Etiket arşivi: kainat

İnsan Hangi Pazarda Satılır? (Mehmed Kırkıncı’dan Nükteler – 1)

KAİNAT SARAYI VE İNSAN

Topkapı Sarayı’nı her gün binlerce insan ziyaret etmektedir. Bir tek gün olsun, bu sarayın kapısından içeriye bir devenin girdiği ve boynunu uzata­rak antika eserleri temaşa ettiği görülmemiştir. Zira deve, antika eserlerden anlamaz. Onun anlayacağı şey, Topkapı Sarayı’nın bahçesinde otlamaktır.

Topkapı Sarayı kâinata misaldir. Bu kâinatın develer için yaratılmadı­ğı ve semavât ve arzdaki san’at mu’cizelerinin onların temaşasına takdim edilmediği bedihîdir. Bu saray, insanlar için yapıldığına göre, hakikî insan; bu sarayı temâşa ve tefekkür edebilen, yaptığı temâşa ve tefekkürden te­feyyüz edebilen ve bu tefeyyüzle kemâlatın şahikalarına yükselebilen in­sandır. Yoksa sadece dünyevî maişeti ve zevkleri peşinde koşan insanın, bu kâinat sarayının bahçesinde otlayan develerden pek farkı olmaz.

İNSAN VE PAZARI

Kainatın meyvesi olan insan, ancak Cenâb-ı Hakkın pazarında satılabilir. Ağacın meyvesi en mütekâmil cüz’ olduğundan onun müşterisi, kendisinin aşağısında ve hizmetinde bulunan kök, gövde, dal ve yaprak gibi cüzler olamaz. İnsanı kâinata meyve yapan Allah (C.C.) onu Cennet mukabili satın almak istediğini Kur’ân-ı Kerîm’inde beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak tarafından alınıp ebedî saadete mazhar edilecek olan insan da, bu şerefe nail olabilmek için, vitrinlerini ona göre süslemeli, düzenlemeli ve temiz tutmalıdır. Şöyle ki:

İnsan tek başına bir fuar gibidir. Hangi bölmesine fikren girip, o kısımla ilgili fennin dürbünüyle temâşa ederseniz, yıllarca orada kalırsınız. İnsanın akıl, kalb, hafıza, beyin, göz, dil, mide ve sair âlet ve duygularının her biri o fuarın bir bölümü hükmündedir. Bunlar içerisinde zahiren basit bir kemik olarak görünen diş için, dişçilik fakültesinin kurulmuş olması ve dişi anlamaya çalışan profesörlerin yetişmesi, insanın ne kadar garip san’atlarla dolu bir fuar olduğunu bir derece ortaya koyar. Burada üzerinde durulması lâzım gelen en mühim nokta, insanın bu fuarı lâyık olduğu tarzda tanzim edip edemediğidir. İnsan fuarının göz vitrinine seyri meşrû manzaralar, Kur’ân-ı Kerîm okuma, ilim meclislerinde bulunma gibi mücevheratlar asılırsa o vitrin güzelleşir ve Hafiz-i Rahîm olan Cenâb-ı Hakk’ın satın almasına vesile olacak bir değer kazanır. Aynı şekilde, akıl vitrini hikmetlerle, faydalı ilimlerle doldurulursa güzelleşir. Bu durumun aksine olarak insan, güzel yüzüne pis çamuru sürerek çirkinleştirmesi misâli, bu azalarını meşrû olmayan fiillerde kullanırsa bu vitrinleri çirkinleştirir. Bu takdirde her bir vitrin bir laşe yuvası halini alır. Böyle bir fuarın müşterisi ancak şeytanlar olacaktır. Loş ve pis odalara kara sineklerin ve eşek arılarının girip çıkmaları gibi, şeytanlar da daima o fuara girip çıkacaklardır.

Bu fuarı temiz tutmak için, teneffüsle bedenimize her zaman oksijen alıp, karbondioksidi dışarıya atmamız misâli, aklımızla da İlâhî ve Rabbanî hakikatları alıp ruh ve kalbimize estirmemiz ve şeytanî fikirleri ve vesveseleri defetmemiz lâzım geliyor. Ancak o zaman Cenâb-ı Hakk’ın Cennet mukabilinde satın alacağı bir değer ve kıymete yükselmiş oluruz.

