Etiket arşivi: haşir

Saltanat Delili (Ahirete İman)

“Hiç mümkün müdür ki, bu âlemin sultanı olan Zat-ı Zülcelâl, nihayetsiz kemalini göstermek için bu kâinatı gayet âli gayeler ve yüksek maksatlarla icad etsin ve sonra o gaye ve maksatlara karşı iman ve ibadetle karşılık verenlere bir mükâfatı bulunmasın? Ve o gayelere, red ve isyanla karşılık verenlere bir cezası olmasın? Bu mükâfat ve ceza burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mükâfat ve ceza yeri vardır ve olmalıdır.

Bu delili iki başlıkta inceleyeceğiz. İlk önce, gözümüz önündeki şu kâinatta küçük bir gezinti yapalım ve bu âlemde hükmeden saltanatı görelim. Daha sonra da bu saltanatın sahibi kimdir, onu tanıyalım.

BİRİNCİ BASAMAK: ŞU ÂLEMDE GÖZÜKEN SALTANATIN SAHİBİ KİMDİR?

Bilinen yaklaşık üç yüz milyar galaksi, içlerinde bulunan yaklaşık üç yüzer milyar yıldızla son derece düzenli bir şekilde varlıklarını sürdürmektedirler. Öyle ki tüm galaksiler, yıldızlar, gezegenler ve uydular, hem kendi etraflarında hem de bağlı oldukları sistemlerle birlikte belirli yörüngelerde dönmektedirler.

Üstelik evrendeki hız kavramı, dünya ölçüleriyle karşılaştırıldığında akıl almaz boyutlardadır. Milyonlarca ton ağırlığındaki yıldızlar, gezegenler, galaksiler ve galaksi kümeleri, uzay içinde müthiş bir süratle hareket ederler.

Üzerinde yaşadığımız Dünya saatte 1670 km hızla kendi ekseni etrafında ve 108.000 km hızla da Güneş’in etrafında döner. Güneş sisteminin, galaksi merkezi etrafındaki dönüş sürati saatte 720.000 km iken, Samanyolu galaksisinin uzaydaki hızı saatte 950.000 km’dir. Durmaksızın devam eden hareket öylesine yoğundur ki, Dünya ve Güneş sistemi her sene bir önceki sene bulunduğu yerden 500.000.000 km uzakta bulunur.

Acaba böyle intizamlı bir hareketin tesadüfen olması hiç mümkün müdür? Düz yoldaki bir arabanın intizamlı hareketi gibi basit bir intizamı dahi, şoförün maharetine bağlamak zorunda olan insan, nasıl olur da kâinattaki şu intizamı tesadüfe ve sebeplere havale edebilir?

Evet, kâinat öyle bir saraydır ki, yıldızlar o sarayın kandilleridir. Dünya ise o sarayda sadece küçücük bir odadır. Güneş o odanın lambası ve sobası, Ay ise gece lambasıdır.

Dünyamızın lambası olan Güneş, Dünyamızdan 1.300.000 defa daha büyüktür.

Bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinde ise iki yüz milyar ile üç yüz milyar arasında yıldız vardır. Her biri Güneş büyüklüğünde üç yüz milyar yıldızın kapladığı alanı hayal edebilir misiniz? Acaba bu kadar yıldızı birbirine çarptırmadan gezdiren kimdir?

Güneş’in merkez sıcaklığı 20.000.000 santigrat derecedir. (Suyun yüz derecede kaynadığı malumdur.) Eğer Güneş’ten toplu iğne ucu kadar bir madde getirebilseydik, 160 km uzaklıktaki bir maddeyi yakabilirdi. Eğer bütün Dünya odun ve kömür olsaydı, Güneş’in bir günlük ihtiyacını karşılayamazdı. Acaba güneş sobasını söndürmeden yakan kimdir?

