Etiket arşivi: Ahmed Şahin

Bir numaralı meselemizin farkında mıyız?..

Günlük olaylar kafamızı kalbimizi istila ve işgal ediyor adeta. Hangi meselenin bir numaralı meselemiz olduğunu seçemez hale bile geliyoruz. Bu durumda hemen Hud Suresi’ndeki ayetin ikazını düşünmeye başlıyoruz:

-Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!.. (112)

Demek bizim kafamızı, kalbimizi meşgul etmesi gereken bir numaralı meselemiz, istikametimizi koruma meselemizdir! Yoksa günlük olayların istila ve işgaline maruz kalıp da hayatımızın bir numaralı meselesi olan istikametimizi koruma konusunda büyük gaflete düşmek değildir.

yol üzerinde soru işaretiBu konuda kimse kendini istikametini koruma görevinden hariç tutamaz. Benim istikametim düzgündür, ben garantideyim, istikametimi koruma hassasiyeti duymama gerek yoktur, diye bir rehavete kapılamaz. Bunun aksi de böyledir.

‘Benim istikametim hep bozuk gitmiştir, düzeltmem de mümkün değildir’ diye peşin bir ümitsizlik çukuruna kendini atamaz. Bugün istikameti iç açıcı olmayabilir; ama yarın iradesini güçlendirir, istikametini düzeltebilir, ebedi hayatını kazanabileceği mutlu bir istikamet çizgisine yönelebilir.

Bu sebeple, kafaların karışıp dikkatlerin dağıldığı devrelerde istikametini koruma konusu, hemen hepimizin bir numaralı meselemiz olduğunun farkında olmamız gerekmektedir!

Nitekim Efendimiz (sas) Hazretleri’nden aldığımız şu çarpıcı uyarı da bizi mutlaka düşündürmelidir. Buyurmuş ki:

-Hud Suresi’ndeki “Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!..” ayeti beni ihtiyarlattı!

Evet, emrolunduğumuz gibi istikamet üzere olma hassasiyetimiz de bizi ihtiyarlatacak derecede bir numaralı meselemiz olmalı, saçlarımızı beyazlatacak derecede sorumluluk duygusu içinde istikametimizi koruma şuurunda ve hassasiyetinde olmalıyız.

İsterseniz maneviyat büyükleri istikametimizi koruma görevimize nasıl dikkatimizi çekiyorlar görelim. Şah-ı Nakşibend Hazretleri’ne kerametler gösterecek derecede düzgün istikametli bir zattan söz ederken derler ki:

-“Bu zatın istikameti öylesine düzgün ki, bazen sabah namazlarını Kâbe’de kıldığı bile görülmektedir!”

Şah-ı Nakşibend Hazretleri, ‘O keramet mühim değil!’ deyip geçer. ‘Dicle Nehri’nin üzerinden yürüyerek gider, suya batmaz.’ derler. ‘O da mühim değil!’ der. ‘Bahçesinde çalışırken zemin çamur olursa seccadesini havaya atıp namazlarını üzerinde kılar.’ derler. ‘O da mühim değildir!’ deyince:

-Efendi Hazretleri derler, o keramet mühim değil, bu mühim değil de, sizin için ne mühimdir?

Maneviyat büyüğünün cevabına bakın:

-‘Benim için mühim olan, onu o makama yükselten istikamet çizgisini son nefesine kadar koruyarak devam ettirmesidir, anladınız mı şimdi mühim olanın ne olduğunu?’ der. Mesele istikamet çizgisini son nefesine kadar koruma titizliğine sahip olması, zamanla bozulma ve gevşemeye düşmemesi, kazandığı bu düzgün istikametini gaflete dalarak kaybetmemesidir!

Demek oluyor ki, hiç kimse şu anki düzgün istikametine bakıp rehavete kapılmasın. Yine hiç kimse de şu andaki kötü istikametine bakıp da benden istikameti düzgün bir adam olmaz, diyerek ümitsizliğe düşmesin. Hemen herkes istikametine sahip olma ve düzeltme konusunda saçlarını beyazlatacak derecede ciddi bir dikkat ve şuurun içinde olsun. Allah Resulü’nü (sas) ihtiyarlatan istikametini koruma titizliği, hemen hepimizin de saçlarımızı beyazlatacak derecede önemli meselemiz olsun!.

-Ne dersiniz, böyle bir hassasiyetimiz söz konusu mu? İstikametini düzeltenler korumak için, düzeltemeyenler de düzeltmek için saçlarımızı beyazlatacak derecede bir hassasiyet içinde olmamız gerektiğinin farkında mıyız?

