Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

AÇIK – SAÇIKLIK

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

AÇIK – SAÇIKLIK

Nisa taifesinin şeriata uygun örtünmesi Kur’anda kat’i emirdir. Açık-saçıklık ise haramdır ve ahirzaman fitnesinin temelidir.

1- Evet, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine inen bir şamar hadisesi!..

“Mesmuatıma göre: Merkez ve payitaht-ı hükûmette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!..”  L:196

2- Bacak gibi yerler, mahremlere de gösterilemez:

“İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamıyor. Çünki mahremlerin1 sîmaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî, şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık-saçık bırakmak, süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünki mahremin sîması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası2 olmadığından, hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!..3 ”  L:197

3- Açık-saçıklığı müdafaa eden garazkâr ehl-i vukufların garib iddiaları:

“Gençlik Rehberi adlı eserinin müsaderesine ve müellif-i muhtereminin mahkûmiyetine sebeb olmak için diyorlar:

Bediüzzaman tesettür taraftarıdır. Kadınların yarı çıplak, açık dolaşmalarına, İslâmiyet’e karşı muharebede şeytan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte; kadınların bugünkü içtimaî hayatta açık bacak ve yarım çıplak giyinmelerini günah saymakta,4

Bediüzzaman hâlihazır bu açık, yarım çıplak giyinişleri evlenmelere mani’ olup fuhşa teşvik edici mahiyetinde görmektedir. Ve yine Bediüzzaman’a göre, kadını güzelleştiren şey ve kadının hakikî ve daimî güzelliği içtimaî hayatta yer alan süslenmek, vücudlarını teşhir etmek olmayıp, terbiye-i İslâmiye dairesinde âdâb-ı Kur’aniye zînetidir.”diye yazmışlar.  Em:136

“22/Ocak/1952 muhakeme günü olmak itibariyle, Bediüzzaman Said Nursî, Ispartadan İstanbul’a gelerek mahkemede hazır bulunmuştu. Üstadın talebeleri genç üniversiteliler, mahkeme salonunu doldurmuşlardı. Koridorlarda büyük bir kalabalık göze çarpıyordu. Evvelâ iddianame ve ehl-i vukuf raporu okunmuş, Üstadın isticvabı yapılmıştı. Ehl-i vukuf raporunda: “Müellifin bu eserde din düşüncesini yaymaya çalışdığı; gençlere rehber olacak fikirler serdeylediği, müellifin tesettür tarafdarı olduğu; kadınların yarım çıplak ve açık bacakla dolaşmalarının İslamiyete aykırı ve kadının fıtratına zıt olduğunu beyan ettiği; kadını güzelleştiren şeyin, terbiye-i İslâmiye dairesinde âdâb-ı Kur’aniye zîneti olduğunu söylediği; dinî tedrisat tarafdarı olduğu; binaenaleyh devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak istediği…” uzun uzadıya izah edilmiştir.5 ”  T:647

4- Açık-saçıklığın getirdiği zararlar:

Birden ihtar edilen bir mes’ele-i mühimme

Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor. Evet nasılki tarihlerde, eski zamanlarda “Amazonlar” namında gayet silâhşör kadınlardan mürekkeb bir taife-i askeriye olarak hârika harbler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de: Bu zamanda zendeka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin plânıyla, Şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar.6 Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.7 Birkaç sene namahrem  hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar Cehennem’in odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakatı kaybettiği için, hilkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasib kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına bela bulur. Hattâ bu hâlin neticesi olarak o âhirzamanda, bazı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahibsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, hadîsin rivayetinden anlaşılıyor.”  G:24

“Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir.”  S:410

“Evet ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda sû’-i istimalât ile israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına za’f gelir.

Evet bu asırda açık-saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o sû’-i nazardan sû’-i istimalât, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeğe başlıyor. Herkes cüz’î, küllî o şekvadadır. İşte bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müdhiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’an’a bu sû’-i nazarla bazılarda sed çekilecek; o hadîsin tevilini gösterecek.” K:133

5- Açık-saçıklara bakmamak:

“Hem kırk sene evvel İstanbul’da Kâğıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, Köprüden tâ Kâğıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafında binler açık-saçık Rum ve Ermeni ve İstanbul’lu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum meb’us Molla Seyyid Taha ve meb’us Hacı İlyas ile beraber kayığa bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki Molla Taha ve Hacı İlyas beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassud ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip dediler: “Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın.” Dedim: “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akibeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.” E:264  

Burada nakledilen çok az parçalardan anlaşılıyor ki, gizli ifsad cereyanı kanunları da yok sayarak tecavüz ve halkı sinsice iğfal etmek istiyor. O halde samimi Nurcuların, bu zamanın sefahet ve bid’alarına karşı müteyakkız olup nefret etmeleri şarttır.

