Etiket arşivi: hz. peygamber

HZ. Peygamber’den Bediüzzaman’a yansımalar

Değerli okuyucularımızın da bildiği gibi “Kutlu Doğum Haftası” hafta olmaktan çıktı. Nerdeyse Nisan ayının tamamına yayıldı. Kâinat kitabının ve Kur’an’ın konusu olan bir Zât’ı anlamak ve anlatmak elbette bir haftaya sığmaz. Elbette bir hafta ile bu millet doymaz. Hattâ bu mesele için bir ay ve aylar da yetmez. Teklifim şudur: Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz, yıl boyu, hatta ömür boyu anlatılmaya ve anlaşılmaya çalışılmalıdır. Ona harcanan zaman boşa gitmez, israf olmaz. Tam tersi, onun için harcanmayan zaman, mekân, insan, akıl, izan, vicdan israf olur, azaba inkılab eder. Onun olduğu zaman ve mekânda ise azap olmaz, gazap olmaz. Onu ve onun sevgisini sinesinde ve ülkesinde taşıyana Allah azap etmez. Allah buyuruyor: “Sen onların içinde iken Allah onlara azap etmeyecektir.”

Hz. Peygamber’i anlatmak yetmez. Onu uygulamak da gerekir. Onu anlayan ve anlatan her Müslüman onun bir misali ve timsali olarak yeryüzünde dolaşmalıdır. Affetmeli, kin tutmamalı, küs durmamalı, sıla-i rahim yapmalı, emin olmalı, eman vermeli, yardımsever olmalı, sevmeli, saymalı, şefkatli, merhametli, adaletli ve hakperest olmalı. Kusura bakmamalı, iyilikleri unutmamalı. Sabır kahramanı ve muhabbet fedaisi olmalı. Kardeşlik prensiplerini hayata geçirmeli, Kur’an’ı, özellikle Hucurat suresini, Üstad Bediüzzaman’ın Uhuvvet ve İhles risalelerini uygulamalı bir şekilde okumalı.

Nisan ayının başlarından sonuna kadar, kimi yerde gece, kimi yerde de gündüz olmak üzere yurt içi ve yurt dışında konferanslar verdik. Bir kısım yerlere de program çakışmalarından dolayı olumlu cevap veremedik, gidemedik.

Ne biz Habibullah’ı (s.a.v) anlatmaktan doyduk. Ne de dinleyenler dinlemekten doydu. Bir çok yerde konferansı sonlandırdıktan sonra:“Hocam iki saat daha devam etseydiniz, usanmadan dinlerdik.” dediler. Biz onu anmaktan, anlatmaktan, ona salat ve selam okumaktan doyamayız, doymayacağız.

Ona ağaçlar, kurtlar, kuşlar, dağlar taşlar, örümcekler-güvercinler, develer, kuru kütükler, yerler-gökler ve bütün bir kâinat doymamışken biz nasıl doyarız?

Biz Sevgili Peygamberimizi anlama ve anlatma sevincini yaşarken bu sevincimize bir sevinç daha eklendi Nisan ayında. “HZ. PEYGAMBER’DEN BEDİÜZZAMAN’A YANSIMALAR” adında bir kitabımız çıktı.

Bunu haber alan Şanlı Urfa’lılar, benden bu başlık üzerinden bir konferans istediler. Hayat yayınlarından da, kitabı istemişler. Nisan’ın 21’inde Urfa’ya indiğim gün, beni havaalanından almaya gelen Haliliye vakfı başkanı sevgili kardeşim, dostum Abdulkadır Aydın bey, kitapları da kargodan aldı.

Konferansın duyurularını güzel yapmışlardı. Şehrin en iyi yerlerindeki bilbordlarda ilanlarını gösterdi. Akşam 20’de karşımda muhteşem ve mümtaz bir dinleyici kitlesini buldum. Cenab-ı Hakk’ın lütfu inayetiyle son derece başarılı geçen konferanstan sonra kitabı imzalamaya geçtik. Kitap adeta kapışıldı. Bir çok insan kitabı alamadan hayıflanarak geri döndüler.

Bu gün ben yazımda yansımalardan sadece bir iki misal vermekle yetineceğim:

1-TEBLİĞDE ÖNCELİKLE NEFSİNİ MUHATAP OLARAK SEÇMESİ:

Hz.Peygamber (s.a.v), Yüce Allah’ın “Ve enzir aşîreteke’l-akrebîn= Önce en yakın akrabalarını uyar”  ayet-i celîlesi gereğince tebliğe, en yakından ve en yakın akrabasından başlamıştır. Bir insanın kendisine en yakını yine kendisidir. Hz. Peygamber, peygamber olmasına rağmen göz açıp yumuncaya kadar bile olsa nefsinin hevasına yakalanmaması ve ona yenik düşmemesi için Allah’dan (c.c) yardım istemiştir.  Kur’an için ilk uygulama alanı olarak kendini görmüş ve kendinde uygulamış, daha sonra akrabalarından başlayarak dalga dalga daireyi büyütmüştür.

Aynı metodun Bediüzzaman tarafından uygulandığını görüyoruz.  Bediüzzaman, Kur’an’ın emrine imtisalen ve Hz. Peygamber’in sünnetine ittibaen tebliğe önce, en küçük daireden yani nefsinden başlamıştır. Çünkü o, en büyük, en önemli ve sürekli görevin en küçük dairede bulunduğunu söylüyordu.   Kur’an’ın: “(Ey bilginler!) Sizler Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyup gerçekleri bildiğiniz halde insanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz?”  “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz Allah’ın gazabını artırır.”  gibi ayetlerin adetâ kendisine hitap ettiğini telakki ediyordu. Dolayısıyla o da,  eserlerinde ilk muhatap olarak nefsini seçti. “Sözler” kitabındaki“Birinci söz”ün başında şu ifadeleri görüyoruz “Ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim, kim isterse beraber dinlesin.” 

