Etiket arşivi: ehli sünnet

Cemaatten kopmamak

Günün acı gerçeği

Geçtiğimiz günlerde bir grup müslüman ile ümmet olma bilinci üzerine sohbet edip dertleştik. Mevcut dini yapıların, istemeden de olsa gözle görülür bir farklılaşma, birbirleriyle ilişkilerinde derinden derine bir kopma yaşadıklarını dostça tespit ettik. Oysa bu yapıların önderleri dışında müştereklerinin ve mukaddeslerinin büyük ölçüde aynı olduğunu, aralarında sadece uygulama ve söylem yönünden farklılıklar bulunduğunu, bunun da normal kabul edilebileceğini paylaştık. Ne var ki, bu tabiiliğe rağmen birbirleriyle ilişkilerinde tam bir rekabet ve dolayısıyla da kopuş tavrını yansıtan davranışlar görüldüğünü üzülerek kaydettik.

Ümmetin birliğini ve bütünlüğünü pekiştirmesi beklenen söz konusu dini cemaat ve yapıların garip bir şekilde ayrılık sebebi niteliğine kaydıkları gerçeğini daha fazla vakit kaybetmeden yine kendilerinin olumlu yönde değiştirmeleri gereğini vurguladık, temenni ettik.

Sohbet boyunca, soğukkanlı ve hakaretten uzak değerlendirmeler yaptıkça, katılanların birer ümmet bireyi olarak mensubiyetleri ne olursa olsun, sesli özeleştiri yapmanın verdiği vicdani rahatlama ve sorumluluklarını tüm boyutlarıyla (cihad-ı ekber) “büyük cihad“[1]bilinci içinde hissettiklerine ve bunu biraz farklı ifadelerle de olsa dile getirdiklerine tanıklık ettik. Netice olarak da değişik isimlerle kendilerini farklı grupların içinde ellerindekilerle yetinmekle avunduklarını, halbuki öteki grup mensuplarıyla zaman zaman bir araya gelip dostça görüş alış-verişinde bulunmalarına -ümmet bilinci adına- büyük ihtiyaç olduğu itirafını paylaştık. Giderek bireyselleşen beşeri ilişkilerin verdiği rahatsızlıkları, gruplar seviyesinde de yaşamanın büyük bir sosyal çöküşü hazırladığını, “bir ve beraber sanılanların kalbî ve duygusal farklılıklarını“[2] yaygınlaştırdığını ne yazık ki kabullenmek zorunda kaldık.

Günün birincil görevi

Bu duruma elbette çare aramak ve çözüm bulmak için çalışmanın, samimiyetle gayret göstermenin, müslüman gruplar arası diyaloglar, birliktelikler gerçekleştirmenin, günümüzün birincil görevi olduğu ortadadır. Farklı grup isimleriyle anılan din kardeşlerimizden kopup uzaklaşarak değil, -ümmet bilincinin tabii gereği- safları sıkı tutup birliktelik fırsatlarını yoksa icad etmek; varsa, artırmak suretiyle “günün birincil görevi”ne sahip çıkılabilir. Bu konuda ilk hareketi başkalarından beklemek, bu hayırlı işte gönülsüzlük anlamına gelir. Konuya ait teşebbüs yarışmasına öncülük yapmak ve tanıklık etmek ise büyük bir bahtiyarlıktır.

Birliktelik fırsatlarının artırılması hizmeti, ocak gayreti ile hareket etme eğiliminde olan grupları ve daha ötede ümmet fertlerini dikkate alarak, cemaat önderleri tarafından başlatılıp kolaylaştırılmalıdır. Bu da önderlere düşen günün birincil görevi durumunda gözükmektedir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, “benim ve ashabımın yolu üzere olanlar” diye çerçevesini çizdiği Kitap-Sünnet  bağlıları topluluğu (“cemaat”) içinde kalabilmek ancak bu yolla mümkün olacaktır. Aksi ise, korkarız, Âkif merhumun şu mısralarını paylaşmak anlamına gelecektir:

“Şu vahdet târumâr olsun” deyip saldırma İslâm’a

Uzaklaşsan da imandan, cema’atten uzaklaşma.

