Etiket arşivi: kuran-ı kerim

Ayetlerin yanlış okunması namazın sıhhatini etkiler

Ezberlenen ayet ve sûreler tekrar edilmediğinde yanlış okumaları da beraberinde getiriyor. Doç. Dr. Fatih Çollak, bu şekilde kılınan namazların sıhhatinin olumsuz etkilendiğini söylüyor. Çollak, namazların daha sahih olması için ayet ve sûrelerin doğru ezberlenmesini, sık sık tekrar edilmesini tavsiye ediyor.

Yıllar önce ezberlenen ayetler ve sûreler, gereği gibi tekrar edilmediğinde zamanla telaffuz yanlışları ortaya çıkıyor. Bu şekilde kılınan namazların da sıhhati olumsuz etkileniyor. Doç. Dr. Fatih Çollak, namazların daha sağlıklı eda edilmesi için ezberlerin doğru bir ağızdan öğrenilmesi gerektiğini ve sürekli tekrar yapılmasını söylüyor. Çollak, tecvidin kalıplaşması, doğru telaffuzun kalıcı olması ve sürekli egzersizlerin yapılmasının, namaza karşı gösterilmesi gereken hassasiyetler olduğunu ifade ediyor. Ezbere okunan ayetlerin tekrar edilmediği durumda, ilk başta ufak bozuklukların olacağını, sonra da ciddi yanlış okumaları beraberinde getireceğini belirtiyor.

Fatih Çollak, namazda yanlış okunan ayetin Kur’an’da bir benzeri olmazsa namazın sıhhatini olumsuz etkileyeceğini aktarıyor. Eda edilen namazların daha sahih olması için namazda okunan ayetlerin doğru ezberlenmesini ve sık sık tekrar edilmesini öğütleyen hafız Fatih Çollak, doğru bir ağızdan dinlenilmeyen sûrelerde mahreç hataları olacağını, bu nedenle Kur’an öğrenirken bu işin uzmanlarından öğrenilmesi gerektiğini belirtiyor.

Ailelerin çocukların Kur’an eğitiminde çok hassas olmaları gerektiğine dikkat çeken Çollak, “Nasıl ki çocuğumuzun üniversiteyi kazanması için özel dersler aldırıyoruz. Bir sürü masraf ediyoruz. Aynı hassasiyetle çocuğumuzun Kur’an eğitimi için de aynı fedakârlığı göstermeliyiz. Çünkü çocuğumuzun bu dünyada kazanacakları için bu kadar çok uğraşıyorsak, ebedi hayatı kazanması için daha fazla çalışmalıyız.” diyor.

Kur’an öğrenmek kadar Kur’an okumanın da önemine değinen Çollak, bazı insanların toplum önünde Kur’an okurken utandıklarını ve bu utanma duygusunu Allah’a karşı olan mesuliyet duygusuyla yenmesi gerektiğini kaydediyor. Doç. Dr. Çollak, “Kur’an’ı okumak ve birine öğretmek Allah’ın emridir. Bu yüzden toplu ortamlarda sesli bir şekilde Kur’an okumak gerekebilir. Bu ortamlarda utanmadan ‘Bu bana Rabb’imin bir emridir.’ diyerek hareket etmek gerekir.” diyerek, sesli okumalarda oluşan utanma duygusunu yenmenin yollarını gösteriyor.

Kur’an okumadaki amaç, amel etmek olmalı

Kur’an okumanın üç aşamadan oluştuğunu aktaran Doç. Dr. Fatih Çollak, birinci aşamanın Kur’an’ı Arapça okuyup sevap kazanmak, ikinci aşamanın okunan ayetlerin anlamlarını öğrenmek ve üçüncü aşamanın okunan ayetlerle amel etmek olduğunu söylüyor. Kur’an okumadaki asıl amacın üçüncü aşama olması gerektiğini vurgulayan Çollak, “İnsanlar genelde birinci ve ikinci aşamaya takılır kalırlar. Ancak Kur’an okumadaki asıl amaç, Allah’ın bize yolladığı ayetleri ahlakımıza yansıtmak ve onlarla amel etmektir.” diye konuşuyor.