Güneş’in Dünya’ya uzaklığı 150.000.000 km’dir. Samanyolu galaksimizin çapı ise 100.000 ışık yılıdır. (Işığın saniyedeki hızı 300.000 km’dir.) Eğer saniyede 10.000 km hızla giden bir rokete binseydik, galaksimizin bir yanından öbür yanına gitmek için 15.800.000.000 yıla ihtiyacımız olacaktı.

Bilim adamları 1.400 adet kuyruklu yıldızı tespit etmişlerdir. En kısasının kuyruk uzunluğu 300.000.000 km’dir.

Güneşimizin, Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olduğunu öğrenmiştik. Şimdi dikkat edin; hayalin dahi tasavvur edemeyeceği bir yıldızdan söz edeceğiz: Canis Majoris yıldızı! Yarı çapı 2.100 güneş yarı çapı genişliğine varan bu yıldız, bilinen en büyük yıldız olarak bilinmektedir. Bu yıldız o kadar büyüktür ki, içini doldurmak için yedi katrilyondan fazla dünya gerekir.

Dilerseniz biraz da Dünyamıza bakalım: Dünyamızda 1.000.000 farklı tür vardır. Her bir türü bir tabura benzetirsek, dünya ordugâhında 1.000.000 tabur ve her bir taburun da hadsiz efradı vardır. Sadece sinek taburunda bir baharda yaratılan fertler, kıyamete kadar yaratılacak bütün insanlardan daha fazladır.

Evet, bu dünya öyle bir ordugâhtır ki, bu ordudaki askerlerin milletleri farklı, silahları farklı, elbiseleri farklı, talimatları farklı, suretleri farklı ve erzakları farklıdır.

Kâinatta ve Dünyada hüküm süren saltanatı anlatmak için, ne zaman yeter ne de söz!..

Şimdi sorumuz şu: Biliyoruz ki, bir köy muhtarsız olmaz, bir şehir valisiz olmaz ve bir memleket sultansız olmaz ve olamaz; acaba hiç mümkün müdür ki, şu kâinatta gözüken muhteşem saltanat sultansız ve meliksiz olsun?

Nasıl ki muhteşem bir saray görsek, o sarayın sultansız ve sahipsiz olması mümkün değildir. Biz sultanı görmesek de o saray, varlığı ve ihtişamı ile sultanının varlığına ve ihtişamına delildir.

Acaba böyle basit bir saray bile maliksiz, sultansız olamazsa; kâinat sarayının sultansız, şu âlem memleketinin padişahsız ve şu mülkün maliksiz ve sahipsiz olması mümkün müdür?

Hem intizamla hareket eden muhteşem bir ordu görsek, ama kumandanını görmesek; o ordunun meliksiz, sahipsiz ve başıboş olabileceğine ihtimal verebilir miyiz?

Elbette hayır! Çünkü askerlerin terbiyesi, düzenli hareketleri, silahlarının verilmesi, elbiselerinin değiştirilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller ispat eder ki, bu ordu bir kumandana ve melike bağlıdır ve onun emriyle hareket ederler.

Acaba böyle küçücük bir ordunun bile idaresi, terbiyesi, beslenmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller, kumandansız ve meliksiz olmaz ve tesadüfe havale edilemezse, şu yeryüzünde yüz binler muhtelif taburlardan oluşan hayvanlar ve bitkiler ordusunun kumandansız ve meliksiz olması mümkün müdür?

Hem dediğimiz gibi, bu öyle bir ordudur ki, milletleri farklı, silahları farklı, elbiseleri farklı, talimatları farklı, suretleri farklı ve erzakları farklıdır…

İşte böyle bir ordunun meliksiz ve kumandansız olması hiç mümkün müdür? Bu ordunun öyle bir meliki vardır ki, hiç birini unutmaz ve hiçbir işi birbirine karıştırmaz.

İşte bu ordu, misalimizdeki ordudan ne kadar büyükse büyüklüğü ve mükemmelliği nispetinde, kumandanları olan Allah’ı, Melik ve Sultan ismiyle bizlere tanıttırır.

