Gölgesi uzuyor hayatlarımızın. Sevimli ihtiyar adamların, bir cami avlusunun serinliğinde akşam ezanlarının okunmasını ya da belki bir köy kahvesinin önündeki tahta sandalyelere oturmuş, hareketleri gibi ağırlaşmış zamanın geçmesini beklerlerken birbirlerine anlattıkları geçmiş zaman hikâyelerine kapılarak bilinmeyen yerlere doğru (nerededir bütün o yaşanmış şeyler şimdi?) yitip gitmeleri ve geriye yalnızca havayı dolduran seslerin kalması gibi, hayatlarımızın gölgesi uzadıkça, geçmişe daha uzun uzun bakıyor, daha eskilere, unutuşun dipsiz kuyusuna çökmüş anıların peşinde daha derinlere, yitirilmiş bir dünyanın kalıntılarını bulup çıkarmak için dalıyor ve her defasında kimbilir hangi büyünün tesiriyle değişmiş, tanınmaz hale gelmiş, belki uzaktan uzağa birşeyleri hatırlatan, ama artık kendileri olmaktan, bütünüyle bizim olmaktan çıkmış, yine de sahiplenmekten vazgeçemediğimiz ‘şeyler’le geriye dönüyoruz. O şeylerden konuşurken kelimelerimiz bile yosun kokuyor. Gölgesi uzuyor hayatlarımızın.
Ömür bahçelerimize akşamın alacakaranlığı usulca çöker ve tüm yaşadıklarımız bu alacakaranlığın içinde belirsizleşip birbirine karışmaya, gitgide silinmeye yüz tutarken, yaşadıklarımızdan birşeyleri kurtarmaya, hayatta tutmaya çalışmak için bizi zorlayan bir endişe ve istek içimizde çoğalıyor. Herşeyin birbirine karıştığı bu yarıkaranlık bahçede huzur ve acı, sevinç ve üzüntü, neşe ve keder, ümit ve yeis te birbirine karışıyor, içiçe geçiyor, biri diğerinin yerini alıyor. Öyle ki, çoğu defa neyin bizi huzursuz ettiğini anlayamıyor veya binbir güçlükle netleştirdiğimiz bir görüntünün bize acı mı sevinç mi verdiğine emin olamıyoruz. Yine de bu zorluklar bizi yıldırmıyor ve ‘geçmişi kurtarmak’ gibi altından kalkılması hayli zor bir işin peşini bırakmıyoruz. Çünkü hayatlarımızın yaşanmaya değdiğine, hayatın hakkını verdiğimize kendimizi inandırabilmenin kaygısıyla doluyuz. Bu kaygılarla geçmişe ait hatırlayabildiğimiz ne varsa yazmaya, anlatmaya, kaydetmeye, biriktirmeye çalışıyor, yaşadıklarımızı hatırlatan ve o yaşanmışlıkların bütün duygularıyla, sezişleriyle, imalarıyla, kokularıyla üstüne sindiği eşyaları titizlikle saklıyoruz.
Hepimiz az çok geçmiş zaman koleksiyoncusuyuz. Koleksiyonumuzun zenginliğini yeteneklerimizin farklılığı belirliyor. Ama yalnızca zenginliğini değil, bu özel koleksiyonun bir canlılık taşımasını, parçalarının belirli bir uyumla biraraya getirilerek sağlıklı ve iyi bir bütün oluşturabilmesini de yeteneğimiz belirler. Ama yalnızca yeteneğimiz de değil. Geçmişin unutulup gitmesinden, geçmişimizle birlikte kaybolup gitmekten duyduğumuz korkunun büyüklüğü de belirleyicidir. Bu, geçmişi sadece geçmiş olarak görmemekle, Zamanı bütün parçalanmışlığına ya da onu parçalanmış olarak algılayışımııza karşılık, o parçalara aynı anda dokunabilme isteğinin içerdiği ‘aşırılık’la ilgilidir. (Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinde anlatmayı başardığı buydu. O, ‘Eserimi tamamlayacak vakti bulabilirsem, herşeyden önce insanları, birer hilkat garibesine benzetme pahasına da olsa, mekanda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, Zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan varlıklar olarak tasvir edecektim’ der, ‘çünkü insanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.’) Zaman’la aramızdaki ilişki bizi bu aşırılığa zorlar, çünkü bu aşırılık olmadığında geriye birşey kalmamaktadır. Ölümün hayaleti dışında. Sona yaklaştıkça daha iyi anlıyoruz bir sonumuz olduğunu.
Kazancakis’in bir romanında, ihtiyar bir adamın nehrin sularında kendi akıp giden hayatını seyretmesi gibi, artık baktığımız herşeyde kendi faniliğimizi hatırlatan izler görüyoruz. Bugüne kadar bir fısıltı olarak duyduğumuz sesler gittikçe yükseliyor. Dünyayı dolduran bu görüntüler ve sesler, daha da yaklaştığını haber veriyorlar ”yaklaşmakta olan”ın. Bulutların geçişinde onu hatırlatan birşey var. Rüzgarların tenimize değişinde onun soluk kesici soğukluğunu hissediyoruz. Yapraklar onun rengiyle dökülüyor ağaçlardan. Onun temasıyla çiçekler kokularını kaybediyor. Denizin çekildiği kıyılardaki ağır sessizlikte, ormanların derinliklerindeki nemli kuytularda, şehirlerin gürültülü caddelerinde, evlerimizdeki ağır ve kasvetli eşyaların arasında onun hayaleti dolaşıyor. Ölüm, yaklaşıyor.