Sümeyra Kırca / Zaman Gazetesi

Namaz kılarken sureleri sesli mi okumalıyız?

Namazlarda dilimizle okuduğumuzu kulağımızda duymamızda mı gerekir? Cemaatle yada yalnız namaz kılınca durum farklı mı? Sesli okumayla, sessiz okumanın ne gibi farkları vardır?.

Soru: Kıldığımız namazlarımızda okuduğumuz Fatiha’yı, ayetleri dilimizle telaffuz ederek okumamız yeterli mi, yoksa dilimizle okuduklarımızı kulağımızda fısıltı halinde duymamız da gerekli mi?

Bazıları ‘dille okumak yeterli olmaz, okuduğunu kulağıyla fısıltı halinde duyması da gerekir‘ derken, bazıları da ‘dille okumak yeterli olur, kulağıyla duyması gerekmez‘ diyorlar. Siz nasıl bakıyorsunuz namazda okuyuş derecesine?

Cevap: İnsan, tek başına kıldığı namazında diliyle telaffuz ederek okuduğu ayetleri kulağıyla da fısıltı halinde duyup hissetmelidir ki; neyi okuduğundan haberi olsun, kalbi de okuduğuyla meşgul olarak namazını kılmış bulunsun. Yoksa ne okuduğunu bilmeyecek derecede sadece dudaklarını kıpırdatmakla yetinir, kulağında fısıltı halinde okuduğunu hissetmezse, okuma derecesinde eksiklik söz konusu olur.

Fıkıh alimleri, “Namazın daha başında iken alınan ilk tekbirin dille söylenişini kulağın duyması şarttır!” demişlerdir. (Nimet’ül-İslam)

Bundan dolayı namazdaki okumanın derecesi anlatılırken; “Kelimelerin ağızdaki söylenişini kulağın işitmesi gerekir!” tarifi yapılmıştır.

Ancak okuduğunu işitmesi, kendi kulağında kalacaktır, yanında namaz kılanın kulağına kadar aksederek onu şaşırtacak dereceye ulaşmayacaktır.

Bu sebeple namaza başlarken, diliyle söylediklerini fısıltı halinde kulağında hissederek okuma alışkanlığı kazanmalı, sadece diliyle ifade etmekle yetinmek gibi bir yarım okuma alışkanlığından kurtulmaya gayret etmelidir.

Zaten kemaliyle okumak, diliyle telaffuz ettiği kelimeleri kulağıyla dinlerken, kalbiyle de manalarını düşünerek okumaktır.

Namazını, okuduğu ayetlerin manasını düşünerek kılan kimse, hem kalbi hem de kalıbıyla namaz kılma mükemmelliğine ulaşan kimse demektir.

Bununla beraber, okumanın derecesi konusunda farklı görüş ileri sürenler de olmuştur. Bunlardan İmam-ı Kerhi demiş ki:

Diliyle okuduğunu kulağıyla işitmese de olur. Çünkü demiş, okumak dilin işidir, işitmek ise kulağın işi. Dil görevini tam yaparsa okuma gerçekleşmiş sayılır.

Pek iltifat edilmeyen bu görüşte de, kemaliyle okumaya muvaffak olamayanlar için bir ümit söz konusudur. Çünkü bunda (umumi belva) vardır, demişlerdir.

Ayrıca namazını, okuduklarını kulağında dinleyerek kılan kimse, rekat sayılarında şüpheye düşmekten de korunabilir. Çünkü okuduğu ayetleri hatırlaması, rekat sayısında yanılmayı önler, ‘önce şu ayeti, sonra da şu ayeti okudum‘ gibi hatırlamalarla vesveseye düşmekten de kurtulur. Bu da unutmalara maruz kalanlar için önemli bir yardım manasına gelmektedir.