İşit, bir hükm-i kat’î var ki istînafa yok meydan:

“Cemaattan uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan!

…….

Nasıl yekpâre milletler var etrafında bir seyret,

Nasıl tevhîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret! [3]

Ümmet’in birliğine hizmet etmeyen eğilimler, gayretler, gruplar ve yapılar iddiaları ne olursa olsun, böylesine acı bir sonucun paylaşanları olup “ibret al” ihtarının muhatabıdırlar. Oysa tam anlamıyla “mezleka-i akdam/ayakların kayacağı yer” demek olan cemaatten uzak kalmak, “ümmet olma bilinci“nin bütünleştiriciliğinden mahrum olmaktır. Oysa gurup liderlerinin önce bilinç sonra tavır birlikteliğine öncülük ve önderlik etmenin yollarını arayıp bulmaları ve bağlılarına ısrar ve öncelikle bunu telkin etmeleri, hep birlikte “mü’minlerin yolu“nu[4] tutmuş olmak için olmazsa olmaz bir gerekliliktir.  Atalarımız  ne güzel söylemişlerdir: “Sürüden ayrılanı kurt kapar.”

Hablullâhi’l-metîn

Allah’ın ipine (kitabına) hep birlikte sımsıkı sarılın, ayrışıp fırkalaşmayın“[5]âyetinin devamında, Müslümanların geçmişteki parçalanmışlıkları/iç düşmanlıkları, Allah Taala’nın, kalblerini birleştirmesi  sonucunda önlenmiş olduğu hatırlatılmaktadır. Daha sonra da söz konusu birlikteliğin, cemaat ruhu ve uygulamasının devamını sağlamak ve sürdürebilmek bakımından “Aranızdan hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk/kadro bulunsun“[6] diye yol gösterilmektedir.

Ayrıca ve özel olarak, “kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra ihtilafa/anlaşmazlığa düşüp birbirleriyle çekişen/didişen kimseler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır“[7] uyarısında bulunulmaktadır. Daha sonraki âyetler de ise, ümmet-i Muhammed ve ehl-i kitabın topluluk/ümmet olarak nitelikleri ve yapıp ettiklerine dikkat çekilmekte, -aralarında farklı kesimlerin bulunmasına rağmen- ehl-i kitabın iman etmiş olmaları halinde kendileri için hayırlı olacağı[8] vurgu- lanmaktadır. “İnsanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış hayırlı ümmet Müslümanlar”ın[9] ehl-i kitaba örnek gösterilmesi, ümmet-i Muhmmed’in varlığına, yapısına ve niteliklerine uygun davranmak konusunda her dönemde müslüman bireylere ve özellikle de Müslüman grup ve cemaatlere sorumluluklarınının ciddiyetini ihtar anlamına gelmektedir.

Bütün bu gerçekler, Ümmet’in ayrılarak küçük küçük parçalara bölünerek değil, ümmet kelimesinin çizdiği çerçevede mümkün olduğunca birleşerek ve bir araya gelerek bir anlam ifade edebileceğini ve işte o zaman “يدالله مع الجماعة Allah’ın yardım ve kudretinin cemaatle birlikte“[10] olduğunu büyük bir mutluluk olarak hayata geçirebileceğini hatırlatmaktadır.

Cemaat kelimesinden herkesin kendi mensup olduğu gurubu, ocağı değil, öncelikle ümmet yapısını, ehl-i sünnet ve’l-cemaat/Kitap ve sünnet çizgisini takip eden mü’minler topluluğunu anlaması lazım geldiği unutulmamalıdır. Çünkü ehl-i sünnet ve’l-cemaat, gruplardan bir grup, cemaatlerden bir cemaat değil, İslam ümmetinin ana gövdesini oluşturan yapıdır.