-Yoksa ‘Ayağını sıcak tut başını serin, hayatını gafletle yaşa düşünme derin’ tekerlemesi bizim gafletimizi de mi anlatmış oluyor bu durumda? İstikametimizi koruma diye bir meselemizin varlığının farkında bile değil miyiz yoksa!

Ahmed Şahin / a.sahin@zaman.com.tr

Faizcilikten kurtulan Habib-i Acemi maneviyat liderliğine böyle yükseldi!

İkinci hicret asrının Basra zenginlerinden biri de Habib-i Acemi idi. Acemi’nin haramlarla dolu günahlı bir hayattan vazgeçip tertemiz bir dini hayata başlaması, ibretli olduğu kadar da insanlara ümit vericidir. İşi gücü tefecilik iken nasıl kurtulup da bir maneviyat büyüğü haline gelmiş, kısaca bir göz atalım isterseniz.

Habib-i Acemi Basra’da ticaretle meşgul oluyordu. Ama nasıl bir ticaret? Sahip olduğu parasını faizle borç veriyor, kimsenin gözyaşına bakmadan faiz üstüne faiz yükleyerek de tefecilikle zengin oluyordu. Basra sokaklarında onu gören çocuklar bile hemen kaçışıyorlar:

-Çekilin yoldan faizci Habib geliyor, ayağının tozu bulaşıp da bizi de kirletmesin, diye feryat ediyorlardı.

Bir gün kendisine yaklaşan bir gönül ehli insan:

–Efendi dedi, sen iyi kalpli birine benziyorsun; ama seçtiğin kazanç yolu iyi kalpli bir adamın yolu değildir. Gel, sen yoksulları ezen bu tefecilikten vazgeç, helal yolla hayatını kazanmaya çalış. Eğer nefsini razı edemiyorsan, git Hasan Basri’yi dinle. Ola ki kalbine, gönlüne ilham gele, Rabbimizin yardımı sana da ere!…

İhlaslı insan bu konuda ısrar edince Hasan Basri’yi merak etmeye başladı. Bir gün gidip onun meclisinde bir köşeye oturarak dinlemeye başladı. Hayret! Öylesine hoş ve yumuşak konuşuyordu ki, sanki iliklerine işliyordu söyledikleri. Bir iki gün derken Hasan Basri’nin hayranı olmaya başladı. Bu sırada yaptığı nefis muhasebesi sonunda Basra sokaklarında şöyle bir duyuruda bulundu:

-Ey Basralılar! Bundan böyle Habib’e borçlu olanlar rahat dolaşsınlar sokakta. Çünkü Habib, faizle verdiği bütün paraları Allah rızası için bağışladı! Kimsenin Habib’e borcu yoktur, bugünden itibaren böyle biline!.

Sokağa çıkamayan borçlu yoksullarda bir sevinç ki görme gitsin. Ancak Habib bununla da tatmin olmuyordu. Alacaklarını bağışlamıştı ama o güne kadar aldığı faizler vardı üzerinde. O faizler de huzurunu kaçırıyor, faiz yemiş biri olarak yaşamak istemiyordu. Bu defa da ikinci bir duyuruda bulunarak söyle sesleniyordu Basralılara:

–Kim Habib’e faiz ödemişse gelip geri alsın. Bundan böyle Habib şimdiye kadar aldığı faizlerin hepsini de sahiplerine iade ediyor, kimsenin hakkının üzerinde kalmasını istemiyor!.

Bu defa Habib’e faiz vermiş olanlar sıraya girdiler, hepsi de geçmişte verdikleri faiz paralarını tümüyle geri aldılar.

Habib, bu olaydan sonra, insanların gözünde öyle saygıdeğer bir hale geldi ki, yoldan geçerken gören çocuklar bu defa da birbirlerine şöyle sesleniyorlardı:

-Kaçın yoldan, tövbekâr Habib geliyor, ayağımızın tozları değip de onu rahatsız etmeyelim!.

Ne var ki, eskinin zengini Habib’de artık ihtiyacını karşılayacak imkan da kalmamıştı.

Nitekim çok geçmeden hanımın ikazı geldi:

-Efendi! Erzakımız da bitmek üzeredir. Bundan sonra çarşı pazara çıkıp kendine iş bulman gerekecektir. Yoksa açlık kapımızda!..

