Etiket arşivi: Ali Ferşadoğlu

Öfkenizi Ailenizden Çıkarmayın!

Hayatta pek çok engelle karşılaşabiliriz. Bunlar bizi sinirlendirip, öfkelenmemize sebep olabilirler.

Öfke, zamanla kızgınlığa, bezginliğe dönüşür ve içten içe bizi kemirebilir.

Bu duygunun yanlış yerde kullanılması yüzünden enerjimizi boş yere sarf ederiz. Böylece hem yorulur, hem huzursuz oluruz. Bunu atalarımız çok güzel ifade etmişler: “Öfkeyle kalkan zararla oturur”, “Keskin sirke küpüne zarar verir.”

Öfkemizden nasibini alanlar ise ne yazık ki, bazen en yakınımızdakiler olur. Hemen yanı başımızda ilgiyle ve endişeyle bizi gözleyen eşimiz, korkuyla bakışlarını bize dikmiş çocuklarımız… Onlar da bir anlık öfkenin kurbanı olabiliyorlar bazen ne yazık ki. Öfkemizi onlara boşaltıp kendimizi rahatlatırken, farkında olmadan onları üzeriz, kırarız.

Peki, elimize ne geçiyor? Kırık kalpler, yaşlı gözler…

Öfke, şüphesiz, kontrol edilebilir bir duygudur. Eğer öyle olmasaydı, Allah insanın fıtratına bu duyguyu yerleştirmezdi.

“En güçlünüzün kim olduğunu size haber veriyim mi?” buyuran Peygamber Efendimiz (asm), devamla: “Öfkelendiğinde kendini en iyi hâkim olabilendir” demiştir.1

Pekâlâ, öfkemizi, sükunete nasıl dönüştürebiliriz?

Tabiî ki Peygamber Efendimiz’in (asm) tavsiyelerine uyarak. Takip edelim:

Öfke şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş su ile söner. Sizden biriniz kızdığında abdest alsın.” 2

Bazı uzmanlar öfkeden kurtulabilmek için duş almayı tavsiye ederler. Suyun yatıştırıcı etkisi reddolunamaz bir gerçektir.

Yine Efendimizin (asm) “öfke”yle ilgili birkaç hadis-i şerifini de aktararak yazımızı noktalayalım:

Ben bir kelime biliyorum, eğer onu söyleyecek olsanız, kendinden zuhur eden öfke giderdi: Eûzü billâhi mine’ş-şeytanirracîm.”

Kişi öfkelendiğinde ‘Allah’a sığınıyorum’ derse öfkesi gider.” 3

Biriniz ayakta iken öfkelenirse otursun. Öfkesi geçerse ne âlâ. Aksi halde uzansın.”4

Her türlü öfke ve ağız kavgasının ilâcı, iki rekât namazdır.” 5

Öfkelendiğinde öfkesine hâkim olan halîm kişi, dünyada da efendidir, âhirette de efendidir.” 6

Ali Ferşadoğlu

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, No: 1555.

2- Câmiü’s-Sağîr, No: 1194.

3- Câmiü’s-Sağîr, No: 425.

4- Câmiü’s-Sağîr, No: 424.

5- Câmiü’s-Sağîr, No: 1801.

6- Câmiü’s-Sağîr, No: 2016.

“Kılıbık” mısınız Yoksa “Yardımcı” mı?

Bir adamın kılıbık olması başka şey, hanımına yardımcı olması başka bir şey! Kılıbıklıkla yardımı karıştırmamalıyız. Erkeğin hanımına yardım etmesi, Peygamberî bir ahlâktır.

Padişahın biri kılıbıklıkla itham ediliyormuş. Sonra karar vermiş ki, kılıbıkları ve herkeste bir parça kılıbıklık var olduğunu ortaya çıkarayım. İki çadır kurdurmuş ve tellâl çıkartmış:

Ey ahâli! Padişahımız iki çadır kurdurdu. Bir çadıra kılıbık olanlar, diğer çadıra kılıbık olmayanlar girecek! Kılıbık olmayanlara kese kese altın ihsan edecek. Numara yapanlara ise cezâ verecek!

Hurraaa, herkes kılıbık olanlar çadırına girmiş.

Yalnız bir kişi kılıbık olmayanlar çadırına girmiş! Padişah ona demiş ki:

Aferin sana, gel bakalım, al şu kese altınları. Nasıl başardın, onu bir anlat hele!

Adam cevap vermiş, “Valla Padişahım, bana hanım dedi ki, ‘Sakın kalabalığa karışma!’”

