Etiket arşivi: Ahmed Şahin

Namazı Hakkıyla Kılma Çabamız Ne Durumda?

Hayat Kaynağımız Namaz’ kitabı ile ‘Namaz Risalesi’ndeki iki önemli görevimize dikkatinizi çekmek istiyorum bugün.

Malum olduğu üzere hemen hepimizin bir numaralı meselemiz, namazlarımızı derin bir huzur içinde kılmak, kıldığımız her namazımızla bir adım daha ilerleyerek manen inkişaf etmek… Ne var ki isteğimiz bu olduğu halde halimiz bu değildir. Namaza başladığımızda kafamıza gönlümüze üşüşen dünyevi konular, namaz boyunca bizi istila ve işgale devam etmekte, bir türlü zihnimizi gereksiz konulardan kurtarıp da kalp ve kafa birliği ile ibadetimizi sürdürür hale gelememekte, bundan da muzdarip bulunmaktayız.

Bu sebeple namazda çok arzu ettiğimiz huşu ve huzura ulaşmanın çaresi yok mu, nasıl bir gayret ve azimle namazımızı layık olduğu bir huzur içinde kılmaya muvaffak olabiliriz diye düşünürken, Işık Yayınları’nın istifademize sunduğu “Hayat Kaynağımız Namaz” kitabında, Hocaefendi’nin namazı layık olduğu derinlikte kılabilmek için gerekli görüp sıraladığı çareler dikkatimizi çekiyor. Bakalım namazımızı huzur içinde kılmaya muvaffak olmak için nasıl bir gayret ve sebatla çalışmamız icap ediyor görelim:

-“Namaz aşk ve sevdası, sahibinin gönlüne hemen düşmeyebilir; insan birkaç günde, birkaç ayda, hatta birkaç yılda dahi namazın hakikatini duymayabilir!. Dolayısıyla neticeye götürecek sebepleri yerine getirmede ısrarlı ve azimli olmak pek mühimdir. Namaz kahramanlığına talip Kur’an talebeleri, Hazret-i Gazali, Hazret-i Mevlânâ ve Hazret-i Bediüzzaman gibi Hak dostlarının namazla alakalı tespitlerini ve günümüzde kaleme alınmış namaza dair kitapları, makaleleri mutlaka okumalı ve konuyla ilgili müzakerelerde bulunmalılar.

Hangi ses, hangi soluk sizi şahlandırıyor ve kalbinizi coşturuyorsa bir kere değil, belki yüz kere aynı vesileye başvurmalılar. Belki bir kitabı onlarca kez okumalı, bir kaseti birkaç kere dinlemeli, bir büyüğün sözlerine defalarca kulak vermeli, oturup kalkıp hep gözünüzü diktiğiniz namazı huzurla kılma hedefinizi düşünmelisiniz. Olmuyor diyerek yoldan dönmeyi asla aklınıza getirmemeli, kat’iyyen aceleci de davranmamalısınız. Unutmamalısınız ki, bu yolda senelerce sular gibi çağlayacak, pek çok kayaya çarpacak, ama her defasında biraz daha arınacak ve sonunda ummana ulaşacaksınız!..”

Demek namazda huzurumuzu kazanmak için göstermemiz gereken azim ve gayret böylesine uzun müddetli ve geniş çerçeveli olarak aralıksız devam edecektir.

Ancak, biz namazlarımızı böylesine bir azim ve sebatla huzur içinde kılmaya gayret ederken zihnimize namazlarımıza ait vesveseli sorular da gelmekte, ‘Bizim kafa karışıklığı içinde kıldığımız namazlarımız nerede gerçek namaz nerede?’ diye endişeye de kapıldığımız olmaktadır.

İşte zaman zaman duyduğumuz böyle endişeler için de imdadımıza yeni bir ‘Namaz Risalesi’ yetişmektedir. Bu risalenin yazarı kim mi? Sıkı durun: Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri. Nesil Yayınları, Risale-i Nur külliyatı içindeki namazla ilgili önemli bölümleri bir ciltte toplayarak ‘Namaz Risalesi’ kitabını istifademize sunmuş, endişe ile baktığımız namazlarımızın durumu hakkında da müjdeli bir misalle konu aydınlatılmıştır. Bediüzzaman Hazretleri endişe ile baktığımız namazlarımız hakkında diyor ki:

– Sakın deme, ‘Benim kıldığım bu namazım nerede, şu hakikatı namaz nerede?’ Zira, bir hurma çekirdeği hurma ağacı gibi, kendi ağacını -içinde taşır ve- tavsif eder. Fark, yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi, senin ve benim gibi avamdan birinin -velev hissetmese de- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şuurun taalluk etmese de. Fakat kılanların derecelerine göre inkişaf ve tenevvürü ayrıdır. Bir hurma, çekirdeğinden ta mükemmel bir hurma ağacına kadar dereceler bulunduğu gibi, namazın derecelerinde de daha fazla mertebeler bulunur.”

