Etiket arşivi: Ahmet Katın

Nur Talebeliği ve İhlâs Üzerine ve Bir Hatıra

Nur Talebeliği ve İhlâs Üzerine ve Bir Hatıra  

Bediüzzaman Hazretlerini görmediğimiz halde onun bir talebesi olabilir miyiz?

Talebelik şartı nedir? herkes olabilir mi? vede İhlasın düsturları nelerdir?

Selam ve Dua ile….

Evvela: “Bediüzzaman Hazretlerini görmediğimiz halde onun bir talebesi olabilir miyiz?”

Üstadımız hayatının son iki senesinde, kaldığı evlerin iç kapılarına astırdığı bir mektup var. Üstadın hizmetkarları, gelen her ziyaretçiye, bu mektubu okuttururmuş. Üstad çoğunlukla hastadır ve nadiren insanlarla konuşur. Bir çok insan, bizim gibi görememiş. Ama bu mektub, hepimizi teselli ediyor.

Emirdağ 2. S. 191’de Üstadımız der:

“Benimle görüşmek isteyen aziz kardeşlerime beyan ediyorum ki: İnsanlarla görüşmeye zaruret olmadıkça tahammülüm kalmadığından, hem şimdi tesemmümden, za’fiyetten, ihtiyarlıktan ve hasta bulunmuş olmaktan dolayı fazla konuşamıyorum. Buna mukabil, kat’iyyen size haber veriyorum ki: Risale-i Nur’un herbir kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz. Ben şuna karar vermiştim ki; Allah için benimle görüşmek isteyenleri görüşmediklerine bedel her sabah okuduklarıma, dualarıma dâhil ediyorum ve etmekte devam edeceğim.

Şualar’da s.296 da:
Bayramınızı tekrar tebrikle beraber, sureten görüşemediğimize teessüf etmeyiniz. Bizler hakikaten daima beraberiz, ebed yolunda da inşâallah bu beraberlik devam edecek. İmanî hizmetinizde kazandığınız ebedî sevablar ve ruhî ve kalbî faziletler ve sevinçler, şimdiki geçici ve muvakkat gamları ve sıkıntıları hiçe indirir kanaatındayım.

Tarihçe-i Hayat s.285 de:

Benim ile hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam, hangi risaleyi açsa; benim ile değil, hâdim-i Kur’an olan üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir.

Tarihçe s.703 de:

Risale-i Nur’u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zâten benimle görüşmek; âhiret, iman, Kur’an hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek manasızdır. Âhiret, iman, Kur’an için ise; Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış. Hattâ hizmetimdeki has kardeşlerimle de zaruret olmadan görüşemiyorum. Yalnız bazı Risale-i Nur’un fütuhatına ve neşriyatına ait bazı hizmetler için bazı zâtlarla görüşmek isterim. Ne vakit bu noktalar için görüşmek istesem o zaman görüşmek caiz olabilir ve bana sıkıntı vermez. o zaman görüşmek caiz olabilir ve bana sıkıntı vermez. Bu noktayı bilmeyen ziyarete gelenlere haber veriyorum ki; birkaç senedir ceridelerle ilân etmişim ki, benimle görüşmek isteyenleri hususan uzak yerden gelerek görüşmeden gidenleri, hususî dualarıma dâhil ediyorum. Her sabah da dua ediyorum. Onun için de gücenmesinler…

Son olarak Mektubatta s.344 de:

Dellâllık itibariyle mücevherat-ı Kur’aniyeyi benden veya Sözler’den ders almak.

Sözler aynı zamanda Risale-i Nurun umumi ismidir.

Bu ve bunun gibi ifadelerden anlaşılıyor ki: Nur Talebeliği kapısı kıyamete kadar açık. Kim samimane Nurlara müteveccih olsa, Nurları, Bediüzzamanı, Üstad kabul etse.. Bu asrın, Kur’ani hizmet tarzı budur, dese; Nurları okusa, yazsa, dinlese Nur Talebesi ünvanını alır.

Saniyen: Talebelik şartı nedir? herkes olabilir mi?

Anladığım kadariyle iki çeşit Nur Talebesi var.

Birisi: Bir müddet Nurları okusa, yazsa, dinlese Nur Talebesi ünvanını alır.

“Risale-i Nur’a intisab eden kimsenin en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan ve yazdıran ve okuyan, Risale-i Nur talebesi ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmidört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi dua eden kıymetdar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.”

“imanın, Kur’anın hakikatlarını ders veriyorum. Dersimi dinleyenlere Nur Talebesi denir.”

Diğeri: Risaleleri kendi malı ve eseri bilip, hayatının birinci gayesini Risale-i Nur hizmeti bilenlerdir.

“Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.”

“netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resail-ün Nur”

Birisi asker sınıfından, diğeri subay, kurmay sınıfından… gibi.

26. Mektub 4.Mebhas 10.Meselede dost, kardeş ve talebenin farkları ve neticeleri beyan edilmiş.

Salisen: İhlasın düsturları nelerdir?

Cevab mahiyetinde 21. Lem’ayı baştan sona mütalaa etmek lazım. Ama hulasaten:

1- Amelinizde rıza-yı İlahi olmalı. Niyette değil; amelde,ibadette, hizmette, herşeyde rıza-yı İlahi olacak.Başkalarının rızası, kabulü, teveccühü beklenmeyecek, arzu edilmeyecek, istenmeyecek.
2- Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Yani, rekabetsiz, tenkidsiz, itirazsız, ayıb görmeden, tahakküm etmeden hizmet etmek. Her bir kardeşini şahs-ı manevinin azası bilmek.Birisi eksik olsa ben eksik kalırım, diye bilmek.
3- En büyük kuvvet ihlasda olduğu için… Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz.
4- Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zâten mesleğimizin esası uhuvvettir.

Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üss-ül esası, samimî ihlastır.

21. Lem’anın Başındaki İbare- Hatıra

Üstadımızın ra. Van’daki talebelerinden Molla Hamid Abi 1955-56 yıllarında Üstad”ı ziyarete gelir. Sohbet esnasında sorar:

Seyda, sen İhlas Risalesi’nin başına “Laekal (enaz) 15 günde bir defa okunmalı.” yazmışsın. Halbuki bu risale salavat değil, evrad değil, ezkâr değil. Bunun ne hikmeti var ki tekrar ettiriyorsun. demiş.

Üstadımız: “Keçeli, salavat da olsa, evrad ve ezkar da olsa… eğer ihlassızsa, ruhsuz cesed gibidir. Ruhsuz cesed ne işe yarar? İnsanların % 1-2 si muhlastır, yani fıtri ihlaslı, Allah tarafından ihlaslandırılmış kimseler. Bunlar da Peygamberler ve bazı büyük Veliler. Onların haricindeki % 98 ise, ihlası çalışarak elde ederler. Nasıl ki, dünyevi şeyleri insanlar tekrar ede ede, öyle olur ki, tiryaki olur, bırakmak istese bile bırakamaz. İşte biz de İhlas Risalesi’ni okuya okuya, tekrar ede ede, ihlaslanacağız.”

Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlası kazandıran harekâtındaki sebebi, sırf bir emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı İlahî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlahiyeye karışmamalı. Her şeyde bir ihlas var. Hattâ muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder.

Ahmet KATIN

www.NurNet.Org

Risaleleri Okumaya İhtiyacımız Var; Sadeleştirmeye Değil!

1.- “Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz..” Mühim bir kaidedir. Bütün hayatımızda geçerli bir düsturdur. Hiçbir şeyimiz dört dörtlük değil, ama öyle değil diye de terk etmiyoruz; “Buna da şükür, Allah bereket versin” diyoruz.

Risalelerde bahçe misali verilmiş. Bir bahçeye giren, “bütün meyveleri koparamıyorum, öyleyse hiç birini almam” demesi ne kadar gariptir. Risaleler de manevi bir bahçedir. Bütününü anlayamıyorum diyerek terk etmek akıl kârı değil. Anladığı kârdır. Anladığına şükredip devam etse daha ilerisini de anlayacak. Biz biliyoruz ki; okullarda her ders parça-parça öğrenilir. Hiçbir ders birden bütünüyle öğretilmez.

Burada Bediüzzaman Hz.lerinden bir hatıra ekleyelim. Hatırayı anlatan halen Isparta Senirkent’te ikamet edin “Ali İhsan Tola”dır.

Ali İhsan TOLA, Orman Mühendisliğini bitirmiş ve Bediüzzaman Hz.lerinin ziyaretine gitmiş. Namazdan sonra “İşarat-ül İ’caz”’dan ders okunuyor. Herkesin elinde bu kitaptan var. Biri okuyor, diğerleri takip ediyor. Ali İhsan Bey de takip ederken bilmediği bir kelime görünce durmuş. Acaba bu kelime nedir diye düşünüyor. Bediüzzaman Hz.leri gözlüğünü çıkarıp demiş:

Yeni gelen, takılma, devam et…

Ali İhsan Bey utanmış, okunan yeri bulmuş, okuyana tabi olmuş. Ama yine bilmediği bir kelimeye rastgelince yine: “Acaba bu kelime nedir?” diye düşünüyor. Bediüzzaman Hz.leri yine gözlüğünü çıkarıp demiş:

Yeni gelen, takılma,devam et…

Bu durum birkaç defa olunca Bediüzzaman Hz.leri dersi bitirip demiş:

Misafiri mutfağa götürün.”

Ali İhsan Bey mutfağa girince Üstadın hizmetinde bulunan abiler kahvaltılık ne malzeme varsa hepsini birden önüne yığmışlar. Kocaman bir ekmek, büyükçe bir tabak peynir, büyükçe bir tabak zeytin…

Ali İhsan abi anlamış ki; “bunların hepsini ben birden yiyemem. Azar-azar, öğün halinde yiyebilirim. Birden hepsi bitmez...” Risale-i Nur da böyledir diye anlamış.

Bu manayı 30.Lem’a “Kayyum” bahsinden bir alıntı ile bitirelim.

Elbette her adam her mes’eleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her mes’eleden bir derece hisse alabilir. “Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz.” kaidesiyle, “bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum” diye vazgeçmek akıl kârı değildir. İnsan ne kadar koparsa, o kadar kârdır. İsm-i a’zama ait mes’elelerin ihata edilemeyecek (Kavrayamayacak) derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Özellikle, “İsm-i Hayy ve Kayyum’a” ve bilhassa “hayatın iman erkânına karşı remizlerine” ve bilhassa “Kaza ve Kader rüknüne hayatın işaretine” ve “İsm-i Kayyum’un Birinci Şuaına” herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz. Belki herhalde imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesinin ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük imanî meselenin anlaşılması, benim nazarımda yüzler zevklere ve kerametlere tercih edilir.