BAŞ PAZARI

Balina başından sinek başına kadar bütün başların sergilendiğini ta­hayyül etsek, bunlar içerisinde insan başını beğeniriz. Aynı şekilde, bütün eller sergilense, insan elini tercih ederiz. Ruhumuzun üstünlüğü zaten izah gerektirmeyecek açıklıktadır. Böyle en kıymettar cihazlarla techiz edilen insan, bu nimetlerin şükrünü ifa edemezse elbette ki hesabı çok çetin ola­caktır.

ARIYA HÜRMET GÖSTERİLİR Mİ?

Arının yaptığı işi yüzlerce fen adamı yapamadığı halde, odamızdan içe­riye bir arının girmesi halinde ona ne hürmet gösteriyor ve ne de ayağa kalkıyoruz.

Bal yapmak arıyı hayvanlıktan kurtaramadığı gibi, maneviyatı unutarak sadece dünyevî bir meslekte terakki etmek de bir kimsenin insaniyetini tekamül ettirmemektedir.

Madde ile mânâyı, akıl ile kalbi beraber götüren muhterem zatlar bah­simizden hariçtir.

 Mehmed Kırkıncı / www.mehmedkirkinci.com

Esma Okumaları

Bediüzzaman’ın esma okumalarını kategorize etmek zor bir şey. Esma okuması, sanat okumaları demek. Bir resim galerisinde resimlerin boya ve desenlerini yorumlayan bir resim sever gibi, Allah’ın yeryüzündeki sanatlarında onun isimlerini izlemek , görmek, isimlendirmek , fiillerini yorumlamak “esma okumaları” demek. Bediüzzaman celal ve cemal ağırlıklı okumalar gerçekleştirir. Bütün esma okumaları bu iki ismin çatışı altında yer alırlar.

Celal ve Güzellik, kozmik durumlarda celal ağırlıklı güzelliklerin kaynağıdır. “Hem, semâvât yüzünde öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir zînet içinde bir tebessüm var ki, Sâni-i Zülcelâlin ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san’atı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbaları sultanın haşmetinin derecesini ve terakkiyât-ı medeniyede kemal derecesini gösterdiği gibi; koca semâvât, o haşmetli, zînetli yıldızlarıyla Sâni-i Zülcelâlin saltanatının kemalini ve sanatının cemalini öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.

Haşmet içinde parlamak ve zinet içinde tebessüm celal ağırlıklı bir güzelliktir, çünkü haşmet Celal isminin tezahürüdür. Görüntüsüdür. Osmanlıda padişahların tahta geçiş günleri her yıl kutlanırmış onların padişahın haşmetini göstermesinden hareketle bu yorumu yapar Bediüzzaman.

Esma okumaları isimlerin iç içe geçtiği durumlarda güçleşir, Bediüzzaman’ın kainatın desenleri diyebileceğimiz bu esma okumaları büyük bir tez olacak azamettedir. Burada adl isminin arkasından küddüs ismini yorumlar. “ve ism-i Adlin cilvesi arkasında tecellî eden ism-i Kuddûsün, o mevcudâtı, Cemîl-i Mutlakın cemâl-i Zâtına ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsına lâyık ve münâsip olacak gâyet güzel âyineler şekline getirdiğini gösteriyor.” (Lemalar)

Allah’ın bütün isimleri güzeldirler. Onların okumaları da öylece güzeldir. “Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, “Esmâü’l-Hüsnâ” tabir-i Samedânîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en lâtif, en güzel, en câmi âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin aynası güzeldir. Güzelin mehâsinlerini gösteren ayna güzelleşir. O aynanın başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, o hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü’l-Hüsnânın güzel nakışlarını gösterir.(Lemalar)

Esmanın icaddaki tezahürleri başka, insanın kendi iradesine göre şekillenen esma başka, bu metinde insanın kendi iradesiyle kendinde tecelli eden esması da söz konusudur. Biri gayri ihtiyarı yukardan, diğeri ise ihtiyarla ama yine yukardan tecelli eden esmalardır.

