
– Resûlullah Efendimiz’in omuzları genişti.

Buharî, Kitâbü’l-Menâkıb, 23

MÜBAREK AYAKLARI

Hazreti Resûlullah’a (S.A.S.) peygamberlik görevi verilmeden önceydi. Kureyşliler bir kâhine:
– Söyle bakalım! İbrahim makamındaki ayak izine içimizde en çok kimin ayağı benziyor?” dediler.

Kâhin:
– Şu yere bir yaygı serin, sonra sırayla hepiniz üzerinde yürüyün. Ben de sizlerin ayak izine bakarak cevap vereyim” dedi.
Onlar yere yaygı serip üzerinde yürüdüler. Kâhin sıra Peygamberimizin (S.A.S.) ayak izine gelince:
– İşte! İçinizde İbrahim’e en çok benzeyeniniz budur” dedi.

Hazreti Hasan’ın dayısı Hind (R.A.) Efendimiz’in (S.A.S.) ayaklarını bize şöyle tarif etti:
Resûlullah’ın ayaklarının altı düz değil, çukurdu. Ayakları hafif etliydi. Ayaklarının üzerine su döküldüğü zaman etrafa yayılırdı.

Suyuti, age, 1/131; Beyhakî, age, I/214, 125

GÜL RENGİ

Enes İbn Malik (R.A.):
– Resûlullah insanların en güzel renklisiydi, derken,

Ebu Hureyre (R.A.) şöyle söyledi:
– Resûlullah beyazdı. Sanki gümüştendi.

Hazreti Ali (R.A.) de:
– Resûlullah’ın rengi, kırmızı gül rengine yakın beyazdı dedi.

İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, VI/23. Tirmizî, Şemail, 12;Beyhakî, age, 1/212, 218

BOYU

Hind (R.A.) der ki:
Resûlullah normalden daha uzun, çok uzun olandan kısaydı, yani uzuna yakın orta boyluydu.

Hazreti Âişe (R.A.) O’nun (S.A.S.) boyundaki mucizeyi şöyle anlattı:
– Yanına uzun boylu biri gelse, kendisi ondan daha uzun görünürdü, iki uzun boylu kimseyle birlikte yürüdüğünde ise onlardan daha uzun görünürdü. Onlardan ayrılınca, kendisi normal boyuna döner, o iki kişi de uzun boylu hallerine dönerdi.

Zebîdî, age, VII/145, Tarihu İbn Asakir, I/333

NEFİS KOKUSU

Peygamberimiz’in hizmetkârı Enes (R.A.) der ki:
– Resulullah’ın yanında on yıl kaldım. Bütün kokuları kokladım. O’nun kokusundan daha güzel bir koku koklamadım. O’nun vücûdu misk ve amberden daha güzel kokardı. Peygamberimiz’in rengi gül rengi gibiydi. Atlas ve ipek O’nun vücudundan daha yumuşak değildi.

Müslim.Kilabu l-Fedâil, 8. Buhârî, Menâkıb/23, Müslim, Fezâil, 82

PEYGAMBERLİK MÜHRÜ

Selman Fârisî’nin (R.A.) Resûlullah’ı (S.A.S.) müslüman olmadan önceki üçüncü ziyaretiydi. Efendimiz (S.A.S.) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. Selman (R.A.) bu kez daha önce bir rahibin söylediği peygamberlik mührünü görmeyi istiyordu. Selam verdikten ve belki görürüm diye, Efendimiz’in (S.A.S.) etrafında dolaşmaya başladı. Peygamberimiz (S.A.S.) Selman’ın (R.A.) ne istediğini anladı. Elbisesini omuzundan biraz sarkıtıp:
– Sana söylenen mührü görmek istersen bak, dedi.

Selman (R.A.) şaşırmıştı… Kendisine, bir rahibin ne anlattığını Efendimiz (S.A.S.) bilmekteydi. Evet bu bir mucizeydi. Dikkatle Resûlullah’ın (S.A.S.) mübârek sırtına baktı. İki omuzu arasındaki mührü gördü. Üzerindeki şekil, “Muhammedün Resûlullah” yazısına çok benziyordu.
Sonunda Selman (R.A.) aradığını bulmuştu. Sevinç gözyaşlarıyla dudaklarından şu cümleler döküldü:
– Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.