Ne yazık ki son zamanlarda ehl-i sünnet ve’l-cemaat adına, gereksiz ve asılsız beyanlar, pazarlamalar ve ticaret amaçlı reklamlar ulu-orta yapılmakta ve böylece kendi bindiği dalı kesme gaflet ve basiretsizliklerine şahit olunmaktadır. Ümmet-i Muhammed’in yapısal varlık ve nezaketi, hem sonucu parçalanmaya giden gruplaşmalardan hem de ehl-i sünnet ve’l-cemaati savunma görünümlü polemikten öte bir ciddiyet taşımayan kasıtlı-kasıtsız beyan ve çağrılardan -ne yazık ki- zarar görmektedir.

O halde dindar bireylerin, dini gurup ve yapıların ümmet-i Muhammed için ne ifade ettiklerini ve ne yaptıklarını, büyük bir soğukkanlılık ve derin bir içtenlikle sürekli gözden geçirmeleri gerekmektedir. Bu da tasavvuf ehlinin kemal yolu olarak çokça dile getirdiği murâkabe ve muhâsebenin ümmet düzeyine ulaşması ve ümmet bilincine dönüşmesi demek olacaktır.

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN Altınoluk, Aralık 2017

[1] “..Reca’nâ ile’l-cihadi’l-ekber” beyanına göndermedir.

[2] el-Haşr ( 59 ), 14

[3] Safahat, “Alınlar terlemeli”, s. 414

[4] en-Nisa (4), 115

[5] Al-i imran (3),103

[6] Al-i İmran (3), 104

[7] Al-i İmran (3), 105

[8] Al-i İmran (3), 110

[9] Al-i İmran (3), 110

[10] Tirmizi, Fiten 7; Nesâî, Tahrîm 6

Sünnetin Kur’an’daki ve İslamdaki Yeri Nedir? Sünneti Terkedip Yalnızca Kur’anla amel edelim diyenlerin maksadı ne?

Bazı ehliyetsiz insanları görüyoruz ki, yalnız Kur’an-ı Kerim’in getirdiği İlâhî hükümleri kabul edip, dinin diğer temel kaynakları olan sünnet, icma ve kıyas’ı reddediyorlar. Maksatları ise, halkın itikadını bozmak ve saptırmaktan ibarettir. Bunlar, Kur’an’ı tek mezhep kabul edip, sünnet-i Peygamberiyeyi ve İslâm’ın diğer delillerini hafife alırken, işlerine gelen hadisleri kabul edip, gelmeyenleri reddederler. Şuurlu Müslümanları aldatamadıkları gibi takdir de göremezler, buna hakları da yoktur.

Malumdur ki, Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’de nazil olan İlâhî hükümlere inanıp onlara uymaya mecbur oldukları gibi, hadislerle buyrulan dinî hükümleri de kabul etmeye mecburdurlar.

Bunlar, asırlardan beri tefsir, hadis, fıkıh ve diğer sahalarda yazılmış olan, bütün ilim ve fikir ehlinin takdirini kazanan çok kıymetli eserleri hiç dikkate almazlar.

Evet, Kur’an-ı Azimüşşan’ın gölgesine sığınarak yanlış yönlendirmede bulunan bir kimse, hiç olmazsa şunu bilmelidir ki, bir Müslüman ne kadar bilgisiz de olsa Kur’an-ı Azimüşşan’ın Allah kelamı olduğununa katiyyen şüphe ve tereddütü olmadığı gibi, sünnet-i seniyyenin de İslâm’ın ikinci bir delili ve dayanak noktası olduğunu kesin olarak bilir ve öyle de inanır.

Şu halde, “İslâm dininin esası yalnız Kur’an’dır, biz yalnız onda olan hükümler ile amel ederiz, onun haram dediğine haram, helal dediğine helal deriz.” diyerek, sünneti dikkate almamak, ona kıymet vermemek, Peygamberimiz (asm)’in değerini ve görevini idrak etmemektir. Kur’an’ı tebliğ eden ve en başta tefsir eden O’dur.

Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:

“Bana Kur’an-ı Kerim ve onunla birlikte, bir onun kadarı daha (yani sünnet) verildi. Bir kişiye, koltuğuna yaslanmışken hadisim ulaşır da, ‘Aramızda Allah’ın kitabı var, ondaki helali helal, haramı da haram sayarız.’ derse (bilsin ki) Resûllullah ‘ın haram kıldığı da Allah ‘ım haram kıldığı gibidir.” (Ebu Davud, Sünnet, 6, İmare 33; Tirmizi, İlim 10)

Ulemanın bir kısmı şöyle der: Sünnetin getirdiği her hükmün, uzak veya yakın, Kur’an’da aslı vardır. Sünnet, sonuçta Kur’ana’a ulaştırır. Onun öz hâlinde anlattığını açıklar, anlaşılmayan konuları ise açığa kavuşturur.

Şatıbî, Kur’an ile yetinme fikrine sahip olanların sünnetten ayrılan nasipsiz kişiler olduğunu söyledikten sonra, “Bid’at ehlinden bir çoğu hadisi terk edip Allah’ın kitabını yanlış yorumlayarak hem kendileri sapıttı, hem de başkalarını sapıttırdılar.” der.

“Muhakkak ki, O zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz, şüphesiz O’nun hıfzedicisi de biziz.” (Hicr, 15/9)

âyeti ile bu iki esastan Kur’an-ı Azimüşşan’ın lâfızları gibi manalarını da muhafaza etmeyi garanti altına almıştır. İslâm alimleri buradaki korumanın Kur’an’ı olduğu gibi sünneti de kapsadığını beyan etmişlerdir. Bu âyet-i kerime Kur’an’ın tefsir ve izahı mahiyetinde olan Peygamberimiz (asm)’in sünnet ve hadislerini de yani

“Biz sana Kur’an’ı, insanlara indirilen hükümleri beyan etmen için indirdik.” (Nahl, 16/44)

âyeti ile teminat altına almıştır. Çünkü âyette bildirilen “beyan” Kur’an’ın manasındandır. Bu beyan ise ancak Peygamberimiz (asm)’in sünnet ve hadisleri ile olur.

“… Resûlullah’ın size getirdiklerine yapışınız. O’nun size yasak ettiği şeylerden de uzak olunuz. Allah’dan korkunuz. Çünkü Allah’ın vereceği ceza ağırdır.” (Haşr, 59/7)

Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri tefsirinde bu âyete şöyle meal verir:

“Peygamber size her ne verdiyse onu alın, almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın ve Allah’dan korkun da Allah’ın ve Peygamber (asm)’in emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete hıyanet eylemekten sakının…”

Şu hâle göre Kur’an sünnetsiz, sünnet de Kur’ansız düşünülemez. Bunlardan birini ihmal etmek, İslâm dinini anlamamaktan doğan bir hastalıktır ve bir dalalettir. Tabiri caiz ise Kur’an bir güneş ise sünnet-i seniyye onun ziyasıdır. Birisi için diğeri feda edilmez.

Evet, nasıl Cenâb-ı Hak, hafızlar ile Kur’an’ı hıfz (muhafaza) etmişse, İslâm alimlerinin vasıtası ile de sünnet ve hadisleri muhafaza etmiştir.

Mehmet Kırkıncı

Kaynak: Sorularlaislamiyet

Ehl-i sünnet ne demektir ve özellikleri nedir?

Ehl-i sünnet, dini literatürde Hz. Peygamber (asm) ve sahabeyi örnek kabul eden Müslüman toplumunun büyük bir kısmına (% 90) denir. Genelde kısaca “sünnilik” olarak bilinir. Bu grup sünnete bağlı olduğu ve cemaat ruhundan ayrılmadığı için “Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat” adıyla da anılır.

Ehl-i Sünnet i’tikâdında olmanın âlametleri

1. Îmânın altı şartına, ya’nî Allah Teâlâ’nın varlığına ve birliğine, eşi ve benzeri olmadığına, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret hayatındaki hâllere, hayır ve şerrin, iyilik ve kötülüğün Allah Teâlâ tarafından yaratıldığına inanmalıdır. (Bunlar “Âmentü” de bildirilmiştir.)

