Etiket arşivi: islamiyet

Vatana İhanetle İlgili Ayet Var mı, Varsa Hangisidir?

Ayetlerde açıkça “vatan hainliği” kavramı geçmemektedir. Ancak meşru devlet düzenine karşı gelen, yol kesen, terör estiren, emniyeti ihlal eden, kamu düzenini bozan, fitne fesat çıkarmak için silahlı örgüt kuran ve silahlı eylem yapanların Kur’an’da -özet halde- söz konusu edildiğini değişik ayetlerden anlamak mümkündür:

“Allah ve Resûlüne karşı savaşan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu onların dünyada çekecekleri rezilliktir, âhirette ise onlara büyük bir azap vardır.”(Maide, 5/33)

“Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların aralarını bulun. Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa, bu saldıran tarafla, Allah’ın emrine dönünceye kadar siz de vuruşun. Döndüğü takdirde aralarını hakkaniyetle düzeltin ve hep âdil olun, çünkü Allah âdil davrananları sever.” (Hucurât, 49/9).

Bu konu tefsir ve fıkıh kitaplarında detaylı bir şekilde incelenmiştir.

Resulullah (s.a.s.) “Cezası en çabuk verilen şerr bağy”dir.” buyurmuş, İmam Cafer-i Sadık da, “İblis, ordularına emreder: ‘Aralarına haset ve bağy ekin, çünkü bunlar Allah katında şirke denktir.’ der” demiştir. Kur’an’ da

“Bir kötülüğün karşılığı, misli bir kötülüktür. Kim affeder ve ıslah ederse sevabı Allah’a aittir. O, zalimleri sevmez. Kim de zulme uğradıktan sonra yardımlaşırsa, onların üzerine yol yoktur. (Kendilerine bir şey yapılmaz, ceza verilmez). Yol ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yerde bağy edenler üzerinedir. Onlardır acıklı bir azabın kendileri için olduğu kişiler.”(Şûrâ, 42/40-42)

buyurulmakta; “kendilerine bağy isabet ettikten sonra (haklarını almak için) yardımlaşanlar” övülmekte ve bu sıfatın müminlerin sıfatı olduğu belirtilmektedir.(Şûrâ, 42/39)

Sorularlaislamiyet

İmanla Şahlanan Bir Nesil Geliyor!

imanla-sahlanan-bir-nesil-geliyor“Ümitsizlik kanser gibi bir hastalıktır.”

Bediüzzaman meşhur Şam Hutbesinde alem-i islamı geri bırakan 6 hastalıktan ve 6 tedaviden tıpkı manevi bir doktor gibi bahsediyor. Bunlardan en birincisini şöyle ifade ediyor.

“Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.”

Tedavi olaraksa “el-emel” dediği Rahmet-i ilahiyeden kuvvetle ümitvar olmaktan bahsediyor. Efendimiz sav’in “Müjdeleyiniz” sedasını kulaklarından eksik etmeyen bir nur pınarı olarak müjdeler veriyor ardı arkasına; hem de gayet ayakları yere basan müjdeler.

Peki Bediüzzaman bunları nasıl bir dönemde ifade etmiş de “İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak. Ve hakim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak. Öyle ise şimdiki kader-i İlahi ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş..” veya “Ümitvar olun! Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek ve gür seda islamın sedası olacaktır!” diyor?

Bu ifadeleri söylediğinde herkesin ümitlerinin bittiği ve “galiba artık İslamiyet daha dirilmez, kıyamet geldi” dedikleri bir dönemde söylüyor. Şaşılacak şey doğrusu! Dünya çapında islam alemi ağlıyor, zulüm görüyor ve hiçbir dayanağı, gücü yok maddi planda…

Tüm Müslümanlar ümitsizlik içinde boğulurken Bediüzzaman’ın sesi sanki İsrafil’in Sur’u üflemesi gibi ölmüş ruhları diriltiyor!

Risale-i Nur okuyan her ferdde de bu bas’u badelmevt tüm coşkusuyla hissediliyor.

Fakat bu yazıyı yazma sebebim olan bazı ümitsiz feryatlar ve bu ağlamaların sahibi olan düşünce adamları…

Kitlelere nasıl da ümitsizlik zehri aşıladıklarını görmüyorlar mı? Bediüzzaman en karanlık gecede sabahın müjdesini verirken, gün doğumunda karanlık kabusları görenlere ne oluyor?

Gelin dostlar, dinlemeyin “çivisi çıkmış bu memleketin” diyen sahte hülya nidalarını. Kur’an beşer kürsüsünde ezeli bir hutbe veriyor onu dinleyelim; onun nağamatını terennüm edelim.

Zira 6 ay Avrupa’da yaşayana ve döndüğümde Risale-i Nur’la hayatlanana kadar ben de o ümitsizlikle boğuluyordum.