Bu ordunun sultanı olan Cenab-ı Hakk’ı inkâr etmek, ancak göz önündeki bu saltanatı inkâr etmek ile mümkün olur. Göz önündeki saltanatı inkâr edemeyen, Ezel ve Ebed Sultanıolan Cenab-ı Hakk’ı da inkâr edemez. Demek Cenab-ı Hakk’ın varlığı, göz önündeki şu kâinatın varlığı kadar açıktır ve aşikardır.

İKİNCİ BASAMAK: SULTAN İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Birinci basamakta kâinattaki saltanatı bir nebze de olsa gördük ve “Fiiller failsiz olamaz.” kaidesini kullanarak göz önündeki saltanattan, bu saltanatın sahibi olan Allah’ın varlığına ve O’nun “Sultan” ismine ulaştık.

Bu basamakta ise Allah’ın Sultan isminin ahireti gerektirdiğini ispat edeceğiz.

Malumdur ki, en küçük sultanlar bile saltanatlarının izzetini korumak ve haşmetini muhafaza etmek için, kendilerine güzel hizmet edenlere mükâfat ve isyan edenlere ceza verir. Mükâfat ve ceza, saltanatın olmazsa olmazıdır.

Hatta bir asi, sultana isyan etse ve: “Sultan beni yakalayamaz, bana ceza veremez, gücü bana yetmez…” derse; Sultan, saltanatının haşmetini korumak için o asiyi yakalamalı ve onu hapse atmalıdır. Eğer memleketinde bir hapishane yoksa bile, altanatının haşmetini muhafaza etmek için o asiye bir hapishane yapmalı ve onu yakalayarak o hapishaneye atmalıdır.

Ta saltanatının izzeti muhafaza edilsin ve izzeti zillete dönüşmesin!

Madem Sultan, saltanatının izzetini korumak için kendisine hizmet edenlere mükâfat ve isyan edenlere ceza vermek zorundadır. O hâlde şimdi soruyoruz:

Acaba birinci basamakta varlığını ispat ettiğimiz Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah Teâlâ, kendisine hizmet edenlere bu dünyada hakkıyla mükâfat veriyor mu? Ve yine kendisine isyan edenlere bu dünyada hakkıyla ceza veriyor mu?

Hayır vermiyor! Ne O’na hizmet edenler bu dünyada hakkıyla mükâfat görüyor ve ne de O’na isyan edenler hak ettikleri cezaya uğruyor.

O hâlde şimdi yine soruyoruz: Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah Teâlâ’nın, saltanatının izzetini ve haşmetini koruması için ne yapması lazım?

Elbette, bir mükâfat ve ceza yeri açması ve bu dünyada kendisine hizmet edenlere orada mükâfat ve bu dünyada kendisine isyan edenlere orada ceza vermesi lazım! Bu olmazsa, Cenab-ı Hak -hâşâ- saltanatının izzetini muhafaza etmemiş olur.

Zira bir kâfir, küfrünün lisan-ı hâli ile der ki: “Ey Sultan olduğunu bildiren Allah, sen beni yakalayamazsın, beni cezalandıramazsın, beni hapsine atamazsın; sen cehennemi yaratamazsın, senin gücün ahireti yaratmaya yetmez…”

Evet, bütün bu sözler ve daha yazmaya cesaret edemediklerimiz, kâfirin lisanıhâl ile söylediği ve küfrün neticesi olan sözlerdir. Eğer -faraza- Allah’ın cehennemi yaratmak için hiç bir sebebi olmasaydı bile, sadece kâfirin bu sözlerinden dolayı cehennemi yaratacak ve onu oraya atarak saltanatının izzetini koruyacaktı.