2. Allah Teâlâ’nın son kitâbı olan Kur’ân-ı Kerîm’in, Allah Teâlâ’nın kelâmı olduğuna inanmalıdır.

3. Mü’min, kendi îmânından hiç şüphe etmemelidir.

4. Peygamberimize (asm) îmân edip, hayatta iken Onu görmekle şereflenen eshâb-ı kirâmın hepsini çok sevmelidir. Dört halîfesine, yakın akrabâları olan Ehl-i beytine ve muhterem hanımlarından hiçbirine dil uzatmamalıdır.

5. Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına inanıp, tembellikle yapmayan mü’minleri kâfir bilmemelidir.

6. Ehl-i kıble olduklarını söyleyen, Allah Teâlâ’ya ve Peygamberi Muhammed aleyhissalatü vesselama inandım dediği halde, yanlış i’tikâtta olanları tekfir etmemeli, kâfir olduklarını söylememelidir.

7. Peygamberimizin (asm) Mi’râç’ının, hem rûh ve hem de beden ile olduğuna inanmalıdır.

8. Cennetde mü’minlerin Allah Teâlâ’yı göreceklerine inanmalıdır.

9. Kıyâmet gününde, peygamberler ve sâlih kulların şefâat edeceklerine inanmalıdır.

10. Kabirde nimet ve azâbın, rûh ve bedenle olacağına ve kabirdeki rûhların, diri kimselerin yaptıklarını ve söylediklerini işitebileceğine inanmaldır.

11. Evliyâların kerâmeti hak olduğuna inanmaldır.

12. Kur’ân-ı Kerîm okumanın, sadaka vermenin ve hatta bütün ibâdetlerimizin sevâblarını, ölenlerin rûhlarına göndermenin, onlara fayda vereceğine, azâblarının hafifletileceğine veya kaldırılmasına sebep olacağına inanmalıdır.

sorularlaislamiyet.com

Kişinin kendi ile Allah arasına salih bir kulu koyması caizdir

 

video metni:

Sevgili kardeşlerim, bu dersimizde tevessül bahsini işleyeceğiz. Tevessül, vesile kılmak demektir. Yani Allah’ın affına, yardımına veya başka bir isteğe nail olabilmek için, kişinin kendi ile Allah arasına salih bir kulu koymasıdır. Yine, “hürmetine istemek” ve “falan kulunun hürmetine” demek de bir tevessüldür…

Tevessül, Ehl-i sünnet itikadında caizdir; vacip değildir. Yani kişi dilerse tevessül eder, dilerse tevessül etmeksizin doğrudan Allah’tan ister…

Tevessül, Ehl-i sünnet itikadında caiz iken, bir kısım Ehl-i sünnet muhalifleri tevessülü inkâr etmekte ve tevessül edeni şirke düşmekle itham etmektedirler. Yani onlara göre, bütün Ehl-i sünnet mensupları, avamından müçtehitlerine kadar hepsi şirke düşmüştür, yani müşriktir.

Şimdi ilk önce, tevessülü şirk kabul eden ve Ehl-i sünnetin dairesinden çıkan bu kişileri tanıyalım ve tevessül hakkındaki sözlerini işitelim…

Bu kişileri iyi tanıyalım. Çünkü bu kişiler, ehlisünnet itikadına muhalefet etmekte ve bu milletin imanını bozmaya çalışmaktadırlar. Şu noktaya dikkat çekmek istiyorum: Bizlerin, hiç kimsenin şahsıyla bir mücadelesi yoktur. Bizim mücadelemiz, fikirlerledir. Ancak fikir sahiplerini de ifşa ediyoruz ki, bizi seyredenler şunu anlasın: “Kur’an bir vadide, bunlar ise başka bir vadidedir. Bunların, Kur’an’ı anlamada hiçbir nasipleri yoktur…” Bu anlaşılırsa, onların peşinden koşanlar da belki Ehl-i sünnet çizgisine gelir ve büyük bir zarardan kurtulurlar.

Bizler bu derste, tevessülün caiz olduğunu, hiçbir kör nokta kalmaksızın kati bir şekilde ispat edeceğiz inşallah.

