Kategori arşivi: Seçtiklerimiz

Kariyer planlaması

Kariyer planlaması

Daha Risale Akademi’ye gitmeden bir heyecan aldı beni. Gece uyuyamadım nedendir bilinmez,  ya da şimdi bilmiyorum, sanki oraya gitmek benim için bir kavşakta durup gideceğim yönü seçmek anlamına geliyor.

Aslında bütün katılımcılar için özellikle de hocamızın söyleşilerine katılanlar için benzer bir durum geçerlidir diye düşünüyorum. Kendi tabiri ile ezber bozan, kendi isteğimiz ile edindiğimiz veya bize dayatılıp da hayır demeyi hiç düşünmediğimiz kalıplarımızı yıkan bu söyleşiler dinleyen herkeste ‘bir şeyler yapmalıyım, harekete geçmeliyim’ hissini uyandırıyor. Ders demiyorum söyleşi diyorum çünkü ‘bak bu doğrudur ha bunu al ve iyice belle ona göre bundan sonra dikkat et’ dayatmasını içermeyen, insanın iradesini elinden almadan ‘bak kardeş böyle böyle durumlar var artık sen bilirsin intihaptaki ihtiyar sendedir’ manasını taşıyan bir üslubu var. Dinleyici daha doğru bir ifadeyle katılımcılar artık benim için doğru olanı, fıtratıma uygun olanı yapmalıyım. Kendime ve insanlara fayda vermeyen ve fazlaca meşgul olduğum şeyleri terk edip fıtratıma uygun bir hedef belirlemeli ve bu hedeflere doğru yöntemleri kullanarak emin adımlarla yürümeliyim diyor. Yani ben öyle diyorum belki de fakat katılıcıların paylaşımları onların da bu hissi taşıdıklarını gösteriyor.

Elbette böyle bir yenilikle karşılaşmak insanı şaşırtıyor ben kendisini ikinci kez dinlediğim için daha gitmeden orada şaşıracak ve sarsılacağım diyerek gittim bu benim ilk katıldığım program olan ‘6. Araştırma ve makale oluşturma teknikleri’ndeki kadar fazla heyecanlanmamama yol açtı daha sakin dinleme fırsatı buldum. Başkasının bize dayatmadığı bir hayatı yaşamak, şeriat dairesinde olmak kaydı ile tamamen özgür olup özgür düşünmek mümkün olabilirmiş demek ki.

Biz ilkokuldan itibaren tektipleştirilmiş, ailede bizim sana çizdiğimiz yoldan başka yolun yoktur dayatmasına muhatap olmuş, aman ayıp olur aman seni dışlarlar safsatalarına saf saf inanmış kişiler yani kişiliğini bulmamışlar olarak (benden genç olan kardeşlerim müstesna) (yok benden gayrı herkes müstesna olsun) böyle bir özgürlük alanında ne yapacağımızı bilemiyoruz. Eh madem herkesi müstesna ettim artık ben diye devam edeyim. Evet akvaryum balığı okyanusta yaşamadığı gibi kimse tarafından özgür bırakılmamış ben şimdi ne yapacaktım kim olacaktım, şimdiye kadar yaptıklarımın ne kadarı benim idi? Ve ben şu an kendimi ne kadar özgürce ifade edebiliyordum? Ve ben eğer özgür hissedersem ne yapardım… soruları çoğaltmak mümkün cevaplar ise yoldalar henüz ben de biriyim benim da canım var benim de kendi tercihlerim var kısmını kabullenmekle meşgulüm.

Açıkçası bu özgürlük biraz da korkutucu gibi geliyor başlangıçta çünkü nefsim özgür olsa ne olur halim diyorum ama tamını koyduk ya baştan meşru dairede özgürlük, şeriatın koyduğu çizgiler içinde özgürlük. Yani yaptığının hesabını Allah’a verecek olduğumun bilinci ile, Ayine-i Samed olan kalbimdeki putları, ilahcıklarımı devre dışı bırakıp, Allah’dan gayrısının benim bu amelimi nasıl bulacağını düşünmeden ve insanlara kendimi beğendirmek cenderesine girmeden hareket etmek. Yazması bile bana keyif verdi yaşamayı da Rabbim nasib eder inşallah.

