Kategori arşivi: Seçtiklerimiz

Bir Büyük Adam Tanıyorum: O da Müfessir-i Kur’an Bediüzzaman

Bir büyük adam tanıyorum: Gerçekten büyük insan… Büyüklük mikyası bütün büyük ve ideal vasıfları ve bütün ulvî hasletleri şahsında cem’ etmiş.

Bir büyük adam tanıyorum: Kahramanlık onda bayraklaşmış…

Bir büyük adam tanıyorum: Asalet ve necabet onda sembolleşmiş…

Bir büyük adam tanıyorum: Şehamet ve besalet onda tecessüm ve temessül etmiş…

Bir büyük adam tanıyorum: İhlâs ve fazilet onda âbideleşmiş ve ebedîleşmiş…

Bir büyük adam tanıyorum: O da Bediüzzaman! Asr-ı Saadeti öz nefsinde yaşayan ve yaşatan kahraman!

Bir büyük adam tanıyorum: Kur’an’ın dellâlı ve insanlığın sertâcı, millet-i İslâmın şeref tacı, ulvî âlemlerin mübelliğ-i bülbülü…

Bir büyük adam tanıyorum: Mahzun ve me’yus başların ümidi, kırık ve yanık gönüllerin feryadı, zaiflerin kuvveti, âcizlerin kudret menbaı, düşkünlerin, şaşkınların hayat nuru… Ve en emin hayat rehberi…

Bir büyük adam tanıyorum: Mutlak kuvvete mutlak teslimiyetin ekmel ifadesi…

Bir büyük adam tanıyorum: Hakkın sevdalısı, Hakkın dertlisi, Hakkın çilelisi…

Bir büyük adam tanıyorum: Hakkın meclubu, Hakkın meftunu, Hakka aşık, Hakka sâdık, Hakkı nâtık…

Bir büyük adam tanıyorum: Tarifsiz ve emsalsiz bir ubudiyetin âmili ve tasvircisi…

Bir büyük adam tanıyorum: Hakkın sesi ve “mukaddes bir kudretin sayha-yı mevcudiyeti”…

Bir büyük adam tanıyorum: Sevdalı gönüllerin sevgilisi, fikirlerin fatihi, vicdanların hamisi, nefislerin musaffisi ve ruhların İlahî mürebbisi…

Bir büyük adam tanıyorum: En büyük sosyolog, en büyük psikolog, en büyük pedagog, gerçek filozof-u İslâm ve en büyük müceddit…

Bir büyük adam tanıyorum: Ebedî kurtuluşun fecr-i sadığı…

Bir büyük adam tanıyorum: İnsanlığın Risale-i Nur eserleriyle ukde-i hayatı ve nokta-i necatı…

Bir büyük adam tanıyorum: İmanlı gönüllerde par par yanan kudsî ateş, İlâhî irfan meşalesi…

Bir büyük adam tanıyorum: Mukaddes davaların hâdimi, asil sevdaların sahibi…

Bir büyük adam tanıyorum: İslâmın ve insanlığın büyük mukaddes ıstırabını bütün zerrat-ı vücuduyla duyan ve yaşayan ve Nur Risaleleriyle dindiren büyük velî, kâmil insan…

Bir büyük adam tanıyorum: Ömrünün her lahzası İlahî ve umumî hizmet-i Kur’an ve iman davasının ulvî aşk ve ızdırabıyla, himmet ve hizmetiyle dolu. Şahsı için tek dakikası dahi yok.

Bir büyük adam tanıyorum: Esrarengiz bir varlık. İşkencelerle ve çilelerle geçen Risale-i Nur’la giriştiği cihad-ı ekber-i İslâmiyesinde, balın tadı ve zehirin acısını şahsında duyan ve birleştiren… Kâh gül yaprakları gibi yumuşak… Kâh şimşekler gibi şiddetli… Kâh volkanlar gibi kaynayıp coşan… Kâh tatlı bahar rüzgarları gibi ılgıt ılgıt, nazlı niyazlı eserek gönülleri okşayıp, ruhları teshir eden… Kâh gökler gibi ağlayan… Kâh seller gibi çağlayan… Ummanlar gibi engin, sonsuzlar gibi esrarlı bambaşka bir âlem…

Bir büyük adam tanıyorum: Hakkın keskin kılıncı.