Demek ki, ümitsizliğe düşmeye gerek yoktur. Endişe ile baktığımız namazlarımızın da hakiki namazdan bir hissesi vardır. Ancak o hisseyi hurma çekirdeği derecesinde bırakmayıp hurma ağacı haline getirme gibi ihmal edilmez görevimizin bulunduğu da unutulmamalıdır….

Ahmed Şahin / Zaman 

Sıkıntılara iman kuvvetiyle karşı konulabilir!

Bu dünyaya gönderiliş gayemize baktığımızda görüyoruz ki, bu âleme gönderilmiş her insan cennete aday olarak gönderilmektedir.

Ancak cennet adayı bu insan, geldiği bu âlemde bazen sıkıntı ve musibetlerle imtihana çekiliyor, bu imtihanda göstereceği sabır ve tahammülle adayı olduğu cennetin faturasını ödeyerek gidiyor öbür âleme..

Ne var ki, imtihanı kazandıran bu sabır ve tahammül olgunluğu, kendiliğinden oluşmamaktadır insanda. Kuvvetli bir imanla kazanılmaktadır bu sabır ve tahammül olgunluğu..

Bundan dolayı aleyhissalâtü ves’selâm Efendimiz yaptığı duasında şöyle niyazda bulunmuştur:

– Yâ Rab, Senden dünyadaki musibet imtihanlarını kazandıracak iman kuvveti diliyorum. Sıkıntı ve zorlukları kolayca karşılayacak iman kuvveti ihsan eyle bizlere!

Demek ki, sıkıntı ve musibet imtihanlarını kazanmak, ancak sahip olduğumuz iman kuvvetiyle mümkün olur.. Gerçekten de imanı kuvvetli insanlarda zorlukların, musibetlerin tazyiki azalıyor, tahammül ve sabır duyguları gelişiyor, musibetler karşısında yıkılmıyor, dimdik ayakta durarak mutlu şekilde hayatlarını sürdürüyorlar..

İnanç bakımından inkişaf edemeyenlerde ise, küçük sıkıntı ve zorluklar dünya başına çökmüş gibi büyük görünüyor, geçici imtihanların tazyikine dayanamayan bu zayıf insan, hemen şikâyete başlıyor, bu da geçer ya hu! deyip de imtihanı kazanma duygusuna yönelmekte zorlanıyor..

İşte burada sıkıntılara iman kuvvetiyle mukabele ederek dimdik ayakta duranların verdikleri sabır ve tahammül örnekleri dikkatimizi çekiyor. Bu örneklerden ikisini arz etmek istiyorum bugün sizlere.

İmam-ı Gazali Hazretleri’nin naklettiği şu iman kuvvetinin verdiği dayanma gücüne bakın lütfen..

Sahabeden Hazreti Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim, savaşta derin yaralar almış, düştüğü kızgın kumların üzerinde susuzluktan dudakları çatlamış halde baygın yatmaktadır.

Arkadaşlarından biri durumunu görünce hemen kırbasındaki suyu uzatır:

– Şurada birazcık suyum kaldı, içiver de rahat bir nefes al!.

Dudaklarını hareket ettirmeye mecali kalmamış Salim, eliyle ağzını kapıyor, kaş-göz işaretiyle:

-Ben oruçluyum, uzattığın suyu içemem!’ diyor.. Israr ediyorlar:

– Sen bu halde iken orucuna devam edemez ölürsün, şu suyu içiver!.. Bu defa da şöyle cevap veriyor:

– Şu kalkanımın içine dökün. İftar vaktine kadar yaşarsam o zaman içerim. Yaşamazsam Rabb’imin huzuruna oruçsuz gitmektense oruçlu gitmeyi tercih ederim!.. diyerek suyu içme gereği duymuyor.

