SaidNur tarafından yazılmış tüm yazılar

Ramazan ve Oruç

Aziz ve muhterem Müslümanlar!
Rahman ve Rahim olan Rabbimize sayısız hamd ü senalar olsun ki, biz âciz, zayıf ve fakir kullarını evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennemden kurtuluş ayı olan mübarek şehr-i Ramazan’a kavuşturdu.

Mü’min ve Müslüman olarak Allah emrettiği için oruç tutuyoruz. Oruç tutmanın hem dünya, hem âhiretimiz için pekçok faydası ve hikmeti vardır. Orucun nefsin terbiyesine bakan hikmetlerinden bâzılarını sizlere arzetmek istiyorum. Şöyle ki:

Nefis insanı daima kötü şeylere sevkeder. Kötülükleri yapmak ister. Kendini hür ve serbest telâkki eder. Hatta mevhum bir Rububiyet ve keyfe mâyeşâ (istediği gibi) hareketi fıtrî olarak arzu eder. Bu dünyada Allah’ın nimetleriyle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Helâl ve haramı seçmeden hayvan gibi yutmak, sınırsız hürriyet içinde yaşamak ister. Böyle bir nefs-i emmâre herkeste bulunur.

İşte bu nefsi oruçla terbiye etmek lâzımdır. Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki: Kendisi mâlik değil, memlûktur. Mal ve mülk Allah’ındır. İnsan Allah’ın eseri, O’nun mülkü, kulu ve köiesidir. Hür değil, istediği gibi hareket edemez. Emrolunmazsa en âdî ve en rahat şeyi de yapamaz. Elini suya uzatamaz. İnsanın nefsi oruç tutarken anlar ki, hakikî vazifesi şükürdür. Hak’tan gelen emirleri dinlemek ve itaat etmektir.

Muhterem kardeşlerimi Sevgili Peygamberimiz (sav) hadîs-i şerifte bizi îkaz ediyor: “Senin en zararlı düşmanın nefsindir.

Evet, herkes nefsini ıslâha ve terbiyeye muhtaçtır. Nefis Kur’ân terbiyesi ve oruç gibi ibadetlerle ıslâh ve irşad edilmezse, kendi keyfine bırakılırsa, insanın dünya ve âhiret hayatını harap eder.

Nefis ateş gibidir. Islâh edilirse faydalı olur, hizmet eder. Serbest bırakılırsa en zararlı düşman olur.

Ramazan’da oruç tutan bir insanın nefsi anlar ki: Zayıftır, âcizdir, fakirdir, zevale mâruz, belâ ve musibetlere hedeftir, çabuk bozulur ve dağılır et ve kemikten ibarettir. Ayaksız bir yılana, gözsüz bir akrebe mağluptur, başıboş değildir, vazifeli bir memurdur.

Oruç, namaz, zekât, hac gibi çok mühim vazifeleri vardır. Açlık vasıtasıyla midesini düşünür, ihtiyacını anlar, zayıf vücudunun ne kadar çürük olduğunu hatırlar, ne derece Allah’ın merhamet ve şefkatine muhtaç olduğunu idrâk eder.

Nefis Fir’avun’luğunu bırakır, benlik ve gururdan vazgeçer, kemal-i acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına sığınma ihtiyacı hisseder. Manevî bir şükürle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır.

Ramazan’da tuttuğumuz orucun nefis üzerinde çok müsbet faydaları olur. İnsan öyle bir nefse sahiptir ki, elinde kusur ve günahtan, ayıp ve noksandan başka birşey yoktur. Nefsin mahiyetinde hadsiz acizlik, nihayetsiz fakirlik, gayet derecede kusur vardır. Nefis bunları görmek istemez! Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Kusurları üzerine almaz! Avukat gibi kendini müdafaa eder. İşte bu azgın ve serkeş nefsimize haddini bildirecek bir silah, oruçtur.

