Kategori arşivi: Hanımlar

Sadakati Arttıran Ve Azaltan Durumlar

Sevmek, değer vermek, paylaşmak ve karşısındakine güven telkin etmek insanlar arasındaki bağları kuvvetlendirerek, sıcak ve yakın ilişkiler kurulmasını sağlar. Sevgi azlığı, muhatabına önem vermemek, benmerkezci olmak, yalan söylemek ve herhangi bir paylaşım olmaksızın yaşamak sadakati zayıflatır. Vericilik, iyilik yapma isteği duymak gibi durumlar ise bu değerin yaşanmasını kolaylaştırır.

Korku, insandaki sadakati azaltırken; güven, bu duygunun çoğalmasına vesile olur. Esasında sevgi ve güven duygularını arttıran faktörler bağlanmayı da arttırır. Sadakatin var olduğu ortamlarda insan arkasından hançerleneceğini düşünmez.

Bir değer olarak sadakatin etkisini kaybetmesine sebep olan durumlardan birisi, kişinin kötülük göreceği endişesidir. Bu endişeyi taşıyan insanlar, sadakat duygusuna diğerlerinden daha çok önem verirler. Çünkü kendilerini güven sorgulaması içinde hissederler. Bu kimseler etraflarında kendilerine sadık insanların olmasına dikkat eder ve bu kimseleri ölesiye korurlar.

SADAKATTE KARŞILIKLILIK İLKESİ

Temel bir değer olarak bağlılık, tek taraflı ilerleyemez; tek taraflı bağlılığın da uzun süre devam etmesi düşünülemez. Çünkü bir müddet sonra “bağlanan” tarafta duygusal örselenme oluşur.

İçinde başkaları da olduğu halde şoförün, araç yalnızca kendisine aitmiş ya da tek başına seyahat ediyormuş gibi davrandığı bir otomobil düşünün. Böylesi bir durumda, arabada bulunan diğer yolcular yok sayıldıklarını düşünürler ve güven duyguları zayıflar. Canlarını böyle bir kişiye emanet etmiş olmaktan endişe duyarlar. Fakat sadakatin tam olduğu noktada insanlar büyük adım atma cesaretini göstererek, ciddi riskler alabilirler.

Sadakat duygusunun olduğu yerde sıcak bir atmosfer oluşacağından, böyle bir ortamda çocuklar daha sağlıklı yetişir ve şiddet azalır. Sadakatin hissedildiği yerde güven oluşur; güvenli bir ortamda ise sorunları çözmek kolaylaşır, pürüzler azalır. Sadakat, doğru ve yerinde kullanıldığında mutlu kılan en önemli değerlerden biridir.

SADAKAT SORUMLULUK GEREKTİRİR

Sadakatte insanın kendine sorması gereken en önemli sorulardan biri, karşısındaki insanın hangi özelliğine sadık olduğudur. Örneğin, kişinin yanlış bir davranışına sadakat neyi gerektirir?
Hatalı olarak nitelendirilecek bir davranışı göz ardı etmek suretiyle sadakat göstermek doğru değildir. Gerçek sadakat, sevdiğimiz kişinin zarar göreceğini hissederek, yanlış yaptığı konuda uyarmayı gerektirir. Çünkü ilkeli sadakat anlayışında sorumluluk esastır. İlkesiz sadakatte ise “Sorma, Düşünme, İtaat et” uyarılarının hâkim olduğu bir anlayış vardır.

Sorup düşünerek itaat etmek sadakati kalıcı hale getirir. Sadakati bir bağ olarak düşünürsek, en kuvvetli iplerin binlerce ince ipin bir araya gelmesiyle oluştuğunu söylemek doğru olacaktır.

İHANET VE SADAKAT

Genelde sadakate en çok zara veren unsur, açık görüşlü ve dürüst olmamaktır. İnsan, dürüst olunan durumlarda sadakat sorgulamasına ihtiyaç hissetmez. Her şeyin konuşulduğu, hiçbir şeyin gizli kalmadığı durumlarda davranış kötü bile olsa niyet sorgulaması yapılmaz.

Karşımızdaki insan hata yapsa bile onun özünde iyi olduğunu bilmemiz hatasını görmezden gelmemizi sağlayabilir. Çünkü insanları değerlendirirken elimizde iki veri mevcuttur. Bunlardan biri davranışlar, diğeri ise niyetlerdir. Niyet, özellikle sadakatte son derece mühimdir. Scientifıc American Dergisi’nin Kasım 2006 sayısında yayımlanan “ayna nöron” çalışması, yemek yiyen beyin dalgalarıyla, yemek yemeye niyetlenen beyin dalgalarının aynı şekilde çalıştığını göstermiştir. Bu çalışma yemek yeme esnasında beyinde oluşan sinir faaliyetinin, düşünce anında ortaya çıktığını kanıtlamıştır. Bu durum esasında, beyinde bir şeye niyet etmenin onu yapmakla aynı olduğunu gösterir. Sadakat konusunda da durum aynıdır.

Kişi sadık olmaya niyetlendiğinde beyne o duruma uygun program yüklendiğinden, o alanla ilgili kısımlar aktif olarak çalışmaya başlar. Halk arasında “Niyetlerinize dikkat edin, amelleriniz olur” sözü bu durumu adeta doğrular. Eğer insan karşısındakine sadakatini ispat ederse, yanlış yaptığı takdirde onun bu yanlışları müsamaha ile karşılanır. Ancak bunu sağlamak için kişinin karşı tarafa güven vermesi gerekir.

Evlilikte insanların birbirlerine verdikleri söz, aslında sadakat sözüdür. Kişi, beyne bağlılık programı yüklendikten sonra sadakatsizlik gibi bir seçeneği düşünmez. Böyle bir düşüncesi olduğu an, bu düşüncesi davranışlara yansır.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın “Güzel İnsan Modeli” Kitabından Alınmıştır.

“Dindar flört”

Dünyevîleşme, önce meşrûlaştırma ile başlayan bir süreçtir.