Muhteva:

1- Evet, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine inen bir şamar hadisesi !..

2- Bacak gibi yerler, mahremlere de gösterilemez.

3- Açık-saçıklığı müdafaa eden garazkâr ehl-i vukufların garib iddiaları.

4- Açık-saçıklığın getirdiği zararlar.

5- Açık-saçıklara bakmamak.

(Bakınız: Tesettürde Şer’i Ölçüler Derlemesi)

Selam ve Dua ile …

Rüştü TAFRALI

Kendileri ile evlenmek haram olan yakın akrabaların.

Yani, kardeşliği hatırlatan yüz yapısı gibi nefsi durduran farklılığı.

İşte bu tarz açık-saçıklığın, yani sosyete ve medeniyet denilen yaşayışın, insaniyet hissini tahrib edip meshe sebebiyet vermesi mümkündür.

Acaibdir ki, Allah’ın Kur’anda açıkça haram kıldığı bu açık-saçıklığı güya bilmiyorlarmış gibi aleyhte rapor yazılması, Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’ana bağlılığını isbat ediyor. Ve Bediüzzamana tam itimad etmenin lüzumunu bildiriyor.

Bu rapora göre din ve vicdan hürriyetleri yok sayılıyor.

Yani, nifak cereyanı çılgın bir sefaheti aşılayarak milli ahlakı bozan tecavüz muharebesi açtı…

Yani, imanı yok ediyor. Günahlar imanı nasıl yok eder?

“Günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”  L:8

“O Hâlık’ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” E:208

ACZ VE FAKR

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ACZ VE FAKR

Aczin en kısa tarifi şöyle ifade edilebilir: Elem ve acı sebebi olan maddi ve manevi varlıklar ve hadiselerden kendini korumada gücsüz kalmaktır. İnsan herşeyle alaka kurabilme câmiiyetinde yaradıldığından, herşeyden elem ve lezzet alabilme istidadındadır. Fakr ise, en küçük dünyevî bir ihtiyactan, ta ebedî cennet hayatına kadar uzanan ihtiyacları temin etmekte beşerin güçyetmezliğidir. Külliyatta çok tekraren nazara verilen bu acz ve fakr sıfatları, beşer aleminde çekilen ızdırabların iki ana sebebi iken marifetullaha vesile yapılınca saadet ve fazilet sebebi olur.

Evet “Dokuzuncusu: Acz ve za’fın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlahiye ve gına-yı Rabbaniyenin derecat-ı tecelliyatını anlamaktır. Nasılki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın enva’ı miktarınca, taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gına-yı İlahiyenin derecatını fehmetmelisin.” S:128

Evet, “Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za’f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za’fında, hadsiz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud’a bakar.” S:686

Evet, “İnsan kendi acz-i mutlakıyla, Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle, kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve za’fıyla onun kuvvetini anlamaktır. Ve hakeza.. noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsaf-ı kemaline mikyasvari âyine olmak. Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeğe mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemalât-ı İlahiyeye âyinedarlık eder.1 ” L:354

“Bilhassa insanın za’fı, fakrı, aczi nisbetinde Cenab-ı Hakk’ın kurbiyeti ve her bir şeyin Cenab-ı Hak’la münasebeti olmakla beraber, o da münasebetdardır. Ve gayr-ı mütenahî acz ve fakrı olan insan, gayr-ı mütenahî kudret ve gına ve azameti olan Cenab-ı Hak’la münasebeti ne kadar latiftir.” Ms:114

“Kur’an-ı Hakîm’in bir ilâcıyla o acz yarası, tevekkül gülüne ve teslim çiçeğine döner. Bütün ağırlıklarımı beni kaldıran tevekkül sefinesine koyup, aczin iz’acatından beni kurtarıyor. Emr-i kün feyekûn’e mâlik olan bir sultan-ı cihana, acz tezkeresiyle istinad eden bir insana, ne gibi birşey ağır olabilir? ” Ni:145

Bütün bu anlatılan acz, fakr gibi sıfatlar, yaradılışın asıl gayesi olan Allah’a intisab, istimdad, tevekkül gibi neticelerin vesileleridir. İnsan bu acz ve fakrın derin hikmetlerini anlayıp hissetmesi derecesinde elemlerden kurtulur. Şöyle ki:

“Bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nazeninini envâr-ı Kur’aniyenin intişarına sarf ve hasretmiştir. İşte bunun için, şimdi çektiği bütün zahmetler rahmet, yaptığı hizmetler hikmet olmuş. Celali yüzünden cemalini de gösterip, âlem, bir gülzar-ı kemal bulmuştur.