Oruç tutan nefis, perhize alışır, riyazete çalışır, emir dinlemeyi öğrenir, helâl yemek ve içmeyi terkettiğinden haramı bırakır, akıl ve şeriattan gelen emirleri dinleme kabiliyeti gelişir. Manevî hayatını tehlikeden kurtarmış olur.

Oruç Fahr-i Kâinat (sav) Efendimiz’in haber verdiği gibi koruyucu bir kalkandır. Dünyada günahlardan, âhirette cehennem azabından koruyan bir kalkan… Ne mutlu oruç tutan Müslümanlara!

Aziz kardeşlerim! Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefse kulluğunu bildirir, onun mevhum Rububiyetini kırar. Şöyle ki:

Nefis Rabbi’ni tanımak istemiyor. Fir’avun gibi Rububiyet dâva ediyor. Ne kadar azap çektirilse o damar onda kalır. Fakat açlıkla nefsin o damarı kırılır.

İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin Fir’avun’luk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

Hadisin rivayetlerinde vardır ki:
Cenab-ı Hak nefse demiş: “Ben neyim, sen nesin?

Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!”

Azap vermiş, cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente!

Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlıkla azap vermiş, yâni aç bırakmış, yine sormuş: “Men ene ve mâ ente?

Nefis demiş: “Ente Rabbirrahîm ve ene abdüke’l-âciz!”

Yâni: “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir kulunum!

Bu hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki:
Orucun farz olmasının mühim bir sebebi ve hikmeti, nefsin terbiye ve ıslâh edilmesidir. Nefsini ıslâh etmeyen, başkasını ıslâh edemez! Geliniz işe nefsimizden başlayalım, vesselam…
Sorularlaİslamiyet.com

Bediüzzaman’ın Dindarları ve Dine Dost Olan Siyasîleri İkazı

Siyaseti dine hizmetkâr yapmak ve ehvenüşşer ve siyaset-i İslamiye gibi hususlarda dindarları ve dine dost olan siyasîleri ikaz mahiyetindeki mektuplardan bazı parçalardır.

Said Nursî’nin ve Nur Talebelerinin Siyasi Fikri

Nurcuların Nazarını, Siyasete ve Dünyaya Çevirmek Hatadır. Avamın, Siyasi Mes’elelere Merakla Meşgul Olmasındaki Zararlar

Bu mektuplarla, siyasetçiliğe teşvik edildiği veya siyasetten men eden mektuplar ile aşağıdaki mektuplar arasında tenakuz bulunduğu şeklinde düşünülmemelidir. Çünkü: bu gelecek mektuplarda esas gaye, dost siyasilere, siyaset sahasındaki doğruyu ve istikametili yolu gösterip, tehlikelerden muhafaza ve ikaz etmektir. Yoksa manevi ve imanî hizmetlerde çalışanların siyasî çalışmalara iştirak etmeleri veya girmeleri lazım geldiği manasında değildir. Çünkü bu mektuplarda muhatap, vazifedar siyâsîlerdir, manevi hizmetler erbabı değildir.

[Ehemmiyetli bir hakikat ve Demokratlarla Üniversite Nurcularının bir hasbihalidir.]

Şimdi milletin arzusuyla şeair-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çare-i yegânesi; İTTİHAD-I İSLÂM CEREYANINI kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil; belki muhtaçtırlar. Çünki KOMÜNİSTLİK, MASONLUK, ZINDIKLIK, DİNSİZLİK; doğrudan doğruya ANARŞİSTLİĞİ İNTAÇ EDİYOR. Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikata binaen Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikata istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.

Bir EZAN-I MUHAMMEDÎ’nin (A.S.M.) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuvvet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnetdar ettiler. Hem manen eski İttihad-ı Muhammedî‘den (A.S.M.) olan yüzbinler Nurcularla, eski zaman gibi farmason ve İttihadcıların mason kısmına karşı ittifakları gibi; şimdi de aynen İttihad-ı İslâm‘dan olan Nurcular büyük bir yekûn teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır. Fakat Demokrat’a karşı eski partinin müfrit ve mason veya komünist manasını taşıyan kısmı, iki müdhiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar. Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) efradının çoklarını astılar. Ve Ahrar denilen Demokratları, kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de: Şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları din aleyhine sevketmek veya kendileri gibi tahribata sevketmek istedikleri kat’iyyen tebeyyün ediyor. Hattâ ülemanın resmî bir kısmını kendilerine alıp, Demokratlara karşı sevketmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek; tâ Nurcular vasıtasıyla ülema, Demokrata iltica etmesinler. Çünki Nurcular hangi tarafa meyletseler ülema dahi taraftar olur. Çünki onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki, ona girsinler.