Bir büyük adam tanıyorum: Yenilmez kudret-i iman timsali…

Bir büyük adam tanıyorum: Kâmil, mükemmil…

Bir büyük adam tanıyorum: Nâfi, müntefi…

Bir büyük adam tanıyorum: Gıdası ve gınası marifetullah ve iman-ı billah… Muhabbetullah ve muhabbet-i Resulullah (a.s.m.)…

Bir büyük adam tanıyorum: Zulmün amansız düşmanı, Hakkın, adaletin yılmaz ve yenilmez ebedî müdafii…

Bir büyük adam tanıyorum: Gayesi, ilan-ı tevhid, i’la-yı kelimetullah, küfrü takbih, hakkı ilan ve i’la…

Bir büyük adam tanıyorum: İmanı Himalayalar’dan daha muhkem, okyanuslardan daha derin ve engin…

Bir büyük adam tanıyorum: Yegane kudret kaynağı; kudsî imanı, İlâhî ideali…

Bir büyük adam tanıyorum: En büyük serveti; küllî iradeye, sonsuz kudrete hudutsuz teslimiyeti…

Bir büyük adam tanıyorum: İslâm ruhunun, iman şuurunun mücessem timsali…

Bir büyük adam tanıyorum: Mana ve marifet ikliminin sultanlığına yükselmiş, Kur’an’ın dersi ve feyziyle, Resulullah’ın talimiyle…

Bir büyük adam tanıyorum: Nur Risaleleriyle dava ve ideal adamı, mücahede ve mücadele adamı… Azm ve irade adamı… Hamiyet ve gayret adamı… Dert ve ıstırap adamı… Cefa adamı, çile adamı… Dert ve ızdıraplara deva ve derman adamı… Cefa ve çileleri yok etme adamı… Ümitsizlere ümit kaynağı…

Bir büyük adam tanıyorum: Zulmetleri yıkan, küfrü kahreden, İlâhî hakaikı neşreden, İlahî yumruk ve ruhları ihya eden kudsî nefes…

Bir büyük adam tanıyorum: Onda Hazret-i Ebubekir’in (r.a.) sıdkı, Hazret-i Ömer’in (r.a.) şehameti, Hazret-i Ali’nin (r.a.) cesareti, Hazret-i Osman’ın (r.a.) şefkati ve ihlâsı ile Hazret-i Ebuzer el-Gıfari’nin (r.a.) kanaatkârlığı var.

Bir büyük adam tanıyorum: Onda Hira’nın ruhu, Bedir’in, Uhud’un aşkı, kıtalar, iklimler fetheden muhteşem, kahraman orduların asil heyecanı var.

Bir büyük adam tanıyorum: İman kalesinin çelik burcu…

Bir büyük adam tanıyorum: Âbid, zâhid, muvahhid ve mücahid bir müslüman…

Bir büyük adam tanıyorum: Eşsiz bir ibadet aşığı, tam bir abdiyet ifadesi, “ubudiyet-i külliye” manasının en mükemmel numunesi, abd-i küllî…

Bir büyük adam tanıyorum: Sırr-ı hilkat-i kainatın keşşafı olan Nur Risalelerinin müellifi…

Bir büyük adam tanıyorum: Yepyeni bir dünyanın mimar ve müessisi, cemiyeti ve tekmil insanlığı iman potasında aşk ve ihlâs mayasıyla yoğuracak emsalsiz mücahit.

Bir büyük adam tanıyorum: İdeal rehber ve mahzen-i esrar… Eşsiz mürşit…

Bir büyük adam tanıyorum: Tefsir-i Kur’an olan şu Risaleleriyle kudsî âlemlerin nurlu ufuklarından, muzdarip ve şaşkın beşeriyete kucak kucak nur saçan, irfan saçan, insanlığa insanlık öğreten, ona İlâhî âlemlerin vecd, aşk, ilham ve heyecanını sunan, ebedî kurtuluşu ve sonsuz saadeti müjdeleyen büyük idealist.

Bir büyük adam tanıyorum: Garip… İlahî garipliğin asil mümessili… İsmi garip, cismi garip, özü garip, sözü garip… Bediüzzaman… Zamanın garibi… Zamanın âlimi… Zamanın bediası… Zamanın harikası…

Bir büyük adam tanıyorum: Varlığımın mihrakı. İlhamıyla dirildiğim, varlığıyla hayat bulduğum, sözleriyle özlendiğim, Nur’larıyla nurlandığım, ismini başıma tac, eserlerini minhac ve canıma can edindiğim bir insan… Büyük ve eşsiz Üstad Bediüzzaman! Ukde-i hayatım, nokta-i necâtım, gönlümün bağı, yüreğimin yağı, halaskârım, nihenbanım, sultanım… Aziz, necip, sevgili Üstadım!