Salim, son anlarını yaşama derecesinde yaralı. Ama bu yaralar bedendedir, ruhta kalpte değil.. Kalpte ve gönülde öyle bir iman kuvveti var ki, bu imanı onu maruz kaldığı kılıç yaralarının tazyik ve tesirinden kurtarıyor, Rabb’inin huzuruna oruçlu olarak varmanın mutluluğunu hissettiriyor, uzatılan suyu içme gereği dahi duymayacak duruma gelebiliyor.

Sıkıntılara iman kuvvetiyle karşı konulacağına ait ikinci misali de büyük müçtehit Ahmed bin Hanbel Hazretleri veriyor..

Devrin yönetimi, isteğine uygun fetva alamadığı için onu zindana atmıştı. Hapishanenin rutubetli bodrumunda bir hayli zayıflamış olan Hazret-i İmam, nihayet mahkemeye götürülürken yol kenarında toplanmış olan sevenlerinden birinin feryadını duyar:

– Eyvah, böylesine zayıflamış bir bedenle bu musibete nasıl karşı koyacak mübarek hocamız?.

Sesin geldiği yana dönen büyük müçtehid, şöyle ikazda bulunur zayıflığına acıyan insana:

– Dikkat et! der, hayatta eksik olmayan musibet ve sıkıntılara, beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konulur. İnsanın bedeni zayıf olabilir, yeter ki imanı kuvvetli kalsın. Kuvvetli iman, sahibine karşılaşacağı her türlü musibeti yenme azim ve şevkini verir, zorluklar karşısında pes ettirmez, ümitsizliğe düşürmez..

Evet, büyük müçtehidin sıkıntılara beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konulacağı konusundaki bu açıklaması, hep hatırda tutulacak muhteşem bir hatırlatmadır.

Biz de hayatta eksik olmayan sıkıntı ve zorluklar karşısında Efendimiz (sas) Hazretlerinden öğrendiğimiz duamızı vesile kılarak diyoruz ki:

– Rabb’imiz, biz aciz, zayıf kullarız, aczimizi, zaafımızı açıkça itiraf ediyoruz. Bizi ve ülkemizi zorlanacağımız sıkıntılarla imtihan etme. İmtihan edeceğin sıkıntıları da sarsılmadan kolayca karşılayacak iman kuvveti ihsan eyle!.

Ahmed ŞAHİN / 15 Kasım 2011, Salı

Bayramda bizim komşuluk hassasiyetimiz de böyle midir?

Resulü Ekrem Efendimiz’in (sas), Müslüman’ın çevresinin derdiyle dertlenme hassasiyetine ait bir hatırlatması şöyledir:

– Müslüman’ın derdiyle dertlenmeyen bizden değildir!

Bu sebeple bizler Müslüman’ın derdiyle dertleniriz. Onlar ister kapı komşumuz olsun, isterse ülkenin öteki ucunda ihtiyaç içinde inleyen kardeşlerimiz olsun, dertlerini dertlerimiz bilir, birlikte ağlar, birlikte güleriz. Bundan dolayı da kurbanlarımızın az kısmını evimizdeki çoluk çocuklarımız için ayırırken, kalan çoğunluğunu da ihtiyaç içinde bekleyen kardeşlerimize ulaştırma görevimizi unutmayız. Biliriz ki, onların derdi de bizim derdimizdir.

Sözü uzatmadan, burada Müslüman’ın derdiyle dertlenme örneklerimize bir daha bakalım isterseniz. Kurban kesmeyen komşularımıza gönderdiğimiz kurban etinin kendimize bıraktığımızdan çok daha önemli olduğunu nasıl bir örnekle tespit etmişiz bir daha hatırlayalım.

Çoğu zaman kurbanını, vekil tayin ettiği Hazreti Ali efendimize kestiren Peygamberimiz (sas) Hazretleri bir Kurban Bayramı’nda Hane-i Saadet’ine gelince validemize sorar:

– Aişe! Kurban etini dağıttınız mı?.. Sevinçle cevap verir validemiz:

– Dağıttık ya Resulallah!. -Ne kadarını dağıttınız?

– Hepsini de dağıttık, bir buttan başka bize hiçbir şey kalmadı!..

Bu dağıtım şeklinden çok memnun olan Efendimiz’in açıklaması şöyle olur:

– Desene Aişe, bir buttan başka hepsi de bize kaldı!..