Fakat gördüm ki asıl feryat etmesi gereken batı dünyasıymış. Hiç mi sokaklarda dolaşmıyorlar; hiç mi yurdum insanının ruh ve mana zenginliğiyle irtibat kurmuyor bu aydınlar?

Vallahi iman ile dolu öyle sineler var ki insanlığa insanlık dersini iman ile veriyor. Gidin cumalarda camileri hınca hınç dolduran gençlere sorun! Ne pınarlar çağlıyor gönüllerde! Ne çınarlar filizleniyor yüreklerde!

Ondan Allah’a sığınırız ki kibir en çirkin bir haslet… Herhalde ‘hasta eden sahte doktor’ ların yakalandığı veba bu olsa gerek… Gelin dostlar, Tebessüm edelim kader-i ilahiyeye ve vereceği nimetleri beklerken ümitle açalım ellerimizi semaya ve şükredelim.

İffeti, ahlakı, irfanı, imanı tamir eden milyonlar namına size kat’iyen müjde veriyorum ki imanla şahlanan bir nesil geliyor! Ben buna inanmayanları Ankara Çınaraltı’na davet ediyorum; delilimiz olan yüzlerce kahramanı göstermeye her zaman hazırız elhamdülillah!

Osman Sungur Yeken / Risale Ajans

Allah’ın Varlığını İspat Eden Delillere Bakınız!

1960’lı yıllarda kısa bir süre klasik medrese ilmini tahsil ettim. O zamanlarda talebe-i ulûm’a medreselerde sarf, nahiv, şeriat ve hadis dersleri veriliyordu. Felsefe ve mantık dersleri verilmiyordu. Çünkü fen ve felsefe İnsanı imandan uzaklaştıran, hatta küfre götüren zararlı ilim olarak biliniyordu.

Oysa İslam dini,  fen ve felsefeye ters düşmüyor, bilakis teşvik ediyor.  Her fen ve felsefe kendine has bir dil ile Allah’tan bahsediyor. Mesela, botanik ilmi, bize ağacın veya bitkinin gelişimi, rengini, meyve verme süresini,  topraktan su ve gıdayı nasıl aldığını, yapraklara kadar nasıl götürüldüğünü anlatıyor.Ağaç ve bitki yaprağı üzerinde ilmin tespit ettiği inceliğe bakıldığı zaman, hemen İlahi kudret öne çıkıyor.

Şöyle ki: Her Yaprağın uçunda “v” şeklinde bir oluk bulunmaktadır. Solunum veya yağmur ile oluşan su damlacıkları, oluktan dışarıya akıtılıyor. Yaprağın oluğu olmasaydı, üzerinde oluşan su damlacıkları, güneşin etkisiyle ısınarak yaprağı kuruturdu. İşte her bir ağaç; her bir bitki harika mucizeleriyle Cenab-i Allah’ın sanatı olduğu botanik ilmi gösteriyor.

Bir tarafında zehir; diğer tarafında bal gibi bir gıdayı veren, bal arısı; insanlara ipek dokuyan ipek böceği, İlahi bir kudretle kan ve fışkı arasında bembeyaz berrak süt veren inek; bunlar tamamen müsebbibin birer sebepleridirler. Yoksa balı arıdan, kumaşı ipekböceğinden veya sütü inekten ve yediği kuru ottan istemek ahmaklıktır.

Allah’ın kudret ve mucizesine bakınız! Bir litre süt oluşumu için, ineğin süt bezinden dört yüz litre kanın dolaşması gerekiyor. Bu hesapla yirmi kğ. Süt veren bir ineğin memesinden sekiz ton kan dolaşması gerekiyor. Bacasız dumansız bu fabrikanın İlahi bir mucize olduğu zooloji ilmi ispat ediyor.

Keza, dünyadan ortalama 150 milyon km. uzaklıkta bulunan ve top güllesinden yetmiş kere daha hızlı giden güneş,  188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alan dünya, bu muazzam hareketiyle güneşin etrafında hiç durmadan ve yörüngesi dışına çıkmadan dönüyor. İnsanlarla beraber bilumum canlı cansız her şey dünya sefinesinde, haberleri olmadan seyahat ediyorlar.

Bir yandan dünya kendi ekseni etrafında dönerken, diğer taraftan da gece gündüz ve mevsimleri beraberinde getiriyor. Güneş ve diğer ecramlar da bütün hızıyla dönerek gidiyorlar. Hiç birbirine müdahale etmiyor, birbirlerine çarpmıyor, ilahi bir komutla hareket ediyorlar.

Bediüzzaman, “… İşte bu arzı, böyle kendine sacit ve abid ve ibadına mescit, mahlûklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-i Zülcelal…” diye ifade ediyor.  (2)  bu kudret-i ilahiye yi insanlara tanıttıran elbette astronomi ilmidir.