Enaniyetin ön plana çıkarıldığı, birçoklarının kendisini unutup, başkalarını ıslaha soyunduğu devrimizde Bediüzzaman’ın, nefsini muhatap seçmesi, ıslah operasyonlarına nefsinden başlaması onu mümtaz bir hale getirmiş, insanların sevgi ve saygısına layık eylemiştir. Bu gün, milyonlar büyük bir beğeni ile onu izliyor, onu okuyor. Çünkü o, “ Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez.”   düsturunu, vazgeçilmez prensipler arasına almış, oklarına hedef olarak nefsini seçmiştir. “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum!”  diyerek nefsini kabartacak bütün unsurlardan uzak durmuş, böyle olduğu için de beğenilmiş ve benimsenmiştir.

2-TEBLİĞDE DÜNYA MENFAATLERİNE TENEZZÜL ETMEMESİ

Hz. Peygamber tebliğ hayatında menfaatlerden de, eziyetlerden de asla sarsılmadı. Hiçbir zalime, hiçbir menfaate boyun eğmedi. Hakk’ın hatırını her şeyin üstünde tuttu. Hatta: “-İstiyorsan Mekke’nin en güzel kadınlarını sana getirelim, istediğin kadar mal verelim, seni başımıza reis yapalım, yeter ki sen bu davadan vazgeç, keyfimizi bozma, putlarımıza karışma.”diyenlere:

“-Hayır! Vallahi değil bu saydıklarınızı, güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz, yine ben bu davadan vazgeçmeyeceğim; ya Yüce Allah, onu bütün dünyaya yayar, vazifem biter, ya da bu yolda ölür giderim.”

Hz. Peygamber’in (s.a.v) çağımızdaki takipçilerinden olan Bediüzzaman ise bir sus payı olarak kendisine sunulan Muş milletvekilliği ve en yüksek maaşla şark vilayetleri umum vaizliği teklifini reddetmiştir. Allah rızası için yaptığı hizmetine karşılık kimseden bir şey beklememiş, ihlasına zarar gelir endişesiyle menfaatlere kapısını kapatmış, kısaca ömür boyu istiğna prensibiyle yaşamıştır. Kaleme aldığı emsalsiz eserleriyle vatan evlatlarının imanını kurtarmaya yönelmiş, takiplere, tarassutlara, sürgünlere, hapislere, zindanlara, zehirlere ve dayanılmaz işkencelere maruz kalmıştır.

Resulullah Efendimizin kararlılığına benzer bir kararlılık içinde “Hakk’ın hatırı yücedir, hiçbir şeye feda olunmaz.”  , “Saçlarım sayısınca başlarım olsa, her gün biri kesilse, ben bu iman hizmetinden vazgeçmem. Dünyayı başıma ateş yapsanız, Kur’an hakikatlerine feda olan bu başı, zındıkaya eğmem!.  demiştir.

(Devamını ve daha bir çok duyulmamış ilginç tesbitleri Hayat Yayınlarından çıkan “Hz. Peygamber’den Bediüzzaman’a Yansımalar” adlı kitaba havale ediyorum. Öyle anlaşılıyor ki bu kitap üzerinden de daha birçok yerde, konferanslar vereceğiz. Cenab-ı Hak bütün fiil ve eylemlerimizi rızasını kazanmaya vesile eylesin. Âmîn)

Dr.Vehbi KARAKAŞ-Göbeklitepehaber.com

Kutlu Doğum sahibinden ‘mal senin, borç benim’ örneği!

O, hayatı boyunca hep yoksulu, zayıfı, kimsesizi kollamış, bu uğurda verdiği fedakârlık örnekleri de muhteşem bir misal olarak tarihin şeref levhalarına geçmiştir.

Nitekim yardım edemediği yoksulun borcunu üzerine alma gibi hiçbir yöneticide görülmeyen emsalsiz bir muhteşem örneği de siyere böyle geçmiştir. Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle hazırladığımız ‘Peygamberimizle Yaşamak’ kitabından arz ediyorum bu tarihî ‘mal senin, borç benim’ sünnetini.

O’nun ideali insanlığa hizmet etmekti. Yoksa insanlığı kendisine hizmet ettirmek değildi. O sebeple eline geçeni yemez yedirir, içmez içirir, yönettiği insanların mutluluğuyla mutlu olur, üzüntüsüyle de üzülürdü.

‘Müslümanların derdiyle dertlenemeyen bizden değildir!’ sözünü de O söylemişti.

Nitekim bir müddetten beri biriktirdiği imkânını yine dağıtmak istiyordu miskin derecesindeki yoksullara. Çevresine münadiler göndermiş, sesleniyorlardı Medine sokaklarında miskin derecesindeki yoksullara:

-Resulüllah, mescidinde miskinleri beklemektedir. Acil ihtiyaç içinde olanlar gelip hisselerine düşeni alsınlar!..

Az sonra mescidin önünde en alt derecedeki yoksullar toplanmış, kasıp kavuran ihtiyaçlarını bir ölçüde karşılayacak imkâna kavuşacak olmanın sevincini yaşıyorlardı.

Nitekim düşündükleri gibi de oldu. Efendimiz gelenleri şöyle bir gözden geçirdikten sonra elindeki mevcudu da hesap ederek önünden geçenlere hisselerini verirken şefkat dolu tebessümlerle mutluluğunu açıkça belli ediyordu. Mutluydu. Çünkü en büyük sevincini yoksula yardım ederken duyuyordu. İşte o anda da ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gideriyordu. Nihayet elindeki imkân bitti, mevcut ihtiyaç sahiplerine de yetti. Demek ki hesap iyi yapılmıştı.