Kim ihlas ile yana yakara ne istemiş de Allah vermemiş ki elbet siz de hayatınızda buna çok tanık olmuşsunuzdur.
Allah hepimize böyle bir özgürlüğü nasib etsin inşallah ne zulmedelim ne de zulme uğrayalım. Kendimize de zulmeymeyelim inşallah. Böylelikle ahirette hesabımız da çetrefilli olmaz inşallah.
Bugünden benim payıma da bunlar düştü özgürlükle, fıtratla, kendisi ile tanışmak isteyen kardeşlerimizi Risale Akademi’ye davet ediyoruz.

 

Afife ARTIK

www.NurNet.Org

Saadet sarayımız

page

Saadet Sarayımız!

 Bediüzzaman hazretleri insanı bir saraya benzetiyor. İnsanın cihazatını da o sarayın sekeneleri olarak tarif ediyor. Bu cihazattan başlıcaları akıl, kalb, sır, ruh gibi latifeler ve nefis, heva, kuvve-i şeheviye,kuvve-i gadabiyye gibi şeyler. Nefis, heva, kuve-i şeheviye ve kuvve- i gadabiyye o sarayda kapıcı ve it hüknümdeler ve akıl, kalb, sır, ruh gibi latifeler ise sarayın içinde ulvî vazifeleri olan sekeneler. Her bir latifenin kendine mahsus ubudiyet vazifeleri var.

İnsanın kemalatı akıl, kalb, sır hatta hayal gibi latifelerinin yüzünü ebedi hayata çevirmekle tahakkuk ediyor. Bunu yaparken kuvve-i şeheviye insana menfaati (ulvî cihazatın yüzlerini ebedî hayata müteveccüh etmek  için) olan şeyleri celb etmeye; kuvve-i gadabiyye de zararı olan şeyleri def etmeye yarıyor. Yani bunlar insan sarayının kapısında duruyorlar ve aynı hücre zarının hücreye faydalı şeyleri alıp zararlı şeyleri almaması gibi insana faydalı olan şeyleri saraya alıyorlar, zararı olan şeyleri almıyorlar.

Bir müminin vucudunu temsil eden sarayda akıl, kalb, sır, ruh gibi latifeler sayrın üst katlarında ulvî vazifaler ile meşgul iken bir kafirin sarayında ulvî vazifelerle meşgul olması gerekenler sarayın kapısındaki it ile oynuyorlar ve sarayın dışı pek şenlik görünüyor saraydaki mühim vazifeler ise muattal kalmış. Müminin sarayının dışı ise gayet sakin, it ve kapıcı kapıda duruyorlar sarayın içi ise şenlikli, herkes fıtratına uygun vazife ile meşgul.

Şimdi gelelim kendimize, bizim sarayımızda neler oluyor, hangi latifem ne için bana verilmiş ve şu anda ne ile meşgul. Üstadımızdan öğreniyoruz ki bize verilen her bir cihazatı bize ne için verilmişse onun için kullanmak şükr-ü örfîdir. Allah bize gözü ne için vermişse onun için kullanmak yani haramdan sakınıp Kur’an okumaya ve ibret nazarı ile, tefekkürle kâinata nazar etmekte istimal etmek. Kulağımızı çirkin sözler işitmekten koruyup hak söz dinlemekte kullanmak, kalbimizi muhabbetullah, zihnimizi marifetullah, irademizi ibadetullahta kullanmak  ve bunun gibi.

Yine işarat-ül İ’caz’ın başında hikmet, hilkat hükümetinden soruyor ki bu insanlar nereden geliyorlar ve nereye gidecekler ve buradaki vazifeleri nelerdir? Bu soruya insanlar nâmına inanların seyidi, efendisi olan Peygamber Efendimin Hazreti Muhammed aleyhissalatü vesselam cevap veriyor ve diyor ki: “Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar , Sultan-ı Ezelî’nin  kudretiyle, yokluk karanlıklarından ziyâdar varlık Alemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyyeye müteveccih hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadeti ebediye yollarını temin  etmekle re’sül-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelînin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al oku!” Kur’anın dört ana maksadı olan tevhid, vübüvvet, haşir ve adalet ile ibadeti içine alan bu câmi cümleden de anlıyoruz ki bize verilen istidadların inkişafı için bu dünyada bulunuyoruz.

