Etiket arşivi: Medreset-üz Zehra

Bedî’üzzaman’ın 2 Eğitim Modeli: “Medrese-i Nurîye” ve “Medreset-üz Zehra” (3)

İnsanın Fiilleri Örneğinde; Sebeplerin Fonksiyon ve Rolü: Yürüyen biziz, Yürüten O

Önceki yazımızda, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’ndeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşlenme Biçimini” anlatmaya çalışmış ve Medreset-üz Zehra’nın geçmişteki Mektep, Medrese  ve günümüzdeki Okullardan en belirgin farkı ve ayrıcalığının burada yattığını söylemiştik. Bu kısmı tamamlayıp, yazının kalanını Medreset-üz Zehra’da “Eğitmen / öğretmen” ve “Eğitim Biçiminin” farkı ve ayrıcalığını anlamaya çalışacağız.

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin dediği gibi (bilmâna): “Sebeplerin içerisinde cihaz ve letaif ve kuvvelerinin çeşit ve sayı olarak en zengin ve câmisi, en donanımlı ve kuvvetlisi insan olduğu hâlde; o insan bile kendi üzerinde gerçekleşen, hattâ kendi iradesiyle yaptığı iş ve fiiller de bile; % 99,99’u hakkında ne bir bilgi ve olurken bile ne de bir şuuru var! Kendi iradî fiillerinde bile insanın durumu buyken; diğer, kâinattaki işleyişte “etken sebep”, yani “fail” ve “özne” saydıklarımız ne haltetsin!?”

Örneğin: “Yürümek” fiilinde, insanın yaptığı ve belki sadece iradesinde olan “yürümeye karar vermek” ve “istemek”tir! (Not: Peki “karar verme” ve “istemek”i neyle, nasıl ve hangi cihazımızla gerçekleştiriyoruz!? Hem belki “istemek”i de istiyoruz! Yani içimizde “yürüme isteği”nin yaratılması da ayrı bir istek ve niyet ve kararla gerçekleşiyor olabilir. Yani şuurumuz dışında gerçekleşen bir süreçle “yürüme isteğini” de istiyor; bu duygu ve isteği, istemeye karar veriyor olabiliriz! Bu isteğimizin kabulü sonucu, içimizde “yürüme isteği” doğunca ve bu istek şuurumuzun farkındalık alanına kadar genişleyip, bilincimize dokununca; bu istek ve meyle uyup uymamaya, irade ve şuurumuzla karar veriyor olabiliriz…)

Yani yürüyen her insan (Allahû Teâlâ’ya inansın inanmasın, farketmez) O’ndan kendisini yürütmesini dilemektedir; kendisinde yürüme” fiilini yaratmasını istemektedir; yürü(yebil)mek için (fıtraten ve şuuru da farketmeden; fiilî, hâlî, ıztırarî veya örfî) O’na dua etmektedir! O duanın Rabbimiz tarafından kabulünden sonra; “beyinde hangi hücre zinciri – sinapslarda hangi biyokimyevî reaksiyonlar başlayacak, kimyasalların oran ve karışım ve zamanlaması ne olacak, bu reaksiyonlar sonucu oluşan biyoelektrikî akım – sinyaller hangi hücre yollarını izleyerek, hangi kas liflerine, hangi sinir bağlantılarıyla iletilecek, uygulanacak kuvvet ve liflerdeki sıkışma, gerilme ve bükülmenin miktar ve yönü nedir, basınç, senkronizasyon, koordinasyon, denge, geribesleme, ayarlama, yeni duruma uyma, adaptasyon vs!…” bütün bunlar ve çok daha fazlası bilgi ve irademiz dışında gerçekleşiyor; olurken bile farkında olmuyor, şuur ve kuvvetimiz dışında gerçekleşiyor! Yani yürüyen biziz, yürüten O!

Elhasıl irademizle yaptığımız şeyler de bile; “birşeyi nasıl yaptığımızı bilmiyor ve “yaparken de neler ve nasıl olduğunu bilmiyor”, “hatta olurken şuurumuzla bile farketmiyorsak”; “ben yürüyorum / kendimi ben yürütüyorum” sözü, kuru bir iddia ve davadan ibaret; boşlukta asılı, temelsiz bir söz olarak kalır!