Allah’ın esması güzel olduğu gibi, yarattıkları mevcudatın yok olması da imkansızdır. Çünkü onun yarattıkları onun mührünü ve mülkiyetini, aidiyetini taşır, onlar zevale, yokolmaya gitmez. Bu metinde bir dizi esma okuması gerçekleştirilmiştir. “Allah bize kafidir. O ne güzel vekildir.

O, Mucid ve Mevcud-u Baki olduktan sonra, mevcudatın zevale gitmesinin hiçbir önemi yoktur. Çünkü Vâcibü’l-Vücud olan Mucidlerinin bekasıyla, o sevimli varlıklar devam ediyorlar.

O, Sani ve Fatır ı Bakidir. O halde, masnuun zevaliyle mahzun olmamalı. Çünkü; muhabbete vesile olan husus, Saniinde aynen devam etmektedir.

O, Melik ve Malik-i Bakidir. O halde, ayrılık ve gidiş içerisinde tazelenen mülkün zevalinden teessüf edilmemeli.

O, Şahid ve Alim-i Bakidir. Öyle ise, sevgililerin dünyadan kaybolmasına hasret çekilmemeli. Çünkü, onları müşahede eden Zatın ilim ve nazar dairesinde varlıkları devam ediyor.

O, Sahip ve Fatır-ı Bakidir. O halde, güzellikleri takdir edilen şeylerin zevalinden kederlenmemeli. Çünkü, onların güzelliklerinin kaynağı Fatırlarının esmasında devam etmektedir.

O, Varis ve Bais -i Bakidir. O halde, ahbabın firakından dolayı “Ah!” çekilmemeli. Çünkü, onlara varis ve onları tekrar diriltecek olan Zat bakidir.

O, Cemil ve Celil-i Bakidir. O halde, güzel isimlere ayna olan güzel masnuatın zevalinden hüzne düşülmemeli. Çünkü, o esma, aynalarının zevalinden sonra da güzellikleriyle baki kalmaktadır”

Risale-i Nur bir esma okumaları mektebidir. Bediüzzaman çok yönlü , çok perspektifli bir esma okuyucusudur. Risale-i Nur’da insan hayatını ilgilendiren olaylar, dünyevi uhrevi okunur, tıpkı bir göğüs hastalıkları uzmanının bir filmi okuması gibi.

Okumanın bir diğer yönü de mütalaagah olan bu dünyada Allah’ın yarattığı sanat eserlerinin sanat niteliklerini ve onlarda esmaların görünme şekilleri okunur. Bediüzzaman nesneleri esma adına okur. “Gel şimdi bir ağaca dikkatle bak İşte bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzun açılması, meyvelerin hikmetle rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde masum çocuklar gibi nesimin esmesinde oynaması içindeki latif ağzını gör. Nasıl bir dest-i kerem ile yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neşe-i lütuf ile tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla, ve bir cilve-i rahmet ile gülen meyvelerin kelimatı ile ifade edilen hizmetli nizam içindeki adilli mizan, ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli sanatlar, ve meharetli nakışlar ve zinetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mucize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zahir bir surette bir Sani-i Hakim, Kerim, Rahim , Muhsin, Münim, Mücemmil, Mufaddılın vücub-ı vücudunu ve vahdetini ve cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. İşte eğer bütün ruy-ı zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden dinleyebilsen “yüsebbihülillahima fissemavati vel ard” hazinesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın”(19 P)

Meyveleri dalların ellerinde masum çocuklar gibi görmek, rüzgarın esmesiyle oynamaları, latif ağızları, kerem eliyle yeşillenen yapraklar, lütuf neşesiyle tebesüm eden çiçekler, gülen meyveler, tadlar, kokular, tatmaklar sonra bunların hepsini esma ile bağlantılı anlatmak, gözlem, beşerileştirme, sonra esma ile mühürleme. Sanat harikalarıyla dolu okumalar.