İstidatlarımızın inkişafı onların doğru mecrada kullanılması, olara faydalı olanların celb edilmesi ve zararlı olanların da def edilmesi ile mümkün olacaktır. Yirmiüçüncü sözdeki şu cümle bunu çok net ifade eder:”Evet hakiki terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine layık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktır.”

Tekrar baştaki saray misalini nazara alırsak bizim dışımızın değil de içimizin şenlikli olması matlubumuzdur. Dıştan görünen bizim heva ve hevesimiz ve kuvve-i şeheviye ile kuvve-i gadabiyyemize bakan hallerimizdir. Obur muyuz, az mı yiyoruz; çok fazla veya çok az mı konuşuyoruz; çok gereksiz öfkeleniyor muyuz yoksa gerektiği yerde mi kızıyoruz; aklımız Amerikan tavukları kaç tanedir? Zuhalin etrafındaki halkalar nasıldır? gibi şeylerle ya da acaba falanca banim için ne dedi, hakkında ne düşünüyor gibi şeylerle mi meşgul yoksa kendimize ebedi saadet için gerekli olanlarla mı meşgul. Evet bunlar kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i şeheviyyeye bakan meseleler. Bu üç kuvvenin ifrat tefrit ve vasatı var ve istikametli olan vasatıdır. Bu kuvvelerin vasatı iffet, şecaat ve hikmettir ki bu üçünün bir arada bulunmasına sırat-ı müstakim diyoruz.

Her birimiz kendi sarayınızdan mesulüz. Ve sarayımızı saadet sarayı haline getirnek elimizde. Efendi hükmünde olan akıl, kalb, sır ve ruh gibi cihazatımız sarayın üst katında kendilerine münasib ulvi işlerle meşgul olup padişahla muhabere ederek hem halkın istirahatini temin hem de kendi kemalatı için çalışırsa , bir alt katta çocuklar münasib dersleri okursa ve daha atında hanımlar latif san’atlar, güzel nakışlarla iştigal eder ve nihayet kapıdaki it ve kapıcı hükmünde olan heva heves, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiyye muhafaza vazifesini yerine getirirse; yani her cihazatımız kendine munasib işlerinde istihdam edilirse inşallah sarayımız  saadet sarayı olur .

Eğer sarayımızı böyle tanzim edemezsek, içinde yaşadığımız dünyevî evlerimizin konforu bizi rahata kavuşturmayacaktır. Saadet sarayımızı inşa edebilmek duasıyla…

Afife ARTIK

www.NurNet.Org

Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye barışı emretmiyor mu?

Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye barışı emretmiyor mu?

İslâmın kelime anlamı, barıştır, emniyettir, selâmette olmaktır, her türlü olumsuzluktan emin olmaktır. Dolayısıyla dahili ve milletler arası ilişkilerde aslolan barıştır.

Müslümanlar hem kendi aralarındaki münâsebet, hem de gayrimüslimlerle ilişkileri; adaletle, müsbet hareket ederek, barışla yürütmekle mükelleftirler.

Aralarında çıkacak problemleri kavgasız gürültüsüz, anlaşarak ve herkesin hakkına riâyet ederek, yani, adaletle çözmekle yükümlüdürler.

Bediüzzaman’ın tabiriyle, “Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.1

Kur’ân mü’minleri, kendi aralarında yumuşak ve merhametli olmaya, “Muhammed Resulullah’dır, onun maiyyetindekiler ise küffara karşı çok çetin, kendi aralarında gayet merhametlidirler.”2 mealindeki âyetiyle dâvet eder.

Dolayısıyla, kat’î surette kendi aralarındaki emniyet ve barışı bozmaya yetkili değildirler. Çünkü, “Müslümanlar birbirlerinin kardeşleridir. Aralarında barışın kalıcı olmasını temin ediniz”3 diye ferman verir.

“Mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarındaki anlaşmazlık konusunu barış yoluyla çözünüz”,4 âyeti de Müslümanlar arasında niza ve kavganın kabul edilemeyeceğini açıkça ifâde eder.