Namazda ihmale uğrayan önemli bir diğer husus da, alın secdede iken ayak parmaklarının uçlarının da secdede olması şartı. Ayak parmaklarının uçları değil de sırtı yere serili halde yapılan secde, şartı yerine getirilmeyen secde sayılır. Yedi organ üzere yapılması gereken secde, parmakların sırtı değil, uçları yere dikili halde tutularak yapılan secdedir.Bu önemli şart unutulmamalıdır.

Alın secdede iken en azından sağ ayağın başparmak ucu da çivi gibi yere dikili halde secdede olmalıdır ki; yedi organla secde yapılması emri yerine getirilmiş olunsun.

Ömür boyu kıldığımız namazlarımızı usulüne uygun şekilde kılma dikkatimiz, ihmal edilmeyecek görevlerimizin başında gelmektedir. Böylesine önemli konular dikkatten kaçmamalı, gafletle ihmale uğramamalıdır.

Ahmed Şahin

Onların sataşmalarını ciddiye almayın!..

Onların işi gücü İslama ve müslümanlara sataşmak. Hedefleri müslümanları şüpheye düşürüp İslam’dan koparmak. Her ne kadar bunlardan bazıları ilahiyatçı yada İslamcı yazar olsalar da !..

Cahiller onlara sataştığında “Selâmetle” der, geçerler. Furkan Sûresi, 25:63 ”

Rahmanın kulları” olarak nitelenen seçkin insanların bir özelliği de âyetin bu cümlesinde anlatılıyor. Bu özellik, yine aynı âyette sayılan ve bir önceki yazının konusunu teşkil eden diğer özellik gibi, o kulların ağırbaşlılığını yansıtıyor.

Bu arada, âyetten şunu da anlıyoruz:

Rahmân’ın has kullarının kaderinde, “Meyveli ağaç taşlanır” misali, ister istemez birtakım sataşmalara muhatap olmak da vardır. Onlar kendi davranışlarıyla buna sebep olmazlar, böyle birşeyi bizzat tahrik etmezler; fakat ne kadar ağırbaşlı davransalar da böyle sataşmalara uğramaktan bütün bütün uzak duramazlar. Zaten âyet bu sataşma eyleminin faillerini “cahiller” olarak nitelemek suretiyle, bu eyleme sebebiyet veren şeyin sırf bir cehalet ve inattan ibaret olduğuna işaret etmekte ve şu anlamı dile getirmektedir:

Onların sataşmaları arkasında mâkul bir gerekçe, onları haklı çıkaracak bir sebep aramayın. Bu tümüyle bir inattan, hakka göz kapayıp kulak tıkamaktan ileri gelen bir cehalet eseridir.

Cahillerin sataşmasına uğramak eğer seçkin kulların kaderinde var ise, onların buna karşı tepkileri ne olacaktır?

Aynen karşılık vermek mi?

Bu, mü’mine yaraşan bir davranış olmaz. Çünkü sataşan, cehaletin gereğini yapmaktadır. Mü’min ise, imanının gereği olan davranışları sergilemekle yükümlüdür. Ondan beklenen güzel ahlâktır, cahillerle aynı seviyede lâf yarıştırmak değildir.

Diğer yandan, düzgün ve seviyeli bir üslûpla sataşmaları cevaplandırmaya kalkmanın da fazla bir anlamı olmaz. Çünkü muhatapların niyeti de, seviyesi de buna müsait değildir. Eğer sataşmalar basit bir bilgisizlikten veya yanlış anlamadan ileri gelseydi, onları doğru şekilde bilgilendirmek ve yanlış anlamaları düzeltmek suretiyle mesele çözüme kavuşturulabilirdi. Oysa âyetin “cahillik” şeklindeki nitelemesi, sadece bilgi yokluğundan ibaret basit bir cehalet değil, hakka karşı körlük edenlerin, ilme karşı direnenlerin, üstelik bir de cahilliğini meziyet sayanların inatçılıklarıdır.

