Etiket arşivi: ilim

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-1

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

Birkaç hafta sürecek bu çalışmamızda Bilim’in en temel yöntem ve ayırtedici tanım ve ta’rifini ifade eden “Bilimsel(lik) İnancı”nın yapısını anlatmaya çalışacağız. Böylelikle “akıl mı – inanç ve iman mı, bilim mi – din mi, bilgi mi – inanç mı öncelikli ve asıl?” gibi soruların da yanlış ve eksiklik ve mantıksızlığı görülebilir. Başka vesilelerle önceki haftalarda dediğimiz gibi: Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz; bu sebepten önce bu yanlış soruları düzeltmek gerekiyor.

 

Konuya bu açıdan bakarsak, öncelikli olarak sorulması gereken doğru soru şu: “Bizi Bilim mi geri bıraktı!?, Zihinsel olarak (hatta alet ve teknoloji olarak) Cahiliyet Asrına gerileyişimizin ana sebebi: Pranga gibi zihnimize vurulan Bilim’in; seküler (yani ateist ve materyalist, determinist ve natüralist) Bilimsel Yöntemi ve Bilimsellik Felsefesi mi!?”

 

Bu sorunun kısa cevabı: Evet. Uzun cevabı aşağıda.

 

bilim_teknolojiÖnceki haftalarda bilgi” (ilim – veri – data – info – information – knowledge) ve bilim”in (science) aynı şeyler olmadığını; dolayısıyle birbirine karıştırılan bu iki kavramın ayrılması, sanki eşanlamlılarmış gibi birbirleri yerine kullanılmaması gerektiğinden bahsetmiştik.

 

Konunun devamında; objektif ve tarafsız, olgusal ve nesnel, inanç ve değer’den bağımsız; yani nötr “bilgi (ilim)” ve nötr “bilim (science)” olamayacağını; bunun en başta mantık ve dil açısından mümkün olmadığını belirtmiş ve birşeyi gözler ve gözlem sonuçlarımızı ifade ederken ya “Rabbi var(mış) ve fâili O(ymuş)” veya “yok(muş)” gibi Araştırma Yöntemi ve İfade Biçimi seçebileceğimizi; bunun ortası veya dışarıdan bakılacak eşit mes’âfeli başka bir orta ve dış noktası yok demiştik.

 

Bir bilgi’nin Bilimsel Yöntemle elde edilip; yani “bilimsel olup olmaması” ayrı şey, “doğru olup olmaması” ayrı şeydir; çünkü “bilim”, “bilgi”ye eşit değildir; olsa olsa ve sadece, kâinattaki mevcut bilgi’nin 5 duyuya daraltılmış ve saptırılmış bir hâlidir “Bilim.”

 

Bilimsel(lik) Felsefe ve Yöntem ve Kriterlerine göre çalışan Bilim; evreni araştırma ve içindeki bilgi’yi keşfetmenin sığ ve dar, eksik ve yanlış bir türü olabilir ancak. Yani evrendeki mevcut “bilgi”nin, “bilimsellik prizma ve filtresi”nden geçmiş hâline “bilim” diyoruz biz.

 

Halbuki çoğumuz, varlık ve mahlûkatın vücud ve mevcudiyetinden bile çok daha önceye dayanan (daha doğrusu ezelî ve ebedî olan) “bilgi / ilim (veri – data – information – knowledge)” ile 1800’lü yıllarda sistemleşip, yöntem ve tanımları şekillenmeye başlayan “bilim (science)”ın aynı şeyler olduğunu; birbirinin müteradifi olduğunu zannediyoruz!

 

Mes’elâ “suyun belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması” bir bilgi’dir, ölçüm bilgisi’dir; fakat “bilim” değildir. Bu gözlem / ölçüm / ham data / veri; “Bilim”in “Bilimsellik” filtresinden geçip, diğer verilerle harmanlanıp, işlenerek “bilim / bilimsel bilim”e; uygulamada ise “teknoloji”ye dönüşüyor.

 

Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Bilimsellik Kriterleri’ne göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş “filtreli bilgi”ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, ateizm ve materyalizm’e kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz! Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup; bu açıdan “bilim”; evrendeki bilgi’nin dar ve eksik, yanlış ve saptırılmış bir türü olabilir ancak.

 

Bu açıdan “Bilimsellik” denilen şey; “ateizm ve materyalizm’e meşruiyet ve onay oluşturma; bu inancın delil – ispatını keşfedip, üretmeye çalışma ve bu inanç ve önvarsayım doğru ve gözlenebiliyormuş gibi” yayın ve ifadelerde bulunmanın aldatıcı ve gizli bir yöntemi olmaktadır! Bu tanımıyla “bilimsellik”; kâinat ve içindeki eşya ve biz insanların, Rabbimizle aramızdaki bağlantı ve münasebetleri, zihin ve hayâl ve vehimde karartıp, örtme veya kopartıp, kesmenin adı olmaktadır!

 

Elhasıl evrenin gözlem, deney ve ölçümü sonucu elde edilen ham veri / bilgi / data, Bilim’in ateist ve materyalist, natüralist ve determinist Bilimsel(lik) Filtreleri’nden geçerek “bilim (science)”e dönüşür. Bu filtreleme ve istihâle neticesinde; eksik ve yanlış ve sahte bir kâinat kurgu ve anlayışı zihne ilka ve inşa edilir. Bu sahte ve sanal kurgu; kâinattaki varlık ve hâdiselere Rabbi’nden bağımsız ve ilgisiz ve kopukmuş; yani “yok(muş!)” gibi bakmaya ve öyle algılama ve anlamlandırmaya zihni yönlendirir ve programlar! Zihnimize yüklenen bu Program neticesinde; çevremizden duyularımıza gelen bilgi / veri / info (data – information – knowledge) ve gözlemlerimiz, güya tarafsız ve olgusal, güya objektif ve nötr “bilimsel” ifadelere dönüşür!

 

Burada sorun; Bilimsel Bilim’in bir yöntem olarak kullandığı gözlem – ölçme / deney ve bunlardan elde ettiği ham veri / data / bilgi’lerde (knowledge) değil. Sorun: Bilim’in bu bilgi parçalarını birleştirip, işlerken, Bilimsel İfadelerini, kendi ateist ve materyalist, natüralist ve determinist felsefesinin, inanç / değer / tarafının rengine boyamasında!

 

Yani gözlem ve ölçüm, isimlendirme ve ifadelerini “Rabbimiz yok(muş), varsa bile kâinattaki varlık ve işleyişine karışmıyor(muş)!” gibi anlamlandırıp, tasvir ve nedenselleyen “bilim (science)” ile “bilgi / ilim (veri – data – information – knowledge)”ı ayırmak ve aralarındaki farkı görmek önemli.

 

Bilgi ve Bilim’in eşanlamlı zannedilmesi örneğinde olduğu gibi, düştüğümüz başka bir zihinsel tuzakta; “bilgi ve inanç”, “epistemoloji ve ontoloji”, “maddî ve manevî”, “fizik ve metafizik” gibi kavram ve ayrım ve sınıflandırmaların da, yapay ve aldatıcı ve zihni çeldirici olduğunu unutmamız oluyor.