2.- Risale-i Nur’u anlamak deyince genellikle aklen anlamak ön plana çıkmakta…

İslam alimleri “akıl ikidir” demişler. Akl-ı maaş ve akl-ı maad. Yani dünyevi ve maddi akıl ile uhrevi yani ahirete bakan ve manevi akıl. Yani biri kuru bilgi denilen malumat, genel kültür; diğeri ise anladığını hayatına mutlak manada tatbik eden,yani anladığına inanan, sahiplenen, hareketlerine yansıtan demektir.

Mesela: Sigara paketlerinde “sağlığa zararlıdır” yazıyor. Biz bu cümleyi iki akla tatbik edelim.

Genel kültür aklı, çok bilmişlik yapıp her yerde sigaranın zararlarını anlatır, ama kendi içer. Diğeri ise, sağlığına zararlı olduğunu kalbiyle de tasdik ettiği için sigarayı terkeder…

Bediüzzaman’ın Mektubatta geçen bir ifadesi: “İlimde iz’an-ı kalb olmazsa, cehildir. İltizam başka, itikad başkadır” Yani akıl, genel kültürde kalır da, bilgiyi kalbin kabulüyle birleştiremezse o zaman o bilgi, bilgisizlik yani cahillik olur. Teypler, bilgisayarlar Cennete gitmiyor… Ne zaman ki bilgi kalbin tasdikine mazhar olsa hakiki ilim olur. O ilim de insanı tatbikata, yaşayışa, bildiğiyle amel etmeye götürür. Fikir nûru, kalb ışığı ile ışıklanıp birleşmezse, karanlıktır, zulüm fışkırır.

Buraya kadar anlattığımızı özetlersek: Risalelerin birinci gayesi: kalbin tatmini ile akla çıkmaktır. Risaleyi okuyan bir insan mutlaka kalben anlar ve istifade eder, aklen de aslında anlar, ama belli bir istikamet yakalayana kadar anlamadım zanneder.

Risale-i Nur’u okumaya devam eden herkes yeminle der ki: “Okuyorum, bir şey anlamadığımı zannediyordum. Fakat bir arkadaş bir soru sordu. Ben başladım anlatmaya, anlattıkça arkadaş şaşırdığı gibi ben de şaşırdım. Allah Allah ben bunları nereden biliyorum. Demek anlamıyorum zannederken anlıyormuşum…

Anlamıyorum diyerek terkedenlere biz şimdi üzülüyoruz. Diyoruz ki: keşke devam etselerdi de bizim şimdi ettiğimiz istifadeyi etselerdi…

3- Bir başka cihet… Siz kıymetli paranızı saklamak için hiç tanımadığınız bir adama verir misiniz? Veya ailevi, gizli bir sırrınızı hiç bilmediğiniz bir adama anlatır mısınız? Elbette paramızı da, sırrımızı da tanımadığımız, güvenmediğimiz, emniyet etmediğimiz, o emanete layık olmayana vermeyiz.

Risale-i Nur eserleri de çok kıymetli bir hazine ve Kur’anın ve imanın çok harika sırlarıyla doludur… Öyle ilk önüne çıkana, bir kerecik okuyana, kendini beğenip onu noksan görene; ne sırrını verir, ne de hazinesini… Ama kim anlamasa da devam ederse, Nurların sevgisini, emniyetini kazanırsa, ona herşeyini zamanla açar…

4.- Allah’ın razı olduğu ilim, insanı gurura sokmaz. Halbuki bu zamanda insanlar öyle basit şeylerden gurura gidiyor ki… Bir cümleyi veya bir kitabı anlasa hemen “anladım” diye kendine mâlediyor. Aklı şişip gurur hanesine bir puan daha yazdırıyor. İşte Risaleleri okuyan anlayamayınca önce gururu kırılıyor: “Demek benim aklım acizmiş” deyip boynu bükülüyor. Okumaya devam ettikçe yukarıda sayıldığı gibi; kalbi genişledikçe, nefsi fenalıklardan uzaklaştıkça, ruhu maneviyatta ilerledikçe aklı da gelişiyor. İşte bu mertebelerden geçtikten sonra anlamaya başlayınca: anlayanın kendisi olmadığını; kendisini böyle mükemmel yaratan, kalb, nefis, ruh, akıl gibi binler duygularla donatan, her duyguyu “kendisine uygun gıdalarla” besleyen Rabb-i Rahim’ine sonsuz hamdler, şükürler ediyor.

Aczini anlamakla, Allahın sonsuz kuvvetine dayanma sırrını;

Cahilliğini anlamakla, Allahın sonsuz ilmine ulaşma sırrını;

Fakirliğini anlamakla, Allahın sonsuz zenginlik hazinelerine kavuşma sırrını;

Kusurunu anlamakla ve Allahın sonsuz mükemmelliğini anlamakla da, insan-ı kamil olma sırrını anlıyor.

5.- Risaleler yalnız akıl anlasın diye okunsa, insanda bulunan diğer duygular istifade edemediği gibi aklın istifadesi de azıcık olur. Tarihçe-i Hayattan şu cümleyi okuyalım:

Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut(gıda) ve nurlarıdır…

Buradan anladığımız şunlardır: Risalelerdeki hakikatler bütün duygularımıza gıda hükmünde…

Bütün duygularımız gıdalansın diye okursak herbiri uygun gıdasını alır. Ama yalnız muhatap akıl olursa istifade çok azalır. Hele yeni okuyorsa anlamadığını zanneder, okumayı da bırakır.