Kişinin temel dinamikleri, vicdanı insanı tutarken zamanla heva ve arzulara giydirilen kılıflar, meşrûlaştırma operasyonları yavaş yavaş vicdanları rahatlatmakta medenileşen (!) ve güya çağdaşlaşan dünyada normalleşmeler başlamakta ve dindar kesim de, bu sürece hemence ayak uydurmaktadır. Tahrip kolay olduğundan, nefis ve haz eksenli hayatlara insan kolayca uyum sağlamakta ve ehl-i dünya ile pek derin bir mesafe olan aralık kolayca kapanıvermektedir. Zira zındıkların bütün mesaisi bunun üzerinedir. 

İşte bu önemli tahribatın bir nev’îde dindar gençler arasındaki flört meselesidir. Geçenlerde üniversitenin bahçesinde yürürken kendi aralarında konuşan genç kızların konuşmalarına kulak kabarttım. Aralarında geçen konuşmalardan birisi çok dikkatimi çekti. Genç kız diğer arkadaşına şunu söylüyordu. “ …….falan kişi bana, ‘evlenme teklifimi kabul etmeyecektin de o halde kelâm notlarını bana neden verdin’ dedi”. Güler misin, ağlar mısın? (!)

İşte o zaman dindar gençlerin arasındaki bu flört meselelerini kaleme almak gerektiğini düşündüm.

Kavram olarak dindarlığın bizatihi kendisi meşrûlaştırmada kullanılmakta ve şeytan tarafından bu kavramların içerisinde haramlar yaşatılmak suretiyle, algılarda oynamalar ve tahribatlar gerçekleştirilmektedir. Bu da vizyon açısından çok tehlikeli ve kirletici durumlara sebep olmaktadır.

Flört meselesi genelde dindar olan gençler tarafından evlilik öncesi tanımaya dönük ara dönem olarak algılanırken, ehl-i dünya gençler açısından ise gönül eğlendirmek, vakit geçirmek olarak algılamaktadır.

Flört eden dindar kız ve erkekler genelde işlemekte oldukları haram olan bu beraberlikleri güya ilerideki yapacakları evliliğin ilk adımı olarak değerlendirmektedir. Birbirlerini tanıyarak uyumlu olup olmayacaklarını tesbit ederek yol yakınken dönmek gibi bir düşünce ile hareket etmektedirler. Lâkin harama atılan küçücük bir adım zaten yolun çok ilerlemesi anlamına geliyor, fakat farkında olamamaktadırlar.

Evet, şeytan insanları harama sevk ederken dindar olanlara yaklaşım biçimi sağdan olup fısıltı şeklinde vicdan seslerini bastırarak, iç frenlerini yıkmak suretiyle olmaktadır. Neticede çok iyi niyetle (!) başlayan bu beraberlikler maalesef hayalleri süsleyen evlilik gibi bir neticeyle de sonlanmıyor. Çünkü, flört aşaması zaten birbirlerini tanımak kılıfına gizlenmiş kusurları saklamak ve sun’î maskelerle dolaşmak anlamına geliyor. Birbirlerine kendilerini sevdirmek ve beğendirmek duygusunun tavan yaptığı bu dönemde bütün bütün kişiliğin kusurları gizlenir ve herkes iyi taraflarını ortaya çıkararak kendini karşısındakine beğendirmeye çalışır. İşte ta baştan yalanla ve kamuflajla başlayan bu süreç daha evlilik gerçekleşmeden veya gerçekleşse bile ilerleyen süreçte patlak verecektir.

Gençler olması gerekenle, olan arasındaki farkı ayırt edemediklerinden veya vicdanlarını nefislerin hevasıyla bastırmalarının kolay yolu bu şekilde inanmak olduğundan, dindarlık kavramına olan güvenleri ile pek çok yanlışa girebilmektedirler.

Kendilerini kandırdıkları en önemli nokta, belki de yanlışa açılan kapı işte bu şeytanî noktadır. Çok dindar dürüst ve güvenilir bir kişi diyerek “dindarlık” profilinde olması gerekenle, olanı, iltibas edip nefsin ve şeytanın kandırmasıyla karşısındakine hemen güvenivermektedirler. Özellikle de dindar kızlar bu konuda yanlışa adım atmakta daha müsaittirler.

Evet bir kişinin temiz, dürüst, dindar olması, dinin emir ve yasaklarının muhatabı olmaktan onu çıkarmıyor. Ya da şöyle düşünelim Allah’ın haram kıldığını işleyen, hatta bunu mubah gören kişi ne kadar dindardır. Bu nokta, üzerinde düşünülmesi ve bir mihenk olması gereken bir noktadır.

İşte bütün bunların neticesinde şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür. Dindar olsun olmasın pek çok genç kız ve erkeklerin birinci gündemi karşı cinsle olan münasebettir. Bu bir gerçektir. Bu yüzden bu dönem için “delikanlılık”, “ delilikten bir şube” his ve heveslerin galeyanda olduğu dönem” denir. İşte ebeveynler bu gerçeği gözden kaçırmadan onlarla muhatap olmaları gerekir. Aslında daha küçük yaştan itibaren onlara öğretilmesi gereken en önemli eğitim “özdenetim” adı altında hazlarını ötelemeyi bilmeyi öğretmektir.

Risale-i Nur’da, “akibeti görmeyen kör hissiyat” diye teşhis edilen bu hissi mağlûp edecek eğitimler vermek, gençlik dönemindeki bu tür haramlara girme noktasında en önemli fren görevi görecektir. Yoksa bu hisleri yok sayarak, görmemezlikten gelerek gençlerle muhatap olmak bütün yanlışı onlara yüklemek kolaycılık olacaktır.

Bu dönemdeki bir gencin en önemli freni, vicdanla beraber aklı takviye yani ilimle meşguliyet, kalbi tasfiye yani ibadetle meşguliyet ve ulvî gayelerle ve hedeflerle meşgul etmek, meşgul olmak suretiyle, hazlarını ertelemeyi, mağlûp etmeyi öğretecek bir disiplindir.