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azab,

Ol azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek, katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.” E:84

“Hayvanatın en âciz ve en zaîfi, yavrulardır. Halbuki rahmetin en şirin ve en güzel cilvesine mazhar, yine onlardır. Bir ağacın başındaki yuvada bir yavrunun aczi; annesini en muti’ bir nefer gibi -rahmetin cilvesi- istihdam ediyor. Etrafı gezer, rızkını getirir. Ne vakit o yavru kanatlarının kuvvetlenmesiyle aczini unutsa, vâlidesi ona “Sen git rızkını ara” der, daha onu dinlemez.

İşte bu sırr-ı rahmet, yavruların hakkında cereyan ettiği gibi, za’f u acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da câridir.2 ” L:235

 “Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergâhında acz ve za’fını, istimdad lisanıyla; fakr ve hacatını, tazarru’ ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster. Ve حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ de, yüksel.” S:328

İşte bu hakikatın tebliğ ve temsilciliği olan,

Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye ilticaza’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinadfakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfarnaksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.3 ” S:540

Bu ince hakikatı bizzat yaşayan ve bu asrın nübüvvet varisi olan,

Hz. Üstadın İkinci şahsiyeti: “Ubudiyet vaktinde dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mana-yı ubudiyetin esası olan: “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek” noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemalim.” M:320

“Şimdi ey nefis! Birkaç Sözde kat’î isbat etmişiz ki; asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, acizden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelal’in kemal, cemal, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.” S:359

Evet, insan acziyetini, beliyelerin istilâsında anlar. Şöyle ki:

“Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zaîf ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtane kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, za’fını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zaîf vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaa bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise…4 ” M:400

Dokuzuncu Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za’fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.

Hadîsin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene vema ente?” Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani: “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim.”” M:404

“İbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir.” L:10

“Musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalar ile o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyic eder. Mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve za’f ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir. Güya insan o ârızalar ile, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur. Sahife-i hayatında veyahut Levh-i Misalî’de mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlahiyeye bir ilânname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını îfa eder.5 ” L:13

(Rus esaretinde) “O karanlıklı uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me’yusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O halette iken Kur’an-ı Hakîm’den imdad geldi; dilim  حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedi, kalbim de ağlayarak dedi:

غَرِيبَمْ بِى كَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ َاْلاَمَانْ گُويَمْ عَفُوْ جُويَمْ مَدَدْ خَواهَمْ زِدَرْگَاهَتْ اِلهِى

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost! diye, dostları arıyordu. Her ne ise… O hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlahîde za’f u aczim o kadar büyük bir şefaatçı ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünki birkaç gün sonra, gayet hilaf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla Rusça bilmediğim halde firar ettim. Za’f u aczime binaen gelen inayet-i İlahiye ile hârika bir surette kurtuldum.” L:234

Acz ile Nur Kapısı Açılır

“Hem üstadlarımdan Mevlâna Celaleddin’in nefsine dediği gibi dedim:

گُفْتْ اَلَسْتُ و تُو گُفْتِى بَلَى شُكْرِ بَلَى چِيسْتْ كَشِيدَنْ بَلاَ ٭ اُو

سِرِّ بَلاَ چِيسْتْ كِه يَعْنِى مَنَمْ حَلْقَه زَنِ دَرْگَهِ فَقْر و فَنَا 6

O vakit nefsim dahi: “Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır.” M:25

İkincisi: Bu Ramazan-ı Şerif’te acz u za’fı ve fakr u ihtiyacı tam hissedip, Cenab-ı Hakk’a iltica etmek, bir surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı Şerif’te şimdi okuduğum münacatların okunmasına, bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zâten musibetler, dergâh-ı İlahîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münacat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahabelerdeki ibadetlerinin sırr-ı tefevvuku bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün manasıyla şuurlu bir surette söyledikleridir.” B:284

(Bakınız: Fakr Derlemesi)

 

selam ve dua ile..

Rüştü TAFRALI

 

30. Sözdeki ene bahsi bunun izahıdır.

Bu izahlardan anlaşılıyor ki, yaradılışın en büyük gayesi, Allah’a kalbi bir hissiyatla intisab ve teslimiyetle ona sığınmaktır. Acz ve fakr, kişiyi Allah’a teveccüh ettirir. Bu cihetle, büyük zatlar acz ve fakrı sevmişlerdir.

İşte bu hakikatın müşterek vazifedarları olan nübüvvetin irşadı unutulmamalı ve zaman zaman hatırlamalı.

Yani, insan acziyetini hissetmesi için bazı vesileler gerekiyor. Yoksa gaflet istila eder.

Fikrî, hissî, amelî bütün gafletli ve huzurlu hallerimizin canlı kamera filmleri, ebedi aleme gidiyor. Tecelli-i esma onlarda ebeden devam eder.