Böylelerine lâf yetiştirmenin kazandıracağı birşey yoktur, ama kaybettireceği şeyler vardır.

Bir defa, cahillere muhatap olmak, bir irtifa kaybı demektir. Bir mü’minin, özellikle Kur’ân’da “Rahmân’ın kulları” olarak nitelenen seçkin kulların, cahillere cevap yetiştirmek için onlarla aynı seviyeye inmesi yakışık almaz.

İkinci olarak, bunda bir vakit ve emek kaybı vardır. Zaten sataşmaların asıl hedefi de mü’minleri böyle bir kayba uğratmaktır. Onlar kendi yollarında giderlerken, imanlarının gereği olan güzel işlerle ve hayırlı hizmetlerle uğraşırlarken, inkâr ve cehaletlerinin gereğini yapanlar da onların yollarına, onları meşgul edecek ve hayırlı işlerden alıkoyacak mayınlar yerleştirmekle meşguldürler. Zira, âyette buyurulduğu gibi, “Herkes seciyesine göre davranır.”[1] İman ehlinden beklenen davranışlar olduğu gibi, inkâr ehlinden beklenecek davranışlar da vardır; herkes kendisine yakışanı yapmaya devam edecektir.

Eğer mü’minler bu durumu dünyanın tabiatı olarak kabul etmeyip de yollarına mayın döşeyenlerle uğraşmaya ve onlardan hınçlarını çıkarmaya kalkarlarsa, daha hayırlı işlerde harcamaları gereken vakit ve enerjilerini bir hiç uğruna tüketmiş olurlar. Bu ise, onların düşmanlarının almak istediği sonucun tâ kendisidir.

Mü’minin, kendisini engellemeye çalışanlara vermesi gereken bir cevap varsa, o da, adımlarını daha serileştirerek yoluna devam etmektir. Sataşanlar ortalığı ne kadar şamataya boğarsa boğsun, bu, bir mü’mini asla telâşa düşürmemelidir.

Ne yazık ki, günümüzde pek çok kimse bu zayıf damardan yakalanıyor. Onların bu zayıf damarını keşfeden medya, zaman zaman birtakım “yumuşak noktalar” bularak oralardan ilim ve iman ehline sataşıyor. Kendi haline bırakıldığı takdirde pek kısa zamanda sönüp gidecek olan bu tür yaygaralar, onlara cevap yetiştirmeye kendilerini mecbur bilenler yüzünden daha da alevleniyor ve daha çok iz bırakıyor. Bu arada nice değerli zamanlar, bu horoz döğüşleri uğrunda hebâ olup gidiyor.

Böyle durumlar karşısında Kur’ân bize son derece vakur ve telâşsız bir yol gösteriyor:

Eğilmeden, yılmadan, damarlara basmadan, öfkelenmeden, telâşa kapılmadan…

En önemlisi, hayırlı işlerinden ve yolundan da bir an geride kalmadan…

Eyvallah deyip geçmek!

Eğer bu dünyanın halleri karşısında beşerî zaaflarımızın sevkiyle değil de, din ve dünyamızın ışığı olan Kur’ân’ın ilkeleri ile hareket etmeyi benimseyeceksek, ondan alacağımız en önemli hayat derslerinden biri de işte budur.

Ümit Şimşek

Kur’an okumayı Musikîyle öğreniyorlar

Henüz 14 yaşındayken Bolu’dan İstanbul’a dini eğitimini tamamlamak için gelen 78 yaşındaki Dr. Mehmet Ali Sarı, beklenmedik bir şekilde konservatuar eğitimi alırken bulur kendini. Dini eğitimini müzik bilgisiyle harmanlayan Sarı, şimdilerde musikî ile Kuran-ı Kerim tilaveti öğretiyor. Kötü okunan ezanlarla ilgiliyse, “Ezanlar uzatılmadan güzel okunmalı.” diyor.