 

Önceki haftalarda “Bilgi ve İnanç arasındaki İlişki / Etkileşim: Bilgi ve İnanç arasındaki Ayrım Yapay ve Aldatıcıdır” isimli Yazımızda; “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrımın da yapay ve aldatıcı olduğunu söylemiştik.

 

Doğruluk ve kesinliğinden emin olduğumuz ve aksinden şüphe duymadığımız haber ve veriye “bilgi” isim ve etiketi veriyoruz. Yani işitip – okuyarak öğrendiğimiz herhangi bir veri / haber’i, önvarsayım olarak, bir şekilde doğru ve kesin olduğuna inanmaya meyilliyiz ve inanıyoruz. Bu önvarsayımın sonucu olarak; öğrendiğimiz veri / data’ya, (aksine bir ihtimâl ve delil yoksa) hemen “bilgi / doğru bilgi” etiket  ve değer’i atıyoruz.

 

Mes’elâ “suyun 100 oC’de kaynadığınaklî haber / verisi’nin, “bilgi / doğru bilgi ve ölçüm” olduğuna şüphesiz inanıyor; bu inancımız sebebiyle bu “haber / bilgi”nin kesinlik ve doğruluğunu bizzat test etmeye; yani aynelyakîn görme ve şahid olmaya ihtiyaç duymuyoruz.

 

Bu örnekteki gibi; “doğruluğunu araştırmadan doğruluğundan emin olduğumuz” okuduğumuz veya işittiğimiz her naklî bilgi / haber’de, aslında “görmeden doğruluğuna inanılan” ve “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir.

 

Bununla birlikte; “delil – ispat süreciyle doğruluğundan emin olduğumuz” her naklî bilgi / haber’de de, “görmeden doğruluğuna inanılan” veya “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir.

 

Yani sadece bizzat tanığı olup, görüp – algıladığımız ve ölçtüğümüz şeylerin “delil – ispat”a ihtiyacı yoktur. Yani “Big Bang’in olduğu” duyumu veya “suyun 100 derecede kaynadığı” haberi ile bizim bizzat algılayıp, şahid olduğumuz “2 kulağımız olduğu” gözlemi arasında, inanç ve bilgi ve derece farkı vardır. Çünkü 2 kulağımız olduğu hakkında delil – ispat gerekmiyor, çünkü olayın bizzat tanığı, hatta yaşayanıyız! Fakat bizim yaşamadığımız geçmiş zamanlarda “Big Bang”in olduğu konusunda; eğer bilimadamıysak “ışığın kızıla kayması, kozmik fon radyasyonu” gibi bir takım delillerden bu sonuca ulaşıyoruz.

 

Eğer bilimadamı değilsek; bilim kitaplarında okudumuz haberlerden, uzmanların “biz bu bilimsel gözlem – deney – ölçümleri yaptık, evrenin Big Bang’le başladığını bulduk” sözlerini delil kabul edip, gerçekten bu bilimsel deney – gözlemlerin yapıldığı ve Big Bang sonucuna ulaşıldığına inanıyoruz. Nitekim aynı gözlem – deneyleri biz de yaparsak, bizim de aynı sonuca ulaşacağımıza inanıyor ve bundan eminiz.

 

Yani “Big Bang, suyun kaynama derecesi” gibi haberlerin “doğru” ve “bilimsel bilgi” olduğuna, aksine bir ihtimâl yoksa, delil aramamayı, uzmanlara güven temeline dayalı, onlara delilsiz (taklîden) inanmayı tercih ediyoruz.

 

Buradan “bilmek” ile “inanmak” arasındaki tanım ve ayrımın yapay ve aldatıcı ve flû olduğu sonucu çıkıyor. Demek bazı naklî (işiterek, okuyarak) öğrendiğimiz “haber(ler)”in doğru olduğuna inanıyor ve bundan eminsek bu haber’e “bilgi / doğru bilgi” ismini veriyoruz; yanlış olduğuna inanıyorsak “yalan / yanlış bilgi” ismi veriyoruz. Yani “bilgi” atomunu mikroskopla büyüttüğümüzde; “veri, haber, yorum ve zan, vehim, şüphe, inanç, kesinlik derecesi” gibi altparçalardan müteşekkil olduğu görülüyor.

 

Buradan “delil ve ispat, bilgi ve inanç” arasındaki bağlantı ve etkileşimlerinden gelmek istediğimiz nokta: Bilimsel Bilim’in delil – ispat süreciyle elde ettiği bilgiler “görmeden inanmaya” (siz isterseniz bu inancınıza “bilmek” deyin farketmez) karşılık gelir.

 

Biz ise o bilimadamının (veya insanının) o yaptığını söylediği ve şöyle şöyle sonuçlar aldığını belirttiği o delil – ispat sürecini ve sonucunu bile görmeden inanıyoruz “bu haberin doğruluğuna” ve “doğru bilgi olduğuna bu haberin!”

 

Yani bu Bilimsel Bilgilerin doğruluk ve kesinliğine görmeden, bizzat gözlemlemeden inanıyoruz. Bilimadamıysak elde ettiğimiz gözlem – delil – deney – ispatlarla; bilimadamı değilsek bu bilimadamının yaptığını söylediği, “bu gözlem – deney – ölçümleri ve delil – ispatları yaptık; sonuç olarak şunu gözledik, bunu bulduk ve ispat ettik” gibi sözlerine inanmamızla “haberdar oluyoruz bu bilgi’den” veya “doğru, kanıtlanmış bilgi olduğuna inanıyoruz bu haberin.

 

Elhasıl görmediğimiz herşey salt “inanç”ın konusuna girmez, aynı zaman da “bilgi”nin de konusudur bu. Daha doğrusu “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrım yapay olup; dışarıda bu kavram ve isimlendirmelere birebir karşılık gelen ve örtüşen bir nesne veya süreç yoktur. Bu, insan zihin ve algısını bozan ve zihnindeki bilgi’yi de manipüle edip, bozan sahte bir ayrım, bir yanılsamadır. Tıpkı “evsahibi – kiracı” ayrım / isimlendirmesinin; evin sahibinin de aslında kalıcı olmayıp “kiracı” olduğunu şuurumuzdan saklayıp, hatırlatmaması gibi…

 

Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan sonuçlardan birincisi: “Bilgi” ve “inanç” arasında mahiyet farkı yoktur; sadece derece farkı vardır; eminlik ve kesinlik derecesi. Ve birşeyin “bilgi / doğru bilgi / haber” olup olmadığına bir takım delil – ispatlarla karar verip, inanma ve emin olmamız gibi; bir “inanç”ın da bilgi / doğru bilgi / haber olup – olmadığına bir takım delil – ispatlarla karar verir ve inanırız. Bu bilgi ve haberin doğruluğundan emin oluruz. Yani doğru veya yanlış her bilgi “inançsız”; doğru veya yanlış her inançta “bilgisiz” olmaz; bilgisiz inanç, inançsız bilgi ol(a)maz.

 

Bu açıdan “bilgi / bilmek” dediğimiz şey, “inanç / inanmak”ın bir alt kümesi olup; “inanç”ın alt parçasını oluşturmaktadır. Neye “doğru ve / veya yanlış bilgi” diyeceğimize, önceki mevcut inançlarımızla karar veriyoruz. Neye inandığımız, neye “bilgi / doğru veya yanlış bilgi” diyeceğimizi belirliyor.