İnsanın ruhu etrafında bir ceset kaim edilmiş, içinde akıl, kalp ruh ve hayal gibi cihazlar yerleştirilmiş. Hayatın idamesi için cesedin üzerinde göz, el ve ayak verilmiş, her biri ayrı bir görevle insanın emrine verilmiştir.

Mesela normal bir insanın kalbi, bir senede pompaladığı kanın toplam miktarı, yüz bin tonluk bir şilebin yükü toplamı kadar olduğu söyleniyor. Vücudun mahzeni ve iaşe deposu olan mide, süzgeç görevi gören böbrek, solunumu sağlayan akciğer, diğer tarafta karaciğer, al ve akyuvarlar vs. Bunların işleyişine bakıldığı zaman, bu harika sanatın idrakinden insan aciz kalıyor.

Böylesi harika organ ve hücrelerin ilahi bir kudret eliyle işlendiği ve lisan-i halleriyle Allah’ın birer mucizesi olduğunu ilan ediyorlar. Tıp ilmi de, idrak sahiplerine  şahitlik ediyor.

“… her günde, her senede, her asırda yeniden yeniye icat ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şahadet ederler.”1,  Allah vardır! diyorlar. Dolayısıyla fen ve felsefe insanlara Allah’ı tanıttırıyor. Onun için İslam dini fen ve felsefe ile ters düşmüyor.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri on dokuzuncu sözde, “BİRİNCİ REŞHASI: Rabbimizi bize târif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem’a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik. Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır.” Diyor.

Kur’an-ı Kerim’in Kelamullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın varlığını da ispat ediyor. Bütün deliller, kendilerine mahsus lisan-i halleriyle “Allah vardır” diyor.

Fahr-i kâinatın (asm) peygamberliğini ispat eden bütün mucizeler ve deliller de, Allah’ın birer delilleridir. Zaten bütün peygamberlerin yaratılış gayeleri de Allah’ın varlık ve birliğini ilan etmektir. “Allah vardır ve birdir” diyorlar.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org