Üstadımın himmetine, Nurcuların duasına muhtaç, pürkusur

Nazım Gökçek (r. aleyh)

İşlilik ve Annelerin Çalı(ş)nması

 

İNSANLARIN DİLİNDE sıkıntıları, dertleri, yoklukları ifade eden kelimeler daha çoktur. Yanılmıyorsam, Fecr ül-İslâm adlı kitapta Arapça için yapılan böyle bir tespiti görmüştüm. Suyun kıtlığı çekilen bizim coğrafyamızda ve güneydeki koşularımızda “Pınarbaşı”, “Subaşı”, “Karakuyu”, “Akkuyu”, “Ayn ür-Rummâneh” (Narlıkaynak) “Ra’s ül-Ayn” (Derebaşı) benzeri isimlerin çokça bulunması bundandır sanırım. Günlük dile bakalım: “başımızın sağ olduğunu” ancak bir yakınımız vefat ettiğinde anlıyoruz. Ama başımız hemen her gün “ağrıyabilir”. Annesi babası ve diğer yakınları hayatta olmayana ya da uzakta olana “kimsesiz” diyoruz, ama akrabaları ile birlikte olana “kimseli” diyene rastlamıyoruz .“İşsizlik”ten (unemployment) hemen her gün söz ediyoruz, ama “işlilik” (employment) diye bir kelimemiz yok.

Gerçek istekleri, yoklukları ifade eden kavramlar öne çıktığı gibi, şişirilen, yokken var edilen istekleri arzuları ifade eden kavramlar da öne çıkar. Hatta bazen ikinci gruptakiler birincileri geçer. Mesela, insan bazen dişinin çürüklüğü karşısında “dish”inin (çanak anten) arızalanmasında daha az üzüntü duyabilir. Yani şişirilen ihtiyaçlar gerçek ihtiyaçların önüne geçer bazen. Şimdi şefkat yüklü şu paragrafa bakalım:

“Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyle ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyle o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hâcât-ı hayatiyeyi, büyük bir mes’ele-i diniyeye tercih ettiriyor. …” (*1)

Demek gerçek ihtiyaçlara dikkati celp edip onlara, ilk paragraflarda olduğu gibi, isimler bulmak mümkün olduğu gibi, sanal ihtiyaçların derd-i maişet belasıyla, reklamla, nazarları sürekli dünyaya celp etmekle artırılması mümkün. İşin bir yönü daha var: gerçek ya da lüks ayrımı yapılmadan çoğaltılan bu kadar “ihtiyaç” maddesinin hepsi olmasa bile büyük bir çoğunluğu, insanların çok az bir kısmının daha az bir süreyle çalışması ile gün yüzüne çıkartılıyor. (Schumacher, Küçük Güzeldir) Bir de bu üretim insanların bugünkü ihtiyacının çok üstünde.

Bazı ekonomik sıkıntılar (adaletsizliğin verdiği çarpıklıkla, dünyanın her yerinde olmasa bile) yokluktan değil, varlıktan kaynaklanıyor. Haftalık çalışma saatlerinin azaltılması ve çeşitli vesilelerle yılın belli zamanlarında ihdas edilen “tatiller” de bir yönüyle bunun için. Boş zamanlar psikolojisi başlıklı makale ve kitapların yazılması da bununla ilgili. Böyle olunca, yukarıda değinilen hemen herkesin özlediği, ülkemizde hemen her partinin programında var olan işlilik, yani yaygın deyimi ile “tam istihdam” aslında bugünün dünyasında bir hayalden ibarettir.