 

Bu açıdan; “Ay’a çıkıldığı haberi” ile “Mi’rac’a çıkıldığı haberi” arasında veya kitaplardan okuduğumuz “hidrojen’deki elektron – proton sayıları haberi” ile gene başka bir Kitap’tan okuduğumuz “7 semânın olduğu haberi” veya “tanımadığımız, hatta diplomasını bile sorgulamadığımız ve görmediğimiz doktorlara ameliyatta bedenimizi emanet etmemiz ve verdiği reçete ve ilâçları gönül rahatlığıyla kullanmamız” ile “Peygamber’e güven” arasında kategorik veya yapısal bir fark olup olmadığı sorulabilir. Direkt veya indirekt yollarla bile deney – gözlem – ölçüm yapılamayan, belki ancak matematikî yöntem veya teorik model / modellemelerle olduğu varsayılan “Paralel Evrenler, Sicim Teorisi, Atomaltı Parçacıklar” gibi Bilim’in bir nev’i metafiziği diyebileceğimiz haberleri ile “Cin, Melek, Arş” gibi haberlerin de zihnimizde karşılıkları sorgulanmalı…

 

Sonuçlardan ikincisi: Yani öyle zannedildiği gibi; “inanç”, “bilgi”den ileriye, bilginin ulaşamadığı ve dolduramadığı alanların boşluğundan karşıya bir atlayış ve sıçrayış değil; “bilgi”nin bizi getirip tam önüne bıraktığı bir kapı ve yol ayrımıdır. Yani “bilgi” ile “inanç” arasında; aklın ayaklarını yerden kesip, sıçramasını gerektirecek bir boşluk yoktur.

 

Bununla birlikte; Hür İrademiz’in inanıp – inanmama serbestiyetini kaybetmemesi ve hiçbir zorlama ve mecburiyet altında kalmadan tercihte bulunmasını sağlamak için; yani Hür İrademiz’in kendi seçim ve tercihiyle adım atabilmesi için “bilgi” ile “inanç” arasında bir adım atma boşluğu, adım atma mes’âfesi bırakıldığı konular da vardır.

 

İrademize inanıp – inanmama konusunda adım atma ortamı sağlayan bu boşluklar sayesinde; bazı konularda inanıp – inanmama yönüne bir adım atması ve tercih yapabilmesi mümkün olabiliyor irademizin.

 

Konuyla bağlantılı olarak; doğru olan bir mes’elede irade ve ihtiyarımızın inanmama yönünde tercihte bulunabilmesi için o konuda cehalet veya yanlış bilgimiz olması yeterlidir. Yani o konuya inanmamak için, o mes’ele hakkında hiçbir şey duymamış olmak yeter. Veya duysak bile; hakkındaki delili bilmemek veya anlamamaktan veya % 0,1 bile ihtimâl olmayan (yani vehmî ve zannî ve hayalî) ihtimâllere ihtimâl verebilme evham ve zülûmatı gibi sebepler ve hissî nedenlerden gene de inanmamayı seçmiş olabiliriz.

 

Yani doğru bir mes’eleye inanmak için hakkında bir duyum ve haber ve yanlış bile olsa bir delil vardır. Ama inanmamak ve kabul etmemek, hatta red ve inkâr etmek için; konu hakkında herhangi bir haber ulaşmamış olmak veya ulaşsa bile doğruluğuna bir delil ulaşmamak veya o delil(ler)i bilmemek veya anlamamak yeterlidir…

 

Bilgi / bilmek ile inanç / inanmak ve objektif bilgi ile subjektif inanç gibi ayrım ve kavramsallaştırmalar yapay ve aldatıcıdır diyorduk. Bilimsel Bilim’in “deneyselleme, tekrarlama” ve “ölçme” dediği Ampirik Bilimsel Yöntem; mes’elâ “Big Bang” ve “Yerçekimi / kütleçekimi” için mümkün değil. “Kızıla Kayma, Kozmik Fon Işıması” gibi delil ve gözlemlerle; zamanın bile olmadığı bir geçmişte olduğu söylenen “Big Bang”in, aynı şartlarda bugün deneysellenip, tekrarlanması mümkün değildir veya zamanda yolculuk yapıp geçmişteki o olayı aynelyakîn gözlemekte mümkün değildir. Yani bu örnekteki gibi, Bilimsel Bilim’in çoğu şeyi nazarî ve teoriktir, şuhudî değil gaybîdir.

 

Yani Bilim’in delil – ispat süreciyle yaptığı keşif ve gözlem, ölçüm ve izahları; nazarî ve teorik olup; bütün bu tasvir ve açıklamaları “görmeden inanma” ve “görmeden bilmeye” denk gelir. Direkt gözlem yapamadığı atomaltı parçalar, hatta atom vs. hep böyle direkt gözlem ve incelemenin yapılamayıp; indirekt yollarla varlık ve özellik ve etkileri anlaşılmaya çalışılmaktadır. Yani Bilim’in % 1’i doğrudan gözlem ve ölçme; kalan % 99’u dolaylı ve indirekt gözlem ve yorum, teori ve modellemedir! Başka bir açıdan; Bilim’in %1’i gözlem ve ölçüm, %99’u yorumlama ve modelleme, isimlendirme ve sınıflandırmadır.

 

Örneğin: “Evrendeki kütlelerin birbirine doğru çekildiği” gözlemini nedensellemek ve nasıllayıp, açıklamak için; “yerçekimi / kütleçekimi” diye bir “kuvvet”in olması gerektiği sonucuna varan Bilim için; eğer böyle bir “kuvvet” varsa (ki mes’elâ Einstein’ın Relâtivite Teorisi’ne göre; kütlelerin birbirine çekilmesinin nedeni “çekim kuvveti” değil, uzay – zaman’ın bükülme ve çökmesidir), ne direkt ve ne de dolaylı yoldan gözlenememekte ve görülmemektedir!

 

Bilgi / bilmek” ile “inanç / inanmak” arasındaki ilişki ve etkileşim ve aralarındaki ayrımın yapay ve aldatıcı olduğu konusundan bahsederken; maddî ve fiziksel duyularımızla müşahede edilemeyen ve algılanamayan anlamında (şuhud’un zıttı) “gayb/p” konusuna girmemek olmaz.

 

Bedî’üzzaman Hazretleri’nin (R.Â.) “gayb” tanım ve ta’rifine göre; “şimdiki ân / mekân” (yani “bu ân / bu yer”) haricinde olan tüm “geçmiş ve gelecek zaman ve yerler” (duyu ve algı, görüş ve şuhud alanımızın dışında olduğundan) “gaybî” olup, “gayb”a dahildir. Buradaki “gayb” tanım ve ta’rifinde; gayb’ın epistemolojik veya ontolojik nedenlerle mutlak veya izafî olup olmamasının herhangi bir farkı yoktur.

 

Elhasıl “Big Bang” gibi geçmişten bahseden “fizik, astronomi” veya eski zamanlardan bahseden “tarih” ve diğer “sosyoloji, psikoloji” vs. disiplinler; hatta “suyun 100’de kaynaması deney – gözlem – ölçümünün sonucunun tümevarımla genelleştirilmesi” gibi; Bilim’in tüm dene(ye)meyip – gözle(ye)mediği tüm zaman – yer ve nesneler hakkındaki bilgi ve haber ve yorumlarıgörmeden inanma ve kabul etme ve bundan emin olmaya”, yani “gayb”a tekabül eder.