Bir adamın kılıbık olması başka şey, hanımına yardımcı olması başka bir şey! Kılıbıklıkla yardımı karıştırmamalıyız. Erkeğin hanımına yardım etmesi, Peygamberî bir ahlâktır. Çünkü, Hz. Muhammed (asm) hanımlarına yardım ederdi: Keçileri sağmış, giyeceklerini dikmiş, ayakkabılarını tamir etmiş, diğer ev işlerinde yardımcı olmuştur.

Yardımcı olmak başka bir şey, kılıbıklık başka bir şey! Kılıbıklık, hanımının rotasına girmektir!

Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur.

Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp ‘Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim’ diye takvâya girer.

Veyl o erkeğe ki, saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer.

Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî kocasını taklit etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.

Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını ve sefahetini taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar.” (Lem’alar, s. 199)

Kadınlar kadın gibi davranmalı..

Bu başlığı okuyan hanımlardan şaşıranlarınız olacaktır elbette. “Nasıl yani, biz kadın gibi davranmıyor muyuz?” diye soracaksınız.

Maalesef feminizmin etkisiyle günümüzde bazı kadınlar, erkek gibi davranabiliyor. İlişkilerinde sert, resmî duruyor. Eşiyle ilişkileri cilve, naz gibi unsurları barındırmıyor. Giyimi, söylemleri, fikirlerini savunuş biçimi, bir erkeği andırıyor.

Erkekleşen kadınlar başta olmak üzere tüm kadınların Hürrem Sultan’dan öğreneceği çok şey var. Bakmayın siz TV dizisinde ecnebi kadınlarına benzetildiğine.

Hürrem Sultan, çok dindar ve testtüre önem veren bir hanımdı. Eşini de çok severdi. Kılık kıyafetini, saçının modelini eşi Kanuni Sultan Süleyman’ın ruh hâline göre ayarlardı. Eşi neşeliyken o da şen şakrak olur, süslenirmiş. Eşi sıkıntılıyken daha sade giyinir, sakin davranır ve tane tane konuşurmuş. Sultan Süleyman asabi olduğunda onu sakinleştirmeye çalışır, farklı bir konuyu gündeme getirmekten uzak dururmuş. Eşinin kendisini sevdiğini bildiği için canı sıkıldığı, yahut moralini bozan bir durum olduğunda ona naz yapar, hâlini belli edermiş. Eşinden bir şey istediğinde dikte ettirerek değil, telkin ederek elde edermiş. Eşi uzağa gittiği vakit, meselâ seferdeyken, ona aşkını anlatan mektuplar yazarmış. Gözden ırak olan gönülden de ırak olmasın diye.

Boşuna tarihe geçmemiş Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan’ın aşkı! Günümüz kadınının ondan öğreneceği pek çok sır, püf noktası yok mu?

Ali FERŞADOĞLU

Eş ve çocuklarınızı kötülemeyin!

Ne yaşarsak yaşayalım başımıza ne gelirse gelsin, görmek istediklerimizi görürüz. Bir tabloya baktığımızda ağacı ya da evi fark ediyorsak biz, sahilde balık tutan adamı fark eder bir diğeri.

Hayatı nasıl algıladığımız tamamıyla bizim elimizdedir. Derdi, tasayı büyütmek, işin içinden çıkılamayacak hale getirmek kendi çabalarımızla oluşur. Kimse böyle görmemiz için zorlamaz bizi.

Bediüzzaman’ın bakışımızı güzelleştirmekle ilgili veciz bir sözü vardır:

Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

Olumlu bir bakış açısı değil mi? Bunu bir kâğıda yazıp meselâ buzdolabımızın kapağına yerleştirsek, yahut çerçeveletip salonumuza koysak, her giriş çıkışta okudukça kendimizi güzel görmeye teşvik ve disipline edebiliriz.

Evet, çoğu zaman güzel görmeyi beceremediğimiz için hep bir kusur, hep bir hata buluyoruz etrafımızdakilerde. Sözümüzü dinlemeyen evlâdımız, çok para harcamakla itham ettiğimiz eşimiz, sürekli dert yanan anne-babamız… Onların hâl ve hareketlerini beğenmiyor, arkadaşımıza, dostumuza anlatıyoruz. Şikâyet üstüne şikâyet ediyoruz.

Aslında biz onları başkalarına anlatınca hiçbir şey değişmiyor. Şikâyet ettiğimiz durumlar aynen yaşanmaya devam ediyor. Hatta biz gıybet yaptığımız, eleştirilen kimsenin arkasından konuştuğumuz için zarardayız. Bu durum bazen daha da ileri boyutlara giderek eşler arasında güvenin azalmasına da sebep olur.

Kadının biri eşinin kötü huylarını, gezmelerde arkadaşlarına anlata anlata bitiremezmiş. Akşama evine dağılan kadınlar da eşlerine şikâyetçi kadını ve kocasını anlatırmış. Bir gün erkekler bir araya geldiğinde içlerinden biri dalga geçerek adamın huyunu anlatmış. Adam hem bozulmuş, hem kırılmış. Herkesin ortasında alay konusu olmak bir yana eşi tarafından bıçaklanmış gibi hissetmiş kendini.