Şimdi, birinci delili maddeler hâlinde özetleyerek meseleyi biraz daha iyi kavrayalım:

  • Zerrelerden yıldızlara ve atomlardan galaksilere kadar şu kâinatta muhteşem bir saltanat gözükmekte ve bu saltanat her yerde hükmetmektedir.
  • Bir köyün muhtarsız, bir şehrin valisiz, bir memleketin sultansız ve bir sarayın meliksiz olması mümkün olmadığı gibi; bu kâinatta hükmeden saltanatın da sultansız olması mümkün değildir. Bu sultanı kabul etmemek, ancak göz önündeki şu saltanatı inkâr etmekle mümkündür; göz önündeki saltanatı inkâr etmek ise aklını kaybetmemiş hiçbir kimse için mümkün değildir.
  • Sultanlar, kendilerine hizmet edenlere mükâfat verirler. Bu, saltanatın izzetini muhafaza etmek içindir. Hâlbuki bu âlemin Sultan’ına hizmet edenler bu dünyada hakkıyla mükâfat görmemektedirler. O hâlde bu mükâfatın verileceği başka bir memleket olmalıdır, ta ki saltanatın izzeti muhafaza edilebilsin.
  • Sultanlar, kendilerine isyan edenlere ceza verirler, ta ki saltanatlarının haşmet ve izzetlerini koruyabilsinler. Hâlbuki bu âlemin Sultan’ı olan Allah Teâlâ’ya isyan edenler bu dünyada hakkıyla ceza görmemektedirler. O hâlde bu cezanın verileceği başka bir memleket olmalıdır, ta ki saltanatın izzeti ve haşmeti muhafaza edilebilsin.
  • Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Cenab-ı Hakk’ın “Sultan” ismini inkâr edebilmek gerekir. Cenab-ı Hakk’ın “Sultan” ismini inkâr edebilmek için de şu kâinatta gözüken haşmetli saltanatı inkâr edebilmek lazımdır. Demek, kâinatta gözüken haşmetli saltanatı inkâr edemeyen, bu saltanatın sultanı olan zatı inkâr edemez. Ve bu Sultan’ı inkâr edemeyen de ahireti inkâr edemez, zira saltanatın izzeti ancak ahiretin gelmesiyle muhafaza edilebilir.

Başta dediğimiz gibi, ahiretin varlığı üç adım ile ispat edilir. Her bir adımı bir zincir halkaya benzettiğimizde, bu üç halka birbirine girmiştir. Birini koparabilmek için, tümünü koparabilmek ve tamamını parçalayabilmek gerekir; tümüne ilişemeyen bir halkaya da ilişemez.

Dolayısıyla, gözümüz ile gördüğümüz şu âlemdeki saltanatı inkâr edemeyen, bu saltanatın Sultan’ı olan zatı inkâr edemez, zira saltanat sultansız olamaz. Sultan’ı inkâr edemeyen de ahireti inkâr edemez, zira ancak ahiretin gelmesiyle bu Sultan’ın izzeti muhafaza olunur.

O hâlde diyebiliriz ki: Elbette, gücü her şeye yeten ve koca yıldızları tesbih taneleri gibi çeviren bu sultan, saltanatının izzetini muhafaza etmek için ahireti getirecek ve kendisine güzelce hizmet edenlere mükâfat verecektir. Kendisine isyan ederek âdeta “Sen beni yakalayamazsın, senin gücün bana yetmez!” diyenlere de hak ettikleri cezayı vererek onları ebedi hapsi olan cehenneme atacaktır. Bu, göz önündeki şu saltanat kadar açık ve aşikardır.

Kaynak: Ahireteiman.com

Ahirete İman

Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler kaynatıldığında, ruhlar bedenlerle birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kızlara: ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldünüz?’ denildiğinde, amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes (hayır ve şerden) ne getirmiş olduğunu anlar. (Tekvir 1-14)

Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinin sarahatiyle, bir gün gelecek ve bu âlemin kıyameti koparak başka bir âlemin kapısı açılacaktır. Bu, gözümüz önündeki şu âlemin vücudu kadar katidir.

“Ahirete İman” isimli bu eserimizde iman hakikatlerinden biri olan haşir, yani öldükten sonra dirilme ve mahşere çıkma, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilmektedir. Bu eserde anlatılan hakikatler o kadar kuvvetlidir ki en inatçı kâfiri dahi ilzam eder ve susturur.

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden sağlam bir surette bina ve tamir edilecektir.” dese… Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüp eder.