 

Yani “tümevarımsal” olarak genelleştirmeler yaptığı tüm deney – gözlem – ölçümler (hatta mantık kuralı olarak “tümevarım”ın kendisi bile) görmeden / gözlem yapmadan “gayba inanç / inanmaya” denk gelir! Çünkü deney – gözlem sayı ve çeşitlerinin arttırılarak hep aynı sonucun bulunması, gelecekteki gözlem – ölçümlerimizde de aynı sonucu bulacağımızı garanti etmez. Yani “tümevarım” denilen genelleştirme mantığı, “doğrulamalar”la ispat edilemez; sadece doğruluğunun delilleri arttırılabilir ve bu da o deney / konu hakkında yakîn ve zannımızı arttırmaya yarar. Olay gene gayb kapsamındadır yani. (“Delil” ve “ispat” arasındaki ayrımı önceki haftalarda yazmıştık.)

 

Zaten suyla yapılan 1000 deneyden çıkan olgusal ve nesnel somut sonuç: “Yapılmış o 1000 deneyde, o suyun 100 derecede kaynadığını tespit ve gözlem ve ölçümü” iken; “aynı şartlarda yapılacak 1001 veya 10000. deneylerde de o suyun ve başka suların gene 100 derecede kaynamaya başladığını görürüz / göreceğiz” gibi; gelecek hakkında yaptığımız tüm öngörü ve tümevarım ve genellemeler nazarî ve teorik ve aklî bir sonuçtur, yani “inançtır!” Gelmemiş gelecek hakkında yaptığımız bu öngörü ve tahmin, vardığımız bu aklî sonuç ve evrenselleştirmeler “görmeden inanma” ve “görmeden bilme” kapsamındadır. Yani “suların gelecekte yapacağımız deneylerde de 100’de kaynadığını göreceğimiz düşüncesi”; ampirik (deneysel) bir bilgi ve gözlem değil; “geçmiş ve şimdi”de yapılmış deney – gözlem ve ölçümlerden, “gelecekte (yani yapılmamış)” deney – gözlemlere aklın bir sıçramasıdır!

 

Bilim Kitaplarında geçen; “o Bilimsel deney, gözlem ve ölçümün yapılıp, hep aynı sonuçların alındığı” haber / bilgi / verisi; o deney – gözlemi şahsen biz de yapmadığımız veya yapılırken şahid olup, görmediğimiz sürece; o kitaplarda geçen ve “bilimsel” ve “doğru” olduğu söylenen haber / bilgiler; biz okuyucular için (o deney – ölçüm ve haber’in doğru veya yanlış olmasından bağımsız olarak;) “taklidî ve naklî bilgi ve haber ve bunun doğruluğuna duyulan inanç ve güven” olmaya devam edecektir.

 

O kitapların yazdığı ve bizim deney yapmadan okuyup – işiterek öğrendiğimiz ve doğru olduğuna inandığımız için, doğruluğundan şüphe ederek aynı deney – gözlemi bizim de yapmaya çalışmamızın saçmalık olduğunu düşündüğümüz o naklî bilgi ve haberler; (onların doğruluk – yanlışlığından bağımsız olarak) bizim için “gayb’a iman / inanç” kapsam ve kategorisindedir. Yani o deney – gözlem – ölçümleri şahsen biz yaparak, doğrulamadığımız veya yapılırken gözlemci ve şahid olmadığımız sürece; o “bilimsel ve doğru bilgi olduğu” söylenen o gözlem ve ölçüm, sonuç ve keşifler, biz okuyucular için “gaybî” ve “metafizik”tir!…

 

Bu açıdan “bilgi” ve “inanç” arasında zıtlık ve uzaklık yok; içiçe geçmiş çift yönlü bir etkileşim ve besleme var. Yani bildiğimiz her bilgiye eşlik eden; bu bilginin doğruluğundan “eminlik” ve “eminlik derecemiz” var. Hatta “inanç”; neye “bilgi” ismi vermeyeceğimizi bile belirleyen bir etki ve öneme sahip bilgi üzerinde! Yani “inanç”, “bilgi ve haber”in doğru veya yanlış olduğunu belirleyen bir değer; hatta gelen malûmatın “bilgi” olup olmadığını tanımlayan, etiketleyen ve sıfatlayan asıl temel olarak; neyin bilgi olup olmadığına karar verdiğimiz bir “ana değer, algoritma ve kod”dur. Bu açıdan; “bilgi’den önce gelir ve bilgi’nin nedenidir ‘inanç” diyebiliriz.

 

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları”nın ikinci kısmına haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu

Hane-i Saadet

Eskiler, ona ‘hane-i saadet’ demişler. Yani, mutluluk evi. Aslında sadece ev demeleri yetiyormuş ama, mutlulukla o kadar özdeşleşmiş ki, ev, mutluluk kelimesi ile birlikte zikredilir olmuş. Bizim şimdilerde, ‘mutlu yuva’ dediğimiz ‘ev’i onlar, hane-i saadet olarak anıyorlarmış. Onların hane-i saadeti, ailenin tüm fertlerinin bir arada olmasıyla bozulmuyormuş. Gelin, kayınvalide, kayınpeder, diğer çocuklar vs. ailenin tüm fertleri, bir arada yaşıyorlarmış. Kayınvalide, gelini ezmek bir yana, onun en büyük yardımcısıymış; baba, yeni evlenen oğlunun mutlu bir yuva kurmasında en büyük bir destek imiş.
Yeni evli çiftler, büyük bir aile topluluğunun içinde çok fazla sıkıntı çekmeden yaşamaya devam ederlermiş. Büyüklerin tecrübelerinden maksimum düzeyde yararlanırlarmış. Yeni evli kimseler, hemen çocuk yaparmış; şimdiki gibi ‘Bir müddet daha çocuk yapmayalım, hem biraz hayatımızı yaşayalım. Ayrıca, kendimizi henüz hazır hissetmiyoruz’ gibi modern takıntıları yok imiş. Ve aile hayatının, çocukların varlığıyla daha çok piştiğini biliyorlarmış. Çocuğun, ailenin bir meyvesi olduğunu, meyvesiz ağaç gibi, çocuksuz bir ailenin de mutlu olamayacağını bildikleri için, büyük anneler ve büyük babalar, çocuklarını evlendirir evlendirmez, onlardan çocuk bekliyorlarmış. Onların hane-i saadetinde çocuk sayısı önemli değilmiş. Önemli olan, çocukların nasıl yetiştirildiği imiş.
Elbette ki çocuk sayısının fazla oluşu da bir sorun olmuyormuş, çünkü büyük bir aile yapısı içinde, dedeler veya nineler, çocuklarla zaten ilgilendiğinden, çocukların anne ve babaya değil yük olmaları, büyükler için bir mutluluk kaynağı imiş. Bunun yanında, fazla çocuklu evde, büyük çocuklar, küçük kardeşleri ile ilgilendiklerinden dolayı, anne babalarının işlerini de hafifletiyorlarmış. Ve aile içi eğitim, dışarıdaki eğitime çok da fazla ihtiyaç duymadan yürürmüş. Üstelik, bu güne nazaran daha da zor olan o günkü ekonomik şartlarda, çocukların fazlalığı, ev ekonomisini pek de zorlamıyormuş. ‘Misafir, rızkıyla beraber gelir’ misali, eve gelen her çocuk, kendi rızkını da beraberinde getirdiğinden dolayı, rızk derdinden şikayet eden pek az imiş.
Onların hane-i saadetinde, hanımlar, erkeklerinin ‘gözünün dışarıda’ olmasını istemediklerinden dolayı, erkeklerine saygıda kusur etmezlermiş; erkeklerini memnun ederlermiş. Erkekler de hanımlarına saygıda ve sevgide kusur etmezlermiş. Bu yüzden ne erkeğin ‘gözü dışarıda’ olurmuş. Ne de hanımlar, erkeklerinden şüphe ederlermiş. Üstelik erkekler, bu günkü gibi çok fazla çalışmadıkları için evlerine, hanımlarına ve çocuklarına daha fazla zaman ayırırmış. Böylece ne hanım bugünkü gibi ilgisizlikten şikayet eder, ne de erkekler bugünkü gibi ‘yeterince ailemle ilgilenemiyorum’ diye hayıflanmazmış.
Hem evin erkeği, hem de hanımı, yekdiğerine saygı ve sevgiyi esirgemediğinden, onların hane-i saadeti, bir mücadele ortamına dönüşmezmiş. Hoşnutsuzluklar ve aile içi problemler var olmasına rağmen, bu, çoğu kere bu büyük aile ortamında çözülürmüş. Bugünkü gibi erkek ve kadınların eşit olup olmadığı, kimin kimden üstün olduğu gibi konularda tartışmalar olmazmış. Farklılık, parçalanmaya değil, tanışmaya vesile olurmuş. Ne kadın, erkeği ile üstünlük mücadelesine girer, ne de erkek güç mücadelesine girermiş. Bu yüzden ne erkeklerle mücadele eden bir kadın hareketi, ne de kadınları hor gören bir erkek anlayışı yok imiş. Aile, bir mücadele ortamı değil, bir yardımlaşma ortamı imiş.
Onların hane-i saadetinde boşanmalar, bu günkü kadar değilmiş. Çünkü, o günkü aileler mahkemelere düşecek kadar, sorunlu ortamlar değilmiş. Basit, normal aile içi tartışmalarda bu günkü gibi, hemen hanımların aklına boşanma fikri gelmiyormuş. Bir şekilde anlaşarak, yahut da konu mahkemelere taşınmadan, aile büyüklerinden oluşan bir hakem heyetinin, aralarını bulmasıyla da aile saadeti yeniden tesis ediliyormuş. Böylece, mahkemelerdeki gibi, birbirlerinin kirli çamaşırlarını sergilemeden, ailenin sırları daha fazla dışarıya taşmadan, sorunlar hallediliyormuş.
Gelelim bugüne… Bugüne geldiğimizde, modern aile bireyleri olarak, parçalanmayı iliklerimize kadar hissetmekteyiz. Geçmişin o büyük ve köklü aile yapısı, yerini küçücük ve her an dağılabilir bir aile yapısına terk etmiş gözüküyor. Modernizmin, aile yapımıza vurduğu en büyük darbe, aile yapımızı küçültmesi ve sonra parçalara ayırmasıdır. Önce, büyük aile ortamı yok olmuş; sonra da aile fertlerinin (mesela çocuk) sayısı, rızık endişesi ya da modern kaygılardan dolayı, düşürülmüştür. Sonra da ailedeki, erkek-kadın-çocuk gibi ayırımlar, keskin ayırımlara dönüştürülmüştür. Böylece aile içinde olması gereken saygı-sevgi-şefkat gibi kavramlar yitirilmiştir.
Bugün, Batıda bırakınız bir hane-i saadet hayalini, bir Batılı aile yapısından söz etmemiz bile zor gözüküyor. Geçmişimizdeki hane-i saadetimizle kıyası kabul etmeyecek derecede bozulmuş ve dejenere olmuş Batılı aile parçacıklarının bir araya gelmesi en azından yakın gelecekte biraz zor görünüyor. Doğulu aile tablolarında ise, Batı tipi aile içi mücadelelerin yer yer kendisini gösterdiğine şahit oluyoruz. İslâmî aile ortamında, entelektüel kapasite arttıkça, aile saadetinin artması beklenirken, tam tersi gelişmeler görüyoruz. Acaba, ilim tahsili uğruna mücadele verdiğimiz bir başörtüsü konusuna, bir de bu açıdan bakabilir miyiz? Acaba başörtüsü meselesi, kaderin eliyle bize musallat olan bir ‘şefkat tokadı’ olabilir mi? Elbette ki ilim, erkek ve kadın herkes üzerine farzdır. Ancak, ilim arttıkça, sevgi ve saygı artmıyorsa, bunu bir düşünmemiz lazım. Acaba nerede hata yapıyoruz?
Herkesin birbirinden kuşkulandığı bir aile tablosundan, eski hane-i saadetimize doğru bir göz atarken, nereden nereye geldiğimizi, modern tabularımızın ve ön yargılarımızın bizi ne hallere düşürdüğünü sorgulamamız gerekiyor. Kamusal alanı, hane-i saadetimize tercih ederken, kazandığımız ve kaybettiğimiz değerleri de düşünmemiz lazım. Unutmayalım ki, kamusal mekânın hanesi yoktur. Dışarıda ne kadar zaman geçirilirse geçirilsin, herkesin gelip dinleneceği, rahat etmek isteyeceği bir hane-i saadete ihtiyacı vardır. Bu düşünceyle eski hane-i saadetimizi kazanmamız zor gözükse de, en azından modern olana kuşkuyla bakmayı sürdürmeliyiz kanımca. Asıl problem, modern olanı sorgulamamak ve onu sorun olarak görmemektir. Öyle ise bugünkü sorunlarla boğuşurken, önce sorunun kaynağına inmeli ve modern tavırların aileyi rencide eden ve yozlaştıran kısımları üzerine çalışmakla işe başlayabiliriz.
Ahmet Nazlı / Zafer Dergisi

”Ben Okuma Bilmem”

Soruları kadar büyüktür insan. Büyük sorular demek engin cevapların duası, talebi demektir. Neyin duasındaysanız, nelerin talibiyseniz onlarla muhatap olur, o türlü cevaplara nail olursunuz. Fakat, ‘çünkü insanlar yıllar boyunca, hiç soru sormadan durur’ bir şarkıda söylendiği gibi.

Dağ taş soruya durur, kurt kuş soruya durur, gökle yer birlik edip bir sual olur, içimizin kuytuları soru işaretleriyle doludur ama gel gör ki insan kendi üstüne kapanır, uyuşmanın koynunu bulur. Hatta zannımca her şey bir sorudur, varolan her şey bir soruyu önümüze kondurur: Ayağımıza takılan taş, beton duvarlarda gülümseyen çiçek, bir sosyal hadise, başa gelen bir musibet, içimizden geçen bir duygu durumu, okunan bir ayet hep aynı soruyu kıyılarımıza vurur: Men rabbuke? (Rabbin kim?)

Yani ki elest bezminde sorulan soru bugün hâlâ hayatın bütün kıvrımlarında yankılanmaya, şimdi ve burada sorulmaya her an devam eder: Men rabbuke?

Bahar bahçesinde tennure giymiş ağaç soruyor: Men rabbuke?

