Etiket arşivi: çanakkale

Golyat Nasıl Battı?

Sene 1915. Aylardan Mayıs. Marmara adaları civarında gece seferleri yapan ve İngiliz denizaltılarını avlamak gibi önemli bir vazifeyi yerine getirmeye çalışan, mütevazi harp gemisi Muavenet-i Milliye, Limana dönmüştü. Kaptan Yüzbaşı Ahmet Bey ve tayfası gündüz dinlenecekler, gece ise görevlerine kaldıkları yerden devam edeceklerdi.
Öğleye doğru, Boğaz Kumandanlığı’ndan acil bir mesaj geldi. Muavenet’in acele Çanakkale’ye gitmesi emrediliyordu. Kaptan Ahmet Bey, bu beklenmedik mesajı:
‘Hayırdır inşaallah!’ diye karşıladı. ‘Herhalde önemli bir şey olacak!’
Karanlıkla birlikte Muavenet yola çıktı. Gün ağarırken Gelibolu önlerine ancak gelebilmişti. İngiliz donanmasının ağır gemileri, Gelibolu Yarımadası’nı durmadan top ateşine tutuyor, topların gümbürtüsünden, yer-gök ve deniz inliyordu. Muavenet’in güvertesinden bu müthiş manzarayı izleyen Ahmet Kaptan ve tayfası, öfkeden, hırstan ve karada göğüs göğüse direnen Mehmetçikleri düşündükçe, kederden dişlerini gıcırdatıyor ama bir şey de yapamıyorlardı.
Kaptan Ahmet Bey, gemide bulunan irtibat subayı ve torpido uzmanı Alman Rudolf Kirley’i de yanına alarak, boğaz kumandanının huzuruna çıktı. Ayrıntılarla meşgul olunacak zaman değildi. Mesele hemen izah edildi: ‘Morto Körfezi’ndeki bir İngiliz zırhlısına gece hücum edilecek!’
GOLYAT adındaki bu İngiliz zırhlısı, Seddülbahir tarafından sahile pek fazla sokulmuştu ve özellikle geceleri yaptığı yan ateşlerle Mehmetçiğe göz açtırmıyordu. Golyat’ın bu çok etkili bombardımanına bir son verilmeliydi. İşte Golyat zırhlısı’nın işini bitirmek vazifesi, Muavenet-i Milliye gemisine verilmişti.
Boğaz Kumandanlığı’ndan ayrılan Ahmet Kaptan, Muavenet’e döndü ve hiç vakit kaybetmeden plân yapmaya başladı. Golyat’ın yeri tespit edildi. Geminin bütün silahları gözden geçirildi. Torpidoların bakımı yapıldı. Mürettebat, yapılan bu hazırlıklardan, önemli bir göreve çıkılacağını anlıyor; fakat bunun ne olacağını kestiremiyordu.
Nihayet, karanlık bastı. Ahmet Kaptan, tüm personeli güvertede topladı ve kendilerine verilen vazifeyi anlattı: ‘Arkadaşlar, Golyat’ı susturursak, Seddülbahir’de çarpışan kardaşlarımıza en büyük yardımı yapmış olacağız. Allah yolunda, vatan yolunda hepinize başarılar dilerim. Allah hepimizin yardımcısı olsun!’ Mürettebat uzun ve içten bir ‘Âmin!’ çekti ve herkes, vazifesinin başına döndü.
Akşama doğru, Muavenet demir aldı. Sahile yakın ve ağır ağır, mayınlı hatları geçerek ilerliyorlardı. 12 Mayıs’ı 13 Mayıs’a bağlayan gece, Allah’tan gökyüzünde mehtap yoktu. Katran karası bir gök, herşeyi içine alıp, görünmez kılıyordu. Muavenet, Soğanlı Dere ağzında demir atmış, saatlerdir, karayı ateşler içinde bırakan zırhlıların susmasını bekliyordu. Nihayet, vakit gece yarısına yaklaşırken, gemiler bombardımana son verdi. Ahmet Kaptan, mürettebata seslendi: ‘Güvertede toplanın!’ Bir iki dakika içinde, bütün personel güvertede toplanmıştı, Kaptan onlara belki de son kez hitap ediyor olabileceğinin düşüncesi ile:
‘Arkadaşlar!’ dedi. ‘Mukaddes vazifemiz başlıyor. Birbiriniz ile helâlleşin. Kalplerinizi tüm samimiyetiniz ve aczinizle Rabbinize çevirin.’
Bu sözlerden sonra ellerini semaya kaldıran kaptan, ağlaya ağlaya duaya başladı: ‘Yâ Rabbi! Bize başarılar ihsan eyle!’ Herkes kalbinin tüm samimiyeti ile bu duaya ‘âmin’ dedi.
Sessizce demir alan Muavenet, ağır ağır seyre başladı. Bir yirmi dakika gitmemişlerdi ki, karanlıklar içinde, çok daha karanlık bir kara gölge, kalın direkleri ve bacalarıyla Golyat, önlerinde beliriverdi. Elbette Golyat’ın gözcüleri Muavenet’i farketmişlerdi. Ancak bu gece karanlığında; gelenin dost mu, düşman mı olduğunu anlamanın bir tek yolu vardı. Golyat’ın baş tarafındaki bir Mors lambası ile işaret verilmeye başlandı. Muavenet’in projektörü başında bulunan vazifeli, Ahmet Kaptan’a seslendi:
‘Efendim! Golyat parola soruyor!’
Ahmet kaptan:
‘Onları tekrar parola sormaya mecbur et! Zaman kazanmamız lâzım. Meselâ sen de onlara parola sor!’ emretti.
Muavenet’ten gelen mesaj üzerine, Golyat, parola sorgusunu tekrarladı.
‘Efendim yine soruyorlar!’
Ahmet Kaptan’ın buna cevabı:
‘Ateş!’ olmuştu.
Ard arda üç torpil ateşlendi. Her üç torpil de, hedefine tam isabet etti. Az zaman sonra, gecenin karanlığı, Golyat’tan yükselen alevler ile yırtıldı. Muavenet, batan Golyat’ı keyifle selamladıktan sonra, Boğaz Komutanlığına şu kısa ve mütevazi mesajı geçti: ‘GOLYAT BATTI!’
Hüseyin Emiroğlu