Yani: Bezm-i eleste, O (Allah) ben senin Rabbin değil miyim? dedi. Evet Rabbimizsin dedin. Evet demenin (yani Allah’ın terbiyesine girmenin) şükrü nedir? (yani gereği nedir) bilir misin? Bela çekmektir. (yani Rububiyetin terbiyesi bela çekmek iledir) Belanın sırrını bilir misin? Fakr-u fenadergahında (kendini yok görenlerin dairesinde) halkaya katılmaktır. (Yani hayatı ve dünyayı dünya cihetiyle terk edenlerin cemaatına katılmaktır.)

 

www.NurNet.org

Lakaytlık ve Gaflete Sebep Olan Şeyler!

Lakaytlık ve Gaflete Sebep Olan Şeyler!

Lakaytlık, bilerek ve sürekli ihmal etmek demek. Gaflet ise, daha çok anlık olarak ihmal etmek demek.

Gaflet artarsa şayet bu lakaytlığa inkılab etmektedir. Dikkatsizlik, düşünmeden hareket etmek veya şuur/farkındalık eksikliği gibi anlamlara gelir. Gaflet, bir şeyi ihmal etmektir. Gafletin artması bir çok farklı manalara gelen şeylere sebeptir.

İslami hizmetlerle meşgul olan ve bir ideali, davası, gaye-i hayali olan insanların gafletle hareket etmesi hem şahsi hem de toplumsal/içtimai hayatta çok feci şeyleri getirir. Bir şoför gafletle direksiyonda uyusa araçtaki herkes risk altına girer. Ama bir şahs-ı manevinin içinde bulunanlar o şahs-ı manevinin mümessili olur. Bu sebeple kendisi istese de istemese de üzerine bu misyon ve vizyon yüklenmiş olur. Bu sebeple her şeyinde azami derecede dikkatli olmalıdır.

“Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.”[1]

Bazı şartlar insana olumsuz olarak tesir edip yoldan çıkartabilir. Bunlara dair küliyattan tadad edelim.

Açlık ve derd-i maişet belasından ehl-i dalalet istifade edip, Risale-i Nur’un fakir şakirdlerinin aleyhine istimal etmek ihtimali var.”[2]

“Sakın, dikkat ediniz! İhtilaf-ı meşrebinizden ve zaîf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip, birbirinizi tenkid ettirmeye meydan vermeyiniz.”[3]

Derd-i maişet sersemliğiyle, ekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalalet istifade edip onları avlıyorlar. Risale-i Nur şakirdleri kanaat ve iktisad düsturlarıyla bu manevî hastalığa da mukabele ederler, inşâallah.”[4]

“Her tarafta bu derd-i maişet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalalet bundan istifade eder. Ehl-i diyanet de kendini mazur bilir, “Zarurettir, ne yapalım?” der.”[5]

Hırs ve tama’ ve lisan-ı hal ile istemek olmamalı. Yoksa ehl-i dalalet ki, hırs ve tama’ yolunda dinini feda etmiş. Onlar nazarında kıyas-ı binnefs cihetiyle, “Risale-i Nur’un bir kısım şakirdleri dahi, dinini dünyaya âlet ediyorlar” diye çirkin bir ittiham ile taarruzlarına meydan açar.”[6]

“Bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet ihtilaftan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur’an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var.”[7]

“Gizli düşmanlarımız olan ehl-i dalalet ve sefahet, ehemmiyetsiz bazı hâdiselerle Nur talebelerine telaş vermeğe ve habbeyi kubbe yapıp sarsıntı veriyorlar.”[8]

“Ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık perdesi ile saklayıp; âdi bir isim takıp, muvakkat kendilerini aldatıyorlar.”[9]

“Ehl-i dalalet ibtal-i his nev’inden gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez!”[10]

“Ey bedbaht ehl-i dalalet ve gaflet! “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir.”[11]

“Fırtınalı zamanın hissi ibtal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, ibtal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalalet manevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini takdir edemiyor.”[12]

“Evet şu elîm elemi ve dehşetli manevî azabı hissetmemek için, ehl-i dalalet ibtal-i his nev’inden gaflet sarhoşluğu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman yani kabre yakın olduğu vakit birden hisseder.”[13]

“Ehl-i dalalet ve sefahet yüzbin lezzeti ve zevki alsa da, yine o manevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez”[14]

“Ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.”[15]

Bütün bu sebepler ve daha fazlası insanlarda lakaytlık, yeis gibi manaları netice vermektedir.

Ehl-i dalaletin, Ehl-i diyaneti aldatma taktikleri nelerdir? şeklinde akla kapı açılırsa kısaca şunları sıralayabiliriz.