Yani, sibernasyon çağında on beş, bazı yerlerde on sekiz yaşına gelmiş herkesin çalışması gereği yok. O zaman, lafı hiç uzatmadan dolandırmadan şunu sorsak? Cins-i latif tabir edilen kadının, üstelik şu stresli ortamda çalışmasına gerçekten “ihtiyaç” var mı? İhtiyaç varsa bu ihtiyaç gerçek bir ihtiyaç mı yoksa ehl-i dalaletin nazara vere vere şişirdiği sanal bir ihtiyaç mı? [Acaba bu yüzden midir ki, birçok kapitalist boşanmaların artmasına, on sekizinden sonra gençlerin, baba evlerini terk edip ayrı eve çıkmalarına seyirci kalıyor? Zira ayrı ev demek bir sürü eşya ile doldurulması gereken ayrı bir mekân demek onlara göre…]

Ve aklı başında psikolog ve çocuk gelişimi uzmanlarının dediğine bakıldığında, kadın bu ihtiyaçları karşılamak için dışarı çıktığında, çocuğun ruh dünyasında hangi yaralanmalar husule geliyor? Hele 0 – 6 yaş arasındaki çocukların anneden uzak kalmasını hangi ihtiyaç mazur gösterebilir? Çocuk, gerek her vicdan sahibinin içini sızlatan hâl diliyle gerekse kàl diliyle, “niye beni terk ediyorsun anne?” dediğinde, sorusu düşünülmeden verilecek hazır cevaplar bellidir:

“Senin oturman için veya bayramda seyranda, ateş almak için gelmiş gibi gelip gidiveren misafirler için oturma grubu [ne hazin! Oturacak grup yok, oturma grubu alıyoruz, Batılının ironi dediği husus.] aldık da ondan. İleride derslerine yardımcı olsun diye bilgisayar aldık da ondan. Benim mutfak işleri ile uğraşmaktan pek basamadığım, babanın ise bir köşesinde TV seyrederek sızıp kaldığı halıları yeniledik de ondan. Hepi topu bir ay kalabildiğimiz bir yazlık aldık, ya da tamirini yaptırdık da ondan… Beraberce rahat ve bağımsız gezebilmemiz için araba aldık da ondan. Bakıcı ile beraber kaldığında dışarı seyrederken canın sıkılmasın diye, eski perdeleri attık daha hoş desenli halılar aldık da ondan…”

Liste uzayıp gider. Soralım; bunların hangisi gerçek bir ihtiyaçtır? Ancak, maksadımız üzüm yemek; bağcı dövmek değil. Kaynaklarımızda ev gerçekten fakr-ü zaruret içinde ise kadının çalışmasını caiz gören hükümler var. Ama bunu çocuğu ihmal etmeden yapabilmenin yolu da var ve hafızam beni yanıltmıyorsa, Hollanda gibi bazı hür ülkelerde uygulanıyor.“Kadının ekonomik bağımsızlığı” ve “ekonomik sıkıntılar” hurrası içinde, bu dediklerimiz pek kàle alınmayacaktır, ama anneleri çalınmış, bu yüzden psikolojileri bozulmuş çocuklar ile bizi nasıl bir geleceğin beklediği de düşünmeye değer.

Mehmet Boyacıoğlu

Karakalem.net
*1. Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 69

İhlas Bir Kalp Amelidir

İhlâs bir kalb amelidir. Yapılan bir amelde sadece Allah’ın rızasını gözetme niyetidir. Allah (c.c.) da niyet ve amele göre insana değer verir Evet: “O, sizin suret, şekil ve dış görünüşlerinize değil, kalplerinize ve kalbi temayüllerinize bakar ” (Müslim, Birr, 33)

Her zaman amellerinizde ihlâsı gözetin, zira Allah,(c.c.) sadece amelin halis olanını kabul eder “ (Münavi)

İhlâsta dört temel vardır. Bir binanın dört duvarı gibi birbirleriyle kenetlenmiş bir durum arz edilmektedir. Bediüzzaman hazretleri ihlâsı yirmi birinci Lem’a da dört düstur yani dört kural üzerinde izah etmektedir.

BİRİNCİ DÜSTURUNUZ: Amelinizde Rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer O râzı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse te’siri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabûl ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.

Amelinizde Rıza-i İlahi olmalı: Cenab-ı Allahın rızası üzerinde hareket etmek ona ittiba ile olur. Yani onun emirlerine riayet etmek, onun sevdiğini sevmek ve eşref-i mahlûkat olan Resülullah (a.s.m.)’ın ahlakına her şeyimizi benzetmekle olur. O da Allah’a iman varsa onu sever ve onun sevdiği tarzı yapar, dürüst ve güzel ahlakı tamamen ona dayandırılarak ittiba etmektir. Bu teslimiyetle Allah’ın rızası alındıktan yani kendini ona beğendirdikten ve sevgisini aldıktan sonra kişi kıymete mazhar olur.