İçindeki şuurlu yasa olan vicdanın soruyor: Men rabbuke?

Ağlayan bir çocuğun gözyaşları soruyor: Men rabbuke?

Elest bezminde ruhlara sorulan soruyu ve verilen cevabı yaşadığımız gündelik hayatın içinde sayhalandırmadıkça, hayatımızı samimi bir cevap arayışına, bir ‘ince derde’ dönüştürmedikçe Hıra Mağarası’nda Emin Muhammed’in (a.s.m) sorduğu varlık sorularının cevaplarını çözemeyeceğiz. ‘Derdin senin mürşidindir’ diye elbet boşuna dememiş Hz. Mevlana. Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) ilk olarak indirilen Alak Suresi’nin ilk beş ayetinin, Peygamber’in belki aklı erdiği ilk günden o güne ama özellikle inzivaya çekilmeye başladığı 35 yaşından vahyin indiği 40 yaşına kadar olan süreçte sorduğu hayati varlık sorularına bir cevap mahiyetinde olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Belki bir açıdan bakıldığında Kur’ân’ın tamamını tüm mahlukat ve tüm insanlık adına sorular soran bir Peygamber’e verilen cevaplar şeklinde okuyabiliriz. Şöyle bir bakalım isterseniz:

Hz. Peygamber’in sorusu: Yaradılışı bir kitap gibi nasıl oku’yabilirim?

Vahyin cevabı: ‘İkra, bismi rabbikellezi halak’ (Yaratılışı rububiyetiyle terbiye eden Rabbinin Esma’ül-Hüsna’sı, isimleri ile oku!)

Hz. Peygamber’in sorusu: İnsan ne’den ve nasıl yaratıldı?

Vahyin cevabı: ‘Halakal insane min alak’ (O, insanı bir kan pıhtısından, alak’tan yarattı ve yaratmaya devam ediyor’¦)

Kur’an’ı, cümle varlıklar ve tüm insanlar adına temsilci olarak soru soran bir Peygamber’e verilen cevaplar manzumesi şeklinde bir usul ile baştan sona okuyabilirsiniz. Çok da ilginç sonuçlara varılacağı kesin. Bu girizgahtan sonra sadede gelelim:

Geçmişten günümüze, bilim de, felsefe de kimi zaman fıtrata yaklaşarak, kimi zaman fersah fersah uzak düşerek olayları, insanı, kainatı hatta vahyi okumaya çalışıyor, benzer sorular soruyor. Örneğin, yukarıda değindiğimiz sorunun birincisini (Hz. Peygamber’in sorusu: Yaradılışı bir kitap gibi nasıl oku’yabilirim?) bilim, ‘Doğa’nın işleyiş ve yapısı nasıl çözülebilir?’, felsefe ise, ‘Doğanın anlamı ve oluşumu cevherinde (tözünde) nedir?’ tarzında soragelmektedir. Bu soruş biçimleri bile (hatta kavramsallaştırma tarzları bile) felsefe, bilim ve ‘iman ilmi’ arasındaki farka işaret etmekte fakat asıl ayrım cevaba ulaşma ve cevabı dillendirme biçimlerinde ortaya çıkmaktadır.

Felsefe ve dünyevi bilimi oluşturan zihinler sözkonusu sorulara eşyanın kendi varlığından, görünen bağlantılarından ve kendisinde ne olduğundan hareketle çözümlemeler ortaya koymaktadır: Doğa bir olayın diğerini doğurduğu bir döngü içinde, kendi içinde parçalanabilen parçacıkların birliğinden oluşmaktadır. Ya da, ‘Kendinde şey olarak doğanın anlamlılığı tartışmalıdır, oluş başlı başına bir soru yumağıdır’ filan gibi cevaplar geliştiriliyor.

Bilim ve felsefenin en genel anlamda ortak noktası ise (mutlaka içinde farklılaşan yanlar olmakla birlikte ki Demokritos ile Pascal’ı, Einstein ile Hawking’i aynı kefeye koyamazsınız) varlığı ‘kendine işaret eden bir levha’ gibi anlamaya çalışmak şeklinde özetlenebilir. Yani levhanın hammaddesi ve diğer levhalarla bağlantılarının araştırılması biçiminde özetlenebilecek bir kavrama etkinliği.

İman ilminin usulüyle bilgiye ulaşmak, cevaplara varmak ise başka bir düşünme, kavrama ve algılama şeklini gerekli kılıyor. Bir kere, eşyaya ‘kendini gösteren bir levha gibi’ değil adı üstünde levha gibi, ‘kendinden başka bir şeyi işaret eden’ anlamlı bir harf gibi okumak niyetiyle bakmayı gerekli kılıyor. Sağlıklı bir niyet ve bakış açısıyla yaradılışa bakmak ise Vahiyle pişmiş, Esma taliminden geçmiş, her şeye Rabbin bir ismi penceresinden görmekle mümkün olabiliyor. Daha net konuşalım. Okunacak dört kitap var: Olaylar kitabı, kainat kitabı, insan kitabı ve vahiy kitabı. Bu dört kitabın oku’nması da yaradılışın oku’nması sonucunu doğuruyor. Yaradılışın okunması ise ayetin bize işaret ettiği gibi Rabbin ismi ile (buradaki ‘ism’i Esmau’l-Hüsna’dan kinayedir) mümkündür.

Yaradılan her şeye bir Esma tefekkürü ile yaklaşmazsak oku’mak sözkonusu olmaz. O halde mü’min bir zihnin ve kalbin ciddi anlamda, tıpkı Hz. Yusuf’un kuyuda ‘talim-i Esma’ yapması gibi Esma tefekkürü terbiyesinden geçmesi gereklidir. Baktığın her şeye ya bir ilâhî ismin ilk harfi ya da ilk kelimesi gözüyle bakmak gerekmektedir. İsimlerin göründüğü yer olarak varlığı oku’mak bizi Rabbin terbiyesine, o terbiye ile kendi nefsimizi terbiyeye götürmelidir ki öğrendiklerimizin ilim olduğunun sağlaması da burada gizlidir. Nefs terbiyesine dönük olmayan hiçbir öğrenme ilim değil, olsa olsa veri, data, malumat, kültür, bilgi cinsinden bir yığındır. Peki bu çerçevede yaradılışı Rabbin isimleri ile oku’maya başlamanın öncesinde ne vardır? diye sorarsak bu soru bizi başka bir ayetin kapısına iletir. Aynı zamanda meleklerin duası olan ayet şöyledir:

‘Sübhaneke la ilmelena illa maallemtena inneke entel Alimu’l Hakim’ (Sübhan olan Allah, seni tenzih ederiz ki biz bilmiyoruz, senin öğrettiklerin (talim ettiklerin) dışında, sensin Alîm ve Hakîm olan.) Meleklerin duası olan bu ayet önceki tahlillerle birlikte düşünüldüğünde bize âdeta iman ilminin, mümince bir epistemolojinin (marifet nazariyesinin) ana kodlarını, elifbasını sunmaktadır. Şöyle ki:

1-Yaratıkları aracılığıyla Yaradan’ı tenzihe yönelik olmayan hiçbir bilme eylemi ‘ilm’e (el-İlm) dönüşemez.