Dikkat edelim. “Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı.” diyor. Diğer kitaplar aklın anlaması için okunurken, Nur’lar böyle değil. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok “insanın lâtife ve duygularının” gıda ve nurlarıdır…

Bu manayı tamamlayan 25.Sözden bir iktibas yapalım:

O hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder…

Burada dikkat edilirse “hakikatların kabul edilmesinde” bir sıralama var:

1. Safa-yı kalb, (kalbin safası)
2. tezkiye-i nefis, (nefsin fenalıklardan çekilmesi)
3. ruhun terakkiyatı, (ruhun maneviyatta ilerlemesi)
4. aklın tekemmülü, (aklın, hamlıktan ve darlıktan kurtulup olgunlaşması)
5. aklın “Sadakte” (doğrudur) deyip o hakaikı kabul etmesi. (Yani aklın anlaması ve kabulü)

Dikkat çekici bir nokta: 4.mertebede “aklın tekemmülü diyor”, yani aklın olgunlaşması, kemale ermesi.

Demek ki: öncelikle: “kalbin safası” geliyor. İkinci sırada: “Nefsin fenalıklardan çekilmesi” gerekiyor. Üçüncü olarak “Ruhun maneviyatta ilerlemesi” ve bunlardan sonra “Aklın hamlıktan ve darlıktan kurtulup olgunlaşması; meselelere bakışı, anlayış kabiliyeti ve kapasitesini artması geliyor.” Sonra da “aklın kabülü ve tasdikı” geliyor…

Biz ise, birinci sıraya hemen aklımızı oturtuyoruz ve. “Niye anlamıyorum” diyerek kabahati Risalelere ve dilinin ağırlığına veriyoruz. Halbuki şu ana kadar Risaleleri okuyup anlayan herkes, “o ağır denen diliyle okumuş.

Arapçası olmadığı, hatta bazıları lugata, sözlüğe bakmadıkları halde okumaya devam ettikleri için kısa bir sürede Nurları anlamaya başlamışlar. Hayatları, hayata bakış açıları değişmiş. İç dünyalarında müthiş değişmeler olmuş. İbadette, ihlaslı ve devamlı; ahlakta, mükemmele yaklaşan, günahın küçüğünden ve büyüğünden kaçan, diğer insanlara da şefkatle iman hakikatlarını anlatan bir kulluk manasına geldiler…

Eğer onlar da, ilk anlamadıkları zamanlarda, sebat ve sadakatle “anlamadıkları halde” okumaya devam etmeselerdi, elbette bu anlatılanlara sahip olmaları sözkonusu değildi.

Okula yeni başlayan çocuğunuzu okula gönderdiğiniz ilk gün, çocuğunuz okuldan geldiğinde size dese: “Ben artık okula gitmeyeceğim” “Neden?” diye sorulduğunda: “Okuma-yazma öğrenemedim de ondan” dese…

Hepimiz okul hayatımızın başında, sayfalarca düz çizgi, “simit”, ters bardak-düz bardak yaptık. Ve kendi başına bir anlam ifade etmeyen “a” yazdık sayfalarca. Sonra yavaş yavaş “Ali gel”, “Okul açıldı” gibi, kısa cümleler yazmaya başladık… Eğer biz, o sıkıntılara katlanmayıp, ilk gün okulu bıraksaydık; bugün okuma-yazma bilmiyor olacaktık… Bunu Risale-i Nur’a okumalarınıza kıyaslayınız…

6.- Bediüzzaman Hz.leri ”Risale-i Nur evrad (dua) makamında okunabilir” demiş. Nasıl ki bir dua veya salavat veya Kur’an okurken aklen bir şey anlamıyoruz, ama feyiz alıyoruz. Hatta bazen ağlıyoruz… Demek anlayan bazı duygularımız var. Onun için Nurları ciddi olarak okumak lazım, velev evrad (dua) gibi de olsa.

7.- Son bir cihet daha yazarak bitirelim inşaallah. Ahirzamanda günahlar ve sefahet çok yayılmış ve her yeri istila etmiş. İşlenen her bir günah, kafaya giren her bir şüphe, kalp ve ruhta yaralar açıyor. O yaralardan hasıl olan(meydana gelen) imani vesveseler, kalbin batınına, içine ilişip, imanı zedeliyor. Manevi duyguları tahrip ediyor…

Risale-i Nur, kendisini okuyanın önce kalp ve ruhundaki yaraları tedavi eder, tahrip olan duyguları tamir ve tedavi eder, bütün vesvese ve şüphelerini manen izale eder, sonra temelin üzerine gökdeleni çıkmaya başlar. Temelsiz bina olmaz. Hele gökdelen hiç olmaz. 100 katlı bir gökdelenin temeli için 25 kat aşağı iniliyormuş. Temel ne kadar derinse o kadar sağlam ve o kadar büyük oluyor. Nurlar da temeli derin atıyor. Hiçbir cümlesi boşa gitmiyor.

Ahmet Katın

www.NurNet.Org

Risale-i Nur Anlaşılmıyor Mu? Nurları Anlamamak Mümkün Değildir!

Risale-i Nuru okuma ve anlama üzerine yazılanları okuduğumda; ben de, bu müdavele-i efkara dahil olmak istedim.