Ne var ki çok geçmeden koşar adımla uzaktan gelen bir bedevi görüldü. Adam ufkuna doğru bakarak gelirken nefes nefese söyleniyordu:

-Yardım dağıttığınızı duydum, onun için koştum, ama yine de yetişemedim. Zaten ben hep böyle şanssızın biriyim. Şefkat ve merhamet menbaı sordu:

-İhtiyacın çok mu fazlaydı?

Saymaya başladı ihtiyaçlarını. Hepsi de zaruri ihtiyaçtı. Ama Resulüllah’ın da imkânı bitmiş, elinde avucunda olanı tümüyle vermiş, tek dirhemi bile kalmamıştı. Efendimiz dikkatle baktı yoksul adamın üzgün yüzüne. Sonra beklenmeyen açıklamasını yaptı:

-Üzülme, ihtiyaçlarını yine alacaksın, hem de hiçbirini eksik bırakmadan!

– Nasıl olacak bu diyerek heyecanlandı yoksul adam. Efendimiz kelimelere basarak konuştu:

-Şimdi buradan dükkânların bulunduğu yere doğru yürü, ihtiyaçlarını nerelerde bulursan al, satıcılara da de ki:

– Mal benim, borç Resulüllah’ındır! Ödemeyi Resulüllah yapacaktır.

Adam önce şaşırdı. Sonra Efendimiz’in ısrarı karşısında toparlanarak sevinçle çarşının yolunu tuttu. Alacaklarının hesabını yaparak sevinçle gidiyordu..

Olayın şahidi olan Hazreti Ömer, fedakârlığın bu kadarını fazla buldu. Düşüncesini dile getirmekten kendini alamayarak dedi ki:

-Ya Resulallah! Sen gücünün yettiğiyle mükellefsin. Elinde olanı tümüyle verdin, geriye bir şey kalmadı, neden bu sefer de yardım edemediğin yoksulun borçlarını yükleniyorsun? Bu kadarı da fazla değil mi?.

Bu sözlerden hiç de memnun olmayan Resulüllah’ın yüzündeki tebessümün kaybolduğu görüldü. Halbuki o ana kadar çok mutluydu. Sanki güller açmıştı mübarek yüzünde. Tebessümü hiç eksik olmuyordu. Yoksula yardım etmenin tarif edilemez mutluluğunu yaşıyordu. Bunun üzerine oradaki masum bakışlı bir sahabe söze karıştı:

-Ya Resulallah, dedi, Sen Ömer’e bakma! Ver, ver, arşın sahibi Allah Sana yine verir, Seni boş bırakmaz!.

Bu sırada ‘ver ver’ sözünden o kadar memnun oldu ki, tebessümü tekrar yüzünde belirdi.

Verme konusundaki ölçüsünü de şöyle dile getirdi:

-Hiçbir şeyi olmayan, çorbasının suyunu çoğaltsın, onu da bulamayanların imdadına bir tas sulu çorba ile koşsun, yine yoksullara ilgisiz kalmasın!

1441. Kutlu Doğum yıldönümünde bu muhteşem olayı bir daha hatırlayarak diyoruz ki:

-Fa’tebirû ya ülil ebsar! (Düşünün ey basiret sahipleri!)

Yarın: Cömertle cimrinin farkları!

Ahmed Şahin / Zaman

Bediüzzaman’ın gözüyle Hz.Muhammed (s.a.v)

Üstad Nursî’nin gözüyle Hz. Muhammed (s.a.v) efendimiz

Üstad Bediüzzaman her neyi ele almışsa onu en güzel ve en mükemmel bir şekilde izah etmiştir. Onu okuyup da hayran olmamak mümkün değil. Onun, Allah’ı, ruh ve melekleri, kitapları, özellikle Kur’an’ı, kaderi, öldükten sonra dirilişi, nübüvvet meselesini, özellikle Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi anlatmasına doyamazsınız.

Yaklaşık 1184-1272 yılları arasında yaşayan Şeyh Sadi-i Şirazî çok iddialı bir söz söylemiş ve demiştir ki: “Mâna gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadî kadar güzel terennüm etmemiştir.” (1)

Bu sözün sahibi Sadî’nin doğru ve haklı olduğuna inanırım. Ama inandığım bir şey daha var. O da şudur: Eğer Sadî kendisinden 9 küsür asır sonra gelen Bediüzzaman Said Nursi’yi görse ve eserlerini okusaydı eminim aynı sözü Bediüzzaman için söyleyecek ve şöyle diyecekti: Osmanlı’dan sonra hiçbir bülbül Bedüzzaman gibi şakımadı, onun kadar hiç kimse gür sedalı olamadı, Hiç kimse kâinatı onun kadar güzel okuyamadı. Peygamber ve Kur’an hakkında onun kadar hiç kimse güzel söz söyleyemedi.

Bediüzzaman, Peygamberimizin hayatını bir siyerin, bir İslam tarihinin anlattığı gibi anlatmaz. Fakat O, peygamberimizle ilgili öyle tahliller (ve analizler) ortaya koyar ki o analizlerde kullandığı kelimelerden Peygamber’in yaşadığı tarihi, hayat seyrini, verdiği mücadeleyi, takvasını, ahlakını, şemailini, ruhî ve fizikî gerilimini, Hak’la ve halkla ilişkilerdeki mükemmelliğini, çevre anlayışını ve çevreye getirdiği muhteşem düzenlemeleri çok rahat görmeniz mümkündür.

Bediüzzaman, Hz. Peygamberi anlatırken kullandığı her bir kelimesine adetâ İslam tarihini ve Peygamber’in hayatını yükler. Onun her bir kelimesi bir ekran ve bir penceredir. Oradan asr-ı saadeti âdeta görür ve seyredersiniz.

Onun her bir kelimesi, bir çekirdek gibidir. Açarsanız içinden meyvelerle yüklü bir ağaç çıkar. Veya filaş bellek gibidir. Bilgisayara takarsanız, onda bir çok kitabın yüklenmiş olduğuna şahit olursunuz.