Amacımız, Ehl-i sünnet itikadını bozmaya çalışan bu kişilerin şerlerinden Ümmet-i Muhammed’i muhafaza etmektir; başka hiçbir gayemiz yoktur…

Sözü daha fazla uzatmayalım ve hemen tevessülün caiz olduğuna dair Kur’an’dan 1. delilimize geçelim. İnayet ve tevfik Allah’tandır.

Tevessülün caiz olduğuna dair göstereceğimiz 1. Kur’an delili, Nisa suresinin 64. ayet-i kerimesidir.

Bu ayet-i kerimede şöyle buyrulur:  وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ  “Onlar nefislerine zulmettiklerinde, yani günah işlediklerinde”  جَآؤُوكَ “sana gelselerdi, Yani Peygamber Efendimiz (asm)’e gelselerdi”  فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ    “ve Allah’tan dileselerdi…” وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ  “Resul (as) da onlar için af dileseydi”  لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا  “Allah’ı Tevvab -yani tövbeleri çokça kabul eden- ve Rahim -yani çok merhametli bulurlardı…”

Manaya bir daha dikkat kesilelim: “Onlar nefislerine zulmedip günah işlediklerinde sana gelselerdi ve Allah’tan af dileselerdi, Resul (asm) da onlar için Allah’tan af dileseydi, Allah’ı Tevvab ve Rahim bulurlardı.”

Şimdi, bu ayet-i kerime üzerinde biraz tahlil yapalım ve tevessülü inkâr edenlere bazı sorular soralım…

Ayet-i kerimenin başında, “Onlar nefislerine zulmettiklerinde yani günah işlediklerinde sana gelselerdi” buyrulmuş. Bunun manası “sana tevessül etselerdi” değil midir? Tevessül neydi? Tevessül, kişinin, kendi ile Allah arasına, arzusuna ulaşabilmesi için salih bir kulu koymasıydı.

Peki, ayette zikredilen kişilerin arzusu ne? Arzuları, Allah’ın kendilerini af etmesi…

Bu affa mazhar olabilmeleri için Cenab-ı Hak kaç şart ileri sürüyor?

3 şart ileri sürüyor. 1. şart: Peygamber Efendimize gelmeleri yani O’na tevessül etmeleri… 2. Şart: Allah’tan af dilemeleri… 3. Şart da Peygamberimizin onlar için af dilemesi yani onların tevessülünü kabul etmesi…

Bakın, bu ayet-i kerime, sadece tevessülün caiz olduğunu beyan etmiyor; bir de tevessülü teşvik ediyor. Şimdi, tevessülü inkar eden Abdullaziz bayındır’a, Mustafa İslamoğlu’na ve diğerlerine sormak istiyoruz:

Siz hiç Nisa suresinin 64. ayet-i kerimesini okumuyor musunuz? “Onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelselerdi” ayetinin manası, “sana tevessül etselerdi” değil midir? Eğer değilse, ne diye Peygamberimize geliyorlar? Kur’an onları Peygamberimize gitmeye ne diye teşvik ediyor? Tevessül caiz olmasaydı, onların kendi başlarına tövbe etmeleri; af dilemek için Peygamberimize gelmemeleri, ve eğer gelmişlerse, Kur’an’ın onları kınaması gerekmez miydi?

Ama Kur’an, onların Peygamberimize gelmelerini değil, gelmemelerini, yani tevessül etmemelerini kınıyor. Bu da tevessülün caiz olduğuna apaçık bir delil değil midir?…

2. Sorumuz da şu: Ayette geçen “onlar kendilerine zulmettiklerinde sana gelselerdi ve sen de onlar için af dileseydin” ifadesiyle, Peygamber Efendimizin onların tevessülünü kabul etmesi şart koşulmuş. Eğer tevessül caiz olmasaydı, Allah-u Teala, Peygamberimizin onların tevessülünü kabul etmesini ve onlar için af dilemesini şart koşar mıydı? Yani -hâşâ- Allahu Teala, Peygamberimize şirk olan bir amele rıza göstermesini mi emretmiş?