Bir yanda Kur’an-ı Kerim, bir yanda rast, segâh, neva ya da uşşak gibi Türk müziği makamlarıyla alınmış notlar… Tahtada porte üzerine çizilmiş notalar var bu sınıfta. Ama biz ne konservatuardayız ne de ilahiyatta! Pendik Haseki Dini Yüksek Eğitim Merkezi’nde bir sınıf burası. Yani imam, müezzin ve Kur’an kursu öğretmenlerine musiki makamlarıyla Kur’an-ı Kerim kıraatinin öğretildiği yer.

Dersi verense, döneminin ünlü musikişinasları Nevzat Atlığ, Şefik Gürmeriç, Süheyla Altmışdört, Naime Batanay gibi isimlerden konservatuarda müzik eğitimi almış Dr. Mehmet Ali Sarı. Adına pek çoğumuz aşina olmasak da aslında Enderun teravihlerinde duyduğumuz isimlerden. Onu özel kılansa Kur’an-ı Kerim hocası ve hafız olmasının yanı sıra engin bir musiki bilgisine ve pratiğine sahip olması ve bu bilgileri Kuran-ı Kerim tilâveti ile harmanlaması. 78 yaşında olan üstadın ardından bu tarz eğitimin verilip verilemeyeceği de meçhul ne yazık ki. Bu yüzden ailesinden, çok sevdiği köyünden ve kuzularından henüz 14 yaşında ayrılarak, gözleri yaşlı geldiği İstanbul Beyoğlu’na iyi ki yolu düşmüş diyoruz onu dinledikçe…

Bolu’nun Seben ilçesinin Tepe Köyü’nde doğan Sarı, Bolu’da hafızlık eğitimini tamamladıktan sonra hocaları aracılığıyla getirilir İstanbul’a. Maksat; Süleymaniye, Fatih, Eminönü gibi selâtin camilere bağlı yerlerde ilmini tamamlaması, aynı zamanda İstanbul usulü Kur’an okuma eğitimi almasıdır. Ancak tek tek kapısını çaldığı camilerin imamları, kalacak yeri olmadığı için eğitim veremeyeceklerini ifade ederler.

Yapacak bir şey yoktur artık. Geceyi otelde geçirip geri dönmektir niyet. Ama onu İstanbul’a getiren hocaları çok üzülse de Sarı, içten içe sevinmiştir bu duruma. İlk kez gördüğü ve ürkek bakışlarla izlediği dalgalı mavi denizi değil, köyünün kırlarındaki rengârenk çiçekleri koklayabilecektir tekrar çünkü. İstanbul’un büyüklüğünden ürken yüreği köyünde huzur bulacaktır yeniden.

Hayatı Pera’da şekilleniyor

Sirkeci’de kaldığı otele, dönemin İstanbul vaizlerinden Galip Gürses’in gelmesiyle değişir her şey. Gürses, Sarı’yla birlikte gelen iki arkadaşına bakar ve Sarı’yı işaret ederek, “Bunun yeri hazır.” der. Arkasına takar ve Beyoğlu’nda bulunan Ağa Camii’ye yerleştirir genç hafızı. Böylece Beyoğlu’nda, bir zamanlardaki adıyla “Pera” da şekillenir onun hayatı.

Sarı, İstanbul radyosu, Kristal, Küçükçiftlik ve Tepebaşı Gazinoları gibi büyük müzik mekânları ve İstanbul’un gece hayatını şekillendiren saz evlerinin yakınındaki camidedir artık. Zamanın meşhur bestekâr, hanende ve sazendeleri Sadettin Kaynak, Selahaddin Pınar, Mustafa Nafiz Irmak, Sabite Tur, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ, Safiye Ayla gibi birçok ünlü sanatçı da Beyoğlu sakinlerindendirler. “Kemal Batanay, Sadettin Kaynak, Kemal Gürses, Sadettin Heper, gibi isimler zaman zaman Ağa Camii’ne uğrayarak hocam Rahmi Efendiyle çay kahve içerler, şen şakrak kahkahalarla şakalaşırlar, sohbet ederlerdi.” diyor üstad Sarı. Haliyle sohbet çoğunlukla musiki üzerine olur.