İşte madem hakikat budur, yirmibeş seneden beri ehl-i ilmi, ehl-i tarîkatı ezen, ya kendilerine dalkavukluğa mecbur eden eski partinin müfrit ve mason ve komünist kısmı, bu noktadan istifade edip Demokratları devirmemek için; Demokratlar mecburdurlar ki hem Nurcuları, hem ülemayı, hem milleti memnun ve minnetdar etmek, hem Amerika ve müttefiklerinin yardımlarını kaybetmemek için bütün kuvvetleriyle Ezan mes’elesi gibi ŞEAİR-İ İSLÂMİYEYİ İHYA için mümkün oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir.

Maatteessüf bazı müfrit ve mason ve komünistler, Demokrat aleyhinde olduğu halde kendini Demokrat gösteriyorlar ki; Demokratları tahribata sevketsin ve din aleyhinde göstersin, onları devirsin.

Nur Talebeleri ve Nurcu Üniversite gençliği namına
Sadık, Sungur, Ziya
(Emirdağ Lâhikası -2)

[Kardeşlerim! Sizce münasib ise Başvekil’e ve dindar meb’uslara verilmek üzere, ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattır.]

Mukaddeme: Kırk seneye yakın SİYASETİ TERKETTİĞİMDEN ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve SİYASİYE İLE MEŞGUL OLMADIĞIMDAN büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cem’iyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildiğinden üç noktayı beyan edeceğim:

Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir-iki senedir “irtica ile ittiham” kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyyen gördüm ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile; ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yapmakla; tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak irtica damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.
(Emirdağ Lâhikası -2)

Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat
Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır.

İttihad-ı İslâm Partisi:
Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeğe, belki siyaseti dine âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeğe mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.

Halk Partisi ise:
Hakikaten acib ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmisekiz senelik bütün cinayatıyla başkaların cinayatı ve İttihadcıların mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galib hükmündedirler. Çünki ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrudçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde; bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrudçuluk ile nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acib cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki bir cihette manen Demokratlara galib geliyorlar. Halbuki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte
ﺳَﻴِّﺪُ ﺍﻟْﻘَﻮْﻡِ ﺧَﺎﺩِﻣُﻬُﻢْ
yani: Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünki kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad mutlak keyfî olur.

Millet Partisi ise:

Eğer İttihad-ı İslâm’daki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezcolmuş bir millet olsa; o Demokrat’ın manasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Firenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pekçok zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakikî Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime:
ﻭَ ﻻ‌َ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ
dır. Yani, birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünki “Bir masumun hakkı, yüz câniye feda edilmez” diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes’ele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlub etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet namına telaş ediyorum.

(Haşiye:) Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve sû’-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî mes’elesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Nasıl Ezan-ı Muhammediye‘nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de AYASOFYA’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.

Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için, otuzbeş seneden beri terkettiğim siyasete bir-iki gün baktım…
Said Nursî

Ve bu hakikata yakînen şahid olup tasdik eden Risale-i Nur Talebeleri: Mehmed Çalışkan, Mustafa Acet, Hamza, Sadık, Halîm, Raşid, Ahmed Hüsrev, Sungur, Tahirî, Nuri vesaire…
(Emirdağ Lâhikası -2)

Sayın Adnan Menderes!

Otuzbeş seneden beri siyaseti terk eden Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri, şimdi Kur’an ve İslâmiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle Demokrat Parti’nin iktidarda kalmasını muhafazaya çalıştığına, biz Demokrat Parti mensubları ve Nur Talebeleri kat’î kanaatimiz gelmiştir.