Artık Habib iş arayan bir gündelikçi durumundadır. Ancak aradığı işi de hemen bulmuş değildir. Yine Hasan Basri’nin sohbetlerine devam ediyor, münasip bir iş bulmaya da bakıyordu. Hanımı, çalışıyor musun? diye sorunca da:

-Çok cömert birinin işinde çalışıyorum, bire on misli veriyor. Bakalım bize nasıl ödeme yapacak? diye de mânâlı sözler söylüyordu. Rabbimizin, bir iyiliğe on misli karşılık veririm dediği ayetine işarette bulunuyordu.

Bir akşam yine evine eli boş dönerken:

-Ben ne söyleyeceğim şimdi bu masum hanıma? Evde erzak tükenmişti… diyerek endişe ile kapıya gelmişti ki, eşikte sıra sıra dizilmiş erzak çuvallarını gördü. Bir mânâ veremeyince kapıya çıkan hanımı sevinçle izah etti durumu:

-Bey dedi, gerçekten de işinde çalıştığın zat çok cömert biriymiş, baksana on çuval dolusu erzak göndermiş bize!.

Meğer kendisini geriden takip eden eski borçluları, şimdi yardım sırası bize geldi, diyerek birkaç misli fazlasıyla çuvalları erzakla doldurup getirmişler tam bir dönüş yapan Habib’in kapısına!.

Bunu anlayan Habib-i Acemi’nin son sözü şöyle olur:

-Hanım, ben demedim mi sana, bire on veren bir zatın işinde çalışıyorum diye. Biz Allah (cc) için bir bağışta bulunduk. O da on misliyle iâde etti bize. Demek ki insan önce niyetini, sonra amelini düzeltirse Rabbimiz de ona olan muamelesini düzeltir. Yeter ki insanda samimi bir dönüş söz konusu olsun! Ne dersiniz bu tecelliye? Gerçekten de insan yanlışlarından samimi dönüş yapsın yeter mi? Habib-i Acemi gibi bir maneviyat büyüğü dahi olabilir mi?

Ahmed Şahin / Zaman

Mevlid Kandiline Özel: “Kutlu Doğum sahibinden üç örnek!..”

1442. doğum yılını kutladığımız Efendimiz (sas) Hazretleri’nin düşündüren üç önemli örneğini arz etmek istiyorum bugün. İsterseniz birlikte okuyalım günümüze mesaj yüklü üç önemli örneği.

1- Mal senin borç benim örneği!.  

Sıkıntı içinde kalan gerçek yoksullara yardımı ihmal edilemez görev bilirdi. Bu sebeple davet ettiği miskin derecesindeki gerçek muhtaçlara önceden hazırladığı yardımı sırayla dağıtmış, alanlar da sevinçle evlerine dönmüşlerdi. Tam bu sırada bir başka gerçek yoksul adam da uzaklardan koşarak gelip kendisine verilecek bir şey kalmadığını anlayınca mescidin avlusunda yığılakalmıştı. Efendimiz, bu gerçek yoksulun ümitsiz ve perişan halini görünce teselli etti:

– Üzülme sana da bir çare bulabiliriz, dedi!.. Bulduğu çareyi de hemen şöyle anlattı:

– Buradan doğruca çarşıya git, ihtiyaçlarını satan dükkânlara gir, ne lazımsa al, sonra dükkân sahibine de ki: “Mal benim, borç Resulullah’ındır!.”

Yoksul adam, şaşırarak böyle şey olmaz demek istemişse de Efendimiz, onu ihtiyaçlarını satan dükkânlara doğru yönlendirerek tembihini tekrarladı:

– İşte şuradan doğruca dükkânlara girecek, ihtiyaçlarını alacaksın, sonra da: “Mal benim borç Resulullah’ındır,  diyerek evine döneceksin, ödemesi bana ait olacaktır!”

Demek ki gerçek manada darda kalana yardım edemediği yerlerde borçlarını yüklenmeyi dahi göze alıyor, böyle örnek veriyordu ibret alacak imkân sahiplerine.

2- Hizmet eden mi, hizmet edilen mi olmak istersiniz?

Hizmet edilmeyi değil hizmet etmeyi seviyordu. Bu sebeple misafirlerine bizzat kendisi hizmet eder, ikramda bulunurdu. Bir gün çölden biri gelip “Kim bu insanların efendisi?” diye sordu.

O sırada misafirlerine süt ikram eden Efendimiz de:

-“İnsanların efendisi, insanlara hizmet edendir!” buyurdu.  Bu sözüyle hem kendisine işaret ediyor hem de insanların efendisinin insanlara hizmet etmesi gerektiğini ifade ediyordu.

