Etiket arşivi: Ahmet Yıldız

Nasıl Bir Ölüm İsterdiniz?

Ozanın dediği gibi, dünya iki kapılı bir han. Birinden girer, öbüründen çıkarız. Bu akış hiç kesintisiz devam ediyor. Bizi dünyaya gönderen kudret, buradan tekrar gayb âlemine alıyor. Bu yolculukta treni kaçıran yok. Herkesin bileti önceden kesilmiş, yeri ayırtılmış. Bilinmeyen tek şey, hareket saati ve kaçıncı sınıf mevkide bu seyahatin gerçekleşeceği. Bu da son dakikada öğreneceğimiz bir tılsım. “Yaşadığınız gibi ölür, öldüğünüz gibi diriltilirsiniz” der nebevî mesaj.
Hayat sayfasına ömür kelimeleriyle ne yazdıysanız ölüm ekranında da onu okursunuz. Yaşayacağımız ölüm biçimi yaşadığımız hayatın mahiyetine bir tavzih notudur. Hayatın anlamına dair yaşadığımız cevaplar, bize ölümü nasıl yaşayacağımıza ilişkin ipuçları da sunar.
Allah’a aziz bir kul olmak ile zelil bir firavun olmak arasındaki koordinatta bir yer buluruz hepimiz kendimize. Dünyadan gidiş biçimimiz, saidler ya da şakiler kafilelerinden hangisine katılacağımıza dair bir şifredir aslında. Ne dersiniz, ölüme karşı nasıl bir tutum içinde olduğumuzu düşünmeye değmez mi? Her defasında ölümü başkası için düşünerek, devekuşu gibi kendimizi zavallı bir demagojinin esiri yaparak mı yaşıyoruz? Hayata taparcasına tutunmanın yolu, onun sonu olan bir film olduğunu unutmak mıdır? Ölümün yüzüne ‘erkekçesine’ gülemeyenlerin, bir tepenin üzerinden düşmana teslim ettiği şehre gözyaşları içinde bakarken annesinin “Ağla alçak, ağla!” itabına muhatap olan Gırnata emîri gibi insan içre zelil, mahlukat içre müstekreh bir nebatî ve hayvanî hayat mertebesinde yaşamaları mukadderdir.
“Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın” hatırlatmasıyla, ölümü sonsuz dirilişin kapısını çalmak olarak görenlerin, bu bilinci yaşarken hayatlarına aktaramamaları ne çetin bir imtihandır! Ölümün hayattan istediğini anlamayarak ölümü yokluğa mahkum etmek, onu karşılamak bir yana varlığını kabullenememek, insan olmakla bağdaştırılabilecek bir tutum olamaz. İnsanın kendisini sonsuzluğa çağıran sesi susturmak için duygularını uyuşturmaya odaklanmış bir hayat tarzını tercih etmesi, onu ölüm karşısında çaresiz, zavallı, korumasız bir duruma iter. Sığınacak, tutunacak bir dalı olmamak ama bunu da itiraf etmemek, insana emanet olarak verilen enaniyet hassasını en kötü kullanma biçimidir.
Hayatı ölümle birlikte teneffüs eden cedlerimizin ölüm karşısındaki duruşları bu bakımdan son derece öğreticidir. Sosyal hayatın merkezî mekânı olan cami bahçelerini mezarlık olarak düzenleyerek ölümle ne kadar barışık olduklarını yaşarken ortaya koyanların, ölümü karşılama biçimleri ne kadar da güzeldir! Günümüz insanının ölümle tek ilişkisi cami avlusundaki cenazeye uzaktan bakmaya indirgenmiş durumda. Bırakın ölülerimizi aramıza taşımayı, mezarlıkları meskun mahaller dışına taşımak mergup bir tercih.
Ölümün bize sorduğu soruyu unutmak için bütün bir ‘Batı uygarlığı’ seferber olmuş durumda. Ama ölüm hep var ve hepimiz için ‘şahsen,’ iadesiz taahhütlü olarak var. Tek katlı dünyanın insanları ölümden duydukları korku oranında saldırganlaşıyor ve ismi bile konamayacak şenaatlerin öznesi hâline geliyor. Dört bir tarafı tehlikelerden masun Amerika’nın 11 Eylül sonrasındaki resmî ve toplumsal tepkisi, aynı zamanda bu korkunun reelleşmesi karşısında hazırlıksız yakalanmanın bir sonucu değil mi? Batı toplumlarında günlük hayatın bu kadar mihaniki olarak akışına gösterilen hassasiyet, biraz da cenneti bu dünyaya taşıma çabasında, kişinin ‘sahip olduğu’ hakların en küçük biçimde ihlaline bile şiddetli bir yaptırımla karşı koymasında ve devlet gücünün bunun aracı kılınmasında, ölüme karşı bu negatif duruşun da önemli payı yok mudur?
Ölüm kapıyı bir defa çalar, hazır olup olmadığınıza bakmadan vazifesini ifa eder ve hiç kimseye ‘eyvallah’ etmeden çeker, gider. “İnsanın ölümü âlemin ölümüdür” ama, her gün yıkılan yüzbinlerce âlem bizde en küçük bir tepki uyandırmaz. Oysa hepimiz ölüme nişanlıyız ve hepimiz ölecek yaştayız. Bu aymazlık ‘çağdaş uygarlık’ın insanı heveslerinin oyuncağı hâline getiren aşılamasının ürünü. Oysa ölümün Yaratıcısı bizi hayata çağırıyor. Hayatımızı O’nunla kuracağımız bağla hayatlandırmamızı istiyor. Bu çağrıya verilen cevapların doğurduğu ölüm karşısındaki kimi kişisel duruş örneklerini hatırlayalım.
“Beni bir Müslüman olarak vefat ettir ve salihler kafilesine kat” diyen Yusuf aleyhisselamın, ölümün karanlık peçesini kaldırıp ışıklı melekutuna bakışlarımızı çeviren duruşu ne muhteşemdir! Yusuf’un ölümü, ölümlü hayatı hayatlandıran bir ölümdür.
Hayatı bir yiğitlik destanı olan Velid oğlu Halid(r.a.) ölüm döşeğine bir türlü yatamıyordu. Sonunda dayanamamış ve atını getirmelerini istemişti. Halid’e yakışan, ölüm meleğini bir miskin gibi yatakta değil, at üstünde karşılamaktı. Öyle de yaptı.