Üstadımızdan, ne için Demokrat Parti’yi muhafazaya çalıştığını sorduk, cevaben:

“Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihadcıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı a’zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyyen iktidara getirmeyecek. Çünki Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dedi.

Milletçilere gelince:
Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Parti’ye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman Hürriyetin başında olduğu gibi bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakikî Türkler’i ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcud ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise dehşetli, tehlikeli olduğundan; Kur’an ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Parti’nin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum.” dedi.

Sayın Adnan Menderes,

Bütün gayesi vatan ve milletin selâmeti uğruna çalışan ve ders veren Üstadımız Bedîüzzaman gibi mübarek ve muhterem bir zâtın Demokrat Parti’ye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, iktidar partisi yapıyormuşçasına çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımızı Demokrat Parti’den soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatımız gelmiş.

Sizin gibi “Dinin îcablarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez” diyen bir başvekilden; vatan, millet, İslâmiyet adına partimize maddî ve manevî büyük yardımları dokunan bu mübarek Üstadımızın kitablarının ve kendisinin tamamen serbest bırakılarak bir daha rahatsız edilmemesinin teminini saygı ve hürmetlerimizle rica ediyoruz.
{(Haşiye): İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir.}

Demokratlar a’zâlarından Nur talebeleri:
Mustafa, Nuri, Nuri, Hamza, Süleyman, Hasan, Seyda, Receb, İbrahim, Faruk, Muzaffer, Tahir, Sadık, Mehmed
(Emirdağ Lâhikası -2)

Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar

Şimdi Kur’an, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var:

Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan yüzde otuz-kırk adama zarar verebilir.

İkincisi: Eskiden beri müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için; ifsad komitesi namında bir komite. Bu da yüzde on-yirmi adamı bozabilir.

Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hristiyanlara benzemek ve bir nevi Purutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler heyetidir. Bu cereyan yüzde belki binde birisini, Kur’an ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir.

Biz Kur’an hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’an hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki:

Demokratlar, evvelki iki müdhiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım garblılaşmak ve garblılara tam benzemek mesleğini takib edenler ise, üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar. Madem o cereyanın yüzde ancak birisini belki binden birisini Purutlar ve Hristiyan gibi yapmaya çevirebilirler. Çünki İngiliz ikiyüz sene zarfında tahakküm ettiği ikiyüz milyon İslâm’dan ikiyüz adamı Purutluğa çevirememiş ve çeviremez.

Hem hiçbir tarihte bir İslâm, Hristiyan olduğunu ve kanaatle başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olduğu işitilmediğinden, iktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de; madem o Demokrat Partisi, meslek itibariyle öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def’etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir faidesi dokunabilir.

Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muârız oldukları için; onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden ikaz edip “Aman çabuk hakikat-ı İslâmiyeye yapışınız” ihtar ediyoruz ki; vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur’aniyeye dayanmak ve bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile dörtyüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyet’le olabilir.

Biz bütün Nurcular ve Kur’an hizmetkârları, onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyet’e hizmette muvaffakıyetlerine dua ediyoruz, hem de rica ediyoruz ki: Bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda pek büyük faidesi ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u, müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler ve selâmeti bulsunlar.
Said Nursî
(Emirdağ Lâhikası -2)

… Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazan men’olduğum gibi- men’ edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, EHVEN-ÜŞ ŞERR deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünki dâhilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehven-üş şerr olarak bakınız. Daha A’ZAM-ÜŞ ŞERDEN kurtulmak için; onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun.
(Emirdağ -2)

… NUR TALEBELERİ SİYASETLE İŞTİGAL ETMEZ, SİYASETTEN KAÇIYORLAR. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar; tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. SİYASÎ BİR CEM’İYETLERİ ASLA MEVCUD DEĞİL.
(Emirdağ-2)

Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “DİNİN BİR HAKİKATİNİ BİN SİYASETE TERCİH EDERİM.” Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış.

Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:

Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin.” Bunun için Eski Said: “EÛZÜ BİLLAHİMİNEŞŞEYTANİ VESSİYASETİ” dedi. Ve OTUZBEŞ SENEDEN BERİ SİYASETİ TERK ETTİ.
Said-i Nursî
(Hutbe-i Şamiye – Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi/Üçüncü Kelime)

… Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! HAKİKAT-I İSLÂMİYE BÜTÜN SİYASÂTIN FEVKİNDEDİR. BÜTÜN SİYASETLER ONA HİZMETKÂR OLABİLİR. HİÇBİR SİYASETİN HADDİ DEĞİL Kİ, İSLÂMİYETİ KENDİNE ÂLET ETSİN.
(Hutbe-i Şamiye – Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi/Beşinci Kelime)

(Haşiye-1: Siyaseti Yeni Said bütün bütün terkettiği için bakmadığından, Eski Said’in siyasete temas eden HUTBE-İ ŞAMİYE dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı.

(Haşiye-2: Hem üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüzotuz parça kitabı ve mektubları, üç mahkeme (şimdi bin mahkeme) ve hükûmet memurları tarafından tam tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ i’damı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î isbat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur Şakirdleri ise, bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlasa bir delil saymaktayız.

Nur Şakirdleri

Nurcuların Nazarını, Siyasete ve Dünyaya Çevirmek Hatadır

… Şimdiye kadar çok tecrübelerle Risale-i Nur’un serbest intişarıyla BELALARIN REF’İ ve ona ilişmek ve susturulmakla belaların gelmesi sabit olmuş. Hattâ mahkemede isbat edilmiş. Anlaşılıyor ki; bu bahar fırtınasında iki haricî, iki dâhilî dört cereyan, herbiri bir maksada göre ve Nurcuların şevkine ve sa’ylerine ilişmek ve yüzlerini dünyaya ve SİYASETE ÇEVİRMEK İSTEMELERİNDEN KURAKLIK BAŞLADI, inşâallah yakında ref’ olur.
(Emirdağ Lâhikası -1)

Umum Nur Talebelerine Üstad Bedîüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir.

Aziz kardeşlerim!
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, VAZİFE-İ İLÂHİYEYE KARIŞMAMAKTIR. Bizler ASAYİŞİ MUHAFAZAYI netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Meselâ kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, bir çok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ: Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de i’dam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve VAZİFE-İ İLÂHİYEYE KARIŞMAMAK hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim.

Cercis (A.S.) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet meselâ: Seksenbir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müddeiumumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünki asıl mes’ele bu zamanın CİHAD-I MANEVÎSİDİR. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir.
ﻭَ ﻻ‌َ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ
düsturu ile ki: “Bir câni yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz.” İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, DÂHİLDEKİ ASAYİŞE BÜTÜN KUVVETİMİZLE YARDIM ETMEKTİR. Onun içindir ki, âlem-i İslâm’da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.

Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’andan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. BU ZAMANDA DÂHİL ve HARİÇTEKİ CİHAD-I MANEVİYEDEKİ FARK, PEK AZÎMDİR.
(Emirdağ Lâhikası -2)

Hem dâhildeki CİHAD-I MANEVÎ; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.

Meselâ: Bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azablarına mukabil, o bîçarelerin yüzde doksanbeşini tezyif ve itirazlara, zulümlere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki,
ﻭَ ﻻ‌َ ﺗَﺰِﺭُ ﻭَﺍﺯِﺭَﺓٌ ﻭِﺯْﺭَ ﺍُﺧْﺮَﻯ
âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya hakları yoktur.

Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamları ile; bizi, yetmiş kişiyi, mahkûm etmek için sû’-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mana vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde isbat edildiği gibi, en ziyade hücuma maruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müddeiumumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: “Bu müddeiumumînin kızıdır.” O masumun hatırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler; o Risale-i Nur’un, o mu’cize-i maneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılab etti.
(Emirdağ Lâhikası -2)

Risale-i Nur‘daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, BİZİ SİYASETTEN MEN’ETMİŞ. Çünki masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak veyahut mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte Kur’anın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle SİYASETTEN ve İDAREYE KARIŞMAKTAN KAÇINDIĞIMIZ hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik. Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zor ile, icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıddır, muhaliftir.
(Şualar – Onikinci Şua)

Rüştü Tafral Ağabey Vefat Etti

İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

Tahiri ve Zübeyir Ağabeylerle beraber bulunmuş Rüşdü Tafral Ağabey hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Allah rahmet eylesin.

imageCenaze namazı pazartesi (1 Haziran 2015) ikindi Namazını Müteakiben Eyüb Sultan camiinde kılınacak ve Eyüb Sultan mezarlığına defnedilecektir.

Ehli Tahkik Rüşdü Tafral Ağabey Kimdir?

Rüştü Tafralı Ağabey Rize doğumludur. Zübeyr, Tahiri gibi Nurun Saffı Evveli Varisi Mutlakı Ağabeylerin yıllarca hizmetin de bulunmuş iki ağabeyimizin vefatlarına kadar yanlarında hizmet etmiştir, Zübeyir Ağabeyimizin Sır Katibi lakabıyla da anılmaktadır.

Envar Neşriyat kurulurken Ahmed Aytimur Ağabeye destekleri olmuştur. Risale-i Nurun Neşrine Sadık kalmış ve intibahına  teşvik etmiştir. Hiçbir Şekilde ayrı baş çekmemiş ihtilaf çıkarmamıştır.

Sohbetlerde Risale-i Nurları konularına ve harflerine göre kısımlara ayırıp ilk kez ders şekline getiren Rüşdü Ağabeyimizdir.

Zeytinburnu İstanbul (merkezli) senelerce yurt içi yurt dışı hizmetlerde bulunmuştur. Ağabeyler ve Nurcular içinde ilk kez Gülene karşı sert bir duruş sergileyen Rüşdü Ağabeydir.

Hizmet Vakfı Osmanlıca Lügatin hazırlanışında Abdullah Yeğin Ağabeye katkısı olmuştur.

40 yakın derleme eseri ve İslam ansiklopedisi Ciltli bulunmaktadır. Bu eserleri İttihad Yayınları‘ndan temin edebilirsiniz.

Uzun zamandır rahatsızlıkları nedeniyle genellikle İstanbul’da Büyükçekmece’de medresede istirahat etmekte idi.

Rüştü Tafral Ağabeyimize Cenab-ı Allah yüzbin Rahmet eylesin. Amin.

www.NurNet.Org

Avamın, Siyasi Mes’elelere Merakla Meşgul Olmasındaki Zararlar

Siyâsî memurların vazifesi olan siyasî mes’eleleri, bilhassa neşir vasıtasıyla efkar-ı ammeye arzederek merakları tahrik ile halkın meşgul edilmesinin, esas vazifelere ve manevi hayata verdiği zararlar…

Sual: Bize verdiğiniz cevabda diyorsunuz: “Siyasî geniş daireleri MERAK İLE TAKİB eden, küçük daireler içindeki VAZİFELERİNDE ZARAR EDER.” Bunun izahını istiyoruz?

Elcevab Üstadımız diyor ki:
Evet bu zamanda MERAK İLE, RADYO vasıtasıyla, ciddî alâkadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevî bir divane olur, ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur. Evet ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir MERAK İLE, mütedeyyin iken âmî bir adam -beride ilme mensubiyeti varken- eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten Seyyidler Cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm. Böyle âmî bir adamın, alâkasız bir geniş daire-i siyaset hatırı için, böyle kâfir bir düşmanı mücahid bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acib bir misali değil midir?

Evet haricî siyaset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan SİYASETİN GENİŞ DAİRELERİNE ait mesaili; basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu VAZİFESİNİ GERİ BIRAKTIRMAKLA, onları MERAKLANDIRIP RUHLARINI SERSERİ, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.