İlimlerin kainata yansımaları yine esmalarla ilişkileri anlatılır, bunlar da esma okumalarıdır. Bediüzzaman birçok ilimlerden veriler alır, metaforlar alır ve bir hakikatı ortaya çıkarır. “Kozmoğrafyanın itirafıyla dahi “( 6 P) “ Ey biçare müflis felsefi”(10 P) “Ey kozmoğrafyacı efendi”(19 P)” Ey coğrafyacı efendi “(22 P) hitapları onların yanlış bakış açılarını tashih içindir.

Esma okumalarından bazı örnekler vermekle yetindik.

Prof. Dr. Himmet Uç

Kainattaki Matematik Dengesi

Kainattaki matematik dengesini anlatan çok güzel bir kısa film.
Daha önce Risale-i Nur’dan bir sözü okuyalım.

Evet şu kâinatı idare eden zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise; ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünki görüyoruz her masnu’ vücudunda, gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor.

Video:

Bak Allah’ın Rahmet Eserlerine! Ama İyi Bak!

Kur’ân’ın bize gösterdiği yerde bambaşka bir âlem vardır. Bizim dünyamızdaki karışıklıklara karşılık, orada huzur ve sükûn bulunur. Orası cıvıl cıvıl, rengârenk bir âlemdir.

Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. (Rum Sûresi, 30:50)

Bize imanın hazzını bütün sıcaklığıyla tattıracak bir potansiyele sahip olan bu âyeti hergün tekrar tekrar okusak yeridir:

Ama sadece dilimizle değil, tüm varlığımızla.

Bir de, oturduğumuz yerde değil, âyetin “Bak” diye gösterdiği yerlerde.

Çünkü bu âyet, etrafımıza ördüğümüz duvarların arasından bizi çekip çıkarmakta ve gerçek dünya ile yüz yüze getirmektedir.

Gerçek dünya ile, evet!

Her ne kadar bizim bulunduğumuz yerden bakıldığında bizim dünyamız gerçek gibi görünüyorsa da, bu, âlemler içinde görülmeyecek kadar küçük bir nokta, zaman içinde sözü bile edilmeyecek kadar kısa bir andır. Eğer bu an içinde olup bitenler kâinatın geri kalan kısmı ile bir uyum halinde cereyan etseydi, biz âlemi gerçek rengiyle görmekte zorlamazdık. Fakat işin aslı öyle değildir.

Bu âlem içinde bizim kurduğumuz dünyanın, inşa ettiğimiz medeniyetin donuk, haşin bir çehresi vardır. Orada insanlar birbirinin kötülüğünden korunmaya çalışır. En küçük beşerî ilişkilerden ülkeler arası ilişkilere kadar her seviyedeki ilişkilerde hükmeden, çıkar çatışmalarıdır. Orada bombalar patlar, savaşlar çıkar, insanlar ağlar. Bütün bu kargaşa içinde yaşamaya çalışan insanların günleri, o işten bu işe yetişmek yahut yaralarını sarmak için çabalamakla geçer.

Kur’ân’ın bize gösterdiği yerde ise bambaşka bir âlem vardır.

Orası cıvıl cıvıl bir hayat kaynayan, rengârenk bir âlemdir.

Bizim dünyamızdaki karışıklıklara karşılık, orada huzur ve sükûn bulunur.

Bu dünyada bunalan ruhlar, o âleme girer girmez aradaki farkı hisseder; orada bir saat kalacak olsa, dinlenmiş ve dertlerini hafiflemiş şekilde geri döner.

İşte o âlem, gerçek âlemin ta kendisidir.

O âlem, rahmetin her taraftan tebessüm ettiği âlemdir.

Gerçi o tebessüm, bizim günlük hayatımızdan da hiçbir zaman eksik olmaz. Fakat biz parazitler arasında onu fark etmeyiz. Fark edilecek olsa bile, bir serçe cıvıltısı, bir çiçek açışı, bir gündoğumu, küçük dünyamızın meşgaleleri içinde önemli bir yer işgal etmez.