Eylem ve fiillerimizin inşa ve icad ve yaratılmasında, insan iradesinin rolü; bindiği helikopterin hiçbir yerine dokunmadan, helikopteri (uzaktan kumanda gibi) sadece düşünerek kontrol edip, sağa – sola yönlendiren insanın durumu gibi. Yani, birşeyi nasıl yaptığımızı bilmiyor ve olurken bile nasılını farketmiyor, bilmiyorsak; “ben yapıyorum, hayır – şer tüm fiillerimi ben terkip ve inşa ediyorum” demek, doğru değildir.

Hatta en basit bir fiil gibi gördüğümüz “konuşma” eyleminde; ne konuşacağımı, konuşmadan önce ben bile bil(e)miyorum! Yani “konuşma” fiilinde; ne diyeceğimi ve hangi kelimeleri kullanacağımı; ağzımdan çıkmadan önce ben bile bilmiyorum! Şuurumla intibak (yani olay yerine intikal etmemden) çok önce başlıyor ve bitiyor süreç; bilinçli şuurum çok arkadan geliyor! (Hatta “otomobil kullanmak, enstrüman çalmak” gibi irademin işe karışmadığı, şuurumun kontrol etmediği fiillerim çok daha akıcı ve kolay, sonuçları da çok daha güzel oluyor! Demek cüz’î irade ve ihtiyarımızı; arzu – heves – hırslarımızı aradan çekip, asıl sahibine teslim etsek, dünyada da rahat edeceğiz!)

Elhasıl sebep ve etkenler içerisinde, sebeplerin en zengin ve donanımlısı olan insan bile; kendi üzerinde gerçekleştirdiği kendine en yakın, kendi üzerindeki iradî davranışlarında bile elinde olan sadece “karar verip, istemek, dua ve talep etmektir!(“İstemeye’ ve ‘neyi isteyeceğimize’ biz mi karar veriyoruz?” sorusu, ayrı bir konu olduğundan; burada bir soru işareti bırakıp, devam ediyoruz.) Eylem, fiil ve sonuçlarını yaratan, inşa ve icad eden, sebep ve neden olan sadece Rabbimiz! Herşey edilgen ve alıcı, münfail ve mef’ûl, sadece o etken ve fail ve mucid! Sebepleri bile “sebep” olarak atayan ve sebepleri bir maşa ve alet gibi kullanan O! Misâlleri, “anne – bebek” ilişki / illiyyeti gibi örneklerle çoğaltabiliriz…

Demek; sebepler içerisinde, akıl, şuur, his, cihaz ve aletçe en donanımlı ve güçlüsü “insan”ın, kendi üzerindeki kontrol ve iradeli fiillerinin icad ve inşaşında bile; %99,9’u bilgi – kontrol ve şuuru dışında gerçekleşiyorken; insanla kıyas edilemez derecede aciz ve cahil ve şuursuz diğerleri için, mes’elâ: “Ağaç, elmaya sebep ve vasıtadır; arı, bal yapar; bulut, yağmur yağdırır; Güneş, yeryüzünü ısıtır; rüzgâr, bitkileri aşılar; karaciğer, 300’den fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir; bitkiler, fotosentezle besin ve enerji elde eder” gibi ifadeler, gerçeğin saptırılmasından başka birşey değil!

Güya tarafsız ve olgusal bu tür ateist ifadelerin, — doğumdan ölüme kadar, okulda, evde, TV’de, kitaplarda — defalarca telkin ve tekrarıyla programlanan kişiler, bütün bu fiil ve eserleri Allah’ın yaptığını unutur. Bu tür gizli, bilinçaltı / subliminâl mesaj taşıyan ifadeler; bunları “rızık ve ni’met” olarak veren Rabbimiz’i saklar ve perdeler. Mona Lisa tablosuna bakınca, otomatik refleks olarak (hadsen) gelen Da Vinci çağrışımı gibi; kâinat tablosuna bakınca, Rabbimiz akla gelmez; gördüklerimiz O’nu hatırlatmaz olur!