Birincisi: “Niçin tahrip edilecek? Sebep ve gerekçe var mıdır?” Eğer, “Evet, var.” diye ispat edilse bu sefer ikinci soru sorulur.

İkincisi: “Bunu tahrip edip tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir.” diye ispat edilse bu sefer üçüncü soru sorulur.

Üçüncüsü: “Bu sarayın veya şehrin tahribi mümkün müdür?” Eğer, “Evet, mümkündür.” diye ispat edilirse bu sefer dördüncü soru sorulur.

Dördüncüsü: “Mümkün olan bu tahrip gerçekleşecek ve vukua gelecek midir?” Eğer, “Evet, gerçekleşecektir.” diyerek vukuu ispat edilse iki sual daha ona varid olur ki:

Beşinci ve altıncı sualler: “Acaba şu acayip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer, “Evet” denilerek bunlar da ispat edilse o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte, bu temsil gibi:

·     Dünya sarayının ve şu kâinat şehrinin tahribi ve tamiri için gerekçeler olduğu,

·     Fail ve ustasının buna muktedir olduğu,

·     Tahribinin mümkün olduğu ve vaki olacağı,

·     Ve tamirinin de olası ve vuku bulacağı meseleleri ispat edilirse, artık bu mesele hakkında şüphe ve vesvese edilmez.

İşte eserimizde bu altı cihetin her biri, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecek ve ahiretin varlığı güneş gibi kati gösterilecektir.

Eserimizden hakkıyla istifade edebilmeniz için, ilk önce eserde takip ettiğimiz yolu ve metodu bilmeniz gerekir. “Ahirete İman” isimli eserimizde şöyle bir yol takip ettik:

Ahiretin varlığına dair delilleri başlıklar ve maddeler hâlinde inceledik. Her bir başlık müstakil olup tek başına ahiretin varlığını ispat etmeye kâfidir. Bütün başlıkların toplamındaki kuvvet ise asla karşı gelinemeyecek kuvvettedir.

Her bir delilde iki basamaklı bir yol ve bir tarz takip edilmiştir.

1. Basamak: Bu basamakta, kâinattaki fiillerden ve tecellilerden bahsedilmekte ve daha sonra fiilden faile, isimden müsemmaya, yani ismin sahibine ve sıfattan da mevsufa, yani sıfatın sahibine geçilmektedir.

Mesela birinci delilin birinci basamağında kâinatta gözüken saltanattan bahsedilecek ve bu saltanat delil yapılarak Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. İkinci delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken merhametten bahsedilecek ve bu merhamet delil yapılarak Rahim olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Üçüncü delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken izzetten bahsedilecek ve bu izzet delil getirilerek Aziz olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Diğer delillerde de aynı yol takip edilmektedir.

Demek 1. Basamakta, kâinatta tecelli eden fiillerden, isimlerden ve sıfatlardan bahsedilecek ve fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan da mevsufa geçilecektir. Zira fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz; bir iğnenin ustasız ve bir harfin kâtipsiz olamayacağı gibi…

Demek birinci basamakta aynı zamanda ispat-ı vücud da yapılmaktadır. Yani ahiretin varlığından önce Allah’ın varlığı ispat edilmektedir.

2. Basamak: 1. Basamakta fiil ve tecelli anlatılıp faile ve müsemmaya çıkıldıktan sonra, 2. Basamakta mezkûr ismin ahireti gerektirdiği ve mezkûr sıfatın ahireti iktiza ettiği ispat edilmektedir. Demek bu basamak, ahiretin varlığının ispat edildiği basamaktır.

Her bir delilde anlatılan meseleler âdeta üç zincir halkasından oluşmaktadır:

1- Kâinattaki tecelli.

2- Bu tecellide gözüken isimler ve sıfatlar.

3- Bu isimlerin ve sıfatların ahireti gerektirmesi.