Misal mi istersiniz? Buyurun:

19. sözün birinci reşhasında Peygamberimizi, kâinat kitabının Allah’ı anlatan “en büyük ayeti” (2) İlan eder. Bu ilanıyla Bediüzzaman şunu demek ister:

Kitap ve içindeki her bir cümle yazarını anlattığı gibi; kâinat kitabı ve onun içindeki her bir varlık da yazarını ve yaratanını anlatmaktadır. Tabii bunların içinde bir varlık, yani bir âyet var ki Onun gibi Allah’ı anlatan yok. O da, Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir. Peygamberimiz, Allah Tealâ’yı sadece diliyle değil, haliyle ve ahlakıyla anlatmıştır. Peygamberimiz, Allah ahlakının bir yer yüzünde tezahürüdür. Yüce kitabımız Kur’an’ın da bir ayet-i kübrası=en büyük ayeti vardır. O da âyetü’l-kürsidir. Neden âyetü’l-Kürsî, âyetü’l-kübra olmuştur? Çünkü ayetü’l-kürsî, diğer ayetlere göre Allah’ı daha güzel, daha kapsamlı anlatmakta, birkaç satırla bütün özellik ve güzelliklerini ortaya koymaktadır.

Gelip geçen varlıklar içinde Allah’ı en iyi Peygamberimiz anladığından ve anlattığından dolayı o da kâinat kitabının ayetü’l-kübrası yani en büyük ayeti olmuştur.

Gördünüz mü efendim, Üstad’ın, “kitab-ı kebirin ayet-i kübrası” ifadesinden neler çıktı?

Aynı yerde Üstad, yer yüzünü, Peygamberimizin manevi şahsiyetine bir mescid, Mekke’yi bir mihrab, Medine’yi bir minber, Peygamberimizi, bütün müminlerin imamı ve bütün insanların hatibi, peygamberlerin reisi, evliyanın seyyidi gösterir. Medine minberinde irad ettiği hutbenin adı: “Hutbe-i Ezeliye” dir ki o da Kur’andır. Bu hutbenin müellifi Allah, müfessiri de Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Kur’an, ezelîdir, çünkü Ezel’den gelmiştir; ebedîdir, çünkü ebede gidecektir.

İkinci reşhada, yine içinden kitaplar çıkacak ve üzerinde saatlerce konuşabileceğimiz kelimeler görüyoruz. Üstad Bediüzzaman’a göre Sevgili Peygamberimiz, “Nurânî bürhanî tevhid” (3) yani Allah’ın birliğinin nurlu delilidir. Allah’ı inkâr etmek için bu delili karartmanız gerekmektedir. Bu delili karartamayacağınıza göre öyleyse Allah’ı inkâr etmek de mümkün olmayacaktır. Varlık âleminde hiçbir şey olmasa sadece Hz. Muhammed (s.a.v) kalsa, Allah’ın varlığına, birliğine, güzelliğine, mükemmelliğine delil olarak yeter. Güneş inkâr edilemediğine göre, güneşin sahibi ve sanatkârı hiç inkâr edilemez.

Güneş, Süleyman Çelebî’nin de dediği gibi Peygamber’in çevresinde dönen sadece bir pervane olabilir. Güneş bir lambadır. Yüce Allah da Peygamberini bir lamba olarak tanımlamıştır.(4) Güneşi gökte, Hz.Peygamber’i yerde aşkıyla tutuşturan Allah’tır. Yüce Allah kendisini yerdeki ve gökteki güneşlerle tanıtmak istiyor. Bu şahitleri susturmak ve bu lambaları söndürmek mümkün olabilir mi ki Allah da inkâr edilebilsin?

İşte Üstad Bediüzzaman’ın ifadeleri böylesine yüklü. Gördünüz mü efendim onun “Nûrânî bürha-ı tevhid” terkibinden neler çıktı?

Üstad Bediüzzaman diyor ki:

Onun Şeriatını:

1-Nebiler ve veliler,

2-Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplar,

3-Dünyaya geldiği gün meydana gelen harikulade olaylar (irhasat),

4-Görünmeyen varlıkların, (hatiflerin) ve kâhinlerin ihbarları,

5-Ayın ikiye bölünmesi gibi mucizeleri tasdik etmektedir.

6-Gayet kemaldeki övülmüş ahlakı, (şefkati, merhameti, vefakârlığı, fedakârlığı, Hilmi, sabrı, affı, tevazuu, adaleti, şecaati vs.),

7-Tam güveni ve tam güvenilirliği,

8-Fevkalade takvası,

9-Fevkalade kulluğu ve ibadeti,

10-Fevkalade ciddiyeti,

11-Fevkalade metaneti (Allah’tan başka hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden korkmaması)… gibi yüksek seciyeleri de onun davasında son derece doğru olduğunu göstermektedir.

Yine 3. Reşhada: “Hüsn-ü sîret ve cemal-i sûret ile mümtaz bir Zât’ı görüyoruz.” (5) diyor. Yani içi güzel, dışı güzel Muhammed (s.a.v) demektir. Ben Peygamberimizin iç güzelliği ve dış güzelliğine misaller vermeye kalkarsam bir kitap, iki kitap, üç kitap meydana gelir.

Bunun açılımından şemail, ahlak ve siyer kitapları çıkmıştır. Veya onca kitap bu cümlenin izahıdır, diyebiliriz.

Bediüzzaman 4. Reşhada da nefis bir yoruma yer veriyor ve diyor ki:

Hz.Peygamber gelmeden önce kâinat bir matemhane idi. Varlıklar birbirinin düşmanı, cansız varlıklar birer cenaze, canlılar yokluk ve ayrılık sillesiyle ağlayan yetimlerdi. Peygamberimizin verdiği dersle matemhane olan kâinat, şevkli ve cezbeli bir zikirhaneye döndü. Varlıklar, hepsi bir Allah’ın eseri olduğu için birbirinin dostu ve kardeşi oldu. O sessiz, cansız varlıklar birer itaatkâr memur, o ölüm ve ayrılık korkusuyla ağlar görünen yetimler, birer zikreden zakir veya vazife paydosundan şükreden şâkir suretine dönüştü.