2-Bilme eylemine girişen, hilkati oku’maya talip olan kişi her işin başında edep ve tevazuu giyinip ‘bilmiyorum’ demenin erdemini kuşanmalıdır. ‘Ben bilmem, bilmiyorum, biz bilmiyoruz’ demeyen hiçbir kişi veya zümre bilmenin hakikatine ulaşamayacaktır.

3-‘Bilmiyorum’ demek tasavvur ve zihnimizi dünyevi kavram ve düşünme biçimlerinden arındırıp ‘ümmileşme’ye giden kapıyı açacaktır. Ancak ümmi bir zihinle (yani dünyevi kalıpların kirinden arınmış bir zihinle) yaradılış okunabilir.

4– Ya bir ilâhî isimden kalkmayan ya da bir ilâhî isme varmayan her türlü bilme çabası anlamsızlığa, kaosa gömülmeye mahkumdur.

5-Kendisi gayret gösterdikten sonra öğrendiklerinin, kendisinde görünen meziyetlerin ve ilimlerin ancak Alim ve Hakim olan, Sübhan olan Rabbin bir talimi olduğunu anlamayan kişi tevhid ve iman ilmi olan marifetullahın kokusunu alamayacaktır.

Bu dört kitap bize hâl diliyle, hatta kaburga kemiklerimizi birbirine değdirircesine sıkarak sürekli, her an ‘Oku’ diyor’. Tüm kâinat bir Cebrail olmuş bizi içimizden ve dışımızdan sıkarak, ‘Oku’ diyor. Bizden dudağımızı Mağaradaki Ümmi’nin (a.s.m.) titrek dudaklarına yaklaştırıp, meleklerin tenzih diliyle söylediği gibi bir tek cümleyi söylememiz bekleniyor: ‘Ben okuma bilmem!’

Yusuf Özkan Özburun / Zafer Dergisi

Deha Aranıyor!

Müslümanlar neden bu kadar başarısız? Neden elimizden hiçbir şey gelmiyor? Börekleri yiyip, çayları içip, sigaraları tüttürdüğümüz sohbetlerimizde, dünyayı kurtaracağımızı, bir gün Allah’ın yardımının geleceğini, dünyada kaybetsek bile ahirette kazanacağımızı söylüyoruz; biz, Allah’ın yeryüzündeki vekili değil miyiz? Nasıl bu kadar mağlup, nasıl bu kadar mutsuz, nasıl bu kadar çaresiziz? Neden hep, biraraya gelsek neler olacağını konuşuyoruz da bir türlü biraraya gelemiyoruz? İki oda bir salon hayatlarımızdan çıkamayaşımızın, kımıldayamayışımızın sebebi ne?

Müslümanlar deha yetiştirmiyor. Ne fizikte, ne kimyada, ne hukukta, ne siyasette, ne mimaride, ne astronomide, ne edebiyatta, ne felsefede, ne sinemada, ne tıpta, ne şunda, ne bunda… Elmacının kızında! Bu sözlerimin ardından, zihinlerde yükselen sesleri duyuyorum. ‘Olur mu canım! Kimleri kimleri yetiştirmişiz!’ Ben de geçiriyorum gözümün önünden o dehaları ve sonra onların talebelerini, çıraklarını, ustalarından öğrendiklerini ileri taşımakla, hayırlarda ve ilimde yarışmakla sorumlu olanları arıyor gözüm… Hiç mi yok! Var! Var, ama bir köşeye çekilmiş, Müslümanlar arasında bile azınlık gibi yaşayan, yalnız insanlar geliyor gözümün önüne. Nerede onlara sahip çıkacak Müslümanlar? Nerede, dehanın kıymetini bilen, onu gördüğü yerde tanıyan, onu dinleyen çoğunluk? İki oda bir salon hayatlar…

Hristiyanlar gibi Pazar günlerine kilitlediğimiz… Sabah sekiz, akşam altı ofis duvarları. Bir başka şehire göçmekten zahmetli git-geller, kalabalık şehir yolları… ‘Biz mi kurtaracağız dünyayı? Elbet biri gelir… Ben de onu takip eder kurtulurum’ rüyaları. Hep, neyin yanlış olduğunu tarif etmek, ama çözüm üretememek. Neyin yolunda gitmediğini görmekle yetinmek ve harekete geçememek.

Vakit, kendimizi kurtarmanın vaktidir! Allah, nefsindekini değiştirmedikçe, hiçbir kavmi doğru yola iletmez. Madem bu kadar çamura battık arzda ve böylesi yenik düştük şeytana, üstümüzü başımızı temizlemenin vaktidir. Şeytanın en çok sevdiği şey, hiçbir şey yapmadan yerinde oturan iyi bir adamdır. Yerimizden kalkmanın, tozumuzu toprağımızı silkelemenin vakti gelmedi mi? Bugünün ve yarının Müslümanlarını, yeryüzünde düştükleri utanılası durumdan kurtaracak dehalar yetiştirmenin vakti? Pekiyi, neymiş bu deha? Allah vergisi mi, öğrenilesi bir şey mi? Bu sorunun cevabını, yapay zekâ çalışmalarında kullanılan bir bilgiyle yanıtlayalım.

Öğrenme modelleriyle ilgili yapılan araştırmalar ortaya koyuyor ki normal zekalı bir insan, pek çok zaman, kendisinden daha üstün zekâya sahip diğerinden daha başarılı olabiliyor. Buradaki ilginç durum, bu üstünlüğün nasıl sağlandığıyla ilgili:

İSTİKRAR! Evet, istikrarlı çalışan biri, bunu beceremeyen üstün zekâlı birinden çok daha önemli işler başarabiliyor. Mesele, ne yapmak istediğimizi belirlememiz ve bıkmadan usanmadan onun üzerinde çalışmamız.

Müslümanlar, bilimde ilerlemeyi, dünya ilmi diye karpuz kabuğundan saydıkları için, uzaya uydusunu gönderip fotoğrafımızı çeken Amerika oluyor, bize de el sallamak düşüyor. Koca bir kent büyüklüğündeki uçak gemilerinden atılan Tomahawk’ları dualarla durdurmaya çalışıyoruz. Tomahawk dua ile durur mu? Allah dilerse durur! Pekiyi, biz, kötüyü durdurmak, akletme yeteneğimizi kullanmak için ne yaptık ki Allah bizi bedavadan kurtarsın? ‘Siz, sizden öncekilerin çektiği sıkıntıları çekmeden cennete gideceğinizi mi sanıyorsunuz?’ (2/214) ayeti kerimesine bakılırsa, Müslümanın bedavadan göğe yükselmeyeceği açık.

Arşimet, Romalıların saldırılarına karşı Syrakusai’nin savunmasını yönetti. Üç yıl boyunca, Marcellus’un ordusunu başarısızlığa uğrattı. Çok uzak mesafelere taş veya ok atmaya yarayan makineler yaptı. Düzlem aynaları ince hesaplarla birleştirirken, çevresinde toplanan halk ona gülüyordu. O, aynalarla topladığı ışıkları, dilediği gibi yönlendirerek, düşman gemilerini yaktı. Her şeye rağmen, Romalılar şehri zaptedince, Marcellus, Arşimet’e dokunulmamasını emretti. Ne var ki, Arşimet’i tanımayan bir asker, bir problemin çözümüne iyice dalmış olan bilginin kendisine cevap vermemesine kızarak, onu öldürdü. Nereden nereye… İspanya’yı fetheden kumandan Tarık bin Ziyad, ‘boş zamanımda askerlik yapıyorum, asıl işim ilimdir’ deyip, matematik çalışıyordu.