Evet, Aişe validemiz kurban etinin tümünü de komşularına dağıttıklarını söylüyor, bir buttan başka hiçbir şey kalmadı bize, diyor. Efendimiz de buna çok seviniyor ve dağıtılanın tümü de amel defterine yazıldığından mahşerde hep yanlarında olacağına işaret ederek:

-Desene Aişe, bir buttan başka hepsi de bize kaldı! diye takdirlerini ifade ediyor.

Demek ki, kurban etinin komşularına dağıtılan miktarı, sevap defterine yazıldığından mahşerde dağıtanın hep yanında bulunuyor. Dağıtılmayanı ise burada tüketildiğinden amel defterinde görünmüyor, mahşerde de yanında bulunmuyor.. Bundan da anlaşılıyor ki, kurban etinin ne kadarı dağıtılır, ihtiyaçlılara ulaştırılırsa o kadar hayırlı ve makbul olur. Çünkü ahirette, verdikleri bulunacaktır yanında, vermedikleri kalacaktır burada.. Bu sebeple atalarımız, ‘Ne verirsen elinle, o gider seninle‘ demişlerdir.

Bundan anlaşılan odur ki, bir kurbanı ihtiyaç sahibi çevrelere tümüyle bağışlayanlar, kurbanın tümünü de kendi yanlarına almış sayılıyorlar. Çünkü etiyle derisiyle, sakatatıyla tümünü de veriyor, yani tümünü de ahirette yanlarına almış bulunuyorlar. İşte bu olay, kurbanı tümüyle bağışlamayı çok cazip hale getiriyor, ya da ne kadarını dağıtırsak o kadarının bize kaldığını düşündürmesi bakımından muhteşem bir misal olarak hafızamıza yerleşmiş bulunuyor!

Bir başka unutulmayan misal daha. Bir bayram sabahı erkenden kurban etini pişirip sürerler Efendimiz’in önüne. Hemen bismillah, deyip başlamaz da sorar:

-Şu anda komşularımız da kurban eti yemeye başladılar mı?

-Hayır, derler. Henüz onların hisselerini göndermedik, en önce size hazırlayıp sunduk, herkesten önce siz tadasınız diye!.

Bunun üzerine verdiği cevap, insanlık tarihinin şeref levhalarına geçecek muhteşemlikte bir komşuluk anlayışı olur. Buyurur ki:

-Götürün bu eti! Ne zaman komşularımızın da bacalarından et pişirdiklerine işaret eden dumanlar yükselirse o zaman getirin. Komşusunun yemediğini yiyen, giymediğini giyen, onların derdiyle dertlenemeyip ayrı bayram yapan kimselerden olmak istemem!. Et kaldırılır, daha sonra komşuların bacasından et pişirmeye başladıklarının işareti olan dumanlar yükselir, bundan sonra buyurur ki:

-İşte şimdi kurban eti yiyebiliriz, çünkü komşularımız da et yemeye başlamışlardır.

Biz de şimdi yazımızın başlığını bir daha okuyabiliriz? “Bayramda bizim komşuluk hassasiyetimiz de böyle midir?

Ahmed Şahin

70 hafız sahabe nasıl bir ihanetle şehit edildi?

Necid’deki en kalabalık kabilelere reislik eden Ebu Bera, hicretin 4. senesinde Medine’ye gelerek Resûl-i Ekrem Efendimize (sas) teminatlı bir teklifte bulundu:

– Ashabının seçkin hafızlarını emrim altında bulunan kabilelere gönder, Kur’an okusunlar, putperestlikten kurtarıp İslam’a ısındırsınlar!.. Ebu Bera, Efendimiz’in isteği üzerine yerine vekil olarak bıraktığı Amir bin Tufeyl’e hitaben yazdığı bir mektubu da hizmet için gidecek olan kafilenin başkanına verilmesini istedi.

Efendimiz (sas) Hazretleri İslam’a hizmet için her türlü fedakarlığa hazır olan Ashab-ı Suffa’dan yetmiş kadar seçkin adanmış ruhlardan oluşan tebliğ heyetini Medine dışına kadar uğurlayarak özel bir ilgi gösterirken, kalbinde bir eziklik ve şüphe de hissediyordu. ‘Acaba, reis Ebu Bera’nın bu mektubu bir hile olabilir mi, kabiledeki vekilince dikkate alınmaz da ashabıma bir ihanette bulunmaları söz konusu olabilir mi?’ diye muhtemel bir terörden endişe duyuyordu.