Ahmed b. Hanbel, V, 442-443

Kaynak: hazretieyupsultan.com

İstanbul Şiiri: Belde-i Tayyibe

Kubbende hazin ezanların akseder.
Hafif bir yağmur şıpırtısı derinden..
Gökte martılar huşû ile raks eder
Ağlar mı bulut? Ağlarsa kederinden…

Açsın gün, ışıldasın Boğazında su
Bırak kavuşsun sana seni özleyen.
Ufkunda boğulsun gecenin kâbusu
Yıldızın yaldızı; yüzünü gözleyen…

Tebessümünle gülümsüyor Beyazıt,
Beyoğlu’nun kahkahası da cabası..
Renklerin kardeş de siyah ve beyaz zıt.
Senden gayrılık İstiklal’ in çabası..

Eminönü’ nde esen deniz kokusu…
Sirkeci sokakları eski-püskü, dar..
Karşıya geçmek; yaşlı vapur korkusu,
Hatıralarda kalan, eski Üsküdar…

Bin bir çeşit çiçek çağırır baharı
Yedi tepende yetmiş iki buçuk renk…
Çamlıca’da uçar çayların buharı,
Kanlıca’nın keyfi de Beşiktaş’a denk.

Emirgan’da hürdür hep kelebekler,
Tertemiz hava, mavi gök ve sarı yer…
Kayıklar koyda, İstinye’de bekler
Ve üşür her rüzgârda serin Sarıyer.

Bak, haşmetiyle Fatih, surlarda dimdik!
Gör, Eyüp taşlarına değen başları:
“Hâdimiz Mevlâ’ya, evvel de hâdimdik”
Ve düşer bir ihtiyarın gözyaşları…

Ey Belde-i Tayyibe!(*) Mahzunsun neden?
Senin yerinde Ayasofya inlesin.
Fethinin marşını okutalım minareden
Âlem seni Sultanahmet’ten dinlesin..

Şimdi sevdamız; hayalimizsin dünkü;
Geldik mazide, seni rumistan bulduk.
Bilsinler ebediyen bizimsin çünkü,
Biz on dört asır önceden İstanbul’duk!

Ali Nureddin

(*) Peygamber Efendimiz Hadis-i Şeriflerinde; “Konstantiniyye elbet feth olunacaktır. Onu fetheden Kumandan ne güzel Kumandan, fetheden Asker, ne güzel Askerdir” buyurmuşlardır. 

Kur’an-ı Kerim’de, Sebe Süresi’nin 15. Ayetinde geçen; “Allah tarafından koruma altına alınan güzel bir belde vardır.” Bu Ayette geçen “Tayyib” çok güzel, “Belde” yaşanılan yer. “Beldetün Tayyibetün”de ise; Yaşanılan çok güzel bir belde(yer) ye işaret ediliyor. 

Molla Cami Hazretleri, bu Ayet-i Kerime’yi incelemiş ve “Beldetün Tayyibetün” cümlesinin harflerinin “Ebced ” Hesabına göre toplam, 857(hicri) , Miladi 1453 yılını gösterdiğini ortaya çıkarmıştır.

NurNet.Org  

Fatih Sultan Mehmet Kimdir?

Fâtih Sultân Mehmed, 30 Mart 1432 tarihinde Edirne Sarayında Hüma Hâtun’dan dünyaya geldi. Annesi onun gerçek saltanatını görmeden 1449 yılında vefât eyledi. Bir görüşe göre 19 ve bir diğerine göre 21 yaşında babasının vefatı üzerine üçüncü defa saltanat koltuğuna oturdu ve sınırları Tuna’dan Kızılırmak’a kadar genişleyen Devletinin başşehri olarak İstanbul’u almak ve Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olmak en büyük ideali idi.

İstanbul’u almak için Boğaz’a hâkim olmanın şart olduğunu bilen Sultân Mehmed, 1452’de Boğazkesen Hisârı dediği Rumelihisârını inşa ettirdi. Karşısında Yıldırım’ın inşa ettirdiği Anadoluhisârı yükseliyordu ve artık Osmanlının izni olmadan boğazı geçmek mümkün değildi. 1 Eylül 1452’de Edirne’ye dönen Sultân Mehmed, hemen kendisinin planlarını çizdiği topların dökümüne başladı. Deneyler yapıldı ve dünyanın harp aletleri alanında harikaları vücuda getirildi.

Planı sezen İmparator zor durumdaydı; zira Bizans ikiye ayrılmıştı. Avrupa, yardım için Katolik olmalarını istiyor ve Ortodokslar ise hayır diyordu. 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da Katolik ayini yapılması, Sultân’ın işlerini kolaylaştırıyor ve Bizans Başbakanı Notaras, “Bizans’ta Latin şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diyordu.