Bu halkalar birbirine geçmiş olup tamamını koparamayan, bir halkaya ilişemez. Ya da başka bir ifadeyle, bir halkayı koparabilmek için tamamını parçalayabilmek gerekir. Mesele bir bütündür; bütünü çürütemeyen, parçaya ilişemez. Parçaya ilişebilmek için bütün çürütülmelidir.

Dolayısıyla diyebiliriz ki:

·     Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce faili ve müsemmayı yani Allah’ı inkâr edebilmek gerekir.

·     Allah’ı inkâr edebilmek için de kâinatta gözüken fiilleri ve isimleri inkâr edebilmek gerekir.

·     Kâinatta gözüken isim ve fiilleri inkâr edebilmek için ise bizzat kâinatın kendisini inkâr edebilmek lazımdır. Bu ise mümkün değildir.

·     Başka bir ifadeyle, kâinatı inkâr edemeyen, göz önündeki fiilleri inkâr edemez; fiili inkâr edemeyen, faili inkâr edemez; faili inkâr edemeyen de o fiilde gözüken, faile ait ismin ahireti gerektirmesini inkâr edemez.

Sözün özü: Her bir başlıkta öyle bir yol takip edilmiştir ki, ahireti inkâr edebilmek için şu göz önündeki âlemi inkâr etmek ve akıldan istifa etmek gerekecektir. İşte bu eserde ahiretin varlığı bu kadar net bir şekilde ispat edilecektir.

“Ahirete İman” isimli eserimiz hazırlanırken Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” namıyla maruf “Haşir Risalesi” kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde anlatılan bütün hakikatler, Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkûr eserinden iktibas edilmiştir.

Bu eserle amacımız:

·     Ahirete iman hakikati hususunda imanlarımızı taklitten tahkike çıkarmak,

·     Ahiret hakkında şüphesi olanları şüpheden kurtarmak,

·     Ahireti inkâr edenlerin imana girmelerine bir vesile olmak,

·     Ahiret hakkında kâfirler ile mücadeleye girmek zorunda kalanlara bir rehber olmak,

·      Ve bu vesileler ile Cenab-ı Mevla’nın rızasını kazanmaktır.

Tevfik ve inayet Allah’tandır!

Kaynak: Ahireteiman.com

Haşir Risalesinin Hakkıyla Anlaşılması

Sanırım Haşir Risalesi üzerine beşinci yazımız. Daha pek çok beşi geride bırakacak gibi görünüyor.

Haşir Risalesinin daha iyi anlaşılabilmesi için bazı noktaların tesbitine ihtiyaç vardır.

Üstad Bediüzzaman (r.a) Haşir Risalesinde üç hakikatı isbat ediyor:

1.Öncelikle kâinattaki eserleri nazara verip muntazam fiilleri isbat ediyor. Fiil failsiz olmadığından, elbette bu hârika işlerin failini (yaratıcı ve yapıcısını) anlatarak vücûbunun vücûdunu ve vahdetini isbat ediyor. Vâhid ismi vahdâniyyet sıfatından gelmektedir. Vâhidiyyet; Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri, isimleri ve sıfatındaki birliğidir.

Ehadiyyet ise; Zâtının birliğidir. Demek ki Vâhid; Ef’âl, esmâ ve sıfatında bir olan demektir. Ehad ise, zâtında bir olan demektir.

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtında ortağı olmadığı gibi; ef’âl, esmâ, sıfat ve şuûnatında dahi şerîki, nazîri, niddi, zıddı, misli, misâli ve mesîli yoktur.

Demek tevhîd beş mertebede ortaya çıkar:

a)Cenâb-ı Hakk’ın Zâtında şerîki yoktur.

b)Şuûnâtında şerîki yoktur.

c)Sıfatında şerîki yoktur.

d)Esmâsında şerîki yoktur.

e)Fiillerinde şerîki yoktur.

2.O muntazam fiillerin kaynağı olan İlâhî isimleri nazara verip onları isbat ediyor.

3.O Esmâ üzerine cismânî haşri koyarak isbat ediyor.