Bu Bilimsel Bakış Açısının bize verdiği Nazar / Niyetle; kâinata ateist bakışın, meleke ve alışkanlık olmasıyla; o insan zihninde kâinat ve madde, O’na şeffaflık ve aynalığını kaybedip; O’na “ayet” ve “işaret” ve “alâmet” olma vasfını kaybeder. Halbuki okuma – yazma bilmeyen Peygamberimiz’e (S.Â.V.) ilk gelen emir ve âyettir; “Yaratan Rabbimiz’in adıyla (Onun ismiyle, yani besmeleyle) kâinatı okumak!…”

Elhasıl Bedî’üzzaman, “sebep” kavramının ve işleyişteki hikmet ve rolünün, inanmayan ve inanmayan tüm insanların dünyasında yanlış anlaşıldığını ve putlaştırıldığını söyler. Yani “sebep” ismi verdiklerimizin aslında hiçbirşeye sebep olamayacaklarını, çünkü buna ilim ve kudretlerinin yetmediğini söyler. Nesneleri bir “kalem” veya “alet” ve “maşa” gibi, Rabbimiz Kudret Eliyle tutmadan, bunların kendi kendine, kendi başına hareket bile edemeyeceklerini söyler. Hareket etmeyi bırak, varlıkta bile duramayacaklarını söyler.

Bu açıdan, “kitap yazma” örneğinde; “yazma fiili” ve “yazar fail” ve “kâtibinden” bahsetmeden veya “yazar gibi bir sebep veya faile gerek ve ihtiyaç yok” anlamında; “kalem, yazının ve yazının ifade ettiği bilginin sebebidir” diyerek; olayları Deterministik İfade etmek; saçmalık ve hurafeden başka birşey değildir!

Günümüz Bilim’i ve işlenen dersler hep bu ateist ve materyalist inanca, natüralist ve determinist safsataya göre işlenip, dizayn edildiğinden; öğrencinin bilinçaltına “bu işlerle Allah’ın ilgisi yok, O olsun olmasın bu işler olur ve zaten oluyor; demek ‘Allah’ gibi ek bir sebep veya faile ve buna inanmaya ilmen ve mantıken herhangi bir zaruret ve ihtiyaç yok!” Virüslü Gizli Mesajı, bilinçaltımıza ilka ve şırınga edilir ve ediliyor!

Yani olayları “Ateist Bilim/sellik Kriterleri”ne göre; yani “Determinist Felsefenin İnanç Esasları”na göre “Yatay Sebep – Sonuç Etkileşim ve İlişkileriyle” açıklayıp, tasvir etmek; “bu fiil ve eserin, fail ve özne ve ustası yok; Allah olmasa da bu işler zaten olur ve oluyor; (haşa!) Allah bu işe karışmıyor” virüsünü bilinçaltımıza kodlar ve çalıştırır!

Bilim’in bu Bilimsel ve Deterministik Yöntem ve İfadeleri; bilincimize direkt “Allah yok, varsa bile karışmıyor, bu işleri yapmıyor!” demekten çok daha etkili ve zararlıdır! Çünkü Ateist Bilimsel İfadelerde saklı ve gizli, bu tür subliminâl mesajların taşıdığı Bilgi Virüsü, direkt bilinçaltımıza gönderildiğinden; bilincimiz farkedemez, tepki de veremez! Dahası; antivirüs programlarımız virüsü farkedemediği veya tanımlı olmadığı için (çünkü virüs, “bilim, bilimsel, doğru bilgi – gözlem – ölçüm” kılıf ve ambalaj ve şırıngasıyla zihne gönderiliyor) savunma da geliştiremez! Bu Zararlı Kod / Program, bilincin Antivirüs Programlarında filtrelenmeden, direkt zihne girip, oradan kalbe ve diğer organ; yani davranışlara sirayet eder!