Çanakkale Şehitlerinin Aziz Hatırasına: Saka Eri Hüseyin

TAK! Bir topuk selâmı, cılız.

“HAYRABOLULU HÜSEYİN EMRET KUMANDANIM!”

Hüseyin oğlum, kaç yaşındasın? diye sordu kumandan. Karşısında hazrola geçmiş kibrit çöpünden hallice, çipil gözlü delikanlıya. Delikanlı dediysek de, asker kaputunun içinde ha var ha yok gibiydi. Henüz bıyıkları bile bitmemiş, parlak yüzlü bir oğlancıktı aslında Hüseyin, Hayrabolulu Hüseyin.

“Onüçümden ay aldım kumandanım.”

“Küçüksün!”

“Ama kuma..”

“Çocuksun!”

“Ama kumanda..”

“Sana silah emanet edemem. Seni cepheye süremem”

Hüseyin, ağlamaklı oldu.

“Lakin mühim bir vazife verebilirim. Seni Saka Eri yaptım Hüseyin. Bu bölüğün su ihtiyacını sen karşılayacaksın. Sana bir de katır verecekler. Eratı susuz koma. Koma ki; koşacak, hendek aşacak, fişenk atacak hâli dermanı kesilmesin.”

“TAK!” Bir topuk selâmı, cılız. “Emredersin kumandanım!”

Kendisine silah emanet edilmeyen Hüseyin, alacakaranlıkta katırını alır yola çıkardı. En yakın köye varır, tahta damacanalarını su doldurur ve akşam karanlığında bölüğe taşırdı. Görevini hiç aksatmazdı. “Aman erat susuzluktan yanıyordur şimdi” der, hiçbir yerde oyalanmazdı.