O dönemler, İmam Hatip okulu öğrencisi olan genç hafız da, onlara çay kahve hizmeti yaparken, bu muhabbetleri kenarından bucağından dinler ve sanatçıların bu tatlı sohbetlerinin konusu olan musiki, sâri bir virüs gibi ona da bulaşır.

Sıkça camiye namaza gelen Kemal Batanay’ı kestirmiştir gözüne. Ondan rica eder, kendisine musiki dersleri vermesini. Batanay da memnuniyetle kabul eder. Caminin yakınında oturan Batanay, Kadıköy’e taşındıktan sonra da derslere ara vermeden devam eder musıki öğrencisi Sarı. İmam-Hatipten mezun olup, Yüksek İslam Enstitüsüne başladığı sırada Kemal Batanay’ın eşi tamburî Naime Batanay’ın “Konservatur eğitimi de almalısın.” nasihati üzerine, İstanbul Belediye Konservatuarı’na başvurur ve açılan sınavı kazanır. Yüksek İslam Enstitüsü’nün dersleri 15:30 da biter, 16:00’da konservatuar dersleri başlar. Yarım saatlik arada Fındıklı’dan, Osmanbey’e geçerek iki kurumdaki derslere, aksatmaksızın devam eder. Konservatuarda görevli çok değerli hocalardan teorik dersler alır, klasik eserler meşk eder.

Ezanlar muhtasar, müfit olmalı

İşte o dönemlerde Sarı’nın temelini attığı din ve müzik bilgileri şimdilerde çok farklı çıkıyor karşımıza. Kendi tabiriyle din görevlilerine seslerini gütmeyi öğretiyor. “Bu kurslara kadar onları sesleri güdüyordu, şimdiyse onlar seslerini yönlendiriyorlar” diyor.

Güzel okunmayan ezanlardan duyduğu rahatsızlığı ise şöyle ifade ediyor: “Dinimizin sesli, periyodik daveti olan ezan benim derdimdir. Sesi güzel olandan da, olmayandan da rahatsızlık duyuyorum. Güzel olmayan ses zaten dinletmiyor kendini. Güzel sesi olan da sesine güvenip uzattıkça uzatıyor ezanı. Hâlbuki ezan ilâm içindir. Dev hoparlörlerden duyuruyoruz zaten vaktin girdiğini. Uzatmaya hiç gerek yok. Ayda bir kere okunsa tamam, neredeyse ikişer saat arayla günde 5 kere okunuyor zaten. Ezan muhtasar, müfit, yani çok uzatılmaksızın güzel olmalı.”

İlahiyat fakültelerinde de eğitimi verilmeli

Dr. Mehmet Ali Sarı’nın bu alanda verdiği eğitimin ilahiyat fakültelerinde de verilmesi için, öğretim elemanının hafız olarak iyi bir hocadan talim dersi alması, Arapça bilmesi ve musiki alt yapısına sahip olması gerekiyor.

Elbette ki Sarı’nın yetiştirdiği birçok talebesi var. Ancak bu talebelerin aynı eğitimi verebilmeleri için daha epey mesafe almaları gerekiyor. Bu sebeple Sarı, görevini bıraktığında ne yazık ki bu eğitimi onun ölçüsünde verebilecek kimselerin varlığından şimdilik söz edilemiyor. Dileriz ki Sarı’nın ardından da bu nitelikteki eğitim devam eder ve Kuran-ı Kerim her yönüyle en üst düzeyde okunur.

Ayetlere giydirilen nağmeler Kur’an’a layık olmalı

Mehmet Ali Sarı melodilerin tilâvet geleneğinin önüne geçmemesi üzerinde de önemle duruyor: “Kuran-ı Kerim’in okunmasını düzenleyen tecvit kuralları var. Bu kurallara riayet ederek nağmeler giydirilmeli lafızlara. Yani tecvid esasları önde, ses arkada olmalı. Ve melodi motifleri Kuran’a layık olmalı. Şarkı ve gazel motifleri Kuran’da kullanılmamalı” diyor.