Kumlu çöllerin kavurucu sıcağına rağmen yollarına Kur’an okuyup salavatlar getirerek aşk ve şevkle devam eden bu seçkin hafızlar kafilesi, nihayet yaklaştıkları kabilenin yakınındaki Maun kuyusu başında mola vererek namaz için abdest hazırlığına başladılar. Bu sırada getirdikleri mektubu da Haram bin Milhan’la reis vekiline gönderdiler.

Ancak insani niyet ve duygudan tümüyle yoksun reis vekili Amir bin Tufeyl, hiddetlenerek mektubu getiren Haram bin Milhan’ı hemen orada çektiği kılıcıyla hunharca şehit etmekten çekinmedi.

Bu yaptığının doğru olmadığını, reislerinin verdiği sözünü tutmaları gerektiğini söyleyen yanındaki kabile mensuplarına da:

– Siz gelmezseniz gelmeyin, Lat ve Uzza’nın sadık kulları olan diğer kabile mensuplarıyla gider, onlara hadlerini bildiririm, diyerek öteki aşiretlere doğru adam toplamak üzere atını öfkeyle sürdü.

Beri tarafta sıcak kumların üzerinde huşu içerisinde namazlarını kılan masum hizmet cemaati, uzaktan bir toz bulutunun kendilerine doğru geldiğini fark ettiler. Birkaç saniye içinde yaklaşan bu toz dumanın içinden silahlı müşriklerin bağrıştıklarını duydular:

– Teslim olun!..

-Biz savaşmak için gelmedik ki teslim olalım, size Kur’an okumak için geldik, bir ısrar ve isteğimiz de yoktur, karşılığını verdilerse de, makul sözleri dinleyecek vicdana da şuura da sahip değillerdi bu vahşi teröristler.

Cinayet niyetiyle yola çıkmış bu gözü dönmüş müşriklere karşı bir avuç eğitim ve öğretim görevlisi adanmış ruhlar, mukavemet edecek durumda da değillerdi. Kısa zamanda şehadet şerbetini içerek secde ettikleri sıcak kumların üzerine kılıç darbeleriyle serildiler. Son nefesini verenlerden duyulan ortak cümle hep aynı oluyordu:

-Füztü ve Rabbil’-Kabeti!.. Kabe’nin Rabb’ine yemin olsun ki biz kazandık!..

Evet, şehitler hep kazanırdı. Burada da öyle oldu. Masum şehitler yine kazandı. Bu sırada yaralılar arasında hayatta kalan tek kişi ayağa kalkarak güç bela binebildiği bir deveyle yola çıkıp Resulullah (sas) Hazretleri’ne ulaşarak hıçkırıklar içinde uğradıkları ihaneti anlattı.

Ashabının seçilmişlerinin masumca bir eğitim ve öğretim hizmeti için gittikleri yerde kalleşçe ihanete uğrayıp kılıçtan geçirilişlerini derin bir üzüntü içinde dinleyen Allah Resulü:

– Bu Ebu Bera’nın işidir. Zaten pek emin değildim.. diyerek tam kırk gün sabah namazlarını müteakip müşrik teröristler için beddua etti. Sabah namazının farzının son rekatında zalimlerin cezalarını bulmaları için Efendimiz’in yaptığı bu duygulu duası çok geçmeden etkisini gösterdi.

Kabilelerin çevrelerini kasıp kavuran şiddetli bir kuraklık sonucu hepsi de açlık, susuzluk ve salgın hastalıklardan kıvranarak can verirken, cinayetlerinin cezasını çektiklerini anlayanlar bin pişman oldular; ama bu pişmanlığın hiçbir faydası olmadı. Böylece dillerde tekrar edilen söz yine aynı oluyordu:

– Kabe’nin Rabb’ine yemin olsun ki, şehitler kazandı!..

Ağlayanlar ise boşa ağlar, ciğerlerini boşa dağlarlar. Çünkü şehitler ağlanacak halde değil, imrenilecek makamdalar.