Her ne kadar bu durum, birçoğumuz için inançsızlık anlamına gelmese de, bir eksiklik anlamına gelir:

İnancımızda rahmetin neş’esi eksiktir.

Herşeyi kuşatan kudretiyle bir Yaratıcımızın bulunduğuna bütün kalbimizle inansak bile, Onun rahmetinin de herşeyi kuşattığından haberdar değilizdir.

İnancımız ve yaşayışımız, birbirini böylece karşılıklı olarak etkiler. Merhamet ve muhabbet gibi kavramlar, hayatımızda olması gereken yere hiçbir zaman yerleşemez.

Fakat Kur’ân, o son derece net ve keskin üslûbuyla bizim dünyamızın karanlıklarını bir anda yırtıyor; bir şimşeğin çakışı gibi âni aydınlığı ve gür sesiyle bize bir şok veriyor.

Bak Allah’ın rahmet eserlerine!” diyor.

İşte, bak. Bak da gör, ölmüş yeryüzünün dirilişinde o rahmet nasıl gülüyor.

Papatyalarla, sarıçiçeklerle, gelinciklerle bezenmiş çayırlara bak.

Çiçeklerini takınıp çayırların üzerinde sıra sıra dizilmiş ağaçlara bak.

Çiçekler arasında, bir şerbet çeşmesinden diğerine uçuşan böceklere, arılara, kelebeklere bak.

Cıvıl cıvıl kuşlara ve yavrularına bak.

Çayırlarda koşuşan kuzulara bak.

Allah’ın rahmetini müjdeleyen rüzgâra bak.

Gökten bulutlarla, yerden derelerle taşınan rahmet hazinelerine bak.

İşte, Kur’ân’ın “Bak” dediği yerde görülenler bunlardır. Ve bunlar, hayatın ta kendisidir. Bizim hayat zannettiğimiz şeyde eksik olan da bundan başkası değildir.

Ölmüş yeryüzünün dirilişine âyetin “rahmet eseri” olarak atıfta bulunması dikkat çekicidir. Oysa bunun bir kudret eseri olarak sunulması bize daha makul gelebilirdi. Gerçi âyetin sonunda “Onun gücü herşeye yeter” cümlesiyle bu husus da vurgulanmıştır; ancak kâinat kitabı bahar sayfalarında rahmetin tebessümünü apaçık gösterdiği gibi, Kur’ân da dikkatlerimizi aynı yere yöneltmekte ve “Bak Allah’ın rahmet eserlerine” buyurmaktadır.

Burası, imanımızda ve o imanı yaşayışımızda, belki de en büyük eksiğimizin ortaya çıktığı yerdir.

Hayata bakarken onun yüzünde ilk olarak gözümüze çarpan şey rahmet olduğu, hayatı yaşarken ilk yansıttığımız şey de rahmet olduğu gün, bu eksiğimizi kapatmışız demektir.

Onun yolu ise, kendi dünyamızın duvarlarını aşarak gerçek hayatla yüz yüze gelmektir.

Yani, Kur’ân’ın gösterdiği yere bakmak, Kur’ân’ın gösterdiği yerden bakmaktır.

Onun da anlamı, rahmeti görmek, bir rahmet ve muhabbet neş’esi içinde yaşamak, o neş’eyi ve o rahmetin eserlerini kendi yaşayışımızla yansıtmak demektir.

Ümit Şimşek

Kâinatta Çok Hassas Bir Denge Vardır

Bir kısmı hastalıklara yol açan ve çoğu faydalı olan bakterilerin ebadı milimetrenin binde biri veya yüzde biri kadardır. Bazı bakteriler her 20 dakika da bir bölünürler. Yani bir bakteri 20 dakika sonra iki bakteri olur. Bir 20 dakika kadar sonra iki bakteri dört olur. Bir 20 dakika kadar sonra da dört bakteri sekiz olur. Ve bölünme bu şekilde devam etse, bir bakteriden üçüncü günün sonunda 75 000 ton ağırlığında bir bakteri kitlesi meydana gelecekti. Şayet bu hızla bölünme devam etse, çok geçmeden yeryüzünü ve denizleri dolduracak bir kitle olacak ve fazla uzun olmayan bir zamanda, güneş sistemini dolduracak bir bakteri kitlesi teşekkül edecekti.