İkinci Anafartalar taarruzundan sonra, Devlet-i Âli’nin ordusu Anafarta Ovası’na ve tepelere yerleşmişti. Bu birlikler, kendilerine göre siperler kazıyorlar ve zaman zaman da İngilizler’in kısmî taarruzları karşısında, direnemeyip bu siperleri düşmana kaptırıyorlardı. İşte böyle bir günün arifesinde Saka Hüseyin, sabahın alacakaranlığında katırı ile yola çıktı. Bigali Köyü’ne gidip, kuyulardan su çekecek, akşam karanlığında da, geri dönecekti. Bir kaç saat sonra köye vardı. Kuyuyu bulup, damacanalarını silme doldurdu. Kuyunun başında bir miktar oyalanıp, günün batmasını bekledi. Hava alacalandı. Gün batmak üzereydi. Saka Hüseyin yola çıkmadan önce, her zaman yaptığı gibi katırının kulağına eğilerek:

“Deh! Büyük Anafarta Köyü’nün üstünden, Otuzbeşinci Piyade Alayı’nın bulunduğu siperlere!”

Katır gide gele bu yolu iyice bellemişti. Emri alır almaz yola koyuldu. Katır önde Hüseyin arkada yola çıktılar. Hüseyin elinde bir değnek taşa çalıya çaktıra çaktıra giderken, bir de türkü tutturmuş: Çeşmeye varmadın mı Gül koydum almadın mı Ben sevdadan ölüyom Sen sevdalanmadın mı? Rina rina yarim Rina, rina….

Hava iyice karardığında Hüseyin, alayın yakınlarına varmıştı. Varmıştı ama, o gün iş de iyice kızışmıştı. İngiliz topçusu, nefes aldırmadan siperlere bomba yağdırıyordu. Güllenin merminin sayısı belli değil. Saka Hüseyin siperlere yaklaşmanın imkânı olmadığını anlayınca katırıyla birlikte bir çukur bulup sindi. Saatler sonra bataryalar durdu. Makineli tüfeklerin tarrakası sustu. Ses, duman, gümbürtü kıyamet kesildi. Hüseyin çukurdan çıkıp katırı dehledi. Katır önde, o arkada, yollarına devam ettiler.

“Bölük su bekler” diye iç geçirdi. “Üstelik yaralılar da vardır şimdi. Onlar iki kere su bekler.” Ansızın bir ses karanlıkta kükredi. Hüseyin bu garip kelâmın ne olduğunu anlamadı ama, hiddetinden ve şiddetinden “dur” anlamına geldiğini anladı. Durdu. Birden iki yanında iki karaltı belirdi. Yine hiç duymadığı bir lisan ile bağırmaktaydılar. Saka Hüseyin vaziyeti farketti. Siperler el değiştirmişti. Burası artık Otuzbeşinci Piyade Alayının değil, bilmem kaçıncı düşman alayınındı.

Auckland Taburu’nun Anzak devriyelerine yakalanmıştı. Saka Hüseyini aldılar, katırı da arkasından çeke çeke kumandanlarının karşısına çıkardılar. Hüseyin önceleri çok korktuysa da, hissettirmedi. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, ellerini kollarını sallıyor ve katırın üzerindeki su damacanalarını gösteriyordu. İngiliz kumandan Hüseyin’in bu tuhaf neşesine bir anlam veremedi.

“Tercüman bulunsun” diye emretti. Buldular.

“Kimsin?”

“Otuz Beşinci Piyade Alayı İkinci Bölükten Saka Eri Hayrabolulu Hüseyin, emret gavur kumandanı.”

“Burada ne işin var?”

“Bu su damacanalarını kumandanım gönderdi. Git dedi. Yaralıları vardır. Su bizim tarafta kaldı gelip alamazlar, sevaptır. Eğer suyun zehirli olduğundan şüphe ederlerse de gözlerinin önünde bir tas iç.”

Anzak teğmen kıpkırmızı kesildi. Bütün gün başlarına gülle yağdırdığı, taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmasın diye yapmadığını bırakmadığı insanlar, nasıl bu kadar iyi olabiliyorlardı. Bu akıl alacak iş miydi? Gözleri doldu. İlk iş Hüseyin’i tutup yanaklarından öpmek oldu. Oturtup biraz dinlendirdiler. Sonra suları katırdan indirip yerine paket paket sarma tütünü, çikolata, et konserve.. artık ellerinde ne varsa erzak, yığma yaptılar.