26.8.2013

Alıntı: 1- Mektubat, yirminci Mek. Birinci Makam.2-Mesnevi-i Nuriye

Bediüzzaman Hayatın ve Ölümün Gerçek Manasını Hatırlattı

Bize kendinizden bahseder misiniz? Nasıl bir ailede yetiştiniz, nasıl bir eğitim gördünüz? Neden ve nasıl İslam’ı seçtiniz?
Ben New York’ta doğup büyüdüm. Amerikan gençliğinin lüks ve konforuna ben de sahiptim. Devlet okullarında laik bir eğitim gördüm. New York Üniversitesi Washington Square Kolejinde iki yıl süreyle sosyal ilimler tahsili yaptım. Aslen Alman Yahudisi olan ailemin dini hassasiyeti pek yoktu. Ama iyi karakterli insanlar olan annemle babam çok mutlu bir yuva kurmuşlardı. Böylece, mutlu bir aile yuvasında yetiştim. Fakat yetişkinliğe doğru ilerledikçe gördüm ki, çevremdeki insanların bağlandığı değerler, idealler ve hedefler beni tatmin etmiyor. Hayatın ve ölümün mana, maksat ve istikametini anlamaya çalıştım. Kim olduğumu ve nereye doğru gittiğimi öğrenmek istedim. Bu sorularımın tatminkar cevaplarını da sadece İslam’da ve onun İlahi, ahlaki, ruhi değerlerinde buldum. Oysa günümüz Yahudi ve Hıristiyan liderleri, laiklik ve materyalizm karşısında birçok taviz vermiş durumda.
İslamı resmen 1961 ilkbaharında, New York – Brooklyn’deki İslam Misyonunda kabul ettim. Bu arada, Mevlana Seyyid Ebu’l-A’la Mevdudi ile yazışıyordum. Bir yıl sonra onun beni Pakistan’a çağıran davetini kabul ettim. Çünkü artık Amerikan toplumunun hayat tarzına daha fazla dayanamayacağımı hissediyordum. 1963 yazında da Pakistanlı bir Müslümanla evlendim. O zamandan beri Lahor’da, eşimle birlikte, orta halli bir Pakistanlı kadın olarak hayatımı sürdürüyorum.
İslam’dan önce dini bir inancınız var mıydı? O zaman nasıl bir zihin ve ruh hali içindeydiniz? İslamın hayatınıza getirdiği değişiklikleri anlatır mısınız?
İslamı kabul etmeden önceki dini inançlarım son derece karışıktı, kaos halindeydi. Ailemle birlikte, Reformcu Yahudi Mabedinden ayrılarak, İlahi temellere dayanmayan bir ahlak savunuculuğu yapan Felix Adler’in kurduğu Ahlak Kültür Cemiyetine üye olmuştum. Sonra çılgınca bir “köklerimi arama” gayreti içinde, katı bir Siyonist teşkilatı olan Mizrachi Hatzair’e  katıldım, ama birkaç  ay sonra siyonizmi reddederek, hayal kırıklığına uğramış bir halde teşkilattan ayrıldım. Bir yıl süreyle Mirza Ahmed Sohrab’ın Bahai grubuna üye oldum, ama onun da Siyonist bağlantılarını görüp iğrenerek oradan da ayrıldım.
İslamla yoğun bir şekilde ilgilenmeye başladım, ama ailemin beni vazgeçirmek için ellerinden geleni yapması sebebiyle, din olarak İslamı seçmem gecikti. Evdeki bu dahili çatlama sinirlerimi harap etti ve iki yıldan fazla bir süreyle hastanede kaldım. Çıktıktan sonra, gerçek bir Müslüman olmaya karar vermiş haldeydim. Ailem beni böyle kararlı görüp, ancak bu yolla saadet ve sükunete kavuşabileceğimi anlayınca karşı çıkmaktan vazgeçti ve beni kendi hayatını seçme kabiliyetine sahip bir yetişkin olarak görmeye başladı.
Amerika’da hiç tesettürlü bir hanım görmememe rağmen, olabildiğince, başkalarının dikkatini üzerime çekmeyecek şekilde giyinmeye çalıştım. Dışarı çıkarken etekleri ve kolları uzun elbiseler giydim, başımı örttüm. Önceden ebeveynimin ve kızkardeşimin ısrarıyla kullandığım ruj ve güzellik malzemelerini tamamen terk ettim. Erkekler karşısındaki tavrımı yeniden düzenledim ve sınırladım. Düzenli olarak namaz kılmaya, namazda sureleri Arapça asıllarıyla okumaya ve Ramazan orucunu tutmaya başladım. Alkollü içkileri, domuz etini ve domuz etinden yapılmış yiyecekleri terk ettim.
İslam’da ailenin yerini nasıl görüyorsunuz?
İslam kültür, medeniyet ve cemiyetinin temeli olan ailenin önemi üzerinde ne kadar durulsa azdır. Şunu da belirteyim ki, kasdettiğim aile, modern hayatın “çekirdek” ailesi değildir, geniş ailedir. Ailenin çözülmesi, toplum ve medeniyetin tahribi demektir. Günümüzde sözde “gelişmiş” Avrupa ve Amerika ülkelerinde yaşanan hadise budur. Müslümanlar inançlarımızın ve toplumlarımızın ayakta kalmasını istiyorlarsa, aileyi zayıflatıp tahrip etmeye çalışan “modernizm” güçlerine, bütün kuvvetleriyle karşı koymalıdırlar.
Sizce, İslam’da kadının yeri nedir?
Batıda kadın erkeğin rakibi olarak görülürken, İslam’da tamamlayıcı ve yardımcıdır. Bu, kadına saadet, sükunet ve gönül huzuru verir.
Kadın gerçek saadete nasıl erişebilir?
Erkek için olduğu gibi, kadın için de yegane gerçek saadet, İslamın prensiplerini samimiyetle ve kalben inanarak yaşamasındadır. Bu prensipler kadına Allah’la ve diğer insanlarla irtibatında barış ve huzurlu bir hayat verir. Keza mesut bir evlilik, sakin ve sevgi dolu bir aile hayatı da bu prensiplerin bir neticesidir.
Yeni Asya

Kıyamet ne zaman kopacak?

Son günlerin büyük merak konusu olan Kıyametin tarihi bilinebilir mi? Kur’ân-ı Kerîm bize “Kıyamet yakındır” (Kamer, 54/1) diyor. Kur’an-ı Kerimin nüzulünden bu yana 1400 sene geçtiğine göre, kıyamete daha bir yaklaşmışızdır demektir. İnsanlığın ve hayatın ve dünyanın tarihi konusunda muazzam yanılgılar var. Bilimi ateizme ve materyalizme alet edilen çevrelerce Dünyanın ve insanlığın tarihine dair yaklaşımlar ve tahmini söylenen şeyler, kati buluşlarmış gibi servis edilmektedir. Bu yanılgılara neşter atmamız gerekecek öncelikle.