  • Hubbu-u cah
  • Korku
  • Tama’
  • Asabiyet-i Milleye
  • Enaniyeti okşama
  • Tembellik ve tenperverlik
  • Vazifedarlık
  • Bu da hizmettir deyip Nur talebelerinin nazarlarını dağıtmak
  • Üstada ve Nurlara muhabbeti kırmak
  • Nazarları esaslara değil, teferruatlara yönlendirme yaparak huzur ve huşuyu dağıtmak
  • Münazaa ve münakaşa ortamına çekmeleri,
  • Malayaniyatla meşgul etmeleri,
  • Enaniyetli hocalarla meşgul etmeleri – Rekabet ve tarafgirlik damarı ile ihlasın ve ittihadın kaybolması
  • Hodfuruşluk – ferdi hareket etmek
  • Şahsi kemalat ve manevi makam sevdası
  • Düstur ve esaslara riayet etmemek
  • İnsanları lakaytlığa alıştırmak
  • Gaflete sebep olacak şeylerle meşgul etmek
  • Yeisle insanların şevlerinin kırılması
  • Günahlara alıştırmak (Ekberul kebair)
  • Tükenmişlik sendromu
  • Himmetin kaybedilmesi
  • Sünnet-i seniyyenin unutturulması
  • Meylürrahat – konfor düşkünlüğü
  • İsraf, iktisadsızlık, kanaatsizlik, hırs
  • Siyasi meselelerle insanın dimağ ve hissiyatını tarumar etmek
  • Herkesin zayıf damarını tutup kullanmak
  • Gaye-i hayalin olmaması
  • Tiryakilik, âdet, gelenek göreneklerin dayatmaları ve aldatmaları
  • Medeniyet-i fantaziye
  • Ehl-i dalaletin safdil çoğunluğu elde etmesi
  • Damarları buluyor.

“Kimin hırs-ı intikamını, kimin hırs-ı câhını, kimin tama’ını, kimin humkunu, kimin dinsizliğini, hattâ en garibi, kimin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.” (Asar-ı Bediiyye-113)

Amma Kur’anın cadde-i nuraniyesi ise: Bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalalet ve helâket kapılarını kapatır.”[16]

Bir misyon ve vizyon sahibi olan herkese düşen şey:

“Evet talebe, profesör, meb’us, kim olursa olsun, mes’uliyet dairesi olanlar, muhitini tenvir ile mükelleftir. Bir vilayet, hattâ bir memleketin saadet ve selâmeti, tenvir ve irşadı ile mükellef olanlar, elbette çok daha ziyade müteyakkız davranmak mecburiyetindedirler.”[17]

“Demek ki şimdi en esaslı vazifemiz; bataklıktan kurtulmak isteyen ehl-i dinin, karanlıktan usanmış, gıdasız kalmış kalblerin yardımına koşmak, kendimizden başlayarak Nur’un dellâllığını yapmaktır.

Bilhâssa ve bilhâssa şurası çok ehemmiyetli ve pek mühimdir ki, en başta ve en evvel Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak ve o muazzam eser külliyatındaki Kur’an ve iman hakikatleriyle kendimizi teçhiz etmek ve bu esas ve şartlarla, o hârika eser külliyatını bir an evvel ikmal etmektir.

İşte bu nimet-i uzmaya nail olan her genç ve herkes; bire yüz, bin kuvvetinde, kendine, vatan ve milletine faideli olur.

Vatan, millet, gençlik ve Âlem-i İslâm çapında hizmet edebilecek bir vaziyete gelebilir. Bunun için, başta Hazret-i Üstadımız Bedîüzzaman ve onun hakikî ve ihlaslı talebeleri olmaya lâyık sizlerden dua istirham ediyoruz ki, Risale-i Nur’un mecmualarını bir an evvel temin edelim, arayalım, bulalım, dikkat, tefekkür ve ihlasla okuyalım. Kur’an ve iman hizmetine bu vaziyette koşalım.”[18]

“Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…”[19]

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Mektubat (361)
[2] Kastamonu Lahikası (235)
[3] Kastamonu Lahikası (236)
[4] Kastamonu Lahikası (154)
[5] Kastamonu Lahikası (201)
[6] Kastamonu Lahikası (223)
[7] Emirdağ Lahikası-1 (234)
[8] Emirdağ Lahikası-1 (262)
[9] Emirdağ Lahikası-2 (122)
[10] Sözler (633)
[11] Sözler (634)
[12] Hutbe-i Şamiye (15)
[13] Hanımlar Rehberi (69)
[14] Gençlik Rehberi (14)
[15] Kastamonu Lahikası (25)
[16] Sözler (635)
[17] Tarihçe-i Hayat (29)
[18] Tarihçe-i Hayat (623)
[19]Sözler (147)

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Bedizüzzaman’ın Hizmetkârı Olmanın İzzet ve Şerefi!

Üstad’ın Son Yolculuğunda Şoförlüğünü Yapmış Bir İnsanla Mahkemelik Olmak” Hz. Ebubekir neden Sıddıkiyet makamına yükselmiştir? Hz. Muhammed (asm) Efendimizin miraç hadisesi kendisine sorulduğunda hiç düşünmeden, “O (asm) söylüyorsa doğrudur” dediği için değil midir? Peki sahabeleri bizden üstün kılan hususiyetleri Efendimize hizmetkâr olmak şerefi değil midir?