Bizans’lılar parlayan ateşlerine ve Hz. Meryem’e güveniyorlardı. Ancak 1453 Şubatında Edirne’den yola çıkan toplar 5 Nisanda İstanbul önlerine geldi. 6 Nisan’da muhasara başladı. 53 gün süren muhasara sırasında Fâtih’in ordusu, tarihe geçen kahramanlıklar yazdı. Bizans’ın Galata ile Sarayburnu arasına gerdiği zincirler, Osmanlı donanmasının karadan yürütülerek Haliç’e girmesiyle parçalanmıştı.

Muhasaranın 53. Günü Hz. Peygamber’in müjdelediği fetih 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti ve Osmanlı ordusu tekbir sesleriyle Topkapı ve Eğrikapı yönlerinden İstanbul’a girdi. Ayasofya’ya sığınan on binlerce insanın burnu bile kanamadı ve İslâm Hukukunun bu konudaki hükümleri aynen uygulandı ve herkese temel hak ve hürriyetleri tanındı.

Fâtih’in fetihten sonra yaptığı ilk iş, İstanbul’un maddi ve manevi imar edilmesidir. Bu işi tamamladıktan sonra Belgrad hariç bütün Balkanları Osmanlı Devleti’ne ilhak eyledi. Batıyı emniyete aldıktan sonra, kendisine pürüz çıkaran Karamanoğulları ve İsfendiyaroğulları Beyliklerini tamamen ortadan kaldırdı. Bu arada Bizans’ın artığı olan Trabzon’daki Pontus İmparatorluğu da 1461 yılında tamamen tasfiye edilmiş oldu. Komutanlarından Gedik Ahmed Paşa, Kırım’ı aldı.

Bütün bu fetihler, başta Abbasî Halifesi olmak üzere herkes tarafından takdir edilirken, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Fâtih’e kafa tutuyordu. Bunun üzerine Erzincan civarındaki Otlukbeli denilen yerde 1473 tarihinde bu sıkıntı da bertaraf edildi ve artık Osmanlı devleti Toroslara kadar genişledi. Fâtih Sultân Mehmed, yeni bir harbin hazırlığında iken, 1481 yılında 51 yaşında Gebze’de vefat etti.

28 yıllık padişahlığı süresince 2 İmparatorluk, 14 devlet ve 200 şehir fethederek Fâtih ünvanını Hz. Peygamber’den alan Sultân Mehmed, devletin sınırlarını 2.214.000 km2’ye genişletmişti ki, bu 3 Türkiye Cumhuriyeti eder demektir. Balistikteki keşifleri, Matematik ilmindeki dehası, dinî ilimlerde büyük bir âlim olması, Arapça, Farsça, Yunanca, Sırpça, İtalyanca ve benzeri önemli dünya dillerinden dokuzuna vâkıf olması, onu Osmanlı tarihinin en büyük askeri, devlet adamı ve âlimi olduğunu, düşmana ve dosta söyletmiştir.

Ona bu büyük fetihte yardımcı olan devlet adamları arasında, Çandarlı Halil Paşa, Mahmûd Paşa, Rum Mehmed Paşa, İshak Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Zağanos Mehmed Paşa, Balaban Bey, Bali Bey ve benzeri çok sayıda devlet adamı ve komutanları saymak mümkün olduğu gibi, manevi komutanlar arasında ise, asrının büyük âlimlerinden ve maneviyât erenlerinden, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Hızır Bey, Hocazâde Efendi, Molla Vildân ve Molla Şeyh Vefâ ve benzeri zatları zikretmek icabeder.

ZEVCELERİ: 1- Gülbahar Hâtûn; II. Bâyezid ile Gevher Sultân’ın annesi. 2- Gülşah Hâtun; Karaman Oğullarından İbrahim Beğ’in kızıdır. 3- Sitti Mükrime Hâtun; Dülkadiroğlu Süleyman Bey’in kızıdır. 4- Çiçek Hâtun; Türkmen Beyi kızıdır. 5- Helene Hâtun; Mora Despotu Demetrus’un kızıdır. 6- Anna Hâtûn; Trabzon İmparatorunun kızıdır; evlilikleri kısa sürmüştür. 7- Alexias Hâtun; Bizans Prenseslerindendir. ÇOCUKLARI: 1- Şehzâde Sultân Mustafa Hân. 2- Gevher Sultân. 3- Şehzâde Cem Hân. 4- Şehzâde Bâyezid Hân. 5- İsmi bilinmeyen iki kızı.

www.osmanli.org.tr