Böylesi hazin durumlar maalesef yaşanıyor. İçine atamayan insanoğlu, başkalarına anlatarak rahatladığını, içini döktüğünü zannediyor. Fakat sonuçta tamiri mümkün olmayan sonuçlar ortaya çıkıyor. Güvensizlik meselesi bir kördüğüm gibi. Ne çözmek kolay, ne kesip atmak.

Problemlerimi çözmek için anlatıyorum” diyebilirsiniz belki. Peki her anlattığınız kimse sorununuzu halledebilecek yeterlikte midir acaba? İlişki uzmanı ya da psikolog mu? Kaldı ki herkesin uzman yardımı alması mümkün olmayabiliyor. O vakit aile büyüklerinden, bilge kimselerden, kendisine kesinkes güvenilen kişilerden yardım istenebilir.

Yeter ki sıkıntıları gerçekten yok etmek, problemleri ortadan kaldırmak isteyelim.

Ali FERŞADOĞLU / Nurdergi.com

afersadoglu@hotmail.com

İnsan, Allah’a inanmaya mı programlı?

Yapılan çeşitli araştırmalar gösteriyor ki, insan beyninde bir yaratıcıya inanma özelliği bulunuyor. Bu da bize Allah inancının ne kadar yaratılışa uygun ve gerekli olduğunu gösteriyor.

Fıtrat, yani, Allah’a inanmanın delili, ilmî araştırmalarla ortaya konmuş. Dünyanın en saygın üniversitelerinden Yale Üniversitesi tarafından yapılan ve dünyanın yine en saygın bilim dergilerinden New Scientist’ta yayınlanan bir araştırmaya göre insan beyni “Allah’a inanmak için programlanmış”…

Bebekler ve çocuklar arasında yapılan araştırmaya göre, insan beyninin tabiatında Allah’a ya da bir yaratıcıya inanmak var. Beyin “sebep ve sonuçla” çalışıyor. Beyin, “beyin ile ruhun” birbirinden ayrı olduğunu düşünmek için programlı… Bu da “hayalî arkadaşlar” edinmeye veya “Allah’a ve dinlere inanmamıza” sebep oluyor…

Araştırmaya göre, hiçbir din eğitimi almamış 6-7 yaşında çocuklar bile dünyadaki her şeyin bir sebebi olduğuna inanıyor. Taşların, nehirlerin veya kuşların yaratılmasının bir sebebi olduğunu düşünüyor.

Darwinciler ise, bunu “doğal seleksiyona” bağlamış. Oysa tabiî seleksiyonun da meydana gelebilmesi için bir sebep, bir Müsebbibü’l-Esbâb lâzımdır. Yani, sonsuz bir kudret sahibi.

Fıtrat delilinin açılımını yaparsak:

Kuluçka için tavuğun altına konan ördek yumurtasından çıkan civciv, bir müddet sonra suya atlar.

Su, donarsa kabını parçalar.

Tohum, toprağı delip yeryüzüne çıkar ve sümbül verir. Bunlar fıtrattır. Ve fıtrat yalan söylemez! Yani her şey, dizayn edildiği yapıya göre hareket eder.

İnsanoğlunun, sapkınlıkla da olsa, kâinatın yaratıcısından başkasına tapması, onu “büyük” tanıması, “yaratıcı” olarak kabul etmesi, inanmanın fıtrî olduğunu gösterir.

Temiz hava veya su bulamayan, pis ve kirlisiyle yetinir. Gerçeğe ulaşamayan, Allah’ı tanıyamayan, O’nun vasıflarını maddeye / toteme / putlara taksim eder.

Putlara, birtakım unsurlara tapınma ve ibadet, yaratılışın, fıtratın aslında iman ve ibadet için olduğunu gösterir. Tarih boyunca en ilkel toplumlarda bile yanlış, sapık ve bâtıl şeylere inanma, tapınma, ibadet etme ve sığınma, insan ruhu için iman / ibadetin nefes almak gibi temel bir ihtiyaç olduğuna delildir.

Dinler tarihi, beşerin hiçbir devirde dinsiz yaşayamadığını göstermektedir. Mutlaka bir şeye, bir güce inanmışlardır.

Vicdanlar / fıtratların, Allah’a ibadet etmesi, O’nu tanıması, O’na boyun eğmesi, zikir ve şükretmesi, O’nun varlığını ve büyüklüğünü göstermektedir.