Hafızların sesleri güzel ama kullanmayı bilmiyorlar

Hafızların birçoğunun sesi çok güzel ama ses hakkında bilgileri yok. Bir ayeti okurken hangi perdeyi kullanıyor, başladığı akord ne, nerede karar veriyor, bunlardan habersizler. Musıki eserlerinde, örneğin Yahya Kemal’in ya da bir başka şairin şiiri nasıl özenle besteleniyorsa, Allah’ın sözlerini de seslendirirken gerekli itina gösterilmeli. Bakıyorsunuz, şairin sözünün seslendirilmesi bir usul dâhilinde oluyor. Alt seslerden başlıyor, üst seslere yükseliyor ve tekrar alt seslere dönülerek eser bitiriliyor. Allah’ın sözlerinin seslendirilmesinde ise ses nereye giderse eyvallah diyoruz. Bunun da mutlaka bir düzeni olması gerekir. Burada bu disiplinin eğitimini veriyor, meşkini yapıyoruz.

Esra Keskin Demir / Zaman Gazetesi

Tevafuklu Kur’ân ve Hamid Aytaç

Hâmid Hoca 1911 yıllarında İstanbul’da bulunan Bediüzzaman’la görüştü ve tanıştı. Bediüzzaman’la Beyazıt Camiindeki bir vaazını müteakip tanışan Hâmid Hocaya Bediüzzaman yakın alâka göstermiş. Daha sonra Çemberlitaş’ta yapılan bir toplantıda yine görüşürler. Bu toplantıda Hâmid Hoca Bediüzzaman’ın hazırlamış olduğu bir hitabeyi okur.

Bu görüşmelerin güzel âhenk ve tevafuku, yıllar sonra başka bir şekilde tezahür etti. Bediüzzaman’ın tesbit edip keşfettiği tevafuklu Kur’ân-ı Kerîmi şâheser bir şekilde yazmak, Hâmid-i Âmidî’ye, Diyarbakır’ın bu usta sanatkârına nasip olmuştur.

Hattat Hâmid Bey tevafuklu Kur’ân-ı Kerîm mevzuunda şunları ifade ediyordu:

1911 yazında İstanbul’da görüştüğüm, iltifatına mazhar olduğum Bediüzzaman Said Nursî’nin tevafuk esasına göre tertip ettiği bu tarz, Kur’ân-ı Kerîmin mucizeliğini, ebedîliğini, Hak Kelâmullah olduğunu, daha da net ve çok iyi bir şekilde gözlere gösteren bir tertip tarzıdır.

İslâm-Türk yazı sanatının son hattatı ve son üstadı sayılabilen Hâmid Aytaç’ın bu eseri, bir sanat şaheseri ve mukaddes kitabımızın ebedîliğinin pek çok delillerinden birisi olarak, kalbimizi, aklımızı ve hânelerimizi tezyîn edip süsleyecektir.

Mekke’de bu tevafuklu Kur’ân-ı Kerîmi gören bir islâm âlimi, “Kur’ân Mekke’de indirildi, ama İstanbul’da yazıldı” sözünü hatırlatarak, “Ben bu sözün sadece Osmanlılar devrine ait olduğunu zannediyordum. Fakat Hattat Hâmid’in bu şâheserini görünce, bu hakikatın kıyamete kadar devam edeceğine bütün kalbimle inandım” demiştir.

Hattat Hâmid Hoca, hattatlar için söylenen, “Nefes almadan veya az nefes alarak yazı yazdıkları için, uzun ömürlü olurlar” sözünün güzel bir misâli olarak doksan bir yaşına kadar yaşamıştır.

Hayatının son senesini, Bediüzzaman’ın talebelerinin müşfik alâkaları ve şefkatleri arasında geçirdi. 19 Mayıs 1982’de vefat etti.

Son Şahitler