Nitekim bir yolculuk dönüşünde herkes hurmalıkta istirahate çekilmiş dinlenirken bazıları yemek yapmaya hazırlanıyorlardı. Biri, ben yemekleri yapayım, biri, ben de su getireyim, derken biri de, ben de ateş yakayım, deyince, Efendimiz (sas) Hazretleri de istirahat ettiği ağacın gölgesinden doğrularak, “Öyle ise ben de yakacağınız ateşe odun toplayayım.” buyurdu.  “Biz hizmetlerin hepsini de yaparız, siz dinlenin” diyenlere de:

– Bilirim ki siz hizmetlerin hepsini de yaparsınız, ama siz hizmet ederken ben seyirci kalmaktan mutluluk duymam. Hizmet edilen değil, hizmet eden olmayı tercih ederim.” dedikten sonra  kalkıp odun toplayarak  hizmete seyirci kalanlardan değil, hizmete iştirak edenlerden olmayı tercih etme örneği verdi bizlere…

3- Faydalı buluş kimde görülürse görülsün sahip çıkılmalı mıdır?   

Sahabeden Temimdari, Şam’daki Hıristiyanlardan aldığı zeytinyağı yakan bir kandili getirip Resulullah’ın mescidinin tavanına asmıştı. O günlerde Müslümanlar böyle bir kandilin varlığını bilmiyor, evlerinde de kullanmıyorlardı…

Az sonra Efendimiz (sas) gelip dumansız, külsüz tavana asılı olarak ışık veren kandili görünce, “Kim getirdi bunu?” diye sordu. Oradakiler suçlu gösterir gibi Temimdari’yi göstererek “Hem de Şam’da Hıristiyanlardan alıp getirmiş.” dediler. Arkasından da bir azarlama beklemeye başladılar.  Ancak Peygamberimiz tebessümle baktığı Temimdari’ye, unutulmayacak duasını şöyle yaptı:

– Sen bizim mescidimizi aydınlattın, Allah da senin kabrini aydınlatsın!.. Sözlerine şunu da ekledi:

– Unutmayın, faydalı buluşlar müminin kaybettiği öz malı gibidir. Kimde bulursa sahip çıkıp benimsemeli, Müslümanlara bu faydalı buluşu kazandırmalıdır!..

– Fatebiru ya ülil ebsar!.. Düşünün ey basiret sahipleri!

Peygamberimiz’den gerilimi düşürme örneği!..

Bazen toplumda gerilimler gelişmekte, bir kesim diğer kesime karşı hasmane duygu ve düşüncelere girmekteler.

Bu gibi sorumlusu pek netleşmeyen gerilimler saadet asrında da yaşanmış, ancak meydana gelen gerilimleri düşürme tedbirleri alınmakta geç kalınmamıştır. Günümüze de mesaj veren bu gerilimi önleme örneklerinden birini, bir daha hatırlamakta fayda mülahaza etmekteyim. Birlikte okuyoruz Peygamberimiz’in, mağduriyetlerin diyetini bizzat ödeyerek verdiği gerilimi düşürme örneğini.

Medineli Abdullah ile Muhayyıs, çalışmak için gittikleri Hayber’de iş bulmuşlardı. Abdullah, Hayber’in Şık mahallesindeki bir evde kalıyor, Muhayyıs ise biraz uzaktaki hurma bahçesinde çalışıyordu. Muhayyıs, bir ara arkadaşından haber alamayınca aramaya başladı. Soruşturmayı derinleştirdiği sırada bir çocuk “Mahallemizdeki kuyuda bir ceset var, belki sen onu arıyorsun.” dedi.

Muhayyıs, heyecanla gelip kuyuya baktığında Abdullah’ın başı üzerine düşerek, yahut da düşürülerek boynu kırılmış halde cesedini gördü. Fevkalade üzüldü bu olaya. Çevresindeki Yahudilere:

– Abdullah’ı siz öldürdünüz, diyetini ödemelisiniz, kanı yerde kalmamalı, geride perişan ailesi var, dedi.

Yahudiler, hep birlikte, “Biz ne öldürdük ne de öldüreni gördük, bize suç yükleme boşuna.” diye karşılık verdiler.

Muhayyıs, cenazeyi çıkarıp usulüne uygun şekilde defnettikten sonra doğruca Medine’nin yolunu tutup Efendimiz’e olayı aynen anlattı.