Bedi’üzzaman Hazretleri, Risaleler’de; Bilim’in bu Bilimsel Yönteminin hurafe ve safsatalar doğurduğunu, bunun da kişide inkâr ve şirke yolaçtığını söyler. Yani Ateist – Materyalist Felsefeye göre şekillenmiş Bilim ve Bilimsel İfadelerde; deney – gözlem – ölçümü yapılan olaylarda Rabbimiz’i fail ve özne göstermemek için veya bu olayın failsiz ve öznesiz olduğuna inandırmak için; “tabiât, tesadüf, içgüdü, mekanizma” gibi vehmî veya zihnî şeylere veya “madde, kuvvet, ısı, basınç, çekim, enerji” gibi nedenlere “fail ve özne” sıfatı yüklendiğini; böylece tek Allah’tan kaçarken, zerreler adedince ilâha inanmak zorunda kalındığını söyler. Yani bu zerrelere bazı ilâhlık özellik ve sıfatları yüklenilmek zorunda kalındığını veya “tabiât, tesadüf, içgüdü” gibi; zihnin dışında herhangi bir somut vücudu olmayan; yani haricî ve maddî (hatta soyut ve manevî olarak bile) mevcudiyeti olmayan (metafizik) başla ilâhlara inanmak zorunda kalındığını söyler.

Tıpkı; yerdeki ısı – ışık ve gündüzün sebebi olarak, gökteki tek Güneş’i kabul etmekten kaçınmanın mecburî sonucu olarak; yerdeki milyarlarca Güneş yansıma ve timsâlini, gökteki Güneş’in aynı özelliklerine sahip, aynı Güneş kabul etmek zorunda kalınması gibi. Gökteki tek azametli Güneş’e iman ve teslimden kaçarken; böylece her zerrede milyarlarca azametli Güneş’i kabul etme zorunluluğu doğması ve yerdeki ısı ve ışık – renklerin, yerdeki bu milyarlarca Güneş’ten kaynaklandığına itikad ve inanma mecburiyetinde kalınması gibi!

Bu hâliyle; yani Bilimsel İfade ve tasvir, gözlem ve ölçümlerine Rabbimiz’i dahil etmekten özellikle kaçınan ve reddeden Bilim’in, bir takım safsata ve hurafeler doğurup, buna inanmak mecburiyetinde kalındığını söyler. Böyle bir Bilim’in, kabirden sonrası için faydası olmayan, bilâkis zararı olan veya malâyanîyat kabilinden, nursuz – kuru ma’lûmat olduğunu söyler. Ona göre Allah’ı tanıma ve sevmeye götürmeyen ve O’na bağlanmayan Bilim; kâinat kitabındaki yazılı âyetlerin şekil ve münasebet ve durumlarından bahseden ama bu âyetleri okumayıp, ihtiva etiği anlamı teğet geçmiş ve hatta varlığın taşıdığı anlam ve mesajı göremediğinden reddetmiş olup, bunun tasvir ve ispatıyla meşguldür.

Sonuç olarak: Büyük resimde, inkâr ve şirkin teorisini kurmaya çalışan; yani Ateizm ve Materyalizm, Natüralizm ve Determinizm İnanç ve Felsefesinin delil – ispatına çalışan “Bilim ve Bilimsellik”; varlık ile Rabbimiz arasındaki bağları zihinde kesme ve karartıp – kopartmanın bir adı ve yöntemi olmaktadır!

Bilim’in bazı batıl inanç, hurafe ve safsatalarına, kendi kaynaklarından örnekler vererek, örneklerdeki “bilimsel ifadeleri” (gramatik ve semantik açıdan) inceleyip; bu ifadelerdeki mugalata ve mantık hatalarında kendini ele veren metafizik ve politeist (çok tanrılı) hurafe örnekleri için; http://www.metabilgi.org/hurafeornekleri/ linkine bakılabilir.

Medreset-üz Zehra’da Öğretmen ve Eğitim Biçimi

Buraya kadar anlattığımız, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’ndeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşlenme Biçimi”nden çıkan sonuçlara göre, Bedî’üzzaman’ın nasıl bir öğretmen / muâllim / öğretim üyesi öngördüğü de netleşmiş oluyor.