“Haydi, good bye, good bye, yallah!”

Saka Hüseyin, gecenin karanlığında siperden sipere atlaya zıplaya alayının mıntıkasına vardı. Başından geçenleri bir bir anlattı. Gerçi Mehmetçik, domuz etidir diye ete konserveye dokunmadı ama diğer kumanya pek makbule geçti. Kumandanı Hüseyini tebrik etti, alnından buseledi.

“Harp sonunda göğsünde nişanını hazır bil” diye de muştuladı.

O gece sessiz geçti. Saka Hüseyin, çehresine sabitlenmiş bir tebessümle yıldızları saya saya uyudu. Sair erat, yaralarını sardı, şehitlerine dualar etti ve Hüseyin’in cinliğini anlatıp anlatıp gülüştü. O gün de cephede işte böyle geçti.

Hüseyin Emiroğlu

Zafer Dergisi

Çanakkale Cephesi’nde Ağlatan Bayram

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Muhammet Erat, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İstanbul’da tertip edilen 24. Tümen’in, gelen bir emirle yola koyulduğunu, askerlerin Kemerburgaz ve Alibeyköy’den sonra Eyüp Sultan Camisi önünden geçerken halkın Ramazan Bayramı namazından çıkmakta olduğunu söyledi.

Büyük bir tümenin tozu dumana katarak dini ve mukaddes bir günde cepheye gitmesinin, birçok kişinin, özellikle ihtiyar ve kadınların ağlamalarına sebep olduğunu anlatan Erat, cepheye giden 24. Tümen askerlerinden İbrahim Arıkan’ın hatıralarında o günü, ”Gittiğimiz yerin ne demek olduğunu takdir eden halk, hüzün ve teessürden kendini men edemiyordu. Kova ve bakraçlarla askere su vermeye çalışıyorlardı” şeklinde anlattığını belirtti.

-61. ALAYDA KURBAN BAYRAMI-

Yrd. Doç. Dr. Muhammet Erat, Çanakkale Cephesi’nde 5 ay düşmanla çarpışan, pek çok kahramanlıklar göstererek madalya ile ödüllendirilen ve düşmanın Gelibolu Yarımadası’ndan kaçışına da şahit olan İbrahim Arıkan’ın hatıralarında Kurban Bayramı’nın arefesinde 61. Alay’da yapılan törenden şu şekilde bahsettiğini anlattı:

”16 Ekim 1915 günü Tümen komutanının emri ile Alay içtima ettirildi. Harbiye Nezareti’nden hususi surette vazifelendirilen yaşlı bir hoca, Alay’ın ortasına gelerek 61. Alay’a hitaben ateşli bir nutuk irat etti: ’61. Alay hoş geldiniz! Necip Türk Milleti! Fatih’in torunları! Yavuz’un çocukları! Sizler kabına sığmayan bir arslan kükreyişi ile şu mukaddes vazifeye koştunuz. Gazanız mübarek olsun. Şu anda üzerinize çok mukaddes ve ulvi bir vazife almış bulunuyorsunuz. Sizden evvel bu mukaddes cihada iştirak eden ve bu mukaddes cihadın mutlak bir farz olduğuna iman eden arkadaşlarınız cesaret, şecaat ve kahramanlıklarını hain düşmana tanıttılar. Kahir düşmanı süngüleri ile denizin kenarına kadar sürüklediler. İşte evlatlarım, sizlere de burada ufacık bir vazife kaldı. O da Allah’ın inayetiyle hunhar düşmanı denize dökmekten ibarettir. Düşmanın zırhlısı varsa bizim de Allah’ımız var. Sizlere emanet edilen bu mukaddes vazifeyi başaracağınıza kalbimdeki imanım gibi inanıyorum. Allah yardımcınız olsun evlatlarım.”