Üstad Bediüzzaman’a göre Peygamberimiz,

1-Ebedi saadetin müjdecisi,

2-Bir rahmeti sonsuzun kâşifi, göstericisi,

3-Allah’ın güzelliklerinin dellalı, seyircisi,

4-İlahî isimlerin hazinelerinin keşşafı ve ilancısıdır. (Bu maddelerin her biri bir makale konusudur.)

Kulluğu açısından ona bakıldığı zaman o, bir muhabbet misali, rahmet timsalidir. (Yani sevgi örneği, rahmet ve merhamet sembolüdür.) Peygamberliği açısından bakıldığında Hakk’ın delili, hakikat lambası, hidayet güneşi ve saadet vesilesidir. (6)

(Bu cümlelerde de koca bir İslam tarihi ve peygamber şemaili yatmaktadır.)

Yine der ki Üstad Bediüzzaman: “Hz. Muhammed (s.a.v), güneş gibidir; Zât’ını, Zât’iyle ışıklandırarak gösterir.” (7)

Bu cümle lafzı itibariyle çok kısadır, ama manası itibariyle çok uzundur. İddiası ve isbatı içinde olan cümlelerden biridir. Cümle bedi’dir. Çünkü onu Bediüzzaman söylemiştir. Ve demek istemiştir ki: Güneşin güzelliğini göstermek için hiç başka ışığa ihtiyaç duyulur mu? Güneşin ışığı, kendisini göstermeye yeter.

Yukardaki sözü manası itibariyle destekleyen Bediüzzaman’ın bir bedi sözü de şudur: “Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir. (s.a.v)” (8)

Bu söz, Peygamber’den hak olduğuna dair mucize isteyen zavallılara bir cevap mahiyetinde söylenmiş bir sözdür. Bu cümle ile denilmek istenmiştir ki: Peygamberden mucize istemeye ne gerek vardı? Mucize karşınızda duruyor: Muhammed. (s.a.v)

Adı güzel, tadı güzel, yadı güzel Muhammed. (s.a.v)

Eli güzel, yolu güzel, dili güzel Muhammed. (s.a.v)

Sireti güzel, sûreti güzel, kalbi güzel, kalıbı güzel Muhammed. (s.a.v)

Halkı güzel, hulku güzel. Ahkâmı güzel, ahlakı güzel Muhammed. (s.a.v)

Şeriatı güzel, medeniyeti güzel Muhammed.(s.a.v)

Üstad Nursî’nin, bir makalenin boyutlarına sığmayacak derinlikte ve güzellikte bir cümlesi bu günkü yazımızın hitam-ı miski olsun. Buyurmuşlar ki:

Evet,evet,evet !…Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye’nin (ASM) nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek !!! Eğer Kur’an gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki,şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak,bir kıyameti koparacak.!” (9)

Aman herkes dikkat etsin ve çok çalışsın. Kâinatımızdan Peygamberimizin nuru, dünyamızdan da Kur’an çekilip çıkmasın.

(Devam edecek)

DİPNOTLAR:

1-Şirâzî, Sâdî, Bostan ve Gülistan, terc. Rifat Bilge, 2

2-Nursî, Said, Sözler (19.söz)

3-Aynı yer

4-Bkz Ahzab, 33 / 46

5-Nursî, aynı yer

6-Nursî, Said, Sözler, 19. Söz, 6. reşha

7-Nursî, M.Nuriye, (Rşhalar, 3.reşha), 23

8-Nursî, Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi (6.şua, zeyl )üç noktaya cevap 2

9-Nursî, Sözler, (10.söz, 2. Zeyl) 107

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Hz. Ali ve Risale-i Nur

Risale-i Nur ve Hz. Ali

Risale-i Nur eserlerini okuyanlar, bu eserlerde Hz. Ali’ye ve çeşitli vasıflarına sıkça atıfta bulunulduğuna şahit olmuşlardır. Hatta Risale-i Nur’da en sık ismi geçen sahabi Hz. Ali’dir.1 Bu çalışmamızda, Risale-i Nur’da Hz. Ali’nin üzerinde durulan, atıfta bulunulan, önemsenen ve haliyle örnek olarak bizlere sunulan hususiyetleri ile Hz. Ali’nin Risale-i Nur’la olan ilgisi üzerinde durulacaktır.

Bediüzzaman, eserlerinde Âl-i Beyt’in manevi şahsiyetinin mümessili hasebiyle, Hz. Ali’ye çok ehemmiyet verir. Bunun en önemli nedeni, İslam tarihinden bu yana Al-i Beyt tarafından yerine getirilmiş olan Kur’an ve İslam’a hizmet metodu ve misyonunun Risale-i Nur talebelerince tevarüs edilmiş olması ve bu mirasa sahip çıkılmasıdır.

Bediüzzaman, hem kendisi hem de Risale-i Nur ve Risale-i Nur talebeleri ile Hz. Ali, Hz. Hasan ve başta Şâh-ı Geylani olmak üzere Ehl-i Beyt arasında ciddi manevi bir münasebet görür. Bu hususta Risale-i Nur metinleri içinde telif edilmiş olan “Sekizinci Şua“, “On Sekizinci Lem’a“, “Yirmi Sekizinci Lem’a” ile Gavs-ı Azam’ın Kerâmet-i Gaybiyesi hakkındaki “Sekizinci Lem’a“da genişçe izahlar ve değerlendirmeler yapılmıştır.