Geç Orta Çağ Hıristiyanlık anlayışına damgasını vuran ve geliştirdiği Hıristiyanlığın Aristocu yorumu yüzyıllarca Hıristiyan skolastisizminin temelini oluşturan Aziz Thomas, Papa ile görüşmeye giderken sarkık bir ağaç dalına çarparak yere düşmüş ve bir ay boyunca yeğeninin şatosunda yatmak zorunda kalmıştı. Nihayet öleceğini hissettiğinde yakındaki Fossanuova kilisesine götürülmesini istemişti: “Eğer Tanrı bana geliyorsa, Onu bir şatoda değil Kilisede istikbal etmek isterim.” Öyle de oldu. Bir eşek sırtında on kilometrelik bir yolculuktan sonra getirildiği bu kilisede öldü.
Öte yandan, âlemlerin Rabbine ihya ve imâte gibi küllî fiillerde ortaklık taslayarak giriştiği rablik davasında topal ve kör bir sivrisineğin kurbanı olan Nemrut’un başını duvarlara çarpa çarpa nihayetlenen serencamı ise, ihkak-ı hak olarak ne kadar haşyet veren bir sondur!

Nemrut kafilesinde yer alan diğer küçük firavunların ölümle karşılaşma biçimleri de bundan çok farklı değildir. Hazinelerinin anahtarlarını bir kafilenin ancak taşıyabildiği Karun temellük ettiklerinin bir ilâhî mevhibe olduğunu inkâr edince, Ezelî Kudret deprem diliyle bütün varlığını bir anda yokluğa çevirmişti.
Üç kıtada hüküm süren bir imparatorluğun kurucusu olan Aristo’nun öğrencisi Makedonyalı İskender, elinde asası ve ekmek torbası, üzerinde de abasından başka birşey olmayan, dünyalık olarak bir de içinde yaşadığı kilden fıçısı bulunan Sinop’lu Diyojen’e istediği birşey olup olmadığını sorduğunda, sabah güneşini kapattığı için o sırada güneşlenmekte olan bu mutluluğu dünya lezzetlerinin terkinde bulan ‘sefil’ adam şu cevabı vermişti: “Gölge etme, başka ihsan istemem.” Ama İskender Babil seferi öncesinde hayatı yaşamaya istihkaksızlığını gösterir tarzda bir içki içme yarışmasına katılmış ve içtiği altı litre şaraptan sonra ayılmadan dünyaya veda etmişti.
Benzer bir akıbet ‘Büyük Hun Hakanı,’ sözümona ‘Tanrı’nın kırbacı’ Attila’nın da başına gelmişti. ‘Ulu’ Hun hakanı İtalya seferi öncesinde haremine yeni kattığı ‘güzel bir kızla’ zifafa giremeden içtiği içkinin tesiriyle burnundan gelen kan genzine kaçınca, bu ‘şeb-i arus’ onun için ölüm gecesinin karanlığına dönüşmüştü. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Yaşayan son imparator Dubya, az daha bir futbol maçı izlerken ‘kraker saldırısı’ sonucunda ölümle buluşacaktı, ama en azından âleme müdhike oldu! Faydacı felsefenin kurucularından Jeremy Bentham’ın belki de insandaki ölümsüzlük duygusunun ‘sapkın’ bir tezahürü olan bir tasavvuru vardı: oto-ikonlar. Ölü bedenlerin heykel olarak dikilmesi anlamına gelen bu kavram Bentham’ın buluşudur. Buna göre, bir köy beyzadesi köydeki evine giden yolun iki tarafında yer alan ağaçların arasına ailesinin oto-ikonlarını dikebilir. Böylece her eve gidiş ve çıkışında tüm usul ve füruuyla cismen selamlaşabilirdi. Günümüz insanı için böyle bir tasavvur herhalde ancak korku filmlerine konu olabilir.
Ama ölümü ciddiye almanın yolu, bir açıdan, ölümden korkabilmek değil midir? Ölümden ‘gerektiği şekilde’ korkanlar, onunla gelen sorulara kaçamak cevaplar vermek yerine, dürüst ve doğrudan cevaplar verenlerdir. Ölümden ölesiye korkarken onu ciddiye almayanların duruşları ise katıksız bir ikiyüzlülüktür. Peki, siz hangi tutuma sahipsiniz?

Ahmet Yıldız / Zafer Dergisi

Çelik: Keşke Bediuzzaman dinlenseydi

Mardin Artuklu Üniversitesi, Risale Akademi ve Akademik Araştırma Vakfı’nın ortaklaşa düzenlediği ”Münazarat Sempozyumu: Milliyet Fikri ve Kürt Meselesi” konulu sempozyum, Artuklu Üniversitesi Konferans Salonu’nda Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başladı.

Sempozyumda konuşan AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Çelik, hukuk devletinin, kendi geçmişiyle hesaplaşmasını bilen devlet olduğunu söyledi.

DEVLET MİLLETLE BARIŞMAK ZORUNDADIR

Geçmişte yapılan hataları bugün sürdürmek zorunda olmadıklarını kaydeden Çelik, ”Birçok mümin nezih ortamlarda oturup çay kahve içerek Risale-i Nur sohbeti yaptığı için ‘bunlar irtica hareketidir ayin yapıyorlar’ diye yıllarca cezaevlerinde insanlar süründürüldüler. Bu memleket bu acıları yaşadı. Bu kötü hatıraları artık silmek zorundayız. Devlet milletle barışmak zorundadır” dedi.

Mardin Artuklu Üniversitesi’nde düzenlenen sempozyumun çok anlamlı olduğunu belirten Çelik, şöyle konuştu:

Bakanlığım esnasında benimle görüşen birçok rektör giderken, özellikle kısık bir sesle şunu söylemiştir; ‘Sayın bakanım, YÖK’ün bu görüşmeden haberi olmasın’ demiştir. Rektörü özgür olmayan bir üniversitenin özgür olması söz konusu olabilir mi? Bu ülkede üniversitelerde Bediüzzaman Said Nursi’den, İmam Gazali’den alıntı yapıyorsun diye insanlar üniversiteden atıldılar. Böyle bir üniversitede araştırma, ilim irfan olabilir mi? Ama şükürler olsun ki bu kabus geride kalmıştır. Bugün burada düzenlenmiş olan çok anlamlı sempozyum, aslında devletle milletin barışmasıdır. Devlet milletle barışmıştır.