Öyleyse öğretmen, hangi ders olursa olsun, en başta; bu “manâ-yı harfî” öğretim metodunu kulllanacak. Bilim/sellik’in, “manâ-yı ismî” çukuruna düşmemeye azamî gayret sarfedecek.

“Dini, İslâm”ı sadece Din Dersi’nin konusu olarak görmeyecek. Yani Fen, Sosyâl, Biyoloji, Matematik, Tarih, Coğrafya, Astronomi gibi sayısal – sözel ve diğer meslekî / teknik / branş derslerini de (bu dersler de Rabbimiz’in isim ve sıfat, fiil ve faâliyet, eser ve sonuçlarını anlatması nedeniyle) bu çerçeve ve paradigmadan sunacak.

Bu paradigmanın zorunlu sonucu olarak; öğretmen, öğrettiklerinin hayat, kâinat ve ahiretteki karşılık ve faydasını göstermek zorundadır. Rabbimiz’in Esma-ül Hüsnâ’sı ve tecelli ve tezahürleriyle bağlantı ve etkileşimini göstermelidir. Yani ders kitabında ve kâinatta ne yazdığını söylemek; bunu seslendirip, telâffuz etmekten ziyade; bu seslendirdiğinin anlam ve manâ ve fonksiyonunu öğretmesi ve daha önemlisi, bunun yöntem ve metodunu göstermesi gerekmektedir. Metod öğrenmekle, öğrencinin, öğretmene bağımlılık ve ihtiyacı azaltılır; yani balık tutmayı öğrenen öğrencinin, öğretmen ve balık tutmasına ihtiyacı kalmaz. Bilmediği diğer konularda, öğretmene ihtiyaç devam eder.

Yani öğretmen, talebelerine hazır bilgi ve balık vermekten ziyade, balık tutmayı öğreten; öğretmekten ziyade, bunu sevdiren ve buna ihtiyacı olduğunu gösterendir! Öyleyse, balık ve balık tutmaktan önce; derse merak, ilgi, ihtiyaç uyandırmak esastır. Yani öğretmen, hazır bilgi ve cevapları dikte edip – ezberletmekten daha çok; derse şevk ve içten gelen bir motivasyon uyandırıp; öğrenciyi soru ve sorun, ideâl ve gaye sahibi kılmalı. Zaten susamayana su vermenin, fazla bir anlam ve değeri de yoktur.

Üstelik “kalıcı ve üretici / doğurucu öğrenme” denilen şey, öğrenci, dersi; “sınıf geçme, diploma veya iş bulabilmek veya saygınlık ve itibar ve egoyu şişirmek” için değil; bizzat merak ve sevdiğinden, dersi şevkle ve öğrenmeye ihtiyaç hissetmesiyle sağlanır.

Yoksa Modern Eğitimde kullanılan, “ödül – ceza” sistemi; ödülü (not, puan, diploma) “amaç”; ders ve öğrenmeyi “araç” konumuna getirip; dersin, ödülü almak için geçilmesi gereken geçici bir köprü işlev ve fonksiyonu almasına sebep olmaktadır. Yani bu sistem, işlenen ders ve anlatılan konunun değersizleşme ve önemsizleşmesine hizmet etmektedir.

Muâllim / öğretmen; ders kitaplarında yazan şeyleri, öğrencilere aynen tekrar eden değil; kitaplarda yazılanı sindirmiş, üzerine yeni ve orjinal şeyler ekleyerek ve farklı çerçevelerde sunarak, öğrencilerinin merak ve ilgisini uyandırmaya çalışandır. Zaten öğretmen, kitapta yazılanı aynen öğrenciye aktaracaksa; o öğrencinin okula kadar yorulup, öğretmenin aracılığına ihtiyacı yoktur; aynı şeyleri zaten kitaptan da öğrenebilir!