Evet herbir adam vatanıyla, milletiyle, hükûmetiyle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanını ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tâbi’ etmek, belki aynını telakki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan, idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hâkeza çok dairelerde hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi belki yüz’dür. Bu ciddî ve lüzumlu bu kadar çok alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzumsuz ve ona göre malayani olan siyaset cereyanlarına feda etmek, divanelik değil de nedir?
(Kastamonu Lâhikası)

(Çok ehemmiyetlidir)

Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bugünlerde gayet sadık ve dikkatli bir kardeşimizin ihtiyatsızlığından küçük bir tokat yemesi münasebetiyle, hem bu dört ay müddetçe, binler adam kadar alâkadar olduğum halde; ahval-i âlemden, SİYASET ve HARPTEN KAT’İYYEN BİR HABER ALMAYIP ve istemeyip ve MERAK ETMEZ bir tarzda bulunmamdan, Feyzi ve Emin gibi has kardeşlerimin hayretleri ve istifsarları sebebiyle bir hakikattan, çok defa beyan ettiğim gibi yine bir parça ondan bahsetmek lüzum oldu. Şöyle ki:

Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve RİSALE-İ NUR’la onlara HİZMET ETMEK en birinci vazife ve MEDAR-I MERAK ve maksud-u bizzât olmak lâzım iken; şimdiki hal-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhâssa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhâssa medeniyetin sefahet ve dalaletine ceza olarak gelen gazab-ı İlahînin bir cilvesi olan harb-i umumînin tarafgirane, damarları ve a’sabları tehyic edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakaik-i imaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki; RİSALE-İ NUR DAİRESİ HARİCİNDE BULUNAN ÜLEMALAR, belki de veliler; o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların hükmüne tâbi’ olarak hemfikri olan münafıkları sever, kendine muhalif olan ehl-i hakikatı belki ehl-i velayeti TENKİD ve ADAVET EDER, hattâ HİSSİYAT-I DİNİYEYİ O CEREYANLARA TÂBİ’ yaparlar.

İşte bu asrın bu acib tehlikesine karşı, RİSALE-İ NUR’UN HİZMET ve MEŞGALESİ, şimdiki siyaseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki; bu harb-i umumîyi bu dört ayda MERAK ETMEDİM, sormadım.

Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken, zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla VAZİFE-İ KUDSİYELERİNE FÜTUR VERMEMEK ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir.

Cenab-ı Hak bize nur ve nuranî vazifeyi vermiş; onlara da, zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmağa tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envâr-ı imaniye kâfi ve vâfidir.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve bayramlarını tebrik ederiz.
El-Bâkî Hüv’el-Bâkî
Said Nursî
(Kastamonu Lâhikası)

Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Bir suale mecburî cevabın tetimmesidir.]

Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları VAZİFE, RÛY-İ ZEMİNDEKİ BÜTÜN MUAZZAM MESAİLDEN DAHA BÜYÜKTÜR. Onun için dünyevî MERAK-AVER MES’ELELERE bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. MEYVE’NİN DÖRDÜNCÜ MES’ELESİNİ çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.

Evet ehl-i dünyanın bütün muazzam mes’eleleri, fâni hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle; kader-i İlahî onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları; fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î isbat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikatı göstermişiz.

Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’an ile cidaldeyiz. Onların en büyük mes’elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes’elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes’elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî VAZİFEMİZİN ZARARINA onların küçük mes’elelerini MERAKLA TAKİB ediyoruz. Bu âyet
ﻻ‌َ ﻳَﻀُﺮُّﻛُﻢْ ﻣَﻦْ ﺿَﻞَّ ﺍِﺫَﺍ ﺍﻫْﺘَﺪَﻳْﺘُﻢْ
ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan
ﺍَﻟﺮَّﺍﺿِﻰ ﺑِﺎﻟﻀَّﺮَﺭِ ﻻ‌َ ﻳُﻨْﻈَﺮُ ﻟَﻪُ
Yani: “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve MERAKIMIZLA, VAKTİMİZİ KUDSÎ VAZİFEYE hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi’ etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; TOPUZ YOKTUR. Biz TECAVÜZ EDEMEYİZ. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.