Kainat Kitabının bir açıklaması olan Kur’an ve Kur’an’ın sözcüsü olan Peygamberimiz (asv) bu konudaki beyanlarına bakalım evvela. Hz. Peygamber,“Ben insanlığın ikindi vaktinde geldim” buyuruyor Diğer bir hadisinde ise“Benim ümmetimin ömrü 1500 seneyi pek geçmeyecek” buyurmuş. Günün dörtte ya da beşte biri olan ikindiden akşama kadar ki vakti 1500 yıl kabul ettiğimizde, insanlığın ömrünün 7500 yılı geçmeyeceğini söyleyebiliriz.
Diğer bir meşhur hadis rivayetinde ise; “Adem’den kıyamete kadar insanlığın ömrü 7000 senedir.” ifadesi yer alır. Görüldüğü gibi bu üç hadis birbirini teyit etmekte ve tamamlamaktadır [1].
Geleceği İnsanlar Bilebilir mi?
Peygamberimizin gelecekten haber vermesi Allah’ınn Ona bildirmesi ile ilgili bir durum. Geçmiş ve gelecek Allahın ilminde (Kader) mevcut olduğundan, Allahın bildirmesi ölçüsünde insanlar da geleceğe ve geçmişe dair şeyleri bilebiliyor. Rüyalarda Misal alemi dediğimiz aynalardaki misali levhalara nazar edenler geleceğe dair bazı şeylere muttali olabiliyorlar.
İslâm âlimleri, “Gaybı, Allah’tan başkası bilemez” düsturuna hürmetsizlik olmasın diye gaybdan haber vermeyi uygun görmemişlerdir. Haber verenler de, yalnız işâret sûretinde perdeli ve kapalı olarak ihbar etmişlerdir.
İstikbalden haber vermekte kullanılan ilim, cifir ilmi ve ebced hesabı olarak bilinir. Arapça harflerin her birinin belli bir rakam değeri vardır. Bu ebced hesabı, İslâmiyet’ten evvel de bilinmekteydi. Bu hakikati, Bediüzzaman şöyle teyid eder:
“Bir zaman, Benî-İsrâil âlimlerinden bir kısmı huzur-u peygamberî de sûrelerin başlarındaki ‘elif-lâm-mim’ gibi harfleri işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: ‘Ya Muhammed! Senin ümmetinin müddeti pek azdır.’ Onlara dedi: ‘Az değil.’ Sâir sûrelerin başlarındaki kesik harfleri okudu ve ferman etti: ‘Daha var.’ Onlar sustular.” 
“..Hazret-i Ali’nin (r.a) Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar, bir nevî ebced ve cifir hesabı üzerine telif edilmiştir. Hem, Cafer-i Sadık ve Muhyiddin-i Arabî (k.s) gibi gaybî sırlar ile uğraşan zatlar ve harf ilminin sırlarına çalışanlar, bu ebced hesabını gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.” (Şuâlar, s. 613).
Kıyamet 2129 Yılında mı Kopacak?
Bediüzzaman, âhir zamandan ve kıyametten haber veren bir hadis-i şerifi, ebced ve cifir ilmiyle tahlil eder ve bir takım tarihler çıkarır. “Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî zâhirine ale’l-hakkı hattâ ye’tiyallahü bi emrihî.” Meâlen: “Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (yani kıyâmetin kopmasına kadar) hak üzerinde galip olacaktır.” 
Bediüzzaman bu hadisin ebced ve cifir analizini yapar. “Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî.” Ebced ve cifir ilmiyle rakam değeri Rûmi tarihle 1542. (Milâdî 2126) . “Zâhirine ale’l-hak.” Rûmî 1506 (Milâdî 2090) . “Hattâ ye’tiyallahü bi emrihî.” Rûmi 1545 (Milâdî 2129) … Bediüzzaman, 1545 de, yâni Milâdî 2129 yılında kâfirlerin başına kıyametin kopacağına dair bir îma bulunduğunu, bunların Allah’ın ilminde olup ve doğrusunun Allah tarafından bilinebileceğini ifâde eder.
Bediüzzaman hazretleri, ayrıca Fatiha-i Şerif’de, sırat-ı müstakîm üzerinde olanları tarif eden “Ellezîne en’amte aleyhim” fıkrasının şeddesiz 1506 veya 1507 ettiğini, “Zâhirine ale’l-hak” fıkrasının rakam değerine aynen denk gelmesinin hadisin îmasını teyid ve remz derecesine yükselttiğine dikkat çeker.
Bediüzzaman’ın ifadeleri şöyle: 
“… makam-ı cifrîsi 1545 olup kâfirin başında kıyâmet kopmasına ima eder.Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah. Câ-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittifak bin beş yüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette 1506’dan ta ’42’ye, ta ’45’e kadar üç inkılâb-ı azimin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir.” (Kastamonu Lahikası, s.26)