İki oda bir salon hayatlar… Aceleciliğimiz, tembelliğimiz, ‘hemen olsun’ isteyişlerimiz. 100 metre koşup, dünya rekorunu kıralım, altın madalyayı alalım istiyoruz. Oysa, koşmamız gereken zorlu bir maraton var önümüzde, uzun mu uzun, zorlu mu zorlu, yalnız mı yalnız. Bugün, geri kaldığımız alanlardaki açığı kapatmak için çalışmaya başlasak, çok değil otuz yıl sonra neler değişir! Ama herkes kısa mesafe koşmak istiyor. Dünyanın o kadar işi gücü varken, ne gerek var şimdi fizik çalışacaksın, mantık öğreneceksin, kimya, biyoloji, genetik, matematik, astronomi okuyacaksın! Ne gerek var Kur’an’daki kavramlar üzerine düşünmeye, lisanını temizlemeye! Uzun iş! Biri yapsın da, biz de peşinden gideriz. Bize, deha lâzım. Hep geçmişe bakıp onun hayalini kuran değil, ama geçmişten öğrendiklerine sağlam basıp ayağını, gözünü geleceğe diken bir deha…

Her alanda yaptıkları istikrarlı çalışmalarıyla, keşif yapabilen dehalar. Albert Einstein‘ın, dünyanın en akıllı insanı olduğu masalını daha ne kadar dinleyeceğiz? Hep övünürüz: ‘Batı şunu da bizden öğrendi, bunu da bizden öğrendi.’ Son 20 yılda, kaç Müslüman, kaç keşif yaptı? Allah’ın vekili olma sıfatına layık görülen bizler, ne kattık da ne bekliyoruz hayattan? Bağdat’ta, İslâm tarihinin en önemli eserleri cayır cayır yakıldı. Şimdi var mı gücümüz, bir o kadar daha araştırmaya, yazmaya? İki oda bir salon hayatlar…

Keşifler kötüye kullanılıyor diye, keşfetmekten vazgeçtik. Ne Allah’ın neyi nasıl yarattığından haberimiz var, ne de öğrenmeye bir merakımız. Dünya ilmi… ne yapacaksın? Bize ne mercekten, protondan. Kozmolojiymiş, canlıların yaşamlarıymış, yerdeki ve göklerdeki hareketlermiş… Kime faydası var, bir teleskop alıp uzaya bakmanın? Nasılsa, son model telefonlar bilmem kaç piksel fotoğraf çekiyor. Internette sörf yapmak varken, gezegenleri, yıldızları incelemeye vakit mi ayırılır? Gazetelerin arka sayfalarındaki küçük köşelerde, Batı’nın son buluşlarını yayınlıyorlar nasılsa. Onları doğru kabul ederiz, olur biter. Olmadı; yazarız bir şiir, yıldızı sevgilinin gözü yaparız, sevgilinin gözünü ay, sonuna bir de kafiye attık mı tamam!

‘Yıldızlar karartıldığı zaman’ (81/2), ‘gezegenler saçıldığı zaman’ (82/2) kıyamet kopacak, ama onu da incelemeye gerek yok, zaten hayatımızın ve çağımızın geldiği noktadan iğreniyoruz ve düzelebileceğine dair hiçbir ümidimiz yok ve bu yüzden de bir şey yapmayıp, sadece kendimizi garantiye alacağız ya! Neyin yolunda gitmediğini, neyin yanlış olduğunu tanımlayarak ömür tüketenlerden yorulduk. Şimdi bize, merceğini, sorunun üzerine tutup, topladığı ışıkla onu yakacak dehalar lâzım. ‘Dehanın ışığı, başka, doğru düzgün bir insanınkinden daha çok değildir; ama deha, bu ışığı belli türden bir mercekle yakıcı bir noktada toplar.’

Aybars Bora / Zafer Dergisi

Rabbin Kim?

Her şey bir soruyla başladı. Bir soruyla devam ediyor. İlerimizde aynı soru bizi bekliyor. Dün ruhlar âleminde muhatap olduğumuz, ‘Rabbin kim?’ sorusuna, yarın da berzah âleminde cevap vereceğiz. İnsana düşen ise, şu soru kirliliğinde, doğru soruyu bulup onun izini sürmek. Çünkü soru bir yol açar. Yanlış sorular ise, insanı yanlış yollara götürür.

İnsanı şu dünyada yaratan, ona sorma yeteneği veren, cevaplarını da yine dünyada yarattı. Soru sormamızı isteyen O yaratıcı, bize akıl verdi, âlemi de cevap olarak yarattı. ‘Rabbin kim?’ sorusuna sadece dün ve yarın değil, bugün de muhatabız biz. Karşımızdaki dünya hem soru, hem de cevaptır bize.

Hikmet sahibi yaratanımız, kutsal kitaplarıyla, peygamberleriyle bize konuştuğu gibi, yarattığı kâinatla da bize hitap etmekte. İlle de bizimle, bizim gibi konuşmasına gerek yok, her mektup bir konuşmak değil mi, her mesaj bir konuşmak değil mi, her işaret bir şeyler söylemez mi bize? Şu müthiş derecede harikalarla yaratılan evrenden daha açık bir mektup mu olur? Her mevsim elimize gelen meyvelerden daha güzel bir mesaj mı olur? Atomundan güneşine her varlık konuşur bizimle, elimize aldığımız elma sorar: ‘Toprağı alıp elma yapan kim?’

Yumurta sorar: ‘Bende eseri bulunmayan organları, güzelliği, sesi, hayatı kuşa veren, yumurtayı böyle mükemmel terbiye eden kim?’ Tohum sorar, atom sorar, güneş sorar, her şey sorar: ‘Bu mükemmel eserler, cansız, şuursuz, ilimsiz, akılsız varlıkların eserleri olabilir mi?’ Bu sorular aynı zamanda insana verilen cevaplardır. Her şey, tek tek ve bütünüyle kâinat insana der: ‘Beni, ilmiyle ve kudretiyle Allah yarattı, terbiye edip mükemmel hâle getirdi.’

Ve ardından insana sorulur: ‘Senin Rabbin kim? Seni yokken yaratan, her ihtiyacını en güzel şekilde verip, seni besleyen, büyüten kim? Seni imkânlarla donatan, seni sen yapan kim?..’ Yediğinde sorulur: ‘Yediğini yaratan, bedeninde faydalı hâle getiren kim?’ Baktığında sorulur: ‘Gözünü de, görmeyi de, gördüğünü de yaratan kim?’ Duyduğunda sorulur, nefes aldığında, gezdiğinde, düşündüğünde, hayal ettiğinde, sevindiğinde.. sorulur: ‘Rabbin kim? Seni sen yapan kim?’

Bizim hayatımız, bu sorulara verdiğimiz cevaplardır. Dünyada bu sorulara doğru cevapları vermeliyiz ki, berzahta da doğru cevapları verebilelim. Öyle değil mi; cevaplarını sınavdan önce hazırlayanlar başarılı olabilirler. ‘Rabbin kim?’ sorusu, sadece dünün ve yarının değil, bugünün de sorusu.

Ali Suad / Zafer Dergisi