Müslümanlar arasındaki ilişkilerde barışın esas olduğunu belirten yüze yakın âyetle Cenâb-ı Hak bir taraftan fertlere sulh ve barış içinde olmayı emrederken, diğer taraftan da topluma kişiler ve gruplar arasında barışı sağlamak için aktif olarak müdahale etme görevini yüklemektedir.5

İnsan hayatı sözkonusu olduğunda, şu kesinlikle bilinir, bilinmeli: Kişi ancak canını, malını ve namusunu fiilî bir saldırıdan kurtarmak için saldırgana karşı kendini savunma, kendini müdafaa için saldırganı öldürmekten başka çaresi kalmamışsa öldürme hakkına sahip olabilir. Başka hiçbir sebeple bir kişinin bir insanı öldürmeye hakkı olamaz.

Saldırı sona erdikten sonra suçluyu bizzat kendisi cezalandırmaya kalkışamaz. Suçluyu bizzat cezalandırmaya kalkışan kişi suç işlemiş olur. Nefis müdafaası dışında ileri sürdüğü sebep ne olursa olsun insan öldüren kişi katildir ve canidir. Hele dine hizmet için, başka bir ifade ile Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için adam öldürmek tam bir fikir sefaletidir. Koyu bir cehaletten başka bir şey değildir.6

Gerçek bu iken, bazı Müslümanların barışsever değil, şiddet sever olmaları tuhaf değil mi?

Ve hakikat böyle iken; İslâmiyeti “şiddetin” kaynağı, Müslümanları da şiddet yanlısı gibi göstermek, cehaletin, ahmaklığın ve bağnazlığın esfeli değil mi?

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 258.
2- Fetih Sûresi, 29.
3- Hucurat Sûresi, 10. 4- a.g.e., 9.
5- Prof. Aktan. 6- a.g.e.

Ali FERŞADOĞLU

www.NurNet.Org

“Dindar flört” (2)

“Dindar flört” (2)

Sağlam esaslar ve temeller üzerine kurulmuş evlilikler, maddî ve manevî mutlulukları getirmekle beraber, faziletli fertler yetiştirmenin ve hatta milletçe var olmanın da temelini oluşturur.

Evlilik meşrû bir birlikteliktir. İşte bu meşrû birlikteliğin temeli de meşrû başlamalı ve sonrası da meşrû bir biçimde devam etmelidir. Temelleri bozuk bir bina nasıl yıkılmaya mahkûm ise haram temeller üzerine bina edilecek evliliklerinde problemsiz olması mümkün değildir.

Mesele ile alâkalı olarak özellikle dindar gençler ve ailelerin durumla ilgili oldukça ciddî kafa karışıklıklarının olduğu bir gerçektir.  Modern hayat, evlilik öncesi birbirlerini tanımak için flörtü meşrû ve hatta lüzumlu görmektedir. Fakat bu modern dayatmanın bütün gençler açısından psikolojik ve sosyal sıkıntıları olduğu gibi özellikle de dindar gençlik için çok daha büyük maddî ve manevî sıkıntıları getirmektedir. Zira dinimizde böyle bir sürece izin verilmez ve haramdır.

Bu yüzden flört yerine dinimizin öngördüğü ve geleneklerin şekillendirdiği helâl usûl çerçevesinde flört değil de nişanlılık dönemi ve birbirlerini tanımalarına imkân verecek meşrû daire ve ölçülerle hareket etmek doğru olacaktır.

Evliliğe adım için en doğru metot Peygamber Efendimizin de (asm) uyguladığı ve yıllardır bizim kültürümüzde de uygulanan eş, dost ve akrabaların devreye girdiği adaylarında birbirini görüp rıza göstermesi şeklinde olan evlilikler en sağlıklı olanıdır.

Zaten dinde de evlenecek adayların birbirlerini görmesi tavsiye edilir. Buradaki ölçü meşrû daire içinde yalnız kalmadan ailelerin gözetiminde ve rızası doğrultusunda olacaktır. İki üç defayı aşmayacak bu görüşme zaten bir fikir verecektir. Bundan sonraki süreçte ise olumlu kararın ardından vakit geçirmeden flörte dönüşmeden ciddî adımların atılmasıdır.