İşte bu asırda da Peygamberimizin davasına sahip çıkmış ve “Kur’an yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem”, diyen Bedizüzzaman’a hizmetkâr olmak ta, saffı evvel ağabeyleri farklı kılan ve sıddıkiyet makamına benzeyen bir makam kazanmalarına sebebiyet veren bir hususiyettir. Üstadımız kendisine, “sözleri değiştirme ve tashih yetkisi” verdiği halde, “hayalen bile bir harfini değiştirmeyi büyük bir cinayet-i Azime görüyorum” diyen birinci talebesi Hulusi Yahyagil’de, Hz. Ebubekir gibi, sıddıkiyet makamına benzeyen bir duruş sergilemiştir.

İşte, hakiki bir Risale-i Nur talebesi olabilmek, bir insanı aziz eden böyle bir şereftir. Bugün hayatta olan “Son Kahraman Nur Talebesinin” de üstadına ait olan her şeye tesahüb ve tam bir sadakat hissiyle hareket ettiğini düşünüyorum. On üç yaşından beri üstadımızın yanında kalmak ve ona hizmetkâr olmak acaba nasıl bir şereftir? Nasıl bir duygudur.

En ceberut dönemdeki baskılara, sürgünlere, takiplere, hapislere, yokluklara rağmen üstadımızın hizmetkârlığını yapmak nasıl bir anlam ifade ediyor?

Üstadının suyunu getirmek, yemeğini hazırlamak, eşyasını taşımak, alışverişini yapmak, arabasının şoförlüğünü yapmak, üstadım binecek diye o aracın temizliğini yapmak, kapısını açmak ve o aracı üstadım rahatsız olmasın diye, o aracı gayet itinayla kullanmak acaba nasıl bir hassasiyettir? Peki, bu hizmetkârlık vazifesi ne kadar aziz bir şereftir? Dünyevi makamlardan, unvanlardan, servetlerden vazgeçmek ve hayatını kutsi bir davaya feda etmek nasıl bir histir? Bu fedakârlığı, “bizim gibi, hayatını kariyer planlaması ile yönetmeye çalışanlar”, asla anlayamaz kanaatindeyim.

Kıymetli bir hizmet yapamamakla birlikte, keşke bütün ömrümü ve Risale-i Nur ile yaptığım İslam hizmetini Aziz Üstadımızın hizmetkârının Urfa seferinde şoförlüğünü yaparak kazandığı sevaba feda edebilseydim. Kabul buyururlarsa da feda etmeye hazırım. Bu fedakârlık öyle bir şereftir ki, bugün de, “O şerefin izzetiyle, üstadına ait olan her şeye sahip çıkmayı”, netice vermektedir. Bu hizmetkârlık öyle büyük bir makamdır ki, “üstadının resmini istismar ederek, resmin altınaHAYIRyazma densizliğini” gösterenlere, haddini bildirme kararlılığı vermektedir. Bu hizmetkârlık öyle bir şereftir ki, “bütün terör örgütlerine meydan okuma cesareti” vererek “DAVAM” şuuruyla Risale-i Nur Talebelerinin izzetini muhafaza etmektedir.

Bu hizmetkârlık ve şoförlük öyle “izzetli bir şereftir” ki, üstadını zımnen ve alenen tahkir edenlere, siyasete ve menfaate alet edenlere karşı kahramanca karşı durmak cesaretini vermektedir. Üstadımızın yaşayan son hizmetkârını karşıdan bizim gibi tribünden izleyenlere de, “şöyle güven verici bir mesaj” vermektedir, “İşte Bediüzzaman’ın talebesi böyle olur, menfaate ve siyasete alet olmaz, Hak olanı yalnızca Hak için söyler, Allah’tan başka kimseden korkmaz.” Üstadımızın hizmetkârı olmak şerefi, Risale-i Nur Talebelerine, “Bir Nur Talebesinin Zor Zamanlarda Nasıl Olması Gerektiğini” göstermektedir.

Üstadımızın yaşayan son hizmetkârı ve talebesi bizlere, terör çığırtkanlarına karşı, siyaset simsarı ve bezirgânlarına karşı, “dik bir duruş sergilememiz gerektiği” dersini vermektedir. Üstadımızın hizmetkârı, Nurculuğun, “kendine imtiyazlı bir sınıf ve bir dokunulmazlık zırhı biçerek, miskin bir şekilde medresede oturmak” olmadığını göstermektedir. Üstadımızın yaşayan son hizmetkârı, “Nur Talebesiyim Diyen Ağır Abilere, Makam Sahibi Akademisyenlere, Minnetsiz Muallimlere Konuşma Cesareti Dersi” vermektedir.