Evvela:Üstadımızın hem Mesnevide, hem 25.Sözde verdiği misal hatırıma geldi. Denizin dibinde büyük bir define var.Gavvaslar (dalgıç) dalıp,hazinenin müştemilatını öğrenmek istiyor. Fakat gözleri kapalı olduğu için herkes eline geçen parçayı (kürevi bir yakut veya elmas bir sütun..gibi) definenin tamamını o parçanın cinsindendir diye hükmediyor. Sonra gözü açık bir gavvas giriyor. Definenin tamamını ihata ederek,her parçanın hakkını veriyor. Her mücevherin miktarını müvazeneli bir şekilde beyan ediyor.

Aynen öyle de okuma ve anlama meselesinde de, her kardeşin hatta Nur Cemaati içindeki farklı meşreblerin ifade ettikleri beyanların hepsinin bir hakkı var. Noksanlık yalnız kendi anladığını esas kabul etmekten ileri geliyor.

Mesela: Bazıları diyor ki: Risaleleri anlamadan papağan gibi okumak olmaz veya risaleler anlaşılmak için yazılmıştır. Çok mantıklı geliyor insana.. Ama bu bir ciheti.. Halbuki Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerinin, talebelerine (Bayram Yüksel, Sungur Abi gibi) dediği: Risaleler evrad makamında okunabilir veya İlerde anlarsınız. gibi ifadeler var.Yine 17.Lema ve Zührede geçen: Marifetullahın şahidleri, bürhanları üç çeşittir…… Nur gibidir; görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyle ise sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; BELKİ KENDİ KENDİNE GELİR.Eğer harîs ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünki öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, KESİFİ KENDİNE MÂLİK VE SEYYİD KABUL ETMEZ.. gibi ifadeler..

25.Sözde: hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder.

Bu ifade de ise hakaikden, önce kalb,nefis,ruh,dördüncü mertebede ancak aklın tekemmülü ve beşinci mertebede aklın hakaikı kabulü var.

Hakikat çekirdeklerinde de: İlimde iz’an-ı kalb olmazsa, cehildir. İltizam başka, itikad başkadır denmiş.

Yani buraya kadar anlatmak istediğim mana, Risale-i Nur yalnız anlamak için okunmaz. İnsanda akıldan çok farklı latifeler vardır. Hatta bazı latifeler manayı düşündüklerinde rahatsız olurlar. 26.Mektub 4. Mebhasda şöyle ifade edilmiş:

Sure-i İhlas’ı Arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki: Bendeki manevî duyguların bir kısmı birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mana tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, manevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder. Ve hâkeza… Git gide o tekrarda yalnız bir kısım letaif kalır ki; pek geç usanıyor, devam eder, daha manaya ve tedkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi, ona zarar vermiyor. Lafız ve lafz-ı müşebbi’ olduğu bir meal-i icmalî ile ve isim ve alem bulundukları mana-yı örfî, onlara kâfi geliyor. Eğer manayı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir. Ve o devam eden latifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cild hükmündeki lafızları onlara kâfi geliyor ve mana vazifesini görüyorlar.

Hatta anlamak için okunduğunda bir netice beklenir ki, ihlası kırar. Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak’tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafî olmaz. Belki zaîfler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler.

İlla bir şey bekleyeceksek Üstadımızın şu sözlerine binaen “ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyorlar.” ruhumuzun ihtiyacı kalbimizin yaraları için okumak. Manevi hastalıklarımızın ilacı ve devası niyetiyle okumak.

Ayrıca Emirdağ Lahikasında: kat’iyyen size haber veriyorum ki: Risale-i Nur’un her bir kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz…

Mektubatta Abdülmecid Abinin: Bu Sözler’in herbiri birer mürşid hükmüne geçti… Yine Abdurahman Abi için Üstadın sözü: Onuncu Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber; âdeta mertebe-i velayete çıkmış gibi,… Yine Barla Lahikasında Kuleönlü Mustafa Abinin: her bir risale, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir… Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur, yüz ondokuz adediyle, her birisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır… gibi ifadelerden çıkan mana şudur ki: Risale-i Nur camid bir kitap değil,belki CANLI, RUHLU BİR SAİD dir. 130 kutb-u azamı temsil eden bir müceddid-i ekberdir.

Öyle ise kendimizi ona teslim etmek, ihlas ve sadakatla hususan kanaatla okumalıyız. O zaman kendi kabiliyetimize göre değil, Nurların derecesine göre istifade ederiz.Yani biz açmayız, bize açılır.

Bu tarzdaki istifade insanın enesine pay vermediği gibi,acz ve fakrını ona ihsas eder. Zaten Risale- i Nurun en büyük esasları acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak değil mi? Nurları okuduğu ve anladığı halde enaniyeti kuvvetlenen kişi,yanlış okuyor demektir. Fakat bununla beraber: Mektubatta:.. fakat gazete gibi okumayınız. Muhakematta: nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir.

Veya Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a’saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.

Veya Lemalarda: Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur şakirdlerinin bir şahs-ı manevîsi var, şübhesiz o şahs-ı manevî bu zamanın bir âlimidir. gibi ifadeler aklın ehemmiyetini de gösteriyor.Yani aklı azletmek mümkin değildir. Nasıl Üstadımız sadece kalbin ön plana alınmasının kamil mana olmadığını ifade ettikleri gibi sadece aklın esas alınması da öyledir.Bütün letaifi ve havassı doyuracak kabiliyette olan Risaleleri yalnız akla tevcih etmek o hakaikı daraltmak demektir.

Mesela Emirdağ-1 de: Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.