TÜRKLER VE KÜRTLER BİRLİKTE YAŞAMAYA ADETA MAHKUM

Türkler ve Kürtler asırlar boyunca kader birliği yapmış olan, iç içe geçmiş olan, birlikte yaşamaya mecbur değil, adeta mahkum olan insanlardır” diyen Çelik, konuşmasını şöyle sürdürdü:

Eğer asrın başında Bediüzzaman dinlenseydi, bugün boğuştuğumuz birçok dertle muzdarip olmayacaktık. O reçeteleri ortaya koymuştu. Eğer bugün PKK’nın bütün gayretlerine rağmen, bölücü unsurların bütün çabalarına rağmen bu kadar kan, gözyaşı ve şehit olmasına rağmen, eğer bugün Türkiye’de bir Türk-Kürt kavgası yoksa, Türklerin ve Kürtlerin aynı ruh ve mana iklimini paylaşmasından, aynı Allah’a inanıp aynı kıbleye dönmesinden, aynı peygamberin ümmeti olmasından kaynaklanmaktadır. Bunu bilen Kürt ve Türk ırkçılar, bu manevi çimentoyu yok etmeye çalışıyorlar. Bir taraftan Kürtçüler, Kürtlere, ‘İslam dini ümmet anlayışıyla sizi sömürge haline getirmiştir. Kürtlerin esas dini Zerdüştlüktür‘ diyorlar. Bunu bölücü hareketin en ileri gelenleri söylüyor. Diğer taraftan yine dinden tamamen mahrum olan Türkçülük iddiasında olan bir grup da, ‘Türklerin esas dininin Şamanizm olduğunu, Türk’e adeta İslam iksiri içtirilerek tarih boyunca pasifleştirildiğini‘ söylüyorlar. Bugün hala bütün tahriklere rağmen biz yine Türk-Kürt kardeşliğini muhafaza ediyorsak, aynı camide saf tutup namız kılıp aynı üniversitede beraber çalışıp ve sosyal hayatta, ticarette birlikteliğimizi sürdürüyorsak, bütün gayretlere rağmen kardeşliğimiz devam ediyorsa işte bu manevi bağın devam etmesinden dolayıdır. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bütün ömrü boyunca buna hizmet etmeye çalışmıştır.”

YOK SAYAN ZİHNİYET

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, yıllar yılı yanlış uygulamalar ve politikalar nedeniyle bugünlere gelindiğini de ifade ederek, ”Kürt yoktur, Kürtçe yoktur noktasından, 24 saat devletin televizyonu Kürtçe yayın yapıyor, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü var, devlet tiyatrosunda Kürtçe eserler sahneye konuluyor ve Kültür Bakanlığı ünlü Kürt edebiyatçılarının eserlerini yayınlıyor. Annelerin gidip cezaevinde kendi çocuklarıyla ana dilinde konuşmasının önündeki yasaklar kalkmıştır. Yani o yok sayan, inkar eden zihniyet bertaraf edilmiştir, bir tarafa itilmiştir. Bu birileri inanıyor olsun diye yapılmamıştır, bu böyle olması gerektiği için yapılmıştır. İnsan olmak, Müslüman olmak bunu gerektirdiği için yapılmıştır. Onun için diyoruz ki Bediüzzaman dinlenseydi bunlar olmazdı” diye konuştu.

TÜRKÇE, KÜRTÇE, ARAPÇA HOŞ GELDİNİZ

Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Serdar Bedii Omay ise konuşmasına Türkçe, Kürtçe ve Arapça, ”Hoş geldiniz” diyerek başladı. Omay, Bediüzzaman Said Nursi’nin Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam ve mücessem bir hayat kitabını eser olarak bıraktığını anlatarak, ”İşte bu külliyatın içinde, engin basiretinin bir tezahürü olan Münazarat adlı eseri, bizim can yakıcı meselelerimizden biri olan Kürt meselesi ve tefrikaya sebep bir nispete varabilen milliyetçilik fikirleri üzerine düşünmemizi sağlayacak niteliktedir” dedi.

Sempozyumun üniversite açısından öneminin büyük olduğunu kaydeden Omay, konuşmasını şöyle sürdürdü:

”Türkiye’de bir üniversite, Bediüzzaman ve eserleri merkezinde sosyal bir sorunu ele alan böyle bir sempozyumu ilk kez düzenliyor. Üniversitemiz, aynı zamanda Kürtçe, Arapça, Süryanice ile coğrafyamızın diğer dillerini geliştirmek için adım atan bir akademik kurumdur. Son asırda yapılan siyasi ve sosyal hatalar yüzünden kendini dışlanmış hisseden kesimler, üniversitemizin akademik alanda attığı bu önemli adımları ilgiyle ve büyük bir zevkle izliyor. Biz, ülkemizin son 10 yılda demokrasi ve hürriyetler yönüyle kat ettiği mesafeden güç alarak, halkın itimat ve hürmet ettiği Bediüzzaman gibi mümtaz şahsiyetlerin fikirlerinin akademik camianın gündemine aktarılmasının öteden beri sorunlu bir alan olarak görülen din, devlet ve halk ilişkilerinde normalleşmenin sağlanmasına katkı sağlayacağına inanıyorum.”