Erat, Çanakkale Cephesi’nde yedek subay olarak görev yapan Münim Mustafa’nın anlattığına göre ise, Türk askerinin siperde Kurban Bayramını buruk bir şekilde kutladığını ifade ederek, şöyle devam etti:

”Çünkü İngilizler her nedense bayramdan önceki gece pek sinirli bir haldeymişler. Türklerin dini bayramını bildikleri için maneviyatlarını güya sarsmış olmak için şafaktan itibaren, büyük taarruz gününde yaptıkları topçu ateşine benzer bir bombardımana başlamışlardır. Münim Mustafa’ya göre, Türk askeri bunlara alışık olduğu için pek aldırış etmemektedir. Hatıralarında askerin Bayram sabahı hissettikleri şu şekilde ifade ediliyor, (Bir aralık ateş hafiflemişti. Herkes birbiriyle bayramlaşmaya başladı. Eller sıkılarak, bayram tebrik edilirken, herkesin muhayyilesinden annelerin ve sevgililerin hayali geçtiği görülüyor gibi oluyordu.

Zafer Araştırma Grubu

Bedrin ve Çanakkale’nin Aslanları

Bu milletin nefs-i emmaresi olan talihsiz şairlerden biri şöyle demiş:

Din şehid ister, asuman kurban;

Her zaman, her taraf kan kan kan. (Tevfik Fikret)

Zavallı şair, bu iki mısrasıyla adetâ: “Din şehid olmamızı, Allah kurban kesmemizi istiyor. Her yerde, her zaman kan görüyoruz. Bıktık artık bu manzaralardan.” diyerek İslamiyet’e kinini kusmuş; İslamiyet’i gönderen Allah’a düşmanlığını ve inkârını ilan etmiştir.

Bu da şair, Mehmed Âkif Ersoy da şair. İkisi de bu ülkenin havasını teneffüs etmiş, suyunu içmiş, ama Âkif’ten nur, diğerinden kir akıyor. Birinden küfür ve cehennem çıkmış, birinden de iman ve cennet. Aynı suyu yılan içer zehir üretir, arı içer bal yapar.

Sormak lazım bu zavallılara Allah sizi yaratmakla, nimetlerle donatmakla, size akıl vermekle kötülük mü etti ki siz Onu ve Onun dinini Onun verdiği akılla inkâr ediyorsunuz?

Allah, cennetten ibaret bir dini göndermekle, din, namus ve vatan uğrunda ölenlerinize rütbelerin en büyüğü olan şehadet rütbesini vermekle, İsmaillerin kanı akmasın diye, kurban kesmeyi emretmekle, imkânı olanları, imkânı olmayanların yardımına koşturmakla size kötülük mü etti ki, siz Ona karşı bu küstahlığı yapıyor ve Onun dinine böyle düşman kesiliyorsunuz?

Sayısız iyiliklerde bulunan bir Allah’a sayısız şükür edilmesi gerekirken neden bize şehidlik ve cennet veriyorsun, diyerek hâşâ Allah’a başkaldırmak, hiçbir akıllı ve vicdanlı adamın işi olmasa gerek.

Allah’ın nimetlerini yeyip de Allah’ı inkâr eden böyle talihsizlere talihli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un bir cevabı var; der ki:

Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok,

Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok,

Şimdi Allah’a söver… Sonra biraz bol para ver,

Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!

İslamiyet’in inkârcıları da dahil, herkes bilsin ki, İslamiyet yeryüzünde kan akıtmak için değil, akan kanı durdurmak, kabile savaşlarını, kan davalarını ve her türlü şiddeti bitirmek için gönderilmiş bir dindir.

Peygamberimiz, 13 yıl Mekke’de İslam’ı anlattı. Bunca yıl içerisinde gördüğü en ağır işkencelere rağmen acaba bir kimsenin bir damla kanını akıttı mı? Hayır. Buna izin verdi mi hayır?

Nihayet Mekke’den Peygamberimizi göç etmeye zorladılar. Peygamberimiz, Mekke’den 450 km uzaklıkta bulunan Medine’ye yerleşti. Orda da rahat bırakmadılar. Geldiler, Peygamberimizi ve sevenlerini Medine’nin biraz ötesindeki Bedirde, biraz yakınındaki Uhud’da ve çevresinde kazılan Hendek’te yok etmek istediler.