Bu açıklamalara göre, Kıyametin tarihinin 2129 yılı olduğunu söylenebilir mi? Bediüzzaman bunun “bir galip ihtimal” olduğunu söylüyor. Elbetteki insanlığı ve hayatı kim yaratmış ve idare ediyorsa, insanlığın ve hayatın sonu da yine Onun kudreti ve dilemesi ile olacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’in ve hadis-i şeriflerin kıyametle ilgili îmalı işâretleri yanında, ilim adamları da bir takım hesaplamalar yapmaktadırlar. Kozmik bir hâdise olan kıyametin ne zaman tahakkuk edeceği konusunda kesin bir bilgiye sahip değiliz elbette.. Bunun ilmi Allah (cc) katındadır. İnsanın en çok merak ettiği konulardan olduğundan bilim adamları bu hususta bilimsel bazı çalışmalar yapmakta tahminlerde bulunmaktadır..
Amerikan Uzay Araştırmaları Merkezi NASA’nın verilerine dayanılarak Newsweek dergisinde yayınlanan bir araştırma var. Orada, dünyamızın, yörüngesine çok yakın bir mesafede geçen bir uzay cismine çarpma ihtimali 1987’de belirmiştir. Aynı dergideki hesaplamalara göre gezegenimiz böyle bir cisimle 2126 yılında çarpma ihtimali belirecek [2].
Arızona Unıversıtesinden gökbilimci Henry Melos Çapı yaklaşık 10 km olan SwHt Tuttle adlı kuyruklu yıldızının Dünyaya çarpması halinde kıyameti andıran bir tablonun ortaya çıkacağına dikkat çeker. 
Dünyanın geçmişte büyük iklim değişikilikleri geçirdiği bilinmektedir. Bu iklim değişikliklerinden birisinin, Meksika Yucatan bölgesine çarpan büyükce bir gök taşının (yeri belirlenmiştir) çarpması sonucu olduğu tahmin edilmektedir. Bu göktaşının Dünyaya çarpması sonucu ortaya çıkan toz duman neredeyse tamamına yakın dünya atmosferini kapladı. Güneş alamayan yeryüzünün büyük kısmında canlılar yok oldu (Nuh tufanı dönemi de olabilir), iklim değişti. Muhtemelen geçmişin o büyük ve iri canlıları bu dönemde yok oldu.
Büyükce bir gök taşının dünyaya çarpması üzerine oluşan manzara ile ilgili canlandırmalar vardır. Bu canlandırmalardan birisi şu adreste yer almaktadır: http://www.uzaybilim.net/2012/10/dunyaya-buyuk-bir-asteroidin-carpmas.html
Hemen şunu da belirtelim ki Dünyanın hayat için korunaklı bir gezegen olduğu, biz misafirler için özenle tasarlandığı , hiç bir şeyi eksik bırakılmayan bir saray tefriş edildiği her hali ile kendini belli etmektedir. Bu özel korumalardan birisi de Gök taşlarına karşı çok özel tedbirlerin alınmış olmasıdır. Örneğin dünyadan çok çok büyük ve dolayısıyla çekim kuvvetleri çok yüksek olan Jupiter ve Satürn gezegenleri gök taşlarına karşı Dünyayı koruyan bekçiler olarak yaratılmıştır. Yaklaşan gök taşlarını bir bir üzerinlerine çeken paratoner gibi görev yaparlar. Eskaza onları aşarak dünyaya yaklaşan taşları da Ay üzerine çeker. Ayın üzerine bir teleskopla bakacak olursanız gök taşı kriterlerinin çokluğunu hemen farkedebiliriz..
Güneş sistemi içinde her biri trilyonlarca gök taşı barındıran iki kuşak (Kupier ve Orion kuşağı) içinde bulunduğunu ve oralardan sık sık ayrılan gök taşlarının Güneş sistemi içinde seyahata çıkarıldığını unutmayalım.
Evet “bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harap edebilir: On senede yapılan bir saray bir dakikada harap olması gibi. (Şualar, s.39)“ . Kıyametin kopması için en yakın ihtimal asteroid ve kuyruklu yıldız gibi gök cisimlerinin çarpmalarıdır. Bu çarpmalarının nasıl etkiler oluşturacağı konusunu Bir Çekirdekti Kainat (Altınburç yayınları) adlı kitabımızda ayrıntıları ile ele aldık. Yakında zamanda neşredilen “Göklerin Kapıları” (Nesil Yayınları) kitabımızın son bölümü ise “karadelik ve kıyamet, evrenin sonu” konularına hasredildi. Ayrıntılı bilgilere ulaşmak isteyenler bu kitaplara müracaat edebilirler.
Tarih Hesaplamaları Güvenilir mi?