Evlilik öncesi nişanlılık veya sözlülük durumu her iki tarafın birbirlerini tanıma sürecinin ailelerin de devrede olduğu bir çerçevede olması şarttır. Yani ferdi olarak birbirlerini tanıma ailelerin de birbirilerini tanıma faaliyetlerinin içerisinde gerçekleşmesi sağlıklı olacaktır. Bunun dışında olan birbirlerini tanıma süreci flörte veya gayr-i ciddî yollara kapı açacağından dikkat lâzımdır.

Nişanlılık dönemi meşrû bir dönem iken bu dönemin de flörte dönüşmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekir. Çünkü nişanlı olmak kız ve erkek arasındaki ve diğer aile fertleri arasındaki mahremiyeti kaldırmaz. Hâlâ yabancıdırlar. Bu yüzden nişanlılık meşrûiyeti içerisinde yalnız kalmak ve mahremiyeti kaldıracak beraber bulunmaklar, hem şahsî hem toplumsal pek çok yaralanmaları doğuracaktır.

Nişanlılık döneminde birbirleriyle daha rahat konuşsun, tanışsın, gezsin tozsun diye din kılıfında meşrûiyet kılığında flört anlamına gelen dinî nikâh meselesi de toplumsal bir yaradır. Yani helâl, ama flört. Yan yana gelmeyecek kadar birbirinden uzak iki kavram, güya meşrûlaştırılmış olmaktadır. Bu geri dönülmez hataların kapısını aralamak anlamındadır. Nikâhın düğünle yani resmî nikâhla beraber olması özellikle bu konuda daha çok mağduriyet yaşayan genç kızların korunmasına dönük bir sigorta hükmündedir.

Asır öyle bir tahribat yapmış ki bugün maalesef dindar ebeveynler dahi çocuklarının flörtüne, birbirlerini tanıma kılıfında müsaade etmekte ve hoş karşılamaktadır. Evet flörtün dinî açıdan sakıncasından başka psikolojik ve sosyal açıdan da pek çok zararları olduğu, bugün görünen bir vakıadır. Flört yaparak evlenen kişilerin çoğu yapılan araştırmalara göre kısa bir zaman sonra boşanmaktadır.  Boşanmasa bile mutluluğu yakalayamamaktadır.

Çünkü haram üzerine bina edilen hiçbir şey huzur vermeyecektir. Şunu da belirtmek gerekir ki evlilik öncesi oluşan bu tür duygusal yıpranmalar yarın evlilik gerçekleşse bile bu duygusal yıpranmanın cezasını mutsuzluk ve psikolojik sıkıntı olarak çekecektir. Yavaş yavaş sadâkati, güveni sevgi ve saygıyı bitirecek belki de yanlış adımların atılmasına bile sebep olacaktır.

Yasemin YAŞAR

www.NurNet.Org

Risale-i Nur tedavi eder, ama…

Risale-i Nur tedavi eder, ama…

‘Kur’ân eczanesinden alınan ve bu zamanın yaralarına tam şifa olan Risale-i Nur eserlerini okuduğumuz halde neden tedavi olamıyoruz?’ sorusu bugünlerde çokça kafamı meşgul eden bir meseledir.

İşte bu sorunun cevabını ararken, ‘Acaba okumalarımızda mı problem var?’ diye düşündüm. ‘Nasıl bir doktorun verdiği ilâcın kullanım şeklini, doz ayarını iyi bilemediğinizde şifa bulamıyorsak, bu manevî ilâçları da kullanırken acaba yanlışlar ve kusurlarımız mı var?’ diye düşündüm.

Evet, okumak ciddî bir iştir. Goethe’nin dediği gibi, “Okumayı öğrenmek san’atların en güç olanıdır… Tam seksen yılımı bu işe verdim. Yine de kendimden memnun olduğumu söyleyemem.”

Okumak; aslında derinleşmek, okuduğunu hayata geçirebilmek, hayata katmaya değer olmayan şeyleri okumamak ve okuduklarından da başkalarını faydalandırmaktır.