Peygamberimiz ve inananları, bu şer şebekelerin saldırılarına cevap vermeyecekler miydi? Verdiler. Kan aktı. Bu akan kanın sorumlusu kim? İslam’ın müminleri mi? Yoksa İslam’ın düşmanları mı?

ÇANAKKALE’DE DE BUNDAN BAŞKASI OLMADI.

1914 yıllarındaki Çanakkale, ülkemizin mütevazı şehirlerinden bir şehir idi.

Dünyanın en büyük devletleri Fransa, İngiltere, Rusya, Avusturalya, Kanada ve daha bilmem kimler kalkmışlar, tâ uzak diyarlardan en güçlü orduları ve donanmalarıyla, tankları, topları ve tayyareleriyle toplanmışlar, gelmişler. Çanakkale boğazından geçecekler, Marmara’yı aşacaklar, Anadolu’yu istila ve işgal edeceklerdi.

Bunların Medine’yi basan, Peygamber’i ve inananlarını yok etmek isteyen müşriklerden farkı ne idi?

Bedir savaşında müşriklere geçit vermeyen kahraman Ashab, nasıl tarif edilmez büyük bir hizmet icra etmişlerse, Çanakkale’de düşmana geçit vermeyen kahraman Mehmetçik de, ona benzer bir hizmet icra etmiştir. Onun için Âkif, Mehmetçiği Bedr’in aslanlarına benzetmiş ve şöyle demiştir:

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi,

Bedrin Aslanları ancak bu kadar şanlı idi” der.

Bedrin aslanlarını örnek alan ve düşmana geçit vermeyen aslan Mehmetçiğe, Bedr’in ve Çanakkale’nin aslanlarına minnet ve şükran borçluyuz. Şehadetiniz, zaferiniz ve gazanız size ve milletimize mübarek olsun.

ÇANAKKALE’DE MEHMETÇİĞİN KARŞISINDAKİ GÜÇLER

Çanakkale’de Mehmetçiğin karşısındaki güçleri Âkif’den dinleyelim:

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,

Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…

Hani, tâûna da züldür bu rezil istilâ!”

Saygıdeğer dostlar,

Biz, bu rezil istila ve işgale cevap verdik, karşı koyduk. Kan döküldü. Bu kanın sebebi kimlerdi? Irz, namus, hak-hukuk, din, medeniyet, mukaddesat düşmanları mı? Yoksa vatanını, milletini, namusunu, bayrağını, din ve mukaddesatını kahramanca ve aslanca savunan Müslüman Mehmetçik mi?

EĞER BİZ 300 BİN ŞEHİD VERMESEYDİK

Eğer biz, Çanakkale’de 250-300 bin şehid vermeseydik bu gün İstanbul, hatta Anadolu bile elimiz de olmayacaktı. Minareler yıkılacak, ezanlar susturulacak, camiler kiliseye döndürülecek ve her caminin boynuna çan asılacaktı. İffet, ahlak, namus ve mukaddesat diye bir şey kalmayacaktı.

YAŞLI BİR NİNE

Yaşlı bir ninemiz, yağan yağmurdan top mermisi etkilenmesin diye, yanındaki kız torununun üstündeki şalı alır, top mermisine sarar ve onu koruma altına alır. Bunu gören asker der:

-Anacığım, çocuğu üşüteceksin, hasta edeceksin, şalı çocuğun üzerine ört. Ninenin cevap enteresan:

-Kuzum, bu çocuk hastalansa bir şey olmaz, ölse de bir şey olmaz. Ama düşman için kullanılacak olan bu top mermisi patlamazsa, düşman Çanakkale’yi geçer, bu kızın anasının, bacısının ırzını kirletir, namusunu çiğner, bayraklar iner, ezanlar susar, koca bir vatan ölür.

İşte Çanakkale zaferini kazandıran ruh budur.