Bunun temeli de hiç şüphesiz daha çocukluk yıllarında atılacaktır. Zaten çocuk eğitimi denen şey çocuğa davranış öğretmekten ziyade duyarlılık ve irade kazandırmaktır. Birçok ebeveyn güya çocuklarını gözü dışarıda kalmasın diye onun bütün isteklerini yerine getirmenin doğru olacağını düşünürler. Oysa çocuk her istediğine hemen ulaşmaya alışırsa haz ötelemeyi beceremez. Hazza teslim olmak ise iradeyi zayıflaştırır. Her istediğine hemen ulaşan, bir bedel ödemeden kavuşan, beklemeyi, sabrı ve istemeyi bilmeden isteklerine ulaşan çocuklar yavaş yavaş bencilleşmeye sonra narsistleşmeye sonra da ahlâkî erdemlerini yitirmeye başlayacaktır.

Hasılı; bu tür çok güçlü olan hisler elbette yok sayılarak yok olmayacaktır. Risale-i Nur’un öğrettiği bir metot olan haramların ve günahların içindeki acil elemi ve iman ve güzel işlerin içindeki acil lezzeti ispat etmek suretiyle bu beşinci hisler inşallah mağlûp edilebilecektir.

Konuya inşallah haftaya devam edeceğiz.

Yasemin YAŞAR

“Mutluluk “

Mutluluk Nerede?

 

Herkesin en büyük özlemi olan mutluluk acaba nerededir? Herkesin kendince bir anlam yüklediği ve hayallerini süslediği mutluluk neden birçoğu için sadece bir özlem olmaktan öte gidememektedir? Hiç şüphesiz değerli olan bir şeyin elde edilmesi zordur. İnsanlar, değerli bile olsa kolay kazandıkları şeylerin kıymetini bilemezler. Buna göre insanların çoğu, herkese kısmet olan bazı geçici mutlulukların farkında değildirler ve kalıcı mutluluğun ise adresi ya bilinememekte ya da yanlış yerlerde aranmaktadır.

Mutluluk, şu üç şeyin elde edilmesine bağlıdır: Kanaatkârlık, özgürlük ve güvenlik. Kanaatsizliğin zıddı olan ihtiras, insanın içini bir kurt gibi kemirir ve mutluluk için gerekli olan gönül genişliğini yok eder. Özgürlüğün zıddı olan esaret, mutluluğu keşfedecek olan aklı ve onu yaşayacak olan benliği tahrip eder. Güvenliğin zıddı olan korku, kaygı ve tehlikeler ise mutluluğun giriş kapısı olan aklı ve gerçekleşme alanı olan gönlü felç eder ve mutluluk duygusunun hissedilmesini imkânsız hale getirir.

 

Hayatta ihtiyaçların sınırı yoktur. Mutluluğu, çok mala sahip olmada arayanlar, akıl almaz bir yarışın içine girmektedirler. Arapça menşeli bir kelime olan fakir, ihtiyacı olan kimse anlamına gelir. Zengine ise ğani denilir. Buna göre bir milyon

TL’si olduğu halde bir milyon YTL’ye daha ihtiyacı olan kimse, bin TL ile yetinen kimseden daha fakirdir. Çünkü ilkinin hissettiği ihtiyaç daha fazladır ve kanaatkârlığın en büyük hazine ve mutluluk vesilesi olduğunun farkında değildir. Mutlu olmasını becerenler, malı mutluluk ortamına malzeme yaparlar, maldan mutluluk kotarmaya çalışanlar ise malın stres yapan ağırlığı sebebiyle o mala sahip olmanın vereceği geçici hazzı bile hissedemezler.

 

Bir zamanlar adamın biri birden bire gözlerini kaybeder. Hiçbir doktor onun gözlerine çare bulamaz. Erenlerden biri, “Hiç derdi olmayan birinin gömleğini gözüne sürersen gözlerin açılır.” şeklinde bir tavsiyede bulunur. Adam dertsiz birini aramaya başlar. Bir yerde hiçbir derdinin olmadığını söyleyen bir çobanın varlığından bahsedilir. Adam çobanı bulur ve bir derdi olup olmadığı sorar: Çoban, “Allah’a hamdolsun hiçbir derdim yok” deyince âmâ adam, “O halde şu gömleğini çıkar da gözlerime süreyim.” der. Çoban, “İyi de benim gömleğim yok ki” diye karşılık verir. Çoban üzerine giyecek bir gömlek bulamayacak kadar yoksuldur ama onun bu yoksulluğu huzur yoksunluğuna sebep değildir. Buna göre mutluluğun ilk şartı eldeki ile yetinmek, kanaatkâr olmak ve ardı arkası kesilmeyen ihtiraslardan sıyrılmaktır.

 

Özgürlük; insanın kendisi hakkında istediği kararı verebilmesi, iradesini istediği gibi kullanabilmesi ve faaliyetlerinde herhangi bir engelle karşılaşmaması şeklinde tarif edilebilir. Özgür insan, kişisel yeteneklerini geliştirebilir ve kendisini saygın bir birey olarak gerçekleştirebilir. Aklı ve fikri özgür bir insandan sağlıklı ve isabetli düşünceler ortaya çıkar. Ayrıca mutluluğun felsefesi, mutluluğa talip olanın dünya görüşünde merkezi bir yere sahip olmalıdır. Mutluluğun felsefesini şöyle özetleyebiliriz: “Hep güzel ve doğru olanın özlemini taşımak, gerekeni yapmak, işini sevmek, paylaşmasını bilmek ve özverili olmak.”