Efendimiz (sas), Hayberlilerden, Abdullah’ın ailesine diyetini ödemelerini istedi. Hayber halkı ise “Biz öldürmedik de, öldüreni görmedik de…” şeklinde karşılık vermekte ısrar ettiler.

Bu durumda iddia sahibi Müslümanlara, Abdullah’ı Yahudilerin öldürdüklerini ispat etmek düşüyordu. Ya olayı gören şahitlerle ispat edecekler ya da Yahudilerin öldürmüş olacağına kendileri yemin edeceklerdi.

Müslümanlar, olayı gören şahit bulamadıkları gibi, kendileri yemin yapmaya da cesaret edemediler. Çünkü olayı gözüyle gören biri çıkmamıştı ortaya. Ancak Abdullah’ın onların mahallesindeki kuyularında tepesi üzerine atılmış halde ölüsü bulunduğu da bir gerçekti.

Sonuç böyle faili meçhul kalınca Medine’deki Müslümanlar ile Hayber halkı arasında ciddi bir gerginlik başladı. Medine halkı Hayberlilere Abdullah’ın katilleri olarak bakıyor, diyetini ödemeleri gerektiğini, Abdullah’ın geride kimsesiz kalan yoksul ailesinin de bir ölçüde perişanlıktan kurtulup böylece teselli olacağını söylüyorlardı.

Hayber halkı ise kendilerini suçlu bulmuyor, diyet ödemeye razı olmuyor, ‘kim öldürmüşse o diyetini ödesin’ diyorlardı…

Böylece ölüm olayının ortada kalışı, iki toplum arasında ciddi bir gerginliğin başlamasına sebep oldu.

Ortada mağdur olmuş perişan bir aile bekliyordu.

Peygamberimiz (sas), bir yönetici olarak toplumun bir kesiminin ötekine karşı gergin şekilde bakmasını uygun bulmuyor, bu mağduriyetin giderilip gerilimin düşürülmesi gerektiğini düşünüyordu. Bundan dolayı aldığı kararını şöyle açıkladı:

– Abdullah’ın diyetini ben ödüyorum ailesine. Hazinenin kırda otlayan develerinden yüz deve getirin, mağdurun ailesine diyet olarak ödeyin. Kanı yerde kaldı denerek toplumun düşmanlık duyguları içinde cepheleşmesini önlemeli, böylece maruz kalınan mağduriyeti giderip gerilimi düşürmeliyiz.

Bu karardan sonra hazine develerinden seçilip getirilen yüz deve, mağdurun ailesine teslim edilmiş, onlar da diyetlerinin ödendiğini düşünerek olayın etkisinden bir ölçüde kurtulmuş, toplumdaki mağdur ailenin faili meçhule kurban gitme gerginliği de böylece sona ermiştir…

İlahiyatçı yazar Mehmet Dikmen’in “Peygamberimizin İnsan Kazanma Metodu” kitabında, bu olayın toplumdaki gerginliği giderme yanına dikkat çekilirken şöyle yorumlar yapılmıştır:

– Peygamberimiz, ölenin ortada kalan diyetini bir yönetici olarak hazineden kendisi ödeyerek toplumda ortaya çıkan gerginliği giderme örneği vermiş, barış ve huzuru sağlamak için ilk adımı da bir yönetici olarak yine bizzat kendisi atmış, ümmetine de mesajını böyle vermiştir. Yeter ki ümmeti de bu mesajı alabilsin, toplumda oluşan mağduriyetleri karşılayıp gerginliği gidermede ihmale düşmesin.

Ahmed Şahin / Zaman

İslâm Hukukunda ‘Aile Reisliği’ Anlayışı!

Günümüzde aile reisliği anlayışı giderek değişti. Müslümanlar da bundan nasibini almış. Avrupalı gibi yaşamaya çalışırken İslam’ın hükümleri de unutulmuş gibi!

İslam hukukunda ailenin reisi beydir. Bey aynı zamanda ailenin tüm ihtiyaçlarını karşılamakla da yükümlüdür. Kadın, bu ihtiyaçları karşılamaktan sorumlu değildir. Kadının şahsına ait malı varsa kullanışı kendi tercihine bırakılmıştır. Bey bu malda tasarruf hakkına sahip değildir.

Bununla beraber, çalışan kadın, ailenin ihtiyaçlarını karşılamada beyine yardımda bulunmaktadır. Çalışan kadının bu katkısı mecburi midir, yoksa isteğe bağlı bir yardım mıdır? Ayrıca kadının maaş kartını alıp kendi kullanan beyler de görülmektedir. Kadın, kartını beyine vermezse bu bir itaatsizlik gibi yorumlanabilir mi? Beyin böyle bir hakkı söz konusu mu?