Ölüm daha da yaklaştıkça, hatırlamak hayati bir meseleye dönüşüyor. Kendimize ve başkalarına, ”hayatı hakettiğimizi, yaptıklarımızın ve yaşadıklarımızın bunu apaçık gösterdiğini” ispatlamak için hemen her şeyi hatırlamaya, onlara yeni bir görev yüklemeye, geçmişimizi bir bütün olarak sabitleyip görünür kılmaya ve gelecek ölümün dünyada bıraktığımız tüm izleri silmesini önlemeye çalışıyoruz. Bu, masum ve anlaşılabilir bir çaba olarak kalabilirdi, eğer yaşadıklarımıza dair yeniden tanıklığımız, insani bir ”içe dönüş”le sonuçlanabilseydi.
Halbuki çoğu zaman geçmişe çevirdiğmiz bakışlarımıza, ölümün hayatlarımıza yönelik bir haksızlık olduğu yargısı eşlik ediyor. Yaşadıklarımız zihinlerimize, ölümün o herşeyi anlamsızlaştırdığını düşündüğümüz dokunuşundan kurtulmayı başarmış, yalnızca kendisine işaret eden ve sonsuza dek kendini tekrarlayan bir görüntü olarak yansıyor. Geçmişin kalıntılarıyla kendimiz için bir ”özel ebediyet” inşa etmeye girişiyor ve böylece, Geçmiş düşüncesine ideolojik bir işlev yüklüyoruz. Bütün geçmiş(imiz), ölümlü olduğumuz gerçeği karşısındaki direnişimizin bir aracına dönüşüyor. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, günahlarıyla yaşadığımız herşeyi kıskançlıkla sahipleniyoruz, çünkü hayatlarımızın hakiki sahipleri olduğumuzdan hiçbir kuşkumuz yok. ”Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim” diyen kişinin, yaşadıklarını sahipleniş biçimindeki apaçık kibirden rahatsızlık duymuyor, aksine bu sözü kendisiyle barışık bir insanın rahatlığı olarak onaylıyoruz. Geçmişle kurduğumuz bu ilişki biçimine, hayata ve ölüme yüklediğimiz anlamın temelden sakatlanmış olması yol açmaktadır.
Hayatımızın sürmesini mümkün kılan şartlar ve ihtiyaçlar-ki bunlar kainat kadar geniş bir alana yayılmış ve sayısız çeşitliliktedir- karşısındaki mutlak aczimize bakmadan hayatımız üstünde mutlak sahiplik iddiasında bulunmamız, bütün saçmalığına rağmen bu iddianın temeli üzenine kurulu bir yaşayış tarzını sürdürmedeki ısrarımız ve giderek yaklaştığımız ölümümüzün bu benimsediğimiz,alıştığımız yaşayışın içinde hiçbir biçimde anlamlı bir yer tutmayışı, bu yüzden ölümü hayatlarımıza yönelik ölçüsüz bir tehdit olarak algılayışımızın doğurduğu dehşet, geçmişle kurduğumuz ilişkiyi hakikatdışı bir alana taşır. Yaşanmış olan, artık hayatımızı yeniden anlamlandırabileceğimiz bir muhasebe imkanı barındırmaz. Belki olsa olsa şenlikli, renkli bir karnaval gibi kendini işaret eder ve yalnızca gösterdiği kadarını olumlayarak sabitleşir. Onun bu görünümü, bütün yüzeysel renkliliği, çeşitliliği ve çılgınca akışına rağmen hayatın gittikçe cansızlaştığı bu dünyanın görünümüyle uyumludur. Çünkü hakikatten yoksunluk, dünyanın bu işleyiş biçimini belirlediği gibi, hayata bakışımızı da çarpıtmış durumda.
İnsan hayatının küresel ekonomi-politik işleyişin aracı olarak değersizleştirildiği bu dünyanın sözcüleri, bize hayatlarımızın sahibi olduğumuz yalanını söylemekten vazgeçmiyorlar. Biliyorlar ki, ancak onlara inandığımız sürece her tür tahakkümü ve zorbalığı meşrulaştıran zemin yerinde durabilir. Ancak, hayatlarımız üzerinde, Hayatı veren Yaratıcı’nın dışında hiçbirimizin sahiplik iddia edemeyeceğini anlamak ve buna iman etmek, hayata ve ölüme bakışımızı hakikat düzeyine çıkaracaktır. Geçmişe dönersek.. Ölüm yaklaştıkça çekildiğimiz geçmişin o donuk ebediliğinde hiçbir hayat emaresi bulunmuyor. Bizim, hayatın ve ölümün sırlarını açıklayan ”ayetler”e, aklımıza, kalbimize, ruhumuza, bütün duygularımıza seslenen ve iyileştiren ayetlere ihtiyacımız var. Onlar, hayatlarımıza yeniden indiğinde, vaat edilmiş bir ebediyetin içinde geçmişe de tüm canlılığıyla bir yer verildiğini umut edebiliriz. O (c.c.) razı olduğu için kaybolmamış, yitirilmemiş bir ömür. Bu umut, herşeyin üstündedir.
Sedat Turan / Zafer Dergisi