Dolayısıyla rastgele okumalar aslında gerçek okumalar değildir. Elbette okunan bu eser, Kur’ân kaynaklı ise faydasız, feyizsiz olmayacaktır. Lâkin şuurlu okumalara ihtiyaç vardır.

Asır, olanca tahribatıyla hepimizi hastalandırmaktadır. Dolayısıyla hiçbir şeyimiz yokmuş gibi yaşamak ve okumak, hastalıklarımızın farkına varamamak, en başta bu ilâcın devasından istifadeyi azaltacaktır.

Okumaya ulvîlik ve anlam kazandıran, “Rabbin adıyla” okumak olsa gerektir. İşte bana göre bütün mesele bu ilk âyetin dersinden gaflet edişimizdir. Zira okuyup istifade etmek de, kemale ermek de, ilim sahibi olmak da, manevî hastalıklardan kurtulmak da, ancak Allah adına okumalarla gerçekleşecektir. Aksi okumalar Kur’ân bile olsa hisleri, nefsi, enaniyeti ve riyakârlığı besleyen tehlikeli okumalar olacaktır.

Bazı kimseler vardır ki hiç ara vermeden mütemadiyen kitap okurlar. Bu güzeldir lâkin okuduklarından netice çıkarmayı bilmeden okumalar, tesirsiz ve faydasız okumalardır. Böyle kimseler de bir yığın malûmat vardır. Fakat beyinleri bu malûmatları bir esasa göre tasnif edip değerlendiremez. Kitabın bütün muhtevasını ezberler lâkin bu bilgiler yük olmaktan ve enaniyeti beslemekten öte de gitmez.

Okumak, ibareyi anlamak değil, ibarenin ne demek istediğini anlama işidir. Bu yüzden Risale-i Nurları okumak, derinleşmek işte ibareyi anlamaktan öte, ibarenin ne dediğini anlamak meselesidir.

Müdakkik okuyucu eserin satırlarında, ihtiyaçlarına, merakına, yaralarına cevap veren, tedavi eden, malzemeleri, unsurları bulup çıkarabilen kimsedir.

Okumayı bilmek hayatın akışı içerisinde karşılaşılan her hadisede, hafızanın, satırlardan öğrendiği dersleri, zihne getirip tedavi etme işidir. Muhakeme sahibi kimse derhal bu dersleri mantığına göndererek olay karşısında doğru tavır alabilen kimsedir. İşte şuurlu yaşamak ancak böyle okumalarla gerçekleşecektir.

Bir de şu mesele vardır ki çok mühimdir. Bana göre Risale-i Nur eserlerinin hastalıklarımıza şifa olma sırrı, mesele-i imaniyeleri okurken ve anlatırken öncelikli olarak Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek ve bu niyet ve nazarla okumaktan geçmektedir.

Yani nazarları Kur’ân’a çevirmelidir. Buradaki ihmal ve noksanlıklar hem istifadeyi azaltmakta hem de bilmeyenlerin eserlere karşı su-i zannını arttırmaktadır. Yani eserleri okurken Kur’ân tefsiri olduğunu hiç nazardan kaçırmadan ve bunu nazara vererek okumak tesiri ve şifayı arttıracaktır.

Zaten Bediüzzaman, Sünûhat adlı eserinde şöyle der, “Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdaki kudsiyyet imtisale sevk eder. Müçtehidinin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.”

Evet, Risale-i Nur Eserleri cam gibi Kur’ân’ı gösteriyor. Lâkin eserlere muhatap olanlar bazen müellifi, bazen eserin kendisini, bazen de okuyan kişi kendisini perde yapabiliyor. İşte bu noktaya çok dikkat lâzımdır. Dersler doğrudan doğruya Üstad-ı hakiki olan Kur’ân’dan alınmış olduğu için dersi okuyan kimsenin de şahsa istinad etmeden okuması lâzımdır. Aksi taktirde kudsiyet kaybolur ve manevî istifade azalır. Bu yüzden Risale-i Nur’u, Kur’ân’ı daha iyi anlamak için okumak gerekir ki; yaralarımız Kur’ân eczanesinin bu ilâçlarıyla şifayab olsun.

Yasemin YAŞAR

www.NurNet.Org