Sorular böyle uzayıp gidiyor. Okuyucularım İslam hukukunda aile reisliği meselesinde açıklama yapmamı istiyor. Beraber değerlendirelim.

İslam’da aile reisinin bey olduğunda ittifak vardır. Beyin ailenin tüm ihtiyaçlarını karşılamaya mecbur ve mükellef olduğu da kesindir. Ancak beyin kazancı ailenin ihtiyacını karşılamaya yetmezse hanımın çalışmasına izin vermesi de söz konusu olabilir. Bu takdirde şartların müsait olduğu yerlerde çalışan kadının, ailenin ihtiyaçlarını karşılama konusunda beyine yardımda bulunması hem hayat ortaklığının bir gereği hem de bir vefa ve saygı anlayışının icabı olarak görülmekte, böylece aile mutluluğuna da katkı sağlamaktadır.

Ancak bu sırada kadının rızası olmadan maaş kartını beyin kendi tasarrufuna alması gibi bir hakkı söz konusu olmamaktadır. Çünkü ailenin ihtiyacını karşılama mecburiyeti kadına değil, erkeğe ait bir mükellefiyet olduğundan, kadın beyin yetişemediği yerlerde yardımda bulunmakta, erkek bu yardımı mecburi bir mükellefiyet gibi görüp de maaş kartını da kendi tasarrufunda bulundurma hakkına sahip olmamaktadır.

Hayreddin Karaman Hocaefendi’nin (İslam’da Kadın ve Aile) kitabındaki aile reisliğinin istişare içerikli salahiyeti konusunda verdiği geniş bilgilerden şöyle bir özet çıkarabiliriz:

1- İslam’da ailenin reisi kocadır. Ancak kocanın bu reisliği bir amir-memur ilişkisi gibi katı ve sert değildir! Aile küçük bir cemiyettir, topluluktur; hiçbir cemiyet ve topluluk başsız yönetilemez. Aile reisliği de bu anlayışın bir gereği olarak öngörülmüş, bu reislik kavramının içi de, salahiyet görünümü içinde sorumluluklarla doldurulmuştur! Nitekim İslâm’da aile reisi, birliğini yönetirken birinci derecede karısı ile istişare ederek sürdürecektir yönetimini.

2- Ailenin geçimini (nafakayı) sağlamak kocanın sorumluluk alanına girer. Medeni Kanun’un 190. maddesine göre koca, karısının da geçim teminine, aile giderine bir ölçüde katılmasını isteyebilir. Ama (kadın haklarını korumadığı iddia edilen) İslâm hukukunda ise kocanın böyle bir hakkı da yoktur, kadın hiçbir şekilde aile giderine katılma mecburiyetinde tutulamaz! Bu durumda kadın, kocasının hazırladığı mütevazı hayata razı olur, şikâyeti söz konusu olmaz tabii.

3- İslâm aile hukukunda mal ayrılığı esas olduğu için kadının zengin, kocasının fakir olması ve gerektiğinde zengin kadının kocasına zekât vermesi de caiz görülmüştür. Öte yandan ailenin geçimini sağlamak kocaya ait olduğu için kocası zengin olan kadın da zengin sayılmıştır ve kendisine zekât verilmesi caiz görülmemiştir.

4- Kadın geçinmek için çalışmak istediği takdirde -İslâmî sınırları ve hükümleri çiğnemeden- çalışma hürriyetine sahiptir. Ancak aile birliği içinde bulunan kadının çalışabilmek için birlik başkanından izin alma mecburiyetini, birliğin dirlik ve düzeni gerekli kılmaktadır. Aile birliği içinde isteyen istediği zaman evi terk eder, istediği zaman döner, dilediği yerde, dilediği kadar bulunursa bu birliğin bozulmasını sonuç verir. Kadın bu konuda kendini başıboş gibi görmemeli, beyinin iznini alarak hareket etmeyi mükellefiyeti olarak bilmelidir.

5- Bütün bunlardan anlaşılan odur ki; aile içi yönetimde istişare ile karar vermeler esastır. Anlaşamadıkları yerlerde ise karı-koca kendi seçtikleri ‘Hakem Heyeti’ne anlaşmazlıklarını anlatarak verecekleri adaletli karara uymaları gerekir.

Bu konulara elbette farklı yaklaşımlar da mevcuttur.

Ahmed ŞAHİN