Bedî’üzzaman’ın eğitim sisteminde muâllim ile talebe arasında ast – üst ilişkisi olmayıp; aralarındaki münasebet, eşitler ilişkisine dayanır. Yani öğretmen, öğretim üyesi, profesörün kendine bir makam vermesi, öğrenciye tepeden bakması, âmirâne konuşması; davranış – söz ve mimikleriyle öğrenciye, hiyerarşik olarak altında olduğunu imâ ve ihsas etmesi yanlış ve hatalı bir davranış biçimidir. Öyleyse, öğretmen kendisini devamlı üzüm çubuğu gibi görüp, ucundaki üzümleri kendisinin yapmadığı veya kazanmadığını bilmesi ve her zaman bunun bilincinde olması çok önemlidir. Aksi hâlde, “ben bütün bunları kendi çalışmam, ilim ve ehliyet, bilgi ve uzmanlığımla kazandım ve hakettim, tâ buralara geldim!” diyen Karun’un durumuna düşme riski vardır. Yani muâllim, kâinata “manâ-yı harfî” yöntemiyle bakarken, kendisini bunun dışında bırakmayacak.

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.)’nin eserlerinde önerdiği; Risale-i Nur’da mantık (ve siyak – sibak) olarak geçen veya mefhum olarak anlaşılan Eğitim – Öğretim Modeli’nin amaç – misyon – vizyon olarak genel özetini bu yazımızla bitirmiş oluyoruz.

O’nun Medreset-üz Zehra Projesi ve buradaki Ders Müfredatı hakkında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış ve Zararları & İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? & Metabilgi–Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın bulunduğu web sitemizde detaylı bilgi verildiği için bu kadarla iktifa ediyoruz.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 22.Aralık.2016

Bedî’üzzaman’ın 2 Eğitim Modeli: “Medrese-i Nurîye” ve “Medreset-üz Zehra” (2) 

Bilim ve Ders Kitaplarında, Allah’a İhtiyaç Duymayan Ateist Kâinat Tasvirleri!

Bu yazımızda, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’nin daha çok Ders Müfredatı ve Derslerin İşlenme Biçimini anlatacağız. Çünkü Medreset-üz Zehra’nın geçmişteki Medrese  ve günümüzdeki Okullardan en belirgin farkı ve ayrıcalığı burada yatıyor.

Şöyle ki: Medreset-üz Zehra Eğitimi, çağımızda geçerli Entelektüel Zekâ ve Hafıza Gücüne dayalı eğitimden çok daha farklı ve ayrı olup; “nefs – kâlp – ruh – his – duygu” eğitimini de içerir. Bu eğitim modelinde, tabiri caizse “Medrese ve Okul ve Cami ve Tarikat / Tasavvuf” ayrımı yoktur. Bunlar birbirleriyle içiçe ve çift yönlü etkileşim hâlinde işlevsel olup, fonksiyonlarını yitirmemişlerdir.

Yani Medreset-üz Zehra’da dersler, “Din Eğitimi” – “Fen Eğitimi” şeklinde ayrı ayrı ve yanyana okutulacak, farklı ve ayrı dersler değildir. Burada Bedi’üzzaman Hazretlerinin kasdettiği model; bilinen Medrese, günümüz Okul veya modern Anadolu İmam-Hatip ve İlâhiyyat Fakültelerinin uygulamalarından çok daha farklı ve ayrıdır.

bediuzzamanBedi’üzzaman; derslerin, Din EğitimiFen Eğitimi şeklinde ayrılmasını kabul etmez. Allahû Teâlâ’nın sadece Din Dersi’nde anlatılıp; diğer derslerin “seküler ve lâik eğitim” etiketiyle; güya “tarafsız”, aslında “ateist ve materyalist” inançlara göre işlenmesini reddeder.

Çünkü gözlem ve tasvirlerimizde, birşeyi ya “fail ve yaratıcısı var(mış)” gibi veya “yok(muş)” gibi ifade ederiz. Bu 2 şıkka eşit uzaklıkta, nesne ve olayları tarafsız ve olgusal ifade edebileceğimiz 3. bir ihtimâl yoktur. Var – yok’a eşit mes’âfede bir gözlem ve ifade biçimi yoktur. Kaldı ki, bu konuda “tarafsızlık” mümkün olsaydı bile; “tarafsızlık” kendi başına bir değer zaten değildir! Yani insan her zaman “iyi – doğru – güzel”den taraf olmalı ve açıkça desteklemeli.