ÇAĞRILMADAN ÇANAKKALEYE KOŞTULAR

Bu sebepten dolayıdır ki o gün çağrılmadıkları halde okullardan öğretmenlerimiz, öğrencilerimiz, doktorlarımız, müftülerimiz, camilerden imamlarımız, cemaatlerimiz, kınalı kuzularımız Çanakkale’ye koşmuştur. Günlerce boğazda nöbet tutmuşlar, vuruşmuşlar, şehit düşmüşler, gazi olmuşlar, “Çanakkale geçilmez” demişlerdir.

Mehmetçiğin bu fedakârlığı İslam ve istiklal şairi MehmedÂkif Ersoy’a:

Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek,

İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.”

dedirtmiş ve Çanakkale şiirini yazdırtmıştır.

ÂSIMIN NESLİ İŞ BAŞINDA

Cenab-ı Hakk’a sonsuz ve sınırsız şükürler olsun, Âsım’ın nesli şimdi iş başında. Bütün dünyanın namusunu kurtarmaya hazırlanıyor. Çağın Büyük Düşünürü boşuna söylememiş: Ümitvar olunuz; şu gelecekteki değişiklikler içinde en yüksek gür ses İslam’ın sesi olacaktır.”

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Çanakkale’de Şahlananlar

Çanakkale’de yaşananlar, sadece kuru bir “savaş” kelimesiyle açıklanamaz. Orada yaşananlara ancak bir milletin “şahlanışı” denilebilir. Osmanlı torunu yiğit Mehmetçikler, yüreklerindeki iman gücüyle dünyanın “Süper Güçler”ine meydan okumuşlardır.

Hz. Ali’nin, Hayber Kalesi’nin kapısını sökerken şahlanışı gibi şahlanmıştı Seyit Onbaşı… O şahlanışla 276 kiloyu sırtlanmıştı Müctecip Onbaşı… O şahlanışın tesiriyle bir denizaltıyı, periskopundan, hem de top atışıyla yakalamıştı.

Çanakkale’de mektepli mücahitler de vardı. “İstanbul elden giderse aldığımız eğitimin ne önemi var” diyerek cepheye koşmuşlardı; pek çoğu da geri dönmemişti. Eli kalem ve kitap tutmaya alışmış binlerce delikanlı, kan ve ateş içinde şehadet şerbetini içmişti.

İngiliz ve Fransızlar tarafından kandırılan Müslüman esirleri kime karşı savaştıkları konusunda bilgilendirmek için Almanya’ya gönderilmişti Mehmet Akif… Ve bu muhteşem zaferi şiirleriyle abideleştirmişti.

Şehit anaları oğullarını “Ya şehit ol, ya gazi; yeter ki bu vatana düşman ayak basmasın” diye göndermişti cepheye… Kahraman hanımlar da eşlerini cepheye bizzat kendileri uğurlamış, şehadet haberleri geldiğinde de acıyı kalplerine gömmüş, her öğün bir tabak da onlar için indirip kaldırmışlar sofraya… Zaferi kazandıran yiğitler kadar analar da destanlar yazmıştı Çanakkale’de… Çanakkale destanı, kanla ve gözyaşıyla yazılmıştı.

Çanakkale; altı asır üç kıtaya hükmeden şanlı Osmanlının son zaferi ve İstiklal harbimizin habercisi…

“Yedi Düvel”in “hasta adam” dedikleri Osmanlıya son darbeyi vurmak isterken kazdıkları kuyuya düştükleri yer…

İki yüzelli bini aşkın şehidin kanıyla sulanan vatan toprağı…

Cenab-ı Hakkın (c.c.) inayetiyle, Hz. Peygamberin (a.s.m.) ruhaniyetiyle hazır bulunduğu, Allah ve Peygamber aşkıyla gözünü kırpmadan, korkusuzca düşmana karşı koyan Mehmetçiğin tarih yazdığı altın sayfa…

Düşmanın dahi kahramanlığını, insanlığını övdüğü Mehmetçiğin yazdığı bir destan Çanakkale…

Aslında Çanakkale Zaferi için ne söylense az…

Vehbi Vakkasoğlu