Bu hususun açıklamasını Barla Lâhikasında şöyle ifade ediyor: “Her bir hakîkat, üç şeyi birden isbat ediyor; hem Vâcibü’l-Vücûdun vücûdunu, hem esmâ ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip, isbat ediyor. En muannid münkirden, tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes, her hakîkatten hissesini alabilir. Çünkü, hakîkatlerde, mevcûdâta, âsâra nazarı çeviriyor…

Bir başka nokta ise; Haşir Risalesinde geçen sûret ve hakîkatlerde, öncelikle kâinatta cereyan eden tekvînî kanunlara dikkat çekiliyor. Teklîfi kanunlar üzerinde durulmadığı (tayyedildiği) için isbatı görünmese de, sonuçta onların isbâtı ve hakikatı da ortaya çıkmış oluyor. Çünkü teklif olmazsa haşrin olmasının da bir anlamı olmaz. Her şeye hakkını vermek, bir ölçü çerçevesinde yaratmak, her şekilde (istidat, ihtiyaç, ıztırar lisaniyle) yapılan tüm duâlara cevap vermek, haksız olanların hakkından gelmek, bir adaletin varlığını gösterir. Öyle ise, tüm varlıkların reisi ve efendisi olan insan için Allah ve kul haklarının korunmasını temin edecek bir kanuna ihtiyaç vardır. Bu ise, peygamberler aracılığıyla insanlığa tebliğ edilen teklîfî kanunlardır. Yani Şerîat-ı garrâdır.

Madem insanlığın bir kısmı, hukûkullah ve hukûkul ibâddan ibaret olan ‘adâlet’e uymakla imân, sâlih amel ve takvâ dâiresinde hareket ettikleri gibi; bir kısmı da, inkâr veya isyan bayrağını açarak adalete sırt çevirip küfür, şirk ve isyan yolunu tercih ediyorlar. Öyle ise, zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalarak ölüm gerçeğiyle eşit ve aynı seviyede yaptıklarıyla baş başa bırakılmış oluyorlar. Mutlak adalet sahibi olan Allah, zulüm ve haksızlık yapmaktan münezzeh ve beridir. Öyle ise, gerçek adaletin ve ayrışmanın gerçekleşmesi için bir haşre ve neşre ihtiyaç vardır. İyiler için ödül, kötüler için bir cezanın ön görülmesi, adaletin tam ve mükemmel olarak te’sis edileceği büyük bir mahkemenin kurulmasıyla mümkün olabilir. Onun yeri de âhiret yurdu ve mahşer meydanıdır.

Çok önemli bir başka nokta da; Haşir Risalesi okunurken, baştaki sûretler, hakîkatlerle birlikte okunmalıdır. Bir sûret, bir hakîkat şeklinde takip edilmelidir.

Başta şu kâinatı hiç yoktan var eden ve idare eden Vâcibü’l-Vücûd, bin bir ismiyle haşri isbat eder.

Resûl-i Ekrem (a.s.m) başta olmak üzere tüm peygamberler, mu’cizelerine dayanarak haşri isbat ederler. Ulûhiyyet risâletsiz olmaz. Zât-ı Ekrem (s.a.v) hem tekvînen, hem de teklîfen en mükemmel kuldur. Tekvînen ve teklîfen bütün mevcûdâtın ibâdet ve isteklerini İlâhî dergâha sunmuş, Rabbü’l-Âlemînin istek ve arzularını da eklîfen alıp beşere getirmiştir. Risâlet-i Muhammediye, haşrin en büyük ve en güçlü delilidir.

Öyle ise, “Lâ ilâhe illallah” cümlesi, “Muahhammedün Resûlullah” sız olamaz. Bütün esmâ-i İlâhiyyenin tasdîk ve ikrarı ancak bu iki cümleyi birlikte söylemek ve tasdîk etmekle mümkündür. Kemâl sıfatı ve Kâmil ismi “Muhammedün Resûlullah” sız olamadığı gibi, umûm sıfat ve esmâ da “Muahammedün Resûlullah”sız olamaz. Çünkü onları ruh aynasında en mükemmel biçimde yansıtan Muhammedî hakîkattır. Bu hakîkatın hâricinde nur ve kurtuluş arayanlar beyhûde bir arayış içindedirler.