 

İnsanın aradığını bulabilmesi için öncelikle neyi, niçin istediğini bilmesi gerekir. Bu aranan mutluluk olunca aklın, önce mutluluğu doğru tanımlaması, kendi mahallinde araması, keşfetmesi ve onun gerçeğine talip olması gerekecektir. Birçok insana göre mutluluk Kafdağı’nın arkasındadır ve ona ulaşmak hayaldir. Mevlâna’nın şu hikâyesi, mutluluğun adresine işaret ediyor:

 

Bir zamanlar Bağdat’ta yaşayan biri bir rüya görür. Rüyasında kendisine Mısır’ın Kahire şehrinden bir adres verilir ve bu adresteki evin temelinde büyük bir hazinenin olduğu söylenir. Adam rüyaya aldırmaz ama aynı rüyayı iki kez daha görünce bunun bir işaret olabileceğini düşünerek yola koyulur. Kahire’de adresi bulur. Ne var ki adreste oturan vardır, burada altın olsa bile ev sahibi bunu sahiplenecektir. Bağdatlı birkaç gün Kahire’de bekledikten sonra boş dönmektense durumu haber vermesi halinde en azından ödül olarak bir miktar altının kendisine verilebileceğini düşünerek adreste oturan kişiye bu konuyu açmaya karar verir. Ev sahibi ile konuşur. Ev sahibi ise “Senin aklına şaşarım, bir rüyaya itibar edip ta Bağdat’tan kalkıp gelmişsin.” der ve ekler: “Ben de bir zamanlar Bağdat’ta şöyle bir adreste altın olduğunu hem de üç kez gördüm ama bir rüyaya itibar ederek ta Bağdat’a gitmeyi düşünmedim.” Mısırlının Bağdat’ta tarif ettiği adres, Bağdatlının kendi adresidir. Adam kendi evinin temelinde bir hazine olmadığından emindir fakat rüyaların benzeşmesi bir anda zihninde şimşeklerin çakmasına yol açar ve şöyle düşünür:

 

İnsanın rüyasında gördüğü ev kendi gönlüdür. Evet bu rüya ilâhî bir işarettir ama gördüğüm hazine içinde altınların değil mutluluğun bulunduğu bir hazinedir. Simyacı romanında da benzer bir olay hikâye edilmektedir ve muhtemelen Simyacı yazarı da Mevlâna’ya ait bu hikâyeden esinlenmiş olmalıdır.

 

Güvenlik; insanın can, mal, namus ve şerefinin güvende olması ve her türlü tehlikeden korunmasıdır. Güvenin olmadığı yerde korku ve endişe vardır. Yarınından emin olamayanlar ve kaos ortamında serseri bir kurşunun hedefi olabileceğini düşünenler nasıl mutlu olabilirler? Müslüman, elinden ve dilinden herkesin güvende olduğu kimse ise, Müslüman olmak, hem mümin hem de başkaları için bir mutluluk ve güven vesilesi olması icap eder.

 

Mutluluğun en yoğun yaşandığı yer olan ailede, her bireyin titizlikle üzerinde durması gereken nokta, güven ve sadakattir. Ayrıca şu üç şeyin insicamı ve birlikteliğiyle, isteyen ve becerebilen herkes mutlu olabilir:

 

  • İnanca uygun bir yaşam tarzı,

 

  • Kabiliyete uygun bir meslek,

 

  • Gönüle uygun bir eş.

 

W.Ellery Channing, mutlu bir hayat için şunları öngörür:

  • Ufak şeylerden zevk alın,

 

  • Lüksü değil zarafeti gözetin,

 

  • Zenginlikten ziyade muhtaç olmamayı hedefleyen biri olun.

 

  • Saygı istemek yerine değerli olun.

 

  • Sessizce düşünüp dürüstçe konuşun.

 

  • Yıldızları, kuşları, bebekleri ve bilgeleri sessizce dinleyin.

 

İnsanların en önemli yanılgıları, mutluluğu olağanüstü olaylarda ve kimsede olmayan eşsiz değerlerde aramalarıdır. Oysa yolunda giden rutin işlerin her biri, kadir kıymet bilen birisi için birer mutluluk vesilesidir. Bir çocuğun, babacığım ya da anneciğim demesi, bir insanın ailesi ile birlikte yemek yemesi, bir esnafın akşam dükkânını az ya da çok kârla kapatması, bir işçi ya da memurun ay sonu maaşını alması belki sıradan bir olaydır ama mutluluklar da bu sıradan olayların ahenkli gelişiminden ve birikiminden doğar. Öte yandan yolunda gitmeyen bazı gelişmeler, zamanında önlem alınamaması halinde içinden çıkılmaz bir hal alabilir ve bütün neşemizi alt üst edebilir.

 

Mutluluk, kalbin bütün gam, keder, tasa ve kaygıdan kendini arındırması hali değildir. Faal bir akıl ve duyarlı bir kalp, çevresinde meydana gelen olumsuz gelişmelere bigane kalamaz. Duyarlı bir insan, çevresinde yaşanan acı ve ıstırapları yüreğinin ta derinliğinde hisseder. Bununla birlikte cari sıkıntıların üstesinden gelme yönünde sarf ettiği çaba ve elde ettiği olumlu neticeleri görerek de mutluluğa erer. Örneğin, bir yetimin gözyaşı bize hüzün verir ve yüreğimizi burkar ama bu arada elimizi şefkatle yetimin başına koyduğumuzda ve sıkıntısını bir süreliğine de olsa giderdiğimizde yetimin yüzünde oluşan gülümsemeyi görmek, herhalde mutluluğun en güzel örneklerinden biri olsa gerek.

 

Eğer mutluluk para ile satılan bir eşya olsaydı, zenginler ondan istedikleri kadar satın alırlar ve gönüllerince tüketirlerdi. Fakirler ise dünyanın en mutsuz insanları olurlardı. Oysa mutluluk, kıvrak bir zekâ ile keşfedilir, gönüllerde üretimini yapılarak çoğaltılır ve dostlarla paylaşılarak kalıcı ve bereketli hale getirilir. Mutluluk, tüketilen bir meta değil, üretilen insanî bir değerdir. Bu sebeple hiç kimse mutluluğu dışarıda aramamalı, başkasından beklememeli, onu kendi içinde üretmenin yollarını aramalıdır. Mutluluğun dilencisi olanlar, problemin kaynağı haline gelirler. Hiç şüphesiz mutluluk arayışında aklını ve gönlünü kullananlar, rüyasında hazine gören ve rüyasında gördüğü hazine ile zenginlik hayali kuran Bağdatlı’dan daha şanslı durumdadır.

hatice başkan

“AİLE HUZURU EŞLERİN KARŞILIKLI VAZİFELERİ “

“AİLE HUZURU EŞLERİN KARŞILIKLI VAZİFELERİ “

Sonsuz hamd-ü senalar; kusur ve noksana delalet eden her çeşit sıfattan münezzeh, kemale delalet eden her nevi vasıfla muttasıf olan Rabbu’l-âlemîn’e, salât ve selamların en seçkini ise; âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz’in üzerine olsun!