Bir rivayete göre: Hazreti Musa aleyhisselam’a bir çoban gelir, “Ya Musa Allah’a söyle bizden ayrı kalmasın yanımıza gelsin, yırtık çarığını diker, saçını tarar, onu sever ve ona her türlü hizmeti yaparım” der. Hz.Musa çobanı azarlar. O sırada Cenab-ı Allah, (c.c.) şöyle ferman eder: “Ya Musa! Kulum beni nasıl tanıyorsa öylede sever, onu azarlama, aramızdaki sevgiye karışma”. Bu rivayette anlaşılıyor ki Cenab-ı Allah’ı herkes bildiği şekliyle sever, Yeter ki kul; Allah’la (c.c.) sevgi ve tevazu bağını koparmasın. Kemalin alameti tevazu ve sevgidir. İhlas, sadakat ve sünnet-i seniyye dahilinde bilerek ve inanarak tevazu gösteren hem Allah tarafından hem de toplum içerisinde bir kıymet alır. Görüldüğü üzere Kişinin kıymeti keyfiyetindedir. Onun için Kamet-i kıymetine göre insan değer alır. Allah (c.c.) da niyet ve amele göre insana değer verir.

İKİNCİ DÜSTURUNUZ: Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünki, nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez; bir gözü bir gözünü tenkid etmez; dili kulağına itiraz etmez; kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlariyle, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.

Peygamber-i Zişan veda hutbesinde, ‘’Size iki şey bırakıyorum onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu şaşırmazsınız. Biri Kur’an diğeri sünnetimdir.’’

Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim:

Herkes kendi görevini doğru yaparsa, bildiğini doğru işlese güzel emsal teşkil eder. Evvela kişi İslami doğru öğrenmek, ilmiyle amil olmak, bildiğini doğru söylemek, iletişimi hal ve beden diliyle aktarmak, yazı ile anlatmak gibi prensipleri kendi uyguluyorsa o zaman Kur’anı yaşıyor demektir.A llah’ın Kitabına uyan her Müslüman, Allah’ın Kitabı’yla amel edecektir, Kur’ân-ı Kerim’in ihtiva ettiği bütün inanç esaslarına iman ettiği gibi, gerek ahlâka, gerekse ibadete dair bütün hükümlerine de inanacak ve onları hayatına uygulayacaktır. Eğer biz İslamiyet’i ef’alimizle (fiilen) yaşasak, sair dinlerin mensupları, cemaatler halinde İslam’a girecektir. Onun için her Müslüman bildiği doğruları evvela kendi yaşamalıdır. Temel prensip olarak, Kur’an hizmetinde bulunan kardeşlerimizi tenkit etmemek ve gıpta damarlarına dokunmamak lazımdır. İnsanın nasıl iki eli veya iki gözü birbirlerine rekabet etmez bir diğerine yardımcı oluyorsa, Kur’an hizmetinde bulunanlar da aynen birbirlerine yardımcı olmaları gerekir. Çünkü Kur’an hizmetinde rekabet olmaz.

Resulüllah (a.s.m.)’ın Sünneti:

‘’Ey Muhammed! De ki, Eğer Allah’ı seviyorsanız o halde bana ittiba ediniz ki; Allah da sizi sevsin’’ (Ali İmran:31)

Bediüzzaman bu ayeti şöyle tefsir etmektedir: ‘’Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa Habibullaha ittiba edilecek. İttiba edilmezse; netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur.’’

Resulüllah’ın sünneti, al-i beyt’ini sevmekle olur. Her şey gibi Âl-i Beyt’i sevmenin de bir ölçüsünün olması lâzımdır. Bu ölçü ise, Resulüllah Efendimiz (a.sm.)’ın Sünnet-i Saniyesini, bütünüyle yaşamaktır. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir: “Âl-i Beyt’ten vazife-i Risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyye’sidir. Sünnet-i Seniyye’yi terk eden hakikî Âli Beyt’ten olmadığı gibi, Âl-i Beyt’e hakikî dost da olamaz.” ( Dördüncü Lem’a, Üçüncü Nükte)

ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakda bilmelisiniz. Evet, kuvvet hakdadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar. Evet, kuvvet hakda ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı isbat eder ve kendi kendine delil olur… yedi-sekiz sene sizinle ettiğim hizmet; yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakıyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat’iyyen şüphem kalmadı… Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (R.A.) o mu’cizevârî kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Azam (K.S.), o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar. Evet hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri, ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz.