Üstadımızın yaşayan son talebesi ve hizmetkârı, Nurculuğun her türlü makam ve menfaat çekişmeleri ve maddi rekabetten uzak olması gerektiğini hatırlatmaktadır. Allah hayırlı ömür versin, fakat ahir ömrüne gelmiş olan ve fedakârca Risale-i Nur ile İslam’a hizmet eden ve Nur talebelerinin ve Müslümanların izzetini muhafaza etmek için çalışan, koşturan bir hizmetkâr olmak ne güzel bir hizmetkârlıktır. Keşke biz de bu kahraman hizmetkârdan ders alabilsek te üstadımız ve bu hizmetkârı gibi aziz olabilsek.

Üstadımızın “hizmetkârı” sıfatını kullanan ve kendisine başka bir makam ve paye biçmeyen, kimseden servet ve imtiyaz istemeyen, “İkinci FETÖ’ler çıkmasın Müslümanlar kandırılmasın” diye çalışan Kahraman Bir Nur Talebesi’nin yerinde olabilmek için ömrümü ve maddi ve manevi servetimi feda etmeye hazırım. Risale-i Nur’a hizmet edeceğim diye, onun felsefesini yapanlar, O’nu siyasete ve maddi çıkarlarına alet edenler, titreyiniz! Üstadımızın hayatta kalan son Kahraman talebesi ve ondan hakikat ve kahramanlık dersini alan Nur Talebeleri, bu emellerinizi gerçekleştirmenize fırsat vermeyecektir.

Üstadımızın hizmetkârı ve yaşayan son talebesi, “Nurculuğun Nirengi Noktalarını” işaret etmektedir. Üstadın son talebesi ve hizmetkârı, “Nurculuğu Yeniden Üstadımızın Zamanındaki Yörüngesine Oturtmak” için çalışmaktadır. Üstadın son talebesi ve hizmetkârı, “Nurculuğu Fabrika Ayarlarına Döndürmek” için gayret etmektedir. O kahraman hizmetkârı takdir ve hürmet eden, Kur’an Hakikatlerini ve Sünnet ’in Nurlu Yolunu takip eden samimi Nur talebeleri her şeyi alenen görmektedir.

Risale-i Nur Talebeleri, TERÖR ÖRGÜTLERİYLE AYNI SAFTA YER ALMAYACAKTIR ve bu lekeyi üzerinde taşıyanlarla aynı fotoğraf karesinde görünmeyecektir. Bütün kalbimle inanıyorum ki, hainler istemese de, “Bütün Nur Talebeleri İttifak Halinde “EVET” Mührünü Basacaktır.” On beş yıldan beri, “farz-ı muhal”, başörtüsü serbest olmasaydı, Risale-i Nurlar Diyanet eliyle basılmasaydı, darbeler önlenmeseydi de Recep Tayyip Erdoğan, hiçbir şey yapmamış olsaydı ve yalnızca “Çamlıca camiini inşa etmiş olsaydı” bile “EVET” oyu vermemiz için yeterli bir sebep teşkil ederdi. Bu şartlarda yüz bin kuvvetimiz de olsa “EVET” diyeceğiz ve sandıkları “EVET” tercihimizle doldurup prangalarımızdan kurtulacağız ve Milletimize yeni bir ufuk bahşedip, Ayasofya’yı da açacağız inşa Allah. Nur Talebelerini ve bütün vatandaşlarımızı, “TERÖR ÖRGÜTLERİYLE AYNI TERCİHİ YAPMAMALARI” için uyaran, İslami hizmet düsturlarını hatırlatmak için çırpınan bir hizmetkâr olmak, ne güzel bir hizmetkârlıktır. Bediüzzaman’a hizmetkâr olan ve onun hususi duasına mazhar olan bir talebenin basiret ve feraseti ne kadar keskindir.

Üstadımızın son zamanlarında, 27 Mayıs darbe hazırlığının yapıldığı dehşetli günlerdeki son yolculuğunda, kahramanca şoförlüğünü yapan bir hizmetkârı hakkında, “Üstad’ın son yolculuğunda şoförlüğünü yapmış bir insanla mahkemelik olmak” ibaresini kullanma cüretini gösteren nadanlar, her halde şunu hiç düşünmüyorlar; “Ya üstadın talebesi mahkemeyi Kübra’da sizden davacı olursa ne yapacaksınız? Aziz üstadımızın, “Yaşayan Son Kahraman Talebesi ve Hizmetkârı” üstadının yanına alnı ak ve yüzü pak olarak gidecek inşa Allah. Ya siz? Titreyiniz, kendinize geliniz ve nedamet ediniz!

Dr. Nadir Çomak

Kaynak: NurdanHaberler

www.NurNet.Org

Yüküm ağır yolum uzun”

Yüküm ağır yolum uzun” diye bir ezgi dinliyordum. Dedim hakikaten yüküm ağır ve yolum uzun.