 

İnsan ilişkilerinde güvenin temelini, kişilerin birbirlerine karşı sundukları dürüst davranışlar oluşturur. Karşılıklı gösterilebilecek dürüst davranışlar ise, güven duygusunda yatar.

 

Birbirine güvenen ve ortak yaşamın bilincinde olan eşlerin oluşturduğu bir ailenin temelleri sağlam atılmış demektir. Böyle bir ailede de fertler, üzerlerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirdikleri takdirde ailenin devamının sağlanması da zor olmayacaktır.

 

Makalemizin ilk bölümünde ailenin devam ve huzurunu sağlamak adına kocanın üzerine düşen vazifeler üzerinde durmuştuk. Makalemizin bu bölümünde ise kadın üzerine gereken vazife ve edepleri zikretmeye çalışacağız.

 

KADINA DÜŞEN VAZİFE VE EDEBLER

 

  • Kadın kocasına karşı itaatkâr olmalıdır.İslâm’a göre kadın ve erkek birbirlerinin yardımcıları ve dert ortaklarıdır. Ailenin haricî işlerini yüklenen, evin geçimini temin eden ve her türlü ihtiyacı gidermeye çalışan erkek olduğu için kadın kocasına karşı davranışlarında son derece dikkatli olmalıdır.

 

Hâkim’in rivayet ettiğine göre, Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.)’e; “Kadının üzerinde en çok hakkı bulunan kimdir?” dedim. Rasûlullah (s.a.v.); “Kocasıdır.” buyurdu. “Kişinin üzerinde en çok hakkı bulunan kimdir?” diye sordum. “Annesidir.” buyurdular.

 

Rasûlullah (s.a.v.) bu hakkı vurgulayarak; “Bir kimsenin başka bir kimseye secde etmesini emretseydim, kadının kocasına, ona olan büyük hakkından dolayı secde etmesini emrederdim.” buyurmuştur.(Ebû Dâvûd)

 

Cenâb-ı Hakk, sâliha kadınları vasfederken şöyle buyurmuştur: “…İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da gaybı (korunması gerekli olanı) korurlar…”(en-Nisâ, 4/34)

 

Yine Allah Rasûlü (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kadınların en hayırlısı baktığın zaman seni sevindiren, emrettiğin zaman sana itaat eden, ondan uzak olduğun zaman kendi nefsini ve senin malını koruyandır.”(Müslim, c. IV, s.1958)

 

  • Kadın kocasına hizmet etmelidir.Karı-koca arasındaki alakanın esası, hak ve görevlerde aralarında eşitliğin bulunmasıdır. Bunun delili Allâh Teâlâ’nın şu âyetidir: “…Kadınların, (eşlerine karşı) yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır…”(el-Bakara, 2/228)

 

Karı-koca arasındaki teamül ve aralarındaki hayatın düzeni için İslâm’ın koyduğu esas tabiidir, fıtrîdir. Erkek evin dışında çalışıp kazanmaya, gayret göstermeye daha güçlüdür. Kadın da ev işlerini düzenlemeye, çocukları terbiye etmeye, evde rahat yaşayabilme sebeplerini kolaylaştırmaya, evde huzuru sağlamaya daha güçlüdür. Bunun için erkek kendisine münasip olan şeyle, kadın da tabiatına uygun görevlerle mükellef kılınmıştır.

 

Çeşitli işlerle yorulan ve bitkin olan erkek, eve döndüğü zaman karısının kendisini güler yüz ve tatlı dille karşılamasını ve ruhen kendisine destek olmasını ister. Bu sebeple düşünceli bir kadın, kocasını daha kapıda güler yüzle karşılar ve onun gönlünü alarak ruhunu dinlendirmeye çalışır.

 

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Hangi kadın, kocası kendisinden razı olarak ölürse, o kadın Cennet’e girer.”(Tirmizî)

 

Kadın, kocasının üzgün, kederli ve hasta zamanlarında onun bu hâllerini büyük alaka ve anlayışla karşılamalı ve onun gönlünü almak için elinden geleni yapmalıdır. Özellikle hastalandığında gerekli hizmetini görmeli ve asla kalbini kırmamalıdır. Zira zaman değişir ve kendisi de hasta düşebilir. Kadın bütün bu hizmetleri yaparken bunu kendine yük telakki etmemeli ve hizmetini Allah rızası için yapmalıdır. Ancak bu bilinçle yaptığı hizmetinin karşılığını alabileceğini unutmamalıdır.

 

  • Kadın kocasını beğenmezlik etmemeli ve kocasını tenkit etmemelidir.Kadın, hiçbir zaman güzelliği ile kocasına karşı övünemeyeceği gibi kocasını, yaratılıştan veya sonradan arız olan bir noksanlığından dolayı da azarlayamaz ve bu noksanlığı başına kakamaz. Çünkü onun şeklini beğenmemek onu beğenmemek değil, onu Yaratan’ı beğenmemektir. Zira onun kendi yaratılışında herhangi bir etkisi ve müdahalesi olamaz. Kadın, kocasının bu yönlerini yüzüne vurursa veya onun herhangi bir beceriksizliğini açığa vurursa bu, erkeğin kalbini kırar ve kalbinde karısına karşı bir nefret hissi uyanır. Bu his de zamanla gelişerek ailede huzursuzluğa sebep olur. Bundan dolayı kadın çıkabilecek huzursuzluğun kaynağını çok iyi bilmeli ve her zaman için sabırlı olmaya gayret göstermelidir. Cenâb-ı Hakk’ın takdirine rıza gösterip kocasına karşı sabırlı ve edepli olmalı, itaat ve sevgisinde kusur etmemelidir.