Yine Lemalarda: Her adam her mes’eleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her mes’eleden bir derece hisse alabilir. “Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz.” kaidesiyle, “bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum” diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa, o kadar kârdır. İsm-i a’zama ait mes’elelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan İsm-i Hayy ve Kayyum’a ve bilhassa hayatın iman erkânına karşı remizlerine ve bilhassa Kaza ve Kader rüknüne hayatın işaretine ve İsm-i Kayyum’un Birinci Şuaına herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz; belki herhalde imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mes’ele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.”

Hülasa: Kastamonu Lahikasında: ” İki-üç gün evvel, Yirmiikinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki; içinde hem küllî zikir, hem geniş fikir, hem kesretli tehlil, hem kuvvetli iman dersi, hem gafletsiz huzur, hem kudsî hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var.

Bir kısım şakirdlerin ibadet niyetiyle risaleleri ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Bârekâllah dedim. Hak verdim.” İfadeleri de bize gösteriyor ki Nurları ibadet niyetiyle okumak,yazmak ve dinlemek esastır.

Nurları anlamamak zaten mümkün değildir.

Herkes kabiliyetine göre mutlaka istifade ediyor.Fakat mühim olan Nurların bize verdiği ölçülere göre anlamak.Yani bilmemiz bizi imtiyazlı yapmamalı,anlamak başkalarına mütehakkim olmayı getirmemeli,vukufiyet fazilet-füruşluğu netice vermemeli. Bazen ANLAMAK, ANLAMAMAYI, BİLMEK BİLMEMEYİ NETİCE VERİYOR. Cüziyatta kalıp,külliyatı ihata edememek,şahsi kabiliyetini esas edip,umumun halini nazara alamamak inkısam ve bölünmeyi netice veriyor. Nurlardan herkesin hissesi var.Herkes kendi aynasıyla istifade etmeli, başkalarının da başka türlü aynaları olduğunu unutmamalı. Rıza-yı İlahi nasıl kazanılır,kim kazanır.Asıl buna bakmalı.

Cenab-ı Hakk,cümlemizi kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde hakaik-i İmaniye ve esrar-ı Kur’aniye ile kemal-i ferah ve sevinç ile meşgul eylesin.Rızasından ayırmasın. İstihdam eylesin. Bizim ve Tüm Nur Talebelerinin günahlarını mağfiret,kusur ve hatalarını afv, ayıplarını setreylesin. Kendine kul,Habibine ümmet, Mehdiye talebe ve şakird eylesin. Amin amin

Ahmet Katın

www.NurNet.org

7 Maddede Risaleleri Okuma Metodu

1.- “Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz..” Mühim bir kaidedir. Bütün hayatımızda geçerli bir düsturdur. Hiçbir şeyimiz dört dörtlük değil, ama öyle değil diye de terk etmiyoruz; “Buna da şükür, Allah bereket versin” diyoruz.

Risalelerde bahçe misali verilmiş. Bir bahçeye giren, “bütün meyveleri koparamıyorum, öyleyse hiç birini almam” demesi ne kadar gariptir. Risaleler de manevi bir bahçedir. Bütününü anlayamıyorum diyerek terk etmek akıl kârı değil. Anladığı kârdır. Anladığına şükredip devam etse daha ilerisini de anlayacak. Biz biliyoruz ki; okullarda her ders parça-parça öğrenilir. Hiçbir ders birden bütünüyle öğretilmez.

Burada Bediüzzaman Hz.lerinden bir hatıra ekleyelim. Hatırayı anlatan halen Isparta Senirkent’te ikamet edin “Ali İhsan Tola”dır.

Ali İhsan TOLA, Orman Mühendisliğini bitirmiş ve Bediüzzaman Hz.lerinin ziyaretine gitmiş. Namazdan sonra “İşarat-ül İ’caz”’dan ders okunuyor. Herkesin elinde bu kitaptan var. Biri okuyor, diğerleri takip ediyor. Ali İhsan Bey de takip ederken bilmediği bir kelime görünce durmuş. Acaba bu kelime nedir diye düşünüyor. Bediüzzaman Hz.leri gözlüğünü çıkarıp demiş:

“Yeni gelen, takılma,devam et…”

Ali İhsan Bey utanmış, okunan yeri bulmuş, okuyana tabi olmuş. Ama yine bilmediği bir kelimeye rastgelince yine: “Acaba bu kelime nedir?” diye düşünüyor. Bediüzzaman Hz.leri yine gözlüğünü çıkarıp demiş:

“Yeni gelen, takılma,devam et…”

Bu durum birkaç defa olunca Bediüzzaman Hz.leri dersi bitirip demiş:

“Misafiri mutfağa götürün.”

Ali İhsan Bey mutfağa girince Üstadın hizmetinde bulunan abiler kahvaltılık ne malzeme varsa hepsini birden önüne yığmışlar. Kocaman bir ekmek, büyükçe bir tabak peynir, büyükçe bir tabak zeytin… Ali İhsan abi anlamış ki; “bunların hepsini ben birden yiyemem. Azar-azar, öğün halinde yiyebilirim. Birden hepsi bitmez…” Risale-i Nur da böyledir diye anlamış.

Bu manayı 30.Lem’a “Kayyum” bahsinden bir alıntı ile bitirelim.