Sonuç olarak; “Allah – Peygamber – Ahiret”, sadece “Din” ve “Din Dersi”nin konusu olmayıp; “Fizik – Kimya – Biyoloji – Tarih” gibi derslerin de ana konusudur. Yani Fen – Sosyâl – Sayısal tüm derslerin üzerine temellendiği ana zemin ve temel, “Allah”tır. Muhteşem bir sanat eserini anlatırken; ustasından bağımsız, müessirinden hiç bahsetmeden anlatmak mümkün olmaması gibi; kâinattaki eser ve işleyişten bahsederken de, fail ve yaratıcısına atıf yapmamamak mümkün değildir.

Zaten tüm bu derslerin ana mevzu ve konusu da; kâinat ve içindeki varlık ve hâdiselerdir; yani “Allah’ın fiili ve yarattığı eserler; O’nun kevnî âyetleri”dir. Dolayısıyle derslerin, bu ana bilgi ve inanç ve değer’i unutturmadan; yani “tarafsız ve objektif(miş), nesnel ve olgusal(mış)” rolü yapmadan işlenip, ifade edilmesi gerekir.

Bilim/sellik ve bunu anlatan Ders Kitaplarında tarafsızlık ve objektivite mümkün değil demiştik. Evet, evrendeki fizikî – kimyevî veya biyolojik – tarihî hâdise ve durumları, inançtan bağımsız ve tarafsız, yani nesnel ve olgusal ifade etmenin (mantık’ın dili ve dil’in mantığı açısından) bir yolu yoktur.

Başta demiştik ya; herhangi birşeyi gözler – ölçerken ve bu gözlemi fade ederken; ya “Yaratıcı ve yapan / yöneten fail ve ustası var(mış)” gibi anlatır ve tasvir ederiz veya “yok(muş)” gibi. Bu 2 şıkka eşit mes’âfede dıştan veya ortadan bakılabilecek bir gözlem ve ifade noktası; bunlara eşit uzaklıkta 3. bir şık, aklen ve mantıken yoktur.

Ateist Bilimsellik Felsefesi”nin ürün ve sonucu olan “Bilim”; incelediği olayların tasvir ve ifadesinde, “bu işin fail ve ustası Allah var(mış)”ı kabul etmediği için, zorunlu seçenek “Allah yok(muş)” tarafına sapıp; bu ateist inanca göre Bilimsel İfadeler kullanır. Bilim ve Ders Kitaplarında; “yaratma, yaratılma” yerine “oluşma, oluşum” gibi kelimelerin tercih edilmesi veya “sevki İlâhî, ilham” yerine “sevki tabiî, içgüdü” kelimelerinin tercih edilmesi gibi…

Bu gibi kelime seçimleri ve ifade biçimleriyle; olaylar failsiz anlatılarak, yani öznesiz cümleler kurularak; “güya o olayın tabiî ve doğal bir biçimde, tesadüfen veya bir takım sebep – kuvvetlerin zorlamasıyla, (haşa!) Allah’a ihtiyaç ve zaruret olmadan, O olmasa da zaten o olay olabilir ve olur ve zaten oluyor!alt / subliminâl mesaj ve inancı, bilinçaltımıza gönderilir.

Elhasıl mevcut Bilim, güya inançtan bağımsız ve tarafsızız yalanıyla, olayların tasvir ve ifadesinde “Allah yok(muş), varsa bile bu iş / işleyişe karışmıyor(muş)!” inanç ve tarafında olup; kendisini mürşid seçenlere, bu batıl inancını dayatıp, sinsice bilinçaltımıza ilka ve şırınga eder! Virüslü Subliminâl Mesajlar; “evrensel bilim, saf ilim” kılıfıyla, bilincimizin filtrelerine takılmadan, biz farkında olmadan bizi kodlar ve programlar.