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Ülke Çapında Şehitlerimizi Anıyor, Anlatıyoruz

Geçtiğimiz cuma kürsülerde vaizlerimiz, hutbelerde hatiplerimiz ülke çapında şehitlerimizi anlattılar. Biz de yine ülke çapında büyük bir dikkat ve ilgi ile şehitlerimizi dinleyip konuştuk. Bugün ben de burada aynı anlatımla şehitlerimizi yâd etmeye devam etmek istiyorum.
Anlaşılan odur ki şehitlerimiz uzun zaman kalbimizde, gönlümüzde yaşayacak, hatta arkalarından biz de şefaatlerini ümit ederek varacağız yanlarına… Nitekim maneviyat büyüğü Ebud-Derda Hazretleri de bir cenaze gördüğünde “Sen git, biz de geliyoruz arkandan!” diyerek uğurlarmış cenazeleri. Biz de bugünlerde bu duygularla uğurluyoruz onları, yarın da başkaları uğurlayacak bizleri. Ancak biz uğurladığımız cenazelerimize ‘ölülerimiz’ diyemiyoruz. Çünkü onlar bizim ölülerimiz değil, şehitlerimizdirler.
Şehitlerimize ölülerimiz diyemiyoruz… Ama acılarını kalbimizin ta derinliklerinde duyuyor, yaşıyoruz. Çünkü onlar bizim ya babamızdır, ya kardeşimizdir, ya eşimizdir, ya da evlatlarımızdırlar. Bu ülkenin doğusundan, batısından, köyünden veya kentinden kendilerini feda eden kahramanlarımızdırlar. Nereden olurlarsa olsunlar, nereli olurlarsa olsunlar, onların her biri, hepimizin şehididirler. Bundan dolayı bu toprakların üzerine bir damla şehit kanı düştü mü, acısı bütün vatan evladını sarar, ıstırabı topyekun milletin yüreğini yakar. Hepimiz bunun acısını gönlümüzün, kalbimizin ta derinliğinde hissederiz. Ancak olanca derinliğiyle hissettiğimiz bu acımızı, kalbimizin gönlümüzün derinliğine gömeriz de asla feryad-ü figan etmeyiz, bağırıp çağırmayız, taşkınlık yapmayız, hele yabancıların âdet ve alışkanlığı olan alkış tezahüratlarıyla cenazelerimizi gösteriye alet etmeyiz.

Acımız ve öfkemiz, bizi vakarımızdan, ağırbaşlılığımızdan uzaklaştırmaz. Biliriz ki şehitlerimiz aynı zamanda bizim mahşerde şefaatçilerimizdirler de… Zira onlar, Allah’ın kendilerine vaat ettiği müjdeye kavuşmuş, ebedî saadetin nimetlerini bilfiil tatmaya başlamış şekilde yeni hayatlarına geçmişlerdir. Onlara bu yeni hayatı bahşeden yüce Rabb’imiz ölüm acısını tatmadan yaşamaya devam ettiklerini haber vermektedir kitabında bizlere: “Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Onlar hayattalar ve Rab’lerinin katında mükâfatlarına kavuşmuş halde yaşamaktalar.”

Demek ki hayal ettiğimiz cennet hayatını onlar fiilen yaşamaya başlayan bahtiyarlardırlar. Bu sebeple, “Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır.” müjdesinin de muhatabıdırlar. Nitekim onların böylesine imrenilecek özellik ve yüceliğinden dolayıdır ki Efendimiz (sas) Hazretleri şehitlik arzusunu bizzat dile getirdiği hadisinde şöyle buyurmuştur: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a  yemin ederim ki Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi arzu eder ve şehit olmayı isterdim.” Evet şehitlik, işte böyle erişilmezliğine şahitliktir!..

Bundan dolayıdır ki, güvenlik güçlerimize ve sivil halkımıza karşı hızlandırılan bu vicdansız saldırılar, birlik beraberlik içinde kardeşçe yaşama azim ve aşkımızı zayıflatmak şöyle dursun, tam aksine daha da kuvvetlendirecek, bin yıllık kardeşliğimizi daha da takviye ederek devam ettireceğiz inşallah. Milletimizin mutluluk ve huzurunu bozmayı hedef alan bu ihanet odakları, bizi ayırıp buyurma maksatlarına erişemeyecek, şeytani güçleri ebedi kardeşliğimizi yok etmeye yetmeyecektir.

Bu vesileyle şimdiye kadar evlatlarını bu ülke için feda eden tüm şehit ailelerimizin acısını paylaşarak sabrı cemil niyaz ediyor, kahraman şehitlerimize bir kez daha Rabb’imizden sonsuz rahmetler diliyoruz.

Ahmed Şahin  /  Zaman