Konuşmanın ardından Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Mehmet Fırıncı, Rektör Omay’a Risale-i Nur hediye etti.

Sempozyumda konuşan eski Çevre Bakanı Rıza Akçalı da Mardin’de tarihi bir gün yaşandığını belirterek, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur’unun bütün insanlık için birlikte yaşama projesi olduğunu söyledi.

Risale Akademi Sempozyum Düzenleme Kurulu Üyesi Dr. İsmail Benek de Kürt meselesinin 100 yıllık bir yara olduğunu ifade ederek, ”Münazarat doğru okunsaydı, Kürt meselesi olmayacaktı” dedi.

Akademik Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Dr. Gürbüz Aksoy ise Kürt meselesinin bölgenin en yakıcı problemi olduğunu ve bunun söndürülmesi gerektiğini ifade etti.

Herkesin elini taşın altına sokması gerektiğini kaydeden Aksoy, sadece travmaya maruz kalanların değil, herkesin bu acıyı duyması gerektiğini vurguladı. Aksoy, 33’ü yurt içi, 5’i yurt dışından olmak üzere 38 üniversiteden 91 akademisyenin sempozyuma destek verdiğini sözlerine ekledi.

Gazikent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özdemir ise bölgenin birçok sorunu olduğunu ifade ederek, ”Nasıl ki Berfo ninenin çığlığı hepimizin vicdanını rahatsız ediyorsa 12 Eylül’e sebep olanlardan hesap soruyorsak, 27 Mayıs’tan da soralım, 31 Mart’a kadar bu millete acı çektirmiş herkesle hesaplaşalım. Urfa’daki mezarın hesabını da soralım. Ama bunu sorarken bazılarının yaptığı gibi yıkarak yakarak değil, tarihi anlayarak, anarken anlamaya çalışarak yapalım” diye konuştu.

Açılış konuşmalarının ardından Doç. Dr. Ahmet Yıldız, ”1910’dan bugüne, ‘Birlikte düşünmeye‘ davet ya da Bediüzzaman Said Nursi’nin Münazaratı” konulu sunumunu yaptı.

Sempozyum 3 gün sürecek

Kaynak: ensonhaber.com

Bursa’da “Bediüzzaman Haftası” başlıyor

1960 Mart ayında vefat eden Bediüzzaman Said Nursi’yi anma etkinlikleri Türkiye ve dünyanın çeşitli bölgelerinde düzenleniyor.

Bursa Bediüzzaman’ı Anma ve Anlama Paltformu bu yılki anma programını iki güne sığdırdı.

BİRİNCİ GÜN PANEL

24 Mart Cumartesi günü başlayacak olan Bediüzzaman Haftasında “Bediüzzaman’a göre temel hak ve hürriyetler” başlıklı panel düzenlenecek.

Saat 19.45’te Merinos Kültür Merkezi’ndeki panelin yöneticiliğini Av. Mustafa Tuncel yaparken Prof. Dr. Mümtazer Türköne, Prof. Dr. Şadi Eren, Doç. Dr. Osman Can, Doç. Dr. Ahmet Yıldız konuşmacı olarak katılacak.

İKİNCİ GÜN MEVLİD

25 Mart Pazar günü ise Bursa Ulu Camii’nde Mevlid-i Şerif okunacak. Saat 11.30’da başlayacak olan mevlidin yöneticiliğini Mustafa Yılmaz yaparken Prof. Dr. Mehmet Emin Ay konuşma yapacak.

Hafızlar Ayhan Polat, Adnan Damar Kur’an-ı Kerim okuyacağı mevlid Yahya Alkın’ın yapacağı dua ile sona erecek.

BEDİÜZZAMAN’IN TALEBELERİ DE KATILIYOR

Anma haftasına Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Mehmet Fırıncı, Said Özdemir, Hüsnü Bayram, Ahmet Aytemur, Salih Özcan, Mahmut Çalışkan ve Abdülkadir Badıllı da katılacak ve hatıraları anlatacak.

Hüseyin Hiçdurmaz / Risale Haber