Her tarafımız, cildimiz, dişlerimizin etrafı, bağırsaklarımızın içi mikroplarla doludur. Toprakta, sularda, havada velhasıl her tarafımızda, her yerde milyarlarca bakteriler bulunmasına rağmen, bunlar belli bir zamandan sonra çoğalmamakta, bütün şartlar hazır olmasına rağmen, nihayetsiz bir Kudret bu gözle görülmeyen bakterileri dizginlemektedir.

Mikroskopla büyütünce ancak görülebilen amip adlı canlı normal şartlarda üç günde bir def’a bölünür. Bu hızla bölünme devam etse, gözle bakılınca görülemeyen bir tek amipten 72 gün sonra, takriben 17 milyon amip yaratılmış olurdu. Ve bölünme hızı böylece devam etse, uzun olmayan bir zamanda bu canlıların ne kadar büyük bir kitleye değişebileceklerini düşünelim.

Gene mikroskobik bir canlı olan terliksi hayvan normal şartlarda her 24 saatte bir bölünür. Şayet bu hızla bölünme devam etse idi, direkt gözle bakınca görülemeyen bir tek terliksi hayvandan, beş yılda dünyadan milyonlarca def’a büyük bir kitle meydana gelecekti.

Bu misâlleri arttırmak mümkündür. Adeta dünyayı, hatta güneş sistemini bile istila edebilecek çoğalma istidadı ile yaratılan bu canlıların, bir safhadan sonra çoğalmaları durdurulmakta, üremelerine bir sınır konmaktadır. Bu hal ise, her çeşit mahlûkatta belki her bir canlıda tasarruf eden, bütün mevcudatı hükmü altına alan, bütün eşyayı zabt eden, kudreti nihayetsiz olan Allah’ı açıkça göstermektedir.

Canlılar, Çok Hassas Ölçülerde Yapılmıştır

Yeryüzündeki canlıların her biri, adeta birer terkip, birer karışımdır. Bütün canlılar, ister bir bitki olsun, ister tek hücreden ibaret terliksi hayvan veya bir bakteri; isterse herhangi bir hayvan veya insan olsun, her birisi bir takım terkiplerden, yani karışımlardan, bu karışımlar da atomlardan yaratılmışlardır. Meselâ canlıların büyük ekseriyetinin % 60-70‘i sudur. Bundan başka, protein, yağ, karbonhidrat denilen moleküller ve sodyum, potasyum, kalsiyum, klor, demir, magnezyum vs. gibi elementlerden yapılmıştır.

Organik dediğimiz, yağ, protein ve karbonhidrat gibi moleküllerin terkipleri ise, karbon, hidrojen, oksijen ve azot dediğimiz atomlardan yapılmıştır. Bu maddelerin ve daha birçok maddenin her bir canlıda kesinlikle belli olan ölçülerde, hesaplarda olması lazım gelir. Yani her bir madde miligram, hatta bazen miligramın binde biri olan mikrogram seviyesindedir. Hep belli ölçülerdedir, belli aralıklardadır. Aksi takdirde o canlının hayatiyeti devam etmez, o canlı ölür. Bütün bu incelikler nasıl düşünülüp hesaplanmış, nasıl olmuş ve bütün bunları ömür boyu kim devam ettiriyor?

İlacı Yapan Olur da, Canlıları Yapan Olmaz mı?

Kullandığımız birçok ilaç vardır. Bu ilaçların kutularına veya içerisinde yer alan tarifelerinde, her bir ilacın, belli miktarlar da ölçülüp tartılmış, farklı maddelerden meydana getirilmiş olduğunu görürüz. İlaçların yapısında yer alan ve çok az miktarlarda olan maddeler, istenen orandan az olsa, o ilaç tesirini göstermez. Fazla olsa, zararlı olur ve hatta zehir tesiri yapar. Bütün bunlar göstermektedir ki, o ilaçta yer alan maddeleri hesaplayanlar var. Ölçüp, tartıp, tesirini tecrübe ettikten sonra, o ilacı yapanlar var. Yoksa bir tesadüfle, bir rast gelelikle, o farklı maddeler, belli miktarlarda bir araya gelip, kendi kendilerine bir ilacı teşkil edemezler. Her bir ilacın yapılması için, muhakkak, şuurlu, akıllı, düşünen, bilen bir elin ve kuvvetin müdahale etmesi icap eder.