 

Aynı zamanda kadın, kocasını küçük düşürecek hareket ve davranışlardan da kaçınmalıdır. Kadın kocasına karşı dışarıda olsun, evinde olsun daima iyi muamele etmeli, terbiye ve nezaketini bozmamalıdır. Arkadaşlarının veya akrabalarının yanın veya ev içinde kadının kocasını tenkit etmesi kocasını son derece üzer.

Kadın hiçbir zaman şayet varsa malının çokluğuyla övünmemeli, kocasını küçük düşürmekten daima sakınmalıdır. Zira Hz. Hatice Annemiz, Rasûlullah (s.a.v.) ile evlenince bütün malını mülkünü, hatta canını ona teslim etmiş ve bunu yaparken Allah’ın rızasını umduğundan hem dünyada, hem de âhirette saadet ve selamete ermiştir.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Allah bana Hatice’den daha hayırlı bir zevce vermemiştir. Bütün insanlar bana inanmazken o bana inandı. Herkes beni yalanlarken o doğruladı. İnsanların benden kaçtıkları bir zamanda o bana malıyla destek oldu. Allah bana başka kadınlardan değil ondan çocuk ihsan etti.”(Müsned, Ahmed b. Hanbel)

 

Müslüman kadın, Hz. Hatice’nin ahlâkını kendine örnek almalı ve kocasına karşı olan hareket ve davranışlarını ona göre ayarlamalıdır.

  • Kadın israftan sakınmalıdır.Kadının kanaatkâr olmayı bilmesi, aile saadeti açısından oldukça önemlidir. Kocasının kazandığı malları saçıp savurmamalı ve gereksiz harcamalardan kaçınmalıdır. Kadın kocasının güç yetiremeyeceği harcamalar yaptığı takdirde israf yolunu tercih etmiş olur. Kocasının malını israf etmesi ise, kendisinin ve çocuklarının malını israf etmesi demektir.

 

Âişe (r.anhâ)’dan rivayetle Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Bereket yönünden kadınların en hayırlısı, geçimi (idaresi) en kolay olanıdır.”(Ahmet b. Hanbel, El-Hâkim, Beyhâkî)

 

Eğer kadının kocası aşırı derecede cimri olursa ve çoluk çocuğunu geçindirecek nafakayı vermezse kadın gizlice kendine ve çocuklarına yetecek kadar miktarı kocasının malından alabilir. Ebû Süfyân’ın karısı Hind, Rasûlullâh (s.a.v.)’e gelerek; “Yâ Rasûlallah! Ebû Süfyân çok cimri bir kimsedir. Bana ve çocuklarıma yetecek derecede nafaka vermiyor. Onun malından gizlice almamda mahzur var mıdır?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) de; “Örfe göre sana ve çocuklarına yetecek kadarını al.” buyurdu.(Buhârî, Buyû’ 95)

 

Ayrıca kocanın karısından, nafakasından fazla kalan yemekleri israf etmeden fakirlere vermesini istemesi güzel bir harekettir. Kadına gereken, böyle hususlarda kocasının açıkça izni yoksa evinden dışarıya herhangi bir şey vermemesidir.

 

Kadın, kocasının büyük zahmetlerle eve getirdiği nimetleri onsuz yememeye özen göstermelidir. Kocasının çektiği zahmet ve sıkıntıları düşünerek ona saygıda kusur etmemeye gayret göstermelidir. Bu, eşler arasında sevgi ve muhabbetin gereği olarak yapılmalıdır. Süfyân-ı Sevrî (r.aleyh); “Toplu halde yiyen bir ev halkı üzerine meleklerin ve Allah’ın salavât getirdikleri bize ulaşmıştır.” demiştir.

 

  • Kadın kocasının hoşlanmadığı kimseyi eve sokmamalıdır.Kadın, kocasının izni olmadan erkek olsun kadın olsun kocasının sevmediği kimseyi evine sokamaz. Bu hak kadına verilmemiştir. Bunun sebebi kötü düşünce ve kıskançlıklara meydan vermemektir. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Kadın kocasının izni olmadan evine kimsenin girmesine izin veremez.”(Buhârî, c.VI, s.150)

 

  • Kadın kocasının izni olmadan yakınlarını ziyaret etmemelidir.Şayet kadın, kocasının anne ve babasıyla birlikte kalıyorsa onlara kaşı son derece hürmetli olmalıdır. Kocasının nasıl kendi anne babasına hürmet etmesini istiyor ve bundan memnun kalıyorsa, kocasının da aynı şeyi kendisinden beklediğini unutmamalıdır. Böyle bir durum yoksa sıla-i rahmi kesmemeli, kocasının izni dâhilinde akrabalarına ihsan ve ikramda bulunup gönüllerini almalıdır. Böyle bir davranış ailede huzur ve muhabbeti temin eder. Bunun tersi ise aile huzurunun bozulmasına sebep olur. Zamanımızda aile geçimsizliklerinin birçoğunun temelinde bu yatar.

 

Kadının anne ve babası kendisini ziyarete gelebiliyorlarsa koca karısını onlara göndermeyebilir. Ancak onların gelip kendi evinde kızlarını haftada bir ziyaret etmelerine mani olamaz. Anne baba dışındaki mahremlerde bu süre 1 yıl olarak belirlenmiştir.(İbn-i Âbidîn, c. 6, s. 602,603)

 

İbn-i Batta’nın Ahkâm-ı Nisâ’da Enes (r.a.)’tan rivayet ettiğine göre: Bir adam yolculuğa çıktı ve karısının da evden çıkmasını yasakladı. Arkasından karısının babası hastandı. O da onu ziyaret için Rasûlullah (s.a.v.)’den izin istedi.