Bediüzzaman, kendisini Hz. Ali’nin manevi bir evladı, Al-i Beyt’in bir ferdi olarak takdim eder. Kendi ifadesi ile: “Gerçi manen ben Hz. Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevisi hükmünde, ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam’ın bir manada hakiki Nur şakirtlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılırım.2 der. Nesep olarak da kendisinin hem Hasenî hem de Hüseynî olduğunu ifade ettiği bazı kaynaklarda yer almaktadır.3

Bediüzzaman’ın yukarıdaki manayı teyid eden başka bir ifadesi de şu şekildedir: Ben üveysi bir tarzda bir kısım hakikat ilmini Hüccetü’l-İslam İmam-ı Gazali’den almışım. Şimdi anlıyorum ki, İmam-ı Gazali aynı dersi üveysi bir tarzda İmam-ı Ali’den almıştır. “Demek İmam-ı Ali’nin mühim bir şakirdi olan İmam-ı Gazali’nin (k.s) başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârane, tesellidarane, en sıkıntılı bir anda bakması, acib değil belki lazımdır.4

Bilindiği gibi, üveysilik, üveysi tarz v.b. ıstılahlar özellikle İslam tasavvufunda Veysel Karani (r.a.) ile Peygamber Efendimiz arasında vicahen ve şifahen; yani yüz yüze olmayan, manevi olarak tesis edilen bağlılık ve münasebete telmihen kullanılmaktadır. Veysel Karani nasıl ki, Hz. Peygamber’i görmeden onun dersini talim etmişse, Bediüzzaman da, Gavs-ı Azam (k.s), Zeynelabidin (r.a.), Hz. Hasan ve Hüseyin vasıtası ile Hz. Ali’nin dersini talim emiştir.5

İşte Bediüzzaman, kendisi ile Hz. Ali arasında da bu duruma benzer bir ilişki olduğunu ve dolayısıyla kendisi ve Nur Talebelerinin hizmet dairelerinin bu sayılan zatların hizmet daireleri ile aynı olduğunu beyan etmektedir. Keza Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası isimli eserinde, Hz. Ali’nin, Risale-i Nur’un üstadı ve kendisinin de hakaik-i imaniyede hususi üstadı olduğunu ve Risale-i Nur’a Celcelutiye kasidesinde rumuzlu işaretiyle pek çok alakadarlık gösterdiğini beyan eder.6

Nur Külliyatı’nda, “Risale-i Nur, Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin bir manevi hediyesi ve eseri olarak” takdim edilir.7 Ayrıca ” Nur Şakirtleri’nin üstadı İmam-ı Ali olduğu”8 ve “Nurun mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt’in esas olduğu”9 beyan edilir.

Hz. Ali, Risale-i Nur’da, Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın en mühim bir talebesi, Kur’an ilimlerinin birinci naşiri10 ve Âli Beyt’in manevi şahsiyetinin temsilcisi11 olarak vasıflandırılmıştır.

Risale-i Nur’da; Peygamber Efendimizin, nazar-ı nübüvvetle ileride Hz. Ali’nin çok musibet ve ithamlara maruz kalacağını görerek onu ümitsizlikten ve ümmeti de onun hakkında su-i zandan kurtarmak için “Ben kimin efendisiysem, Ali de onun efendisidir.”12 mealindeki hadis-i şerif nakledilir.13

Ayrıca, Nur Külliyatı’nda, Hz. Peygamber’in, kendisi dahil olmak üzere, abasını Hz. Ali’nin de içlerinde bulunduğu beş kişi üzerine örtmesi ile “Hamse-i Âl-i Aba”dan sayıldığı ve Hz. Peygamberin bu hareketiyle Hz. Ali’yi istikbalde çıkacak olan dahili fitneler dolayısıyla onu ümmet nazarında aklama gayesini güttüğü ifade edilmektedir.14

Bediüzzaman, Hz. Peygamber’in (a.s.m) Hz. Ali’nin şiasına olan övgüsünün, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e ait olduğuna, zira Hz. Ali’ye olan muhabbetlerinin dengeli ve istikametli muhabbeti temsil ettiğine ve hadisçe bildirilen tehlikeli ifrat-ı muhabbetten sakındıklarına dikkati çeker.15

Risale-i Nur’da, halifeliğin kendisinden zorla alındığı bağlamındaki bir soruya cevap sadedinde, Hz. Ali’nin kendisinden önceki halifelerin şeyhülislamlığını yaptığını, şayet onları ve onların idaresini benimsemezse kesinlikle bu görevi kabul etmeyeceğini, haliyle halifeliğin kendisinden zorla alındığını iddia edenlerin sözlerinin hakikat olmadığını ve bu iddianın, Hz. Ali’yi, “olduğu gibi görünmeme”, yani “takiyye” yaptığı şeklinde bir istifhamı içerdiği beyan edilir.16

Hz. Peygamber’in neslinin devam ettiricisi olarak Hz. Ali üzerinde durulur. Peygamberimizin “Allah her peygamberin neslini kendi sulbüne koydu, benim sulbümü ise Ali’nin sulbüne koydu” keza, “Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır” hadis-i şerifleri nakledilir.17

Bediüzzaman, Fetih Suresi’nin son ayetinin18 Hz. Ali ile ilişkisini kurar. Bu ayeti; saltanat ve hilafete tam liyakatle ve kahramanlıkla girdiği halde, zühd, ibadet, fakr ve iktisadı seçen, rüku ve sücuddaki devamı herkesçe teslim edilen Hz. Ali’nin, (r.a.) gelecekteki durumunu ve o fitneler içindeki çarpışmalar nedeniyle mesul olmadığını, isteğinin Allah rızasını kazanmak olduğunu haber verdiği şeklinde tefsir eder.19

İsm-i Azam’ın herkes için bir olmadığı, örneğin Hz. Ali için İsm-i Azam’ın, “Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddüs” olmak üzere altı olduğunu izah sadedinde Hz. Ali’nin ismi geçer.20 Hz. Ali’nin bu değerlendirmesini Bediüzzaman aynen kabul etmiş olmalı ki, bu isimlerin genişçe izah edildiği “Esma-i Sitte” Risalesi olarak bilinen 30. Lem’a’yı telif etmiştir.