Ülkemize hala bilim materyalist ve ateist kanallardan ithal edildiğinden (kendi öz bilimimizi oluşturmadığımızdan) ateist işgal altındaki ithal bilim bize ilk insandan günümüze kadar geçen süreyi milyonlarca yıl olarak ele takdim eder. Bitki ve hayvanları içine alan ilk canlılığın iki milyar yıl önce teşekkül ettiği yazılıdır. Arzın geçmişinin ise, dört milyar yıl olduğuna dair bilgiler vardır [3].
Ülkemizde bir Milli Eğitim Bakanlığı vardır ama okullarda okutulan kitap ve kaynakların (müfredatın) gayri milli ve hatta gayri ilmi olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Bizi yansıtan (şahsiyet inşa eden) ve ezberci malumat yerine marifet talim eden ders kitabı ve kaynakların mevcudiyetini söyleyemiyoruz.
Bu yaş tayinleri günümüzde, paleontolojik, radyoaktif veya karbon on dört metotlarıyla, ya da ışık tayflarından faydalanarak yapılır. Geçmişle alâkalı bu yaş tayinlerinin gerçek değerleri değil, nispi değerlerdir. Sonuç olarak tarih hesaplamalarında kullanılan termodinamik soğuma gibi kaba metotların sıhhat derecesi tartışmalıdır. Radyoaktif yarılanmaya dayanan hesaplama metodu ise, uzak zamanlar için doğru sonuçlar vermemektedir. Dolayısıyla, gerek insanın geçmişi, gerekse diğer canlıların, ya da kâinatın yaşı hakkında ileri sürülen değerler güvenilir olmaktan uzaktır.
Nitekim son on-on beş yıla gelinceye kadar, kâinatın yaşı beş milyar yıl kabul ediliyordu. Şimdilerde, bazı araştırmacılar, uzaydaki galaksilerin yaşını on beş milyar olarak bildirirken, bazıları bunu otuz milyar yıla kadar çıkarmaktadır [4]. İleride ise nelerle karşılaşacağımız konusunda şimdiden bir şey söyleyemiyoruz.
İnsanlığın Tarihi
İlk insan Hz. Adem (as)’dan bu yana ne kadar zaman geçmiştir? Ve bu hususta ileri sürülen yüz binler yıllık tarihler, ne derece doğrudur?
Bugünkü kabule göre, dünya beş milyar yıl önce sıcak ve yoğun bir gaz kümesi idi. Dört milyar yıl önce ise, koyu bir ateş topu halinde bulunuyordu. Hayat ise, tek hücrelilerin ortaya çıktığı bir milyar yıl öncesine dayanıyor.
Bu tahmin, çağlar boyunca zamanın hep aynı aktığı ve sabit kaldığı düşünülerek yapılıyor. Halbuki zamanın değişken bir boyut olduğu ve onun, atomda, ışınlarda, olayların başında ve sonunda farklı bir seyir takip ettiğini biliyoruz. Bu durum, bir ırmağın yeryüzü şartlarına göre farklı hızlarda seyretmesine benzetebiliriz.
Geçen yüzyılın başlarında gelişen izafiyet teorisi ile zaman, hız, kütle vb. konularda yepyeni anlayışlar ortaya çıktı. Gelişmeler, teorinin ileri sürdüğü hususların matematiksel ispatları yanında tecrübî delillerini de ortaya koydu. Cisimler hızlandığında ve ışık hızına yaklaştığında, mutlak sandığımız değerlerin bir bir değiştiğini gözleriz.
Mesela ışık hızına çok yaklaşan birinin zamandaki seyri, bize göre on dört defa daha yavaştır. Yani o kişi bir yıl yaşadığında, biz on dört yaş almış oluruz. Bu hızda seyreden birinin sadece zamanı değil, boyu da değişikliğe uğrayarak yarıya iner. Ağırlığı ise üç misli artar. Diğer bir ifadeyle, ağırlığı 70 kg’dan 210 kg’a yükselen o kişinin elindeki metre yarı yarıya kısalmış, kolundaki saat ise yerdeki bir insana göre on dört defa daha yavaşlamıştır. O kişinin böyle bir saatle kainatın geçmişini ve insanlığın tarihini ölçmesi halinde ulaştığı sonuçlar doğru olabilir mi?
Aynı şekilde yerdeki biri de, ışın dünyasını normal saat ve cetvelle ölçmeye teşebbüs ederse başarı elde edebilir mi? Maddi alemin çapını, kütle hesabını ve zamanını bu ölçülerle incelersek doğru sonuçlar ortaya çıkmayacaktır. Aynı hesaplamalar,, ışın-enerji dünyasında yaşayan bir tür enerji-varlık (örneğin cinler, yada ışınlardan çok daha hızlık melekler) konusunda yapılsa, ışınların ölçüleriyle maddi dünyayı ölçmeye çalışsa, doğru sonuçlar elde edemeyecektir.