 

Rasûlullah ona; “Allah’tan kork, kocana muhalefet etme!” buyurdu. Derken babası öldü. Kadın babasının cenazesinde bulunmak için izin istedi. “Allah’tan kork, kocana muhalefet etme!” cevabını aldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, onu kocasına itaatinden dolayı affettiğini Rasûlü’ne vahyetti.

 

Şayet koca, hanımının dinî bilgileri öğrenme ihtiyacını karşılayabiliyorsa, bu durumda kadın dinî meseleleri âlimlerden sormak için evinden çıkamaz. Eğer koca bu hususta yeterli olmamakla beraber karısına vekâleten âlimlerden müşkülatını soruyor ve verilen cevabı kendisine haber veriyorsa, kadın bu durumda da dışarıya çıkamaz. Eğer böyle bir durum da yoksa o vakit kadın dinî meselelerini sormak için evinden çıkıp âlimlere gidebilir.

 

Kadın, üzerine farz-ı ayn olan meseleleri öğrendikten sonra zikir meclisine gitmek veya daha fazlasını öğrenmek amacıyla evden dışarı çıkmak için kocasının iznine muhtaçtır. Kadın izin hususunda diretip kocasının izin vermediği yere gitmekte ısrar ederse gittiği yerden evine dönünceye kadar üzerine meleklerin ve Cenâb-ı Hakk’ın lanetinin yağdığını aklından çıkarmamalıdır.

 

  • Kadın yabancı erkeklere bakmamalı ve onlarla konuşmamalıdır.Kadın herhangi bir mecburiyet olmadığı sürece mahremi olmayan erkeklere asla bakmamalıdır. Çünkü bir erkeğin yabancı bir kadına bakması nasıl haramsa, kadınların da yabancı erkeklere bakması öyle haramdır. Cenâb-ı Hakk; “Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zînet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini, ta yakalarının üzerine kadar salsınlar…”(en-Nûr, 24/31)

 

Ümmü Seleme (r.anhâ) şöyle anlatıyor: Hz. Meymûne Rasûlullah’ın yanındayken ben de oradaydım. Tesettürle emrolunduktan sonra İbn-i Ümmü Mektûm oraya gelmişti. Rasûlullah bize hitaben; “Ondan sakının yani örtünün!” buyurdu. Biz; “O âmâ değil mi, o bizi göremiyor ve bilemiyor?” deyince Rasûlullah (s.a.v.) cevaben şöyle buyurdular: “Siz de mi âmâsınız? O sizi görmese bile siz onu görüyorsunuz.”(Ebû Dâvûd, Libâs 37)

 

Buradan şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Erkeklerin, gerek erkek gerek kadınların avret mahallerine bakmaları nasıl doğru değilse, kadınların da gerek kadın gerek erkeklerin avret mahallerine bakmaları doğru değildir. Bir erkeğin yabancı bir kadına şehvetle bakması caiz olmadığı gibi bir kadının da yabancı bir erkeğe şehvetle bakması caiz değildir.

 

Şehevî istekleri harekete geçiren şeylerin en önemlilerinden birinin ses olduğunda şüphe yoktur. Bu nedenle ailevî huzurun bozulmaması için kadının sesini yabancı erkeklerden muhakkak sakınması lazımdır. Bir âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber’in hanımları! Siz, kadınlardan her hangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınıyorsanız (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak bir eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide kapılmasın. Güzel (ve doğru) söz söyleyin.”(el-Ahzâb, 33/33)

 

Cenâb-ı Hakk bu âyette Rasûlullah’ın zevcelerine haram ve masiyete giden yolları yasaklamıştır. Âyet her ne kadar Rasûlullah’ın muhterem zevceleri hakkında nazil olmuşsa da bütün Mü’mine hanımları içine alır. Bu âyet-i kerimede anlatılmak istenen kısaca şudur: “Ey Mü’mine hanımlar! Size mahrem olmayan yabancı erkeklerle konuşmanız icap ettiği zaman onlarla tatlı ve latif sözlerle konuşmayın. Eğer böyle yaparsanız kalplerinde eğrilik olanlar sizin hakkınızda tamaha düşebilirler. Onlarla fitneye düşmeyeceğiniz şekilde ağır başlı ve sert bir eda ile konuşun.”

 

  • Kadın kocasına karşı güzel görünmeli, süslenmelidir.Kadının kocasına karşı kına, güzel koku vb. süs eşyalarıyla süslenmesi hoş karşılanmıştır. Kocasının isteği üzerine kadın, ev içerisinde belli sınırlar koymadan süslenebilir. Böyle davranmakla hem kocasının sevgisini kazanmış, hem de başka kadınlara olan meylini kesmiş olur.

 

Kadın gizlenmesi gereken yerlerini sokakta, çarşı pazarda açığa çıkarmaya çalışmamalıdır. Bu davranışın çirkinliği Ahzâb sûresi 33’te şöyle açıklanmıştır: “Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın…”

 

Hz. Âişe (r.anhâ)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) mescitte otururken Müzeyne Kabilesi’nden bir kadın süslenmiş olarak ve kibirli bir şekilde yürüyerek mescide girdi. Bunun üzerine Rasûlullah; “Ey insanlar! Kadınlarınızı mescide gelirken güzel koku sürünmek ve süs eşyalarını giymekten menedin. Şüphesiz İsrâiloğulları, kadınlarının süslerini gösterdikleri ve mescitlerde güzel koku kullandıkları için lanetlendiler.”(İbn-i Mâce)

 

Kadın, süsünü ve güzelliğini yalnızca kocasına göstermelidir. Aksi davranışlarla fitneye sebep olmamalı ve aile huzurunun öncelikle kendi davranışlarıyla alakalı olduğunun her zaman bilincinde olmalıdır.

 

İslâm’ın evliliğe verdiği önem ve evlenmeye teşvik hususunda ortaya koyduğu deliller bellidir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine ve Allah Rasûlü’nün sünnetlerine riayet edilerek kurulan bir aile, elbette ki Cenâb-ı Hakk’ın rızasına nail olmuş bir birlikteliğin en güzel örneğidir.