Gelelim canlılara. Her bir canlının, en hassas hesaplarla hesaplanıp yapılmış olan ilaçlardan, çok daha ince hesaplarla hesaplanıp bir araya getirilmiş olan terkibin, yani karışımın ürünüdür. İlacı yapan bir eczacı, kimyager varsa, çok daha hassas olan canlıları yapan, yaratan elbette olacaktır. Canlıların yapısında yer alan maddeleri bir araya getiren, o maddeleri o canlıların vücudunda belli seviyelerde muhafaza eden, o canlılara hayatı verip bu hayatın devamını te’min eden, sağlayan bir yaratıcı olmalıdır. İnsana ruhu, aklı, şuuru veren, akıl, ruh ve hayat sahibi gücü, kuvveti, ilmî nihayetsiz olan biri olmalıdır. Şuursuz olan tabiatın, akılsız olan tesadüflerin, bu şuurluca ve düşünülerek yapılan ve sonsuz güç ve kuvvet gerektiren işlerde zerre miktar müdahalesi olmayacağı açıktır, aşikârdır.

İnsanın Hayvanlardan Farkı

İnsana aklın verilmesi, hayvanlarla insanların arasındaki belki en önemli bir farktır. Hiçbir hayvanın düşünme, muhâkeme, hesap yapma, kitap yazma vs. gibi bir meselesi yoktur. Bu gibi özellikler insana mahsustur. Ancak maddî olarak ta insanı hayvanlardan daha mükemmel olarak yaratılmıştır.

Yaratılış ağacının en mükemmel meyvesinin insan olduğunda bütün fenler adeta ittifak halindedirler. Yani mahlûkat içerisine en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymettar insandır. Misâl olarak hayvanların ve insanların sadece sinir sistemini kaba olarak inceleyelim. En basit canlılardan olan süngerlerde, solucanlarda da bir hücre grubundan meydana gelen, basit yapıda da olsa bir sinir sistemi mevcuttur. Hayvanların faaliyetleri, organları arttıkça, beyin ve beyincik daha da gelişmekte, fakat bütün mahlûkat içerisinde en mükemmel beyin, beyincik ve en mükemmel sinir sistemi insanda bulunmaktadır.

Kalp, yani dolaşım sisteminin merkezi olan organ basit, iptidai canlılarda da mevcuttur. Açık dolaşım, iki gözlü, üç gözlü, kirli ve temiz kanın birbirine karıştığı kalp ve dolaşım sistemi bütün hayvanlarda mevcuttur. Fakat en mükemmel, kirli ve temiz kanın kesinlikle birbirinden ayrıldığı dört gözlü kalp ise insanda bulunmaktadır. Aynı manaları insanın bütün organları için söyleyebiliriz. Meselâ güzelliğin bütün mertebelerini fark eden insan gözü, yiyeceklerin bütün çeşit çeşit tatlarını ayıran insanın tat alma hissi ve bütün bunlarında üstünde hakikatlerin bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı gibi âletleri nerede? Hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki, hayvanların kendine mahsus olan bir faaliyeti ile alakalı belli bir organı daha ziyade gelişmiştir. Meselâ köpeklerde koku alma hissi daha çok gelişmiştir. Kediler karalıkta da görebiliyorlar. Kuşlarda ve balıklarda denge hissi daha iyi gelişmiştir. Bu sadece hayvanın kendine has vazifesi ile alakalı bir gelişmedir. Aklı hesaba katmasak bile insan maddî olarak ta en mükemmel şekilde yaratılmıştır.

Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Histoloji-Embriyoloji Anabilim Dalı