Tek bir sıfat veya esmâyı inkâr, haşri inkâr olduğu gibi, bir tek peygamberi inkâr da haşri inkâr anlamına gelmektedir.

Başta Kur’ân olmak üzere bütün semâvî kitaplar ve suhûflar haşri isbat ederler.

Bütün evliyâ kerâmetlerine, asfiyâ ise hüccet ve delillere dayanarak haşri isbat ederler.

İnsanaki bekâ aşkı ve ebedi yaşama şevki haşri açıkça isbat eder.

Öyle ise haşir ve neşir haktır. Haşre inandık ve iman ettik. Madem haşir meydanına gidilecek. Öyle ise, her insan; söz, fiil ve davranışlarından sorumlu tutulacak. İlâhî rıza dairesinde bir hayat sürmekten başka çare yoktur.

Kıyâmet gününde sual ve cevaplar; Arş-ı A’zamdan gönderilen Kur’âna, onun müfessiri olan hadîse, Kur’ân ve hadîsin de müfessiri olan icmâ-i ümmete ve kıyâs-ı fukahâya göre olacakır.

Şayet amellerimiz edille-i şer’iyye dairesinde ise korkmamalı, aksi ise korkmalı ve titremeliyiz.

Şayet iman selâmeti ve sağlam akidemz varsa, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle;

El mevtü yevmü nevrûzina= Ölüm, nevrûz günümüzdür

(Devam edecek…)

İsmail Aksoy

Haşir Meydanında Bize Kim Yol Gösterecek?

Rehberimiz olan Kur’ân’ın, hem dünyamız hem de ahretimiz için bize inşallah yol göstereceğinden şüphe etmemek gerekir. Bu konu ile alakalı Peygamber Efendimiz’in (asm) müjdeli haberleri şöyle:

Kur’ân şefaat edicidir. Şefaati kabul edilendir. Şereflidir.Tasdik edicidir. Kim onu rehber edinirse, O’nu Cennete götürür. Kim de onu arkasına atacak olursa, O’nu Cehenneme gönderir.

Kıyamet günü Kur’ân’ın şefaat ettiği kimse kurtulur. Çünkü Kur’ân’ın şefaati Cehenneme girmeye manidir. O’ndan başkasının şefaati ise azabın vukuundan sonra kurtarıcıdır.

Allah katında Kur’ân’dan daha faziletli bir şefaatçi yoktur. Ne bir Peygamber, ne bir melek ve ne de O’ndan başkası!

Bu hadislerden anlıyoruz ki, biz Kur’ân’ı ne derece hayatımızda kendimize rehber edinirsek, dünyanın her türlü sıkıntılarında da ve ahretinde korkulu azaplarından da kurtuluruz.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Haşir Meydanında İnsanlar Çıplak Mı Olacak?

İnsanlar Çıplak mı olacak sorusuna cevaben, Bediüzzaman şöyle açıklık getirmektedir:

Cenab-ı Hak, insandan başka ziruh mahlukatına fıtri birer libas giydirdiği gibi; meydan-ı haşirde sun’i libaslardan üryan(çıplak) olarak, fakat fıtri bir libas giydirmesi, İsmi hâkim muktezasıdır.

Dünyada sün-i libasın hikmeti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve zinet ve sıtr-i avrete münhasır değildir; belki mühim bir hikmeti, insanın sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kumandanlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir. Yoksa kolay ve ucuz fıtri bir libas giydirebilirdi.

Cenab-ı Allah dünyada insanları sun’i bir libas ile taltif ederek, kıymet ve üstünlüklerini böylece göstermiştir. Meydan-ı haşirde ise bu hikmet ve münasebet olmadığı için insanı fıtri bir libas ile haşir meydanına çıkarması ise hikmet-ı İlahi’yenin bir tecellisi olarak, üstad belirtmektedir.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org