Evet, evet. Yükümüz gerçekten ağır, işimiz zor, mesuliyetimiz çok; mazeretimiz yok… Sorumluluğumuz hadsiz, bahanemiz yok… Hedefimiz Risale-i Nur vasıtasıyla Kur’an’a hizmet, ihmali kaldırmaz… Maksadımız din-i mübine hizmet, tembelliği, havaleciliği asla kabul etmez…

Tabi bu benim alemimde tezahür eden bir mana. Benim gibi düşünenleri alakadar edecektir bunlar, çünkü ahiret, iman, ahlak gibi mefhumların alemlerinde olmadığı kimseleri alakadar etmeyecektir.

Toplumda büyük bir açmaz var. Din var ama din yok gibi bir hal almış. Kimliklerinde İslami isimlerin olduğu fakat kimlikten pek öteye geçmemiş olan bir durum söz konusu İslamiyet. Buna karşı görmez, duymaz, konuşmaz şeklinde bir ahraz gibi durmak… Hamiyet sahipleri asla ve kat’a bir duramaz.

İçinde ümmet-i Muhammed’în (asv) imanının, istikametinin, hayatının bulunduğu manevi bir gemideyiz. Vazifemizse salimen, kazasız belasız olarak başta kendimizi sonra da toplumu ve çevremizi sahil-i selamete çıkarmakla vazifeli hademeleriz. Bu gemide yolcu değil, kimimiz kaptan, kimimiz tayfa, kimimiz de hizmetçiyiz.[1]

Gemideki yolcular uyur, istirahatine bakar. Fakat mesuliyet dairesinde olanlar rahat olamaz, alelade hareket de edemez. Çünkü o mesuliyet insanı durdurmaz. Manevi ihtiyacını karşılamakla da vazifeliyiz hem kendimizin hem de başkalarının. Ne kadar eksik noksan kusurlu olsak da…

Toplumdaki yangın karşısında küçük şeylerle meşgul olmak yerine esaslarla meşgul olup, iman hakikatlerinin toplumda yerleşmesi için taktikler bulup, değişen ve gelişen zamana ayak uydurmalıyız.

Allah korusun bir anlık gaflet, terk-i vazife olursa gemi su alır veya başına bir şeyler gelirse bunun neticesinde hesabı mesuliyeti de ağır olur.[2]

Mesuliyet dairesinde olanlar manevi mesuliyeti görseydi gözler belki bir lokomotif gibi arkasında mesuliyet vagonları görünebilirdi.

Bu hususta başta manevi davamızın temsilcisi olmalıyız. Yani misyon ve vizyonumuza göre hareket etmeliyiz.

Günahlar ve sefahatlerin neticesinde bir şekilde bir bataklığın içine düşmüş ve medeniyet bu bataklığa gelmiştir.[3]

Bu bataktan çıkmak için bir çare, bir arayış içinde olan, bir nur arayan, mütehayyir insanlara bir nur göstermek, onlara himmet edip yardım elimizi uzatmak gibi mükellefiyetimiz var.

Kötü alışkanlıkların ve insanın hayatını çürüten şeyler çocuklarımızı ve gençlerimizi abluka altına aldığı bir dönemdeyiz. Kuşak çatışması da hat safhada. Gençlerin duçar oldukları bu felaketlerden kurtulmaları için bütün gayretimizle seferber olmamız lazım. Peki yapıyor muyuz? Dertleniyor muyuz?

“Melaikelerin hürmetine mazhar”[4] olmak da sanırım dertlenmek, koşturmak, diğerkamlık ve değerkamlıkla mümkündür.

Biz de bu ulvi davaya sahip çıkacağız ve inşallah bizden sonraki nesillere devredeceğiz. Himmetimizi, şevkimizi, hizmetimizi, sancağımızı, kitabımızı inşallah.

İşte bu sebeplerle ezginin sözlerini aşağıya dercediyorum.

Yüküm ağır, yolum uzun
Meçhullerde kaybolurum

Beni bırakırsan bana
Tufanlarda boğulurum

Tut ellerimden, tut, ya Rab
Döndür yüzümü sana

Tut ellerimden, tut, ya Rab
Beni bırakma bana

Eyüp sabrım yok benim
Yusuf değilim kuyuda

Yine de umudum var
Rahim olan adında

Yürüyemem, yorulurum
Ateşlerde kavrulurum

Beni bırakırsan bana
Kül olurum, savrulurum

Tut ellerimden, tut, ya Rab
Döndür yüzümü sana

Tut ellerimden, tut, ya Rab
Beni bırakma bana

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Bkz: Lemalar (161, 399), Tarihçe-i Hayat (163)

[2][2] Bkz: Sözler (175)

[3] Bkz: Mektubat (48)

[4] Emirdağ Lahikası-1 (191)

Kaynak: RisaleHaber