Hz. Ali’nin, tahdis-i nimet olarak ilminin genişliğine ve şümulüne işareten “Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun. Sözümüze şüphe edenler zelil olur.” sözüne dikkat çekilir.21

Yine Risale-i Nur’da, Hz. Ali, esrar-ı huruf ve cifir ilminde üstad-ı mutlak olarak tavsif edilmektedir.22

Bediüzzaman’ın vefatından önce talebelerine verdiği önemli bir ders olan son mektubunda “Kur’an’a hizmetteki acib ihlası nereden ders aldın?” mealindeki bir soruya cevap sadedinde “iki noktadan” diye cevap veriyor. Verilen cevabın ikinci noktasında, Hz. Ali’nin ihlas ve ubudiyetteki hassasiyetini şu örnekle nazar-ı dikkate sunuyor: Kendi şahsını ve hayatını düşünmeyerek, tam huzur içinde namazını eda edebilmek için, namaz esnasında kendisine tam bir emniyet sağlayacak bir muhafız ifriti dergah-ı İlahi’den niyaz etmiş.23 Yine aynı yerde Hz. Ali kahraman-ı İslam olarak nitelendirilir.24

Risale-i Nur’da, Hz. Ali’nin çok önemsenen bir yönü de adalet timsali oluşudur. Hz. Ali hilafet-i İslamiye’yi Kur’an’da mevcut ve kendisinden önceki üç halife döneminde de tatbik edilmiş olan “adalet-i mahza” esasları üzerine oturtmak istemiş ve bu istikamette içtihadda bulunmuştur. “Cemel Vakası” olarak tarihe geçmiş olan hadise aslında Hz. Ali’nin temsil ettiği “adalet-i mahza” ile muhaliflerinin temsil ettiği “adalet-i izafiye”nin çatışmasıdır. Bediüzzaman bu tartışmada Hz. Ali’nin isabet; muhaliflerinin ise hata ettiğini beyan eder.25

Nur Külliyatı’nın en önemli risalelerinden olan Uhuvvet Risalesi’nde, Hz. Ali ihlas timsali olarak tanıtılır ve bu bağlamda aşağıdaki menkıbe bize örnek olmak üzere aktarılır. “Bir vakit İmam-ı Ali bir kafiri yere atmış, kılıncını çekip keseceği zaman, o kafir ona tükürmüş. O, kafiri bırakmış, kesmemiş. O kafir, ona demiş ki: ‘Neden beni kesmedin?’ Dedi: Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim, nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim. O kafir ona dedi ‘Beni çabuk kesmen için (maksadım) seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece safi ve halistir; o din haktır.’ dedi.”26

Bediüzzaman sair İslam alimleri gibi Hz. Ali için, “Şah-ı Velayet” ve “fütuhat-ı İslamiye’nin pehlivanı” unvanını kullanır.27

Risale-i Nur ile Hz. Ali arasındaki önemli bir bağlantı ve kesişme noktası da Bediüzzaman’ın, dolayısıyla “Nur Talebelerinin” evradları içine girmiş dua metinlerinde görülmektedir. Bunları çok kısa bir şekilde tanıttıktan sonra bunlarla irtibatlı olarak sayabileceğimiz ebced ve cifir ilmine de atıfta bulunacağız.

a- Celcelutiye: Hz. Ali’ye ait bir kaside olan ve menşei vahye dayanan28 bu kaside, İmam-ı Gazali gibi bir çok imamların şerhine mazhar olmuştur. Cifirli, ebcedli ve sırlı bir kaside olarak tavsif edilmektedir.29 Bu kasidenin özellikleri ile Risale-i Nur ve müellifine olan işaretleri “Sekizinci Şua” ile “Yirmi Sekizinci Lem’a” da etraflı bir şekilde anlatılmaktadır.

b- Ercuze: Hz. Ali tarafından vezinli olarak yazılan ve gelecekten haber veren meşhur bir kasidedir. Bediüzzaman, bu kasideden hem İslam’ın ilk dönemi, hem de Risale-i Nur’la ilgili bir kısım vakaları cifir ve ebced hesabıyla istihrac eder.30 Bu kaside ile ilgili geniş malumat “On Sekizinci Lem’a” da yer almaktadır.

c- Sekine: Sükun ve itminan, temkin, nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve sükuneti şeklinde tanımlanır. Hz. Ali’ye atfedilen ve menşe itibariyle aslı vahye31 dayanan, kalp rahatlığı ve kuvveti veren çok mühim bir duadır. İçerisinde 19 harfli 19 ayet bulunmakta olup, İsm-i Azam’ı da ihtiva ettiği rivayet edilmektedir. Bediüzzaman, her gün bir çok kere bu isimleri zikir suretinde tekrar etmiştir.32

d- Cevşenü’l Kebir: Matbu Cevşen’in hemen girişinde bu dua ile ilgili olarak; “Hz. Peygamber’e (s.a.v.) Cebrail Aleyhisselam’ın vahiy ile getirdiği ve ‘zırhı çıkar bunu oku.’ dediği gayet yüksek ve çok kıymettar bir münacat-ı Peygamberîdir ki; Zeynelabidin‘den (r.a.) tevatürle rivayet edilmiştir.” notu bulunmaktadır. Bu duanın Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından hususi olarak Hz. Ali’ye talim edildiği rivayet edilmektedir. Bediüzzaman, Sünni ana kaynaklarda yer almayan Cevşenü’l Kebir’i Ehl-i Sünnet’e tekrar tanıtır.33 Ve Cevşen’i Ehl-i Beyt’in manevi gayet mühim bir mirası ve maden-i feyzi olarak vasıflandırır.34 Bediüzzaman, Cevşenü’l Kebir’i kendisine üstad yaptığını ve günlük vird olarak okuduğunu beyan etmektedir.35 Gerek Bediüzzaman’ın hayatında ve gerekse Risale-i Nur’a menşe ve mehaz olması açısından Cevşen’in yeri ve etkisi büyüktür.36