Eğer “tevessül caiz değildir” derseniz, Allah’ın, Peygamberimize şirke rıza göstermesini, hatta ona ortak olmasını emrettiğini kabul etmek zorunda kalırsınız. Eğer bunu kabul edebiliyorsanız, biz sizinle daha ne konuşalım,

3. sorumuz da şu: Siz “tevessül şirktir” diyorsunuz. Şirkin ise cezası, Cehennemde ebedi kalmaktır. Halbuki tahlilini yaptığımız ayeti kerimede, Peygamberimize tevessül etmeleri emredilenler hakkında: “Eğer sana gelselerdi, sen de onlar için af dileseydin, Allah’ı Tevvab, yani tövbeleri çokça kabul eden ve Rahim bulurlardı” buyrulmuş. Tevessül şirkse, onlar Cenab-ı Hakk’ı nasıl Tevvab ve Rahim buluyorlar?…

Onların, Allah’ı Tevvab ve Rahim bulmaları, Allah’ın onları affedeceği manasındadır. Tevessül şirkse, bu şirki işleyenlere Allah niye Tevvab ve Rahim sıfatlarıyla tecelli ediyor? Diğer şirkleri affetmezken, bu şirke niye teşvik ediyor?…

Yahu apaçık bir şekilde tevessülü teşvik eden bu ayeti görmüyor ve tevessülü nasıl inkar ediyorsunuz?

Burada şu soru akla gelebilir: Kişinin, tevessül etmeksizin tek başına tövbe etmesi caiz iken, niçin bu ayet-i kerimede Peygamber efendimize tevessül etmeleri şart koşulmuştur…

Bunun cevabı şudur: Her ne kadar kişinin tek başına af dilemesi tövbe için yeterli olsa da, kişi hakkıyla tövbe edemeyeceği için, Peygamberimizin onlar için af dilemesi onların tövbesine katıldığında, tövbeleri kabule daha şayan olacaktır. Bu sebeple onlar, Peygamberimize tevessülle emrolunmuşlardır…

Şimdi ey tevessülü inkar edenler, önünüzde iki yol var, dilediğinizi seçin…

1. yolunuz, tevessülün şirk olduğunda hâlâ ısrar edebilirsiniz. Ama bu durumda, Peygamberimize tevessülü emreden bu ayeti mushafınızdan çıkarmanız gerekir. Eğer çıkartmazsanız; ayetin emrine uyarak affedilmeleri için Peygamberimize gelen kimseleri, yani Peygamberimize tevessül edenleri şirke düşmekle itham etmeniz gerekir. Yani Allah’ın emrine uyanlara müşrik demeniz gerekir.

Sadece bu da değil. Peygamberimiz de Allah’ın emriyle onların tevessülünü kabul edip Allah’tan onlar için af dilemiştir. Bu durumda -hâşâ, yüz bin defa hâşâ- Peygamberimizi de tevessüllü kabul ettiği için şirke ortak olmakla itham etmeniz gerekiyor.

O halde size göre, hem Sahabeler hem de Peygamberimiz şirk olan bir ameli işliyorlardı ve bu ameli -hâşâ, yüz milyon kere hâşâ- Allah yanlış olarak emretmiştir. Siz hem Allah’ın, hem Peygamberin hem de Sahabelerin hatasını düzeltiyorsunuz. Ve sizden başka tevhid ehli kimse de yoktur. Eğer bunu kabul edebiliyorsanız, bu yoldan gidin…

2. yolunuz ise, tevessülün caiz olduğunu kabul etmektir. Bu yol hem doğru, hem de Kur’an’ın teşvik ettiği bir yoldur. Bizler Ehli Sünnet itikadının mensupları olarak, Elhamdülillah bu yolun yolcusuyuz. Rabbim bizi bu yoldan da ayırmasın; çünkü bu yol, Kur’an’ın yoludur…

Tevessülün caiz olduğuna dair 1. Kur’an delilimizi de burada tamamlayalım ve şimdi 2. delilimize geçelim…