Kâinatı yaratan kim ise, insanı da O yaratmıştır. Çünkü insan, kâinatın bir minyatürüdür. Kâinatın tabiatında, fıtratında ne varsa, insanın yapısında da o vardır. Bütün bunlar gösteriyor ki, inanmak bir zarûrettir; zira o, fıtratta vardır. İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren, bize inanmayı emreden, aynı zattır. Ve O da Allah’tır (cc).

Ali FERŞADOĞLU

Uhuvvet ve muhabbet!

Aslında kalbimize konan hadsiz sevgi potansiyeli, ebedî bir güzelliğe sahip zata yönelmek için verilmiş. Çünkü kalbin yaratılmasının sebebi, sevgiyi yaratan gerçek Sevgililer Sevgilisi’ni sevmektir.

Dünyada yalnız başına yaşadığınızı farz ediniz!

Faraziyesi bile ne sıkıcı!

Birlikteliğin tadı; iletişim, dostluk ve muhabbetle çıkar.

Bundandır ki, mü’minleri kaynaştıran unsurların başında uhuvvet, yani gerçek kardeşlik, hakikî dostluk gelir.

Bediüzzaman, Uhuvvet Risâlesi’nde kardeşliği tesis için, “Mü’minler ancak kardeştirler.” meâlindeki âyetin ışığında birçok prensibi nazara verir.

Uhuvvetin en önemli unsuru ise, sevgidir. Dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, ibadettir. İbadet ise, “iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah”, yani Allah’ın varlık ve birliğine iman, isim ile sıfatlarını tanıyıp O’nu sevmeyi ve dahi teşekkür etmeyi kapsar.

Yaratılış ve varoluş gayemizin sevgi olduğu şundan da anlaşılmaktadır: İnsan, kâinatın Sahibinin Esmasına, yani isim ve sıfatlarının tecellisine mazhar. Bu isimlerden ikisi ise Habib ve Vedud’dur. Yani, çok seven, sevilen ve bütün sevgileri yaratandır. Soyut olarak sevgiyi, sevgi mahalli kalpleri, sevenleri, sevgi sebeplerini Habib-i Mutlak olan yüce Allah yaratmıştır.

Sevgi, aynı zamanda bütün unsurlar arasındaki bağ, ışık ve hayattır.

Kezâ, bütün canlıları ayakta tutan unsurdur.

Rezzak-ı Kerîm, yarattığı varlıkları seviyor, rızıklandırıyor. Habib ismi anne-babalarımızda tecellî etmeseydi hayatta olmazdık; kaynaşamazdık; hayatın hiçbir tadı kalmazdı.

Aslında kalbimize konan hadsiz sevgi potansiyeli, ebedî bir güzelliğe sahip zata yönelmek için verilmiş. Çünkü kalbin yaratılmasının sebebi, sevgi ve sevgilileri yaratan gerçek Sevgililer Sevgilisi’ni sevmektir. Meşrû sevgi; sevgi sebeplerini aşarak her şeyi O’nun adına sevmek, O’nu hatırlamaktır. Elbette anne-babamızı, çoluk çocuğumuzu, eşimizi, dostumuzu; peygamberler ile sahabelerini, evliyaları, ilim ehlini ve meşrû olan her şeyi severiz. Fakat, O’nun yarattıklarını ve dünyayı, Esmâsının tecellisi ve ahiretin tarlası olması açısından sevebiliriz, sevmeliyiz.

Her şeyi, yüce Rabbimizin Habib/Rahim/Vedûd gibi sonsuz isim ve sıfatları hesabına seversek; sevgimizin gücü de sonsuzlaşır. O takdirde, Allah’ı tanımaktan gelen sevgi, en büyük maya ve iksir olur. Sevgi, eğer tevhid sırrı yardım etse (yani sonsuz sevgi sahibi Habib’den beslenirse), bizi kâinat kadar büyütür, genişlik verir ve yaratılmışların nazenin bir sultanı yapar.

Kur’ân, sevgiyi, aynı zamanda psiko-sosyal bir güç kaynağı, bir kaynaştırıcı olarak nazara verir:

Allah’a iman edenler, Allah’a olan sevgileri cihetiyle daha kuvvetlidir.

İman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kaleler de sevgi sebebidir.

Allah, sırat-ı müstakim denilen doğru yolda olanları sever, temiz olanları sever, iyilik yapanları sever, merhamet edenleri sever, sevenleri sever. Kendi basit, küçük sevgisiyle O’nun sevgisini birleştirenler, sonsuz bir sevgiyle bağlantı kurar.

Bediüzzaman, sadece mü’min kardeşliğini ihya etmez. Diğer taraftan, iman hakikatiyle, “yaratılmışlar”la bizi kardeş ilân ederek, aradaki vahşeti, yabancılığı kaldırır, dostluğa ve kardeşliğe dönüştürür.

Ali FERŞADOĞLU