Elbette her adam her mes’eleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her mes’eleden bir derece hisse alabilir. “Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz.” kaidesiyle, “bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum” diye vazgeçmek akıl kârı değildir. İnsan ne kadar koparsa, o kadar kârdır. İsm-i a’zama ait mes’elelerin ihata edilemeyecek (Kavrayamayacak) derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Özellikle, “İsm-i Hayy ve Kayyum’a” ve bilhassa “hayatın iman erkânına karşı remizlerine” ve bilhassa “Kaza ve Kader rüknüne hayatın işaretine” ve “İsm-i Kayyum’un Birinci Şuaına” herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz. Belki herhalde imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesinin ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük imanî meselenin anlaşılması, benim nazarımda yüzler zevklere ve kerametlere tercih edilir.”

2.- Risale-i Nur’u anlamak deyince genellikle aklen anlamak ön plana çıkmakta… İslam alimleri “akıl ikidir” demişler. Akl-ı maaş ve akl-ı maad. Yani dünyevi ve maddi akıl ile uhrevi yani ahirete bakan ve manevi akıl. Yani biri kuru bilgi denilen malumat, genel kültür; diğeri ise anladığını hayatına mutlak manada tatbik eden,yani anladığına inanan, sahiplenen, hareketlerine yansıtan demektir.

Mesela: Sigara paketlerinde “sağlığa zararlıdır” yazıyor. Biz bu cümleyi iki akla tatbik edelim.

Genel kültür aklı, çok bilmişlik yapıp her yerde sigaranın zararlarını anlatır, ama kendi içer. Diğeri ise, sağlığına zararlı olduğunu kalbiyle de tasdik ettiği için sigarayı terkeder…

Bediüzzaman’ın Mektubatta geçen bir ifadesi: “İlimde iz’an-ı kalb olmazsa, cehildir. İltizam başka, itikad başkadır” Yani akıl, genel kültürde kalır da, bilgiyi kalbin kabulüyle birleştiremezse o zaman o bilgi, bilgisizlik yani cahillik olur. Teyipler, bilgisayarlar Cennete gitmiyor… Ne zaman ki bilgi kalbin tasdikine mazhar olsa hakiki ilim olur. O ilim de insanı tatbikata, yaşayışa, bildiğiyle amel etmeye götürür. Fikir nûru, kalb ışığı ile ışıklanıp birleşmezse, karanlıktır, zulüm fışkırır.

Buraya kadar anlattığımızı özetlersek: Risalelerin birinci gayesi: kalbin tatmini ile akla çıkmaktır. Risaleyi okuyan bir insan mutlaka kalben anlar ve istifade eder, aklen de aslında anlar, ama belli bir istikamet yakalayana kadar anlamadım zanneder.

R.Nuru okumağa devam eden herkes yeminle der ki: “Okuyorum, bir şey anlamadığımı zannediyordum. Fakat bir arkadaş bir soru sordu. Ben başladım anlatmaya, anlattıkça arkadaş şaşırdığı gibi ben de şaşırdım. Allah Allah ben bunları nereden biliyorum. Demek anlamıyorum zannederken anlıyormuşum…”

Anlamıyorum diyerek terkedenlere biz şimdi üzülüyoruz. Diyoruz ki: keşke devam etselerdi de bizim şimdi ettiğimiz istifadeyi etselerdi…

3- Bir başka cihet… Siz kıymetli paranızı saklamak için hiç tanımadığınız bir adama verir misiniz? Veya ailevi, gizli bir sırrınızı hiç bilmediğiniz bir adama anlatır mısınız? Elbette paramızı da, sırrımızı da tanımadığımız, güvenmediğimiz, emniyet etmediğimiz, o emanete layık olmayana vermeyiz. Risale-i Nur eserleri de çok kıymetli bir hazine ve Kur’anın ve imanın çok harika sırlarıyla doludur… Öyle ilk önüne çıkana, bir kerecik okuyana, kendini beğenip onu noksan görene; ne sırrını verir, ne de hazinesini… Ama kim anlamasa da devam ederse, Nurların sevgisini, emniyetini kazanırsa, ona herşeyini zamanla açar…

4.- Allah’ın razı olduğu ilim, insanı gurura sokmaz. Halbuki bu zamanda insanlar öyle basit şeylerden gurura gidiyor ki… Bir cümleyi veya bir kitabı anlasa hemen “anladım” diye kendine mâlediyor. Aklı şişip gurur hanesine bir puan daha yazdırıyor. İşte Risaleleri okuyan anlayamayınca önce gururu kırılıyor: “Demek benim aklım acizmiş” deyip boynu bükülüyor. Okumaya devam ettikçe yukarıda sayıldığı gibi; kalbi genişledikçe, nefsi fenalıklardan uzaklaştıkça, ruhu maneviyatta ilerledikçe aklı da gelişiyor. İşte bu mertebelerden geçtikten sonra anlamaya başlayınca: anlayanın kendisi olmadığını; kendisini böyle mükemmel yaratan, kalb, nefis, ruh, akıl gibi binler duygularla donatan, her duyguyu “kendisine uygun gıdalarla” besleyen Rabb-i Rahim’ine sonsuz hamdler, şükürler ediyor.

Aczini anlamakla, Allahın sonsuz kuvvetine dayanma sırrını;
Cahilliğini anlamakla, Allahın sonsuz ilmine ulaşma sırrını;
Fakirliğini anlamakla, Allahın sonsuz zenginlik hazinelerine kavuşma sırrını;
Kusurunu anlamakla ve Allahın sonsuz mükemmelliğini anlamakla da, insan-ı kamil olma sırrını anlıyor.
5.- Risaleler yalnız akıl anlasın diye okunulsa, insanda bulunan diğer duygular istifade edemediği gibi aklın istifadesi de azıcık olur. Tarihçe-i Hayattan şu cümleyi okuyalım:

Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut(gıda) ve nurlarıdır…

Buradan anladığımız şunlardır: Risalelerdeki hakikatler bütün duygularımıza gıda hükmünde… Bütün duygularımız gıdalansın diye okursak herbiri uygun gıdasını alır. Ama yalnız muhatap akıl olursa istifade çok azalır. Hele yeni okuyorsa anlamadığını zanneder, okumayı da bırakır.