Bu tetimmenin yazılmasının sebeblerinden birisi:
Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki SİYASETE KARŞI NE FİKİRDEDİR diye boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir-iki şey sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek cevab verdi. Kalben “yazık” dedim. Bu VAZİFE-İ NURİYEDE ZARARI OLACAK. Sonra şiddetle ikaz ettim. “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatını selbediyor. CENNET ADAMLAR İSTEDİĞİ GİBİ, CEHENNEM DE ADAM İSTER.
Emirdağ Lâhikası -1)

Meyve Risalesinden Dördüncü Mes’ele

Yine Gençlik Rehberi’nde izahı var. Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) {(*): Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.} hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve câmii bırakıp radyo dinlemeğe koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.

Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev’-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Birinci noktaya cevab ise: Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüd sarfedecek. İŞTE O DAVA ise, yüzbin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler va’d u ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.

Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim! Sizler, benim ile beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirdleri şahid göstererek derim ve isbat ederim ve isbat etmişim ki: O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o davanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’an-ı Hakîm’in mu’cize-i maneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nur’dur. Bu onsekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarane desiselerle hükûmetin bazı erkânlarını iğfal ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un çelik kal’asında yüzotuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter. Hem korkmayınız, RİSALE-İ NUR yasak olmaz; Hükûmet-i Cumhuriyenin meb’usları ve erkânlarının ellerinde mühim risaleleri iki-üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşâallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları, mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler.
(Şualar – Onbirinci Şua/Dördüncü Mes’ele)

Aziz, sıddık kardeşlerim!
Meyve’nin Dördüncü Mes’elesindeki bir hakikatın izahını Eski Said’in âfâka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hâdisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerif’teki kıymetdar vakitleri RADYONUN MALAYANİYATIYLA zayi’ etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki; o geniş ve karışık fırtınalı hakikatın kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nev’inde, Risale-i Nur şakirdlerinin meraklarını ta’dil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mes’ele çok geniş, vaktim de dar, hâlim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.

Meyve’nin o Dördüncü Mes’elesinde denilmiş ki: “DÜNYA SİYASETİNE KARIŞMADIĞIMIN SEBEBİ: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle MERAKLILARI KENDİYLE MEŞGUL eder; hakikî ve büyük VAZİFELERİNİ ONLARA UNUTTURUR veya noksan bıraktırır; hem her halde bir TARAFGİRLİK meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur” mealinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: MERAK YÜZÜNDEN ve âfâkî hâdisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan bîçareler! Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin farz ve lâzım VAZİFENİZ ZARARINA, o hâdise o geniş boğuşmalara sevkediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir derseniz ben de derim:

Kat’iyyen biliniz ki: İNSANIN çok mu’cizatlı hilkatine MERAK ETMEYİP, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi, aynen bu asırda nev’-i beşerin muvakkat ve fâni, tahribçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüzbin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız bir tek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev’-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mûcib-i merak ve ruhanî, manevî zevklere medar hâdiseler var. Bu hakikî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar MERAK ve ZEVK İLE BAĞLANMAK; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakikî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î. Ondaki zarar ve menfaati o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhit’ten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdes’in rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek, ne derece divanelik olduğu tarif edilmez!

Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit MERAKLARIN BÜYÜK ZARARLARI var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî VAZİFE-İ İNSANİYETİ ve ÂHİRETİ UNUTTURACAK olan en geniş daire ise, SİYASET DAİRESİDİR. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmağa çalışıyorlar, tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen MERAKI, ZEVKİ, ŞEVKİ, LÜZUMSUZ FÂNİ ŞEYLERDE TELEF OLMASIN.

Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i sâlihînden başka SİYASETÇİ, EKSERCE TAM MÜTTAKİ DİNDAR OLAMAZ. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar SİYASETÇİ olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebaî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise; ” Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye siyasete AŞK-I MERAK İLE DEĞİL; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak âdi şişelere ÂLET YAPAR.
(Emirdağ Lâhikası -1)