Bilim’in bu “yok(muş), varsa bile kâinatın varlık ve devam ve işleyişinde, ne mantıken ve ne de gözlemsel veya ampirik olarak O’na ihtiyaç ve zaruret yok(muş)” inancını tutan ve sanki bu inanç mantıksal ve deneysel olarak gözlenip – ispatlanmış gibi Bilimsel İfadeler kullanan Bilim ve Ders Kitaplarının revize edilip – güncellenmesi gerekiyor.

Anaokulundan başlayıp, tâ Üniversiteye kadar hemen hemen tüm Ders Kitapları, hep bu ateist – materyalist inanca göre şekillenip, dizayn edilmiş. Tüm bu kitaplar, sanki bu inanç Bilimsel bir bilgi ve doğruymuş gibi yapılan Kâinat Tasvir ve Açıklamalarıyla dolu.

Okuldan başka; TV ve diğer medyalarda bilgi ve haberlerin sunuluş şekliyle; bilimsel kitaplar ve biliminsanlarının bilgi’yi ifade biçimiyle; elhasıl bu bilinçaltı telkin ve enformatik virüslü, kirli altmesaj saldırılarına, dünyaya gözümüzü açtığımızdan itibaren maruz kalıyoruz. Bu taarruzlara, kendimizi savunacak zırhlarımız; bu virüslü kod / mesajları tanıyıp, filtreleyip – silecek Antivirüs Programlarımız da yok!

Seyrettiği film – haberler, okuduğu kitap – gazetelerle; hergün yüzlerce kez, bu gizli ve sinsi telkin ve hipnoz bombardımanına maruz kalan bu öğrenci, kişi; isterse haftada 100 saat Din Dersi görsün, 1000 saat Hafızlık Eğitimi alsın, 10000 sayfa Siyer – Hadis – İlmihâl okusun; herhangi bir etki ve te’siri olmaz veya çok az ve geçicidir…

Zaten diğer ders(ler)e girince, “Allah” (C.C.), beynindeki Din Dersi Kısmında, sadece bir ezber olarak kalacak! Dışarı çıktığında, kâinatta gördüklerini “Allah’ın işi ve eseri, rızkı ve ni’meti olarakgörmek istese de gör(e)meyecek! Bu kişinin “herşeyi Allah yarattı / yaratıyor, bu ni’metleri bize O in’âm ve ihsan ediyor” demesi; önceden kendisine öğretilmiş bir ezberin tekrar ve taklidinden başka birşey olmayacak. Tıpkı, kendisine doğru şıkkı öğretilmiş bir soruda, kişinin o şıkkı işaretlemesi, o sorunun çözümünü bildiği anlamına gelmemesi gibi.

Çok ilginçtir ki: Çocuğumuzu hıristıyan, katolik veya azınlık okullarına göndermekten kaçınıyoruz ama bu, ateist – materyalist eğitim politikasına sıkı sıkıya bağlı okullara göndermekten hiç çekinmiyoruz!

Aşağıda, anaokulundan – üniversiteye kadar hemen hemen her ders (ve bilim) kitabında geçen / geçebilen; sanki “Allah yok(muş) varsa bile bu işlere karışmıyor(muş); herşey belli neden – sonuç ilişkileri ve zorunlu doğa kanunları nedeniyle, kendi kendine ve otomatik işleyebilir ve işler(miş) ve zaten olan da sadece buymuş!” amentü ve inancı, yani inkâr ve şirk felsefesine göre düzenlenmiş, “yağmur” tasvir ve açıklamalarını veriyoruz.

Yağmur nasıl Oluşur ve Yağar? Yağmurun Mekanizması

Yağmurun oluşmasında 2 işlem gerçekleşiyor. Yoğunlaşma ve buharlaşma. Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükseliyor. Ve yükseldikçe soğumaya başlıyor. Öyle birân geliyor ki su buharı ısının çok düşük olduğu bir bölgeye geliyor. Soğuk hava katmanına rastlayan buhar tanecikleri havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlaları haline dönüşüyor. Bunlar birleşerek bulutları oluşturuyor. Bu su damlacıklarının yeryüzüne düşmesi yani yağmur oluşturması için belirli bir büyüklüğe gelmesi gerekiyor