Dikkat edelim. “Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı.” diyor. Diğer kitaplar aklın anlaması için okunurken, Nur’lar böyle değil. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok “insanın lâtife ve duygularının” gıda ve nurlarıdır…

Bu manayı tamamlayan 25.Sözden bir iktibas yapalım:

“O hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder…”

Burada dikkat edilirse “hakikatların kabul edilmesinde” bir sıralama var:

1. Safa-yı kalb, (kalbin safası)
2. tezkiye-i nefis, (nefsin fenalıklardan çekilmesi)
3. ruhun terakkiyatı, (ruhun maneviyatta ilerlemesi)
4. aklın tekemmülü, (aklın, hamlıktan ve darlıktan kurtulup olgunlaşması)
5. aklın “Sadakte” (doğrudur) deyip o hakaikı kabul etmesi. (Yani aklın anlaması ve kabulü)

Dikkat çekici bir nokta: 4.mertebede “aklın tekemmülü diyor”, yani aklın olgunlaşması, kemale ermesi.

Demek ki: öncelikle: “kalbin safası” geliyor. İkinci sırada: “Nefsin fenalıklardan çekilmesi” gerekiyor. Üçüncü olarak “Ruhun maneviyatta ilerlemesi” ve bunlardan sonra “Aklın hamlıktan ve darlıktan kurtulup olgunlaşması; meselelere bakışı, anlayış kabiliyeti ve kapasitesini artması geliyor.” Sonra da “aklın kabülü ve tasdikı” geliyor…

Biz ise, birinci sıraya hemen aklımızı oturtuyoruz ve. “Niye anlamıyorum” diyerek kabahati Risalelere ve dilinin ağırlığına veriyoruz. Halbuki şu ana kadar Risaleleri okuyup anlayan herkes, “o ağır denen diliyle okumuş”. Arapçası olmadığı, hatta bazıları lugata, sözlüğe bakmadıkları halde okumaya devam ettikleri için kısa bir sürede Nurları anlamaya başlamışlar. Hayatları, hayata bakış açıları değişmiş. İç dünyalarında müthiş değişmeler olmuş. İbadette, ihlaslı ve devamlı; ahlakta, mükemmele yaklaşan, günahın küçüğünden ve büyüğünden kaçan, diğer insanlara da şefkatle iman hakikatlarını anlatan bir kulluk manasına geldiler… Eğer onlar da, ilk anlamadıkları zamanlarda, sebat ve sadakatle “anlamadıkları halde” okumaya devam etmeselerdi, elbette bu anlatılanlara sahip olmaları sözkonusu değildi.

Okula yeni başlayan çocuğunuzu okula gönderdiğiniz ilk gün, çocuğunuz okuldan geldiğinde size dese: “Ben artık okula gitmeyeceğim” “Neden?” diye sorulduğunda: “Okuma-yazma öğrenemedim de ondan” dese…

Hepimiz okul hayatımızın başında, sayfalarca düz çizgi, “simit”, ters bardak-düz bardak yaptık. Ve kendi başına bir anlam ifade etmeyen “a” yazdık sayfalarca. Sonra yavaş yavaş “Ali gel”, “Okul açıldı” gibi, kısa cümleler yazmaya başladık… Eğer biz, o sıkıntılara katlanmayıp, ilk gün okulu bıraksaydık; bugün okuma-yazma bilmiyor olacaktık… Bunu Risale-i Nur’a okumalarınıza kıyaslayınız…

6.- Bediüzzaman Hz.leri ”Risale-i Nur evrad (dua) makamında okunabilir” demiş. Nasıl ki bir dua veya salavat veya Kur’an okurken aklen bir şey anlamıyoruz, ama feyiz alıyoruz. Hatta bazen ağlıyoruz… Demek anlayan bazı duygularımız var. Onun için Nurları ciddi olarak okumak lazım, velev evrad (dua) gibi de olsa.

7.- Son bir cihet daha yazarak bitirelim inşaallah. Ahirzamanda günahlar ve sefahet çok yayılmış ve heryeri istila etmiş. İşlenen her bir günah, kafaya giren her bir şüphe, kalp ve ruhta yaralar açıyor. O yaralardan hasıl olan(meydana gelen) imani vesveseler, kalbin batınına, içine ilişip, imanı zedeliyor. Manevi duyguları tahrip ediyor… Risale-i Nur, kendisini okuyanın önce kalp ve ruhundaki yaraları tedavi eder, tahrip olan duyguları tamir ve tedavi eder, bütün vesvese ve şüphelerini manen izale eder, sonra temelin üzerine gökdeleni çıkmaya başlar. Temelsiz bina olmaz. Hele gökdelen hiç olmaz. 100 katlı bir gökdelenin temeli için 25 kat aşağı iniliyormuş. Temel ne kadar derinse o kadar sağlam ve o kadar büyük oluyor. Nurlar da temeli derin atıyor. Hiçbir cümlesi boşa gitmiyor.

Ahmet Katın

www.NurNet.org