e- Cifir ve Ebced İlmi: Bediüzzaman’ın Hz. Ali ile münasebetini gösteren unsurlardan biri de ebced ve cifir ilmidir.37 Hz. Ali’nin istikbale ait bir çok işareti bu ilimleri kullanarak verdiği, Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde geçmektedir.38 Hz. Ali, Nur müellifini adeta verdiği bu gaybî haberlerin şifresini çözecek bir muhatap olarak görmüştür. Risale-i Nur’da, Hz. Ali’ye atfedilen ehemmiyet hem ondaki mesajların çokluğundan, hem de Bediüzzaman’ın, küfrü mutlaka karşı İsevilerin dindar ruhanileri dahil, bütün iman ehlini, birlik ve beraberliğe çağırma davasında, Hz. Ali sevgisini öne çıkaran Şii ve Alevi Müslümanlara ulaşmada Hz. Ali’nin bir ortak payda, sağlam bir köprü oluşu etkili olmuş olabilir.39

Sonuç

Hz Ali’nin Risale-i Nur’a bu derece alakadarlığı ve Risale-i Nur’da, Hz. Ali’nin gerek şahsının sahip olduğu yüksek meziyetlerin ve gerekse hilafeti zamanında uyguladığı “adalet-i mahza” anlayışının çağımız iman ve Kur’an hizmetkarlarına numune-i imtisal olarak takdimi elbette çok anlamlıdır. Bu durum şükrü gerektiren bir mazhariyet olduğu kadar; büyük ve ağır bir vazifeyi omzuna almış olmanın büyük ve hassas sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. Bu sorumluluğun ana öğesini ise “ihlas” oluşturmaktadır. Bediüzzaman, bu hususu, havf-reca, celal-cemal, takdir ve ikazı içinde barındıran bir üslupla, şöyle dile getiriyor:

“Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mucizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz.”40

Hikmet HOCAOĞLU

 

Dipnotlar

1. Hz. Ebubekir’in 44, Hz. Ömer’in 41, Hz. Osman’ın 17 ayrı yerde ismi geçmesine mukabil H. Ali’nin tam 157 yerde ismi geçmektedir.

2. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 261.

3. Abdulkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, C. I, s. 36.

4. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 327.

5. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 61.

6. Nursi, a.g.e., s. 200.

7. Nursi, a.g.e., s. 143.

8. Nursi, a.g.e., s. 210.

9. aynı yer.

10. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 424.

11. Nursi, a.g.e., s. 29.

12. Tirmizi, Menakıb:19.

13. Lem’alar, s. 29.

14. a.g.e., s. 97.

15. a.g.e., s. 30.

16. a.g.e., s. 31.

17. a.g.e., s. 335.

18. Fetih Suresi: 29.

19. Lem’alar, s. 37.

20. a.g.e., s. 332.

21. Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yay., s. 2079.

22. Nursi, Lem’alar, s. 325.

23. Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 218-19. Bu niyazda, İkinci Lem’a’da zikredilen, Hz. Eyyub’un, şahsının çektiği sıkıntıyı nazara almayıp, şifa için duasını erteleyip ne zaman ki hastalığı ibadet yapmasına engel olmaya başladı, ellerini açıp “Ya Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor” diye dua etmesindeki incelik ve nükteyi görmek mümkündür.

24. a.g.e., aynı yer.

25. Nursi, Mektubat, s. 50.

26. a.g.e., s. 259.

27. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 113.

28. a.g.e., s. 112.

29. Nursi, Lem’alar, s. 325.

30. a.g.e., s. 191.

31. Buradaki vahiy kavramının Peygamberlere gelen vahiy ile karıştırılmaması gerekir. Zira arada mahiyet ve derece farkı vardır.

32. Nursi, Lem’alar, a.g.e., s. 197,336; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 109.

33. Bediüzzaman’ın Ehl-i Sünnet ve Şia arasındaki birleştirici vasfı burada da kendisini gösterir.

34. Nursi, Lem’alar, a.g.e., s. 336.

35. aynı yer.

36. Cevşen ile ilgili geniş bilgi için bkz. Peygamberimizin Cevşen Duası, İttihad Yayınları, İstanbul 1996; Abdulkadir Badıllı, Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları, Envar Neş. İstanbul 1994, s. 412.

37. Bu ilim ile ilgili olarak Bkz. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1993. C. I, s. 287-88.

38. Badıllı, a.g e., s. 925-995.

39. İbrahim Canan, Alevilik Sünnilik Meselesi, İstanbul 2002. s. 53. Benzer bir değerlendirme Türk-Kürt ilişkisi noktasında da yapılabilir. Bediüzzaman’ın Kürt bir coğrafyada dünyaya gelmesine, zamanın tedris dilinin Arapça olmasına rağmen, eserlerini Türkçe olarak yazması, hayatının önemli bir kısmının Türkler arasında geçmiş olması ve kendisine hizmet eden talebelerinin ekserisinin Türk olması ve meşhur bir siyasetçinin deyimi ile, “Nur Talebelerinin Türk’ü, Türkçü değil; Kürd’ü, Kürtçü değil” tespitinden de yola çıkarak, Türk-Kürt gerginliğinin giderilmesinde Risale-i Nur, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonrada ortak payda oluşturma, iman kardeşliğini pekiştirme fonksiyonunu icra edecektir.

40. Nursi, Lem’alar, s. 224.