Radyoaktif elementler, “yarı ömür” denen sırlı bir olayla, belli bir zaman sonra, esrarını bilemediğimiz bir şekilde enerji denen mahiyete çevrilir. Mesela bir kg Uranyum, 1620 sene sonra yarım kiloya iner. Bu süre Uranyumun yarı ömrüdür. Maddenin bir şekli ve boyutu varken onun hamuru ve aslı olan enerjinin, boyutsuz ve zamansız dünyasının sırlarına henüz vakıf değiliz. Bildiğimiz bir şey, enerjinin ışık hızında olduğu ve maddeden tamamen farklı özellikler sergilediğidir.
Zaman, mesela, ilk çağlarda genişleme gösterip durgun akabildiği gibi, asrımızdaki şekliyle de daha hızlı bir seyir takip etmiş olabilir. İlk çağlardaki iri hayvan ve bitkilerin, şimdikilere nisbetle on kat daha fazla yaşadıklarına bakılacak olursa, o çağlarda zamanın on kat daha yavaş aktığı söylenebilir. Bu durumda yaş hesaplamalarını, şimdiki zaman akışına göre yaklaşık (1/10) onda bir ölçüsünde küçültmek lazım. Buna göre Güneş Sisteminin dört milyar değil dört yüz milyon, hayat başlangıcının bir milyar yıl değil yüz milyon yıl önce ortaya çıktığı ve yüz bin yıl olduğu farz edilen insanlık tarihinin on bin yıl olduğu sonucu ortaya çıkar.
Sonuç olarak, radyoaktif elementlerin belli bir zaman sonra yarıya inmesi, canlıların özellikle yakın geçmişleri ile ilgili ipuçları vermektedir. Ne var ki, biz, hesaplamaları hep madde konusuyla ele alıyoruz. Bu hesabı enerjinin ölçülerine göre yaparsak: Yani neredeyse ışık hızı dediğimiz ışık hızının yüzde doksan dokuz küsuru ile ele alırsak (Elektron gibi birçok atom altı ve kozmik parçacıklar bu hızda seyrederler. Tabii ki bu hızda parçacık değil ışın halindedirler), hesaplarımızda düzeltme yapmak zorunda kalır ve kainatın yaşının on altı-yirmi milyar yıl değil, bunun on dörtte biri olduğu sonucuyla karşılaşırız. Dünyanın yaşı ise dört milyar yıl yerine üç yüz milyon yıl bulunur. Yüz bin yıl önce ortaya çıktığına inandığımız insanlık tarihi ise, aniden yedi bin yıla iniverir.
Bu anlatılanları destekleyen meselenin bir başka yönü de, ivmeli bir artış gösteren dünyanın şu andaki nüfus miktarıdır. Eğer insanlık tarihinin on beş bin yıldan bu yana devam ettiği ve bu tarih boyunca ortalama ömrün hep yetmiş yıl olduğu kabul edilirse, dünya nüfusu yapılan hesaplamalara göre şimdi trilyon civarına yükselmeliydi. Şu andaki teorik anlayışa göre yüz binler yıl olduğu ileri sürülen insanlık tarihinin on beş bin yıldan daha kısa olması gerekiyor. Bu da kafi gelmemekte, atalarımızın ilk zamanlar 600-1000 yıl gibi daha uzun ömürlü olduklarını kabul etmek durumunda kalıyoruz.
Yüz sene sonra dünya nüfusunun ne kadar olacağını tahmin edebileceğimiz gibi, aynı tahmini geriye doğru gittiğimizde, Hz. İsa (as) döneminde dünya nüfusunun iki yüz elli milyon kadar olduğu hesaplanıyor [5]. Dünya nüfusuna tesir eden veba gibi salgınlar ve savaşlarda ölenlerin ancak nüfusun yüzde bir buçuğuna tekabül ediyor.. Bu durumda insanlığın ömrünün yüz binler yıl olduğu iddiası da geçerliliğini kaybediyor. Sadece nüfus artış hızı bile insanlığın ömrünün on bin yılı geçemeyeceğini gösteriyor.
1 .Kenzu’l-Ummal, h.no: 16459; Tezkiretu’l-Mevduat, I/223.; Sahavî, el-Makasıdu’l-hasene (Deylemi’den naklen), I/693, h.no: 1243; Munavî Feyzu’l-Kadir, III/547; h.no: 4278 (Deylemi’den naklen). Bir çok alim ve mutasavvıf gibi Bayezid Bistami Hazretleri de (Miftahu’l-Cifr adlı kitap) dünyanın ömrünün 7000 yıl olduğu konusuyla ilgili hadislere yer verir. Hadis alimlerinden ve Hanbeli mezhebinin kurucusu Ahmet ibni Hanbeli ise (İlel), peygamberimizin “Hz ademden kendisine kadar geçen zamanın 5600 sene olduğu” sözüne dikkat çeker.
2. Sharon Bcgley, “How will the World end?” Newsweek, 23 November, 1992.
3. Tatlı, A. Evrim ve Yaratılış, ikinci baskı, s.44-45, 1998, Kütahya.
4. Tatlı, A. a.g.e. s. 31-41.
5. Miller, C.Tyler. “Living In the Environment” Kaliforniya A.B.D. 1975