 

Rasûlullah buyuruyor ki: “Mü’min bir erkek hanımına, hanımı da kendisine baktığı zaman Allah onların her ikisine de rahmet nazarıyla bakar. Erkek hanımının elini tutuğu zaman ise, her ikisinin de günahları parmaklarından dökülür.”(Râfiî, Târih’inde Ebû Said’den)

 

Cenâb-ı Hakk cümlemizi emirlerine itaat ederek mutlu bir aile ortamı kurup devamını sağlayarak rızasını kazananlardan eylesin! Hakkı hak bilip ona tabi olanlardan eylesin! Âmin!

 

Hatice BAŞKAN

http://rasulgulleri.blogcu.com

“EVLİLİKTE TAKVA SAHİPLERİ”

“EVLİLİKTE TAKVA SAHİPLERİ”

“Evlilikte Takva sahibi Kadın ve Erkeğin özellikleri !..

Evlilikler sadece ve sadece Allah’ın hükümlerini uygulayarak devamlılığını mutlu bir şekilde devam ettirir.

Karı koca arasında mutlu ve uyumlu olmanın tek formülü takvalı olmaktır.

Eğer bir takım sorunlar varsa bunun nedeni, eşlerin kendilerini iyi yetiştirmemelerinden kaynaklanmaktadır. Üstün ahlaki özellikleri kendisinde toplayan, kötü sıfatları da ruhundan uzaklaştıran eşler, birbirine karşı daha saygılı ve daha anlayışlıdırlar.

Dolayısıyla hem kadın ve hem de erkek mutlu birliktelik için takvalı olmalıdırlar:

Takva sahibi Erkek ve Kadının özellikleri :

Takvalı erkek; sadece helal mal kazanmaya çalışır ve haramdan vahşi bir hayvandan kaçtığı gibi kaçar. İş ortamında çalışanlarına yahut iş arkadaşlarına haksızlık etmez, herkes ondan hoşnuttur. Kazandığı malı cimrilik yaparak sadece kendisi için biriktirmez, ailesinin refah ve rahatlığı için harcar.

Takvalı erkek; işten ayrıldıktan sonra evine gelir, zamanının çoğunu hep başkalarıyla geçirmez, evinde onu bekleyen eşi ve çocuklarına koşar. Sürekli biran önce eve varmak ve ailesinin yanında yer almak ister. Eve geldiğinde tüm sıkıntı ve sorunlarını kapının dışında bırakır, kapıyı açan eşine güler yüzle selam verir, hal hatırını sorarak onunla ilgilendiğini gösterir. Hanımının gün boyu zahmetlerinin kıymetini bilerek teşekkür eder, çocuklarıyla oynayarak, her zaman ailesini mutlu etmeye çalışır.

Takvalı erkek; ilim, kültür ve erdeme önem verir, ailesiyle ilmi sohbetler eder, Allah’ın hükümlerini ve yasaklarını açıklar, çocuklarını İslami bir eğitim üzere terbiye etmeye çalışır. Eşinin de takvalı olması ve İslami öğretileri bilmesi için uğraşır.

Takvalı erkek; sadece kendi eğlencesini düşünmez, eşini yalnız bırakarak sürekli arkadaşlarıyla vakit geçirmez, hanımı ve çocuklarını da gezdirerek onların eğlenmelerini sağlar.

Takvalı erkek; eşinin ailesine karşı saygılı ve hürmetlidir. Onların hatırlarını sorarak evine davet eder, bu hususta eşini kısıtlamaz. Toplum ve akraba ilişkilerinde her zaman ahlak, görgü ve edep kurallarına riayet eder.

Takvalı kadın; her şeyden önemli çok iffetlidir, ismet ve dürüstlüğünü asla kaybetmez.

Takvalı kadın; onun için sabahtan akşama kadar zahmet çeken kocasının değerini bilir, kadir kıymet bilerek teşekkür eder, işten geldiğinde huzurlu bir ortam oluşturarak onun rahatlamasını sağlar.

Takvalı kadın; çocuklarına sinirlenmez, kocasının yanında sesini yükseltmez, çocuklarının iyi terbiye görmesini sağlar. Evin temizliğini yapar, yemeğini hazırlar.

Takvalı kadının en büyük özelliği sevgidir; O eşini ve çocuklarını çok sever, en büyük hedefi de Allah’ı sevmektir, bunun için ibadetinde aksaklık etmez. Kocasının ve çocuklarının da Allah’a kulluk yolunda ilerlemesi için çalışır.

Takvalı kadın; kocasını zora sokmaz, üstesinden gelemeyeceği isteklerde bulunmaz, hiçbir zaman kocasıyla kavga etmez, bazı hatalarını görmezden gelerek, sürekli ona gülümser.

Takvalı kadın; kocası işe gideceği zaman kapıyı açar, onu güler yüzle yolcu eder, geldiğinde de aynı şekilde güler yüzle karşılar. Gün boyu onu özlediğini ve biran önce eve gelmesini beklediğini belli ettirir.

Takvalı kadın kocasında tek bir şey ister; Allah’ın emirlerini uygulamayı ve özellikle de eve haram lokma getirmemeyi.

Takvalı kadın; kocasının ailesine önem verir, kendi ailesi gibi severek saygı ve hizmette kusur etmez.

İşte bu özelliklere sahip kadın ve erkek örnek bir ailedir, ilahi insanlar, Allah’ın sevdiği kullarıdır. Böylesi bir eve hiçbir zaman şeytan giremez ve karı koca arasına mutsuzluk salamaz. Bu evde büyüyen çocuklar da ilahi insanlar olur, edepli, saygılı, milletine ve topluma faydalı fertler olarak büyür.

Cenâb-ı Hakk cümlemizi emirlerine itaat ederek mutlu bir aile ortamı kurup devamını sağlayarak rızasını kazananlardan eylesin! Hakkı hak bilip ona tabi olanlardan eylesin! Âmin!

Selam Ve Dualar İle..

Hatice BAŞKAN

http://rasulgulleri.blogcu.com