“Umur-u uhreviye de haset ve müzahemet ve münakaşa olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.”

Müslümanların birlikte hareket etmesinin önündeki en büyük engel, duyguların kontrol edilememesi ile ortaya çıkmaktadır. Müslüman aslında yüksek bir himmet ve gayret sahibidir. Ancak himmet ve gayretler bazen ehliyetsiz kişilerin elinde yanlışa alet olabilmektedir. Her insan tabiatında var olan rekabet etme duygusu, İslam cemaatleri arasına girince, dini bir vecibe olan işlere, ihlâssızlık şeklinde yansımaktadır. İhlâs ise, yapılan bir amelde sadece Allah’ın rızasını gözetme niyetidir. Bu temel niteliğin bozulmasını Bediüzzaman, Müslümanların “zillet ve mağlubiyete düşme” sebebi olarak görmektedir. Bu duygunun özellikle dini hizmet ve çalışmalarda nefislerimize tahakküm etmesini ortadan kaldırmak için müellifin şu tespitleri dikkate değerdir:

“Umûr-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i nazarında olamaz… Kıskançlık eden ya riyakârdır; a’mâl-i saliha suretiyle dünyevî neticeleri arıyor. Veyahut sadık cahildir ki, a’mâl-i saliha nereye baktığını bilmiyor.(Köprü dergisi) İşte burada muhtaç olduğumuz sır tamamen ihlâstır. Bediüzzaman ihlâsın muhafaza prensiplerini önermektedir.

DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir… Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir… Mesleğimiz “Halîliye” olduğu için, meşrebimiz “hıllet”tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üss-ül-esâsı, samimî ihlâstır. Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gâyet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.”

İnsan hatadan hali değildir. Günah ve hata insan olmanın sonucudur. Herkesin hem insanlara, hem de Allah’a karşı eksikleri vardır, olabilir. İslam birliğini temin edecek nurani rabıtalardan birisi de hatalardan imkân nispetinde sarfınazar ederek, iyilik ve faziletleri dikkate almaktır. Hiç kimse, günah ve kusurunun yüzüne çalınmasından hoşnut olmaz. Bu noktada, Uhuvvet Risalesi’ndeki şu ifade dikkate değerdir: “Mü’min kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lûtufla ıslahına çalışır.”

Lutufla ıslah; güzel söz, tatlı dil, eksik ve kusurları dolaylı yollarla ifade etmektir. Hz. Peygamber (a.s.m.)’ın hayatında bunun mükemmel örnekleri vardır. Peygamberimiz (a.s.m) kusurun adresini vermez, “insanlardan bazıları şöyle şöyle yapıyorlar…” diyerek insanları rencide etmemeyi tercih ederlerdi. Tahakküm ve baskı ile yanlış düzeltmek, kaş yapayım derken göz çıkarmak gibidir. İnsanların çoğu, nefis ve havanın baskısına maruz kalarak tahakküme karşı direnç gösterir. Pek az insan, kendi günahını söyleyen kişinin tahakkümüne katlanabilir. O halde isabetli adım, eksiklerin “lutufla ıslahına” çalışılmasıdır. Bu yol birleştiricidir. Diğeri ise, ekseriyetle ayrılmaya sebebiyet verilmektedir.

“Hiç bir günahkar, başkasının günahını yüklenmez” (Fatır, 35/18)

Bediüzzaman, Kur’an ayetinin mealini hatırlatarak, hatalar yerine iyiliklerin ve faziletlerin dikkate alınması halinde, insan ilişkilerinde adaleti tesis eder. Mü’minde iman ve İslam gibi çok sayıda masum sıfat varken bir iki hata ve günahı sebebi ile kötülük ve günahkârlıkla mahkûm etmek; onlara düşman olmak zulümdür. Çünkü mü’mindeki iman, “Kâbe gibi hürmete layıktır. İslami sıfatlar Cebel-i Uhud kıymetindedir.” Hata ve kusurlar ise Kâbe’ye karşı yerdeki çakıl taşları nispetinde kalır. Şu halde birçok İslami sıfatları yanında çakıl taşları gibi hata ve kusurlarıda taşıyan Müslümanlara, hataları sebebiyle düşman olmak zulümdür. İşte bu zulmün ortadan kaldırılması için mü’minlerin birbirlerine kardeşçe ve ihlâsla yaklaşmasıdır.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Ahlâki Vasıfları

Ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve İslâm büyüklerinin mübarek sözlerinin ışığında, Yüce Resulüllah (s.a.s.)’ın ahlâkî vasıflarını özetlemeye çalışalım.

* Rasulüllah (s.a.v.);

* Çok adildi,

* Nefsine hâkimdi,

* Cömertti, şefkatliydi,

* İnsan severdi, Dosttu,

* Edep ve hayâ abidesiydi,

* Sert değildi, yumuşak idi,

* Güler yüzlü, tatlı sözlüydü,

* Çok mütevazı idi, vakurdu,

* Sözünde mutlaka dururdu,

* Boş ve lüzumsuz konuşmazdı,

* Karşısındakini candan dinlerdi,

* Çocukları çok sever ve okşardı,

* Beyaz giymeyi tavsiye ederlerdi,

* Fazilet sahiplerine saygı gösterirdi,

* Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı,

* İlim, hikmet çağlayanı, sabır timsaliydi,

* Dünya malına asla rağbet göstermezdi,

* Dinlemesini, söylemekten fazla severdi,

* Hayatı iman ve cihad olarak görmüştür,

* Zulüm ve sömürünün amansız düşmanıydı,

* Eli çok açıktı, cömertliği deryadan farksızdı,

* Sofradan daima doymadan, yarı aç kalkardı,

* Atılgandı, tehlikeden korkmazdı, heybetliydi,

* İnsanların faydası için, kendi rahatını terk ederdi,

* Daima Hakk’ın ve haklının yılmaz savunucusuydu,

* Namazı noksansız kıldıranların en hafif kıldıranıydı,

* Kimseye fena söylemez, kimsenin sözünü kesmezdi,

* Herkesin isteğini mümkün olan ölçüde, yerine getirirdi,

* Temizliğe son derece ehemmiyet verir ve riayet ederdi,

* Kahkaha ile gülmez, fakat daima mütebessim bulunurdu,

* Çalışmaya, ilim ve irfana, icat ve keşiflere teşvik etmiştir,

* Sosyal adaleti ve kardeşlik hukukunu en güzel o uygulardı,

* Modern medeniyetin öncüsü ve insanlığın manevi mimarıdır,

* Uyurken mübarek sağ elini, mübarek yanağının altına koyardı,

* Özel işlerini kendisi yapardı. Döşeği içi hurma lifi dolu deridendi,

* Güleceği zaman mübarek elini, mübarek ağzının üzerine koyardı,

* Akrabasını ve komşusunu hatırdan çıkarmaz, onlara ikramda bulunurdu,

* Gelmiş ve gelecek insanların en cesur ve en kahramanı, en kuvvetlisiydi,

* İlk defa insan haklarını tam manasıyla o açıklamış ve bunu tatbik etmiştir,

* İnsanlara madde ve mevkisine göre değil, takva ve ahlâkına göre değer verirdi,

* Hanımlarına karşı insanların en yumuşağı ve ikramlısıydı, 0nlara karşı daima tebessümlüydü,

* Ekseri yediği arpa ekmeği ve hurmaydı, Allah’ın huzuruna kavuştuğu vakit, evinde az bir arpadan başka yiyecek maddesi bulunmamıştı,

* Ne yer, ne içerse hizmetçisine de aynısını verirdi, vefat ederken son anlarında dahi “Elinizin altındakilere (hizmetçi ve işçilere) iyi davranmamızı, onların haklarını gözetmemizi ve namaza dikkat etmemizi” tavsiye buyurmuştu.

* Cahil bir toplumu, dünyanın en insani, en müreffeh devleti haline getirmiştir, O’nun tebliğ ettiği İslam Nizamı’nı hayatlarına gerçek manasıyla tatbik eden cemiyetler, yine aynı şekilde dünyanın ve insanlığın efendisi olurlar,

*Rasulüllah (s.a.v.) her yönden örnek alınacak en mükemmel insandır, Her Müslüman’ın O’nu en güzel şekilde öğrenip tanıması; Onun yüce ahlâkını yaşamaya ve yaşatmaya çalışması lazımdır,

ÇÜNKÜ O’NUN AHLÂKI, KUR’AN AHLÂKI İDİ.

Cenab-ı Allah (C.C.) bizleri O’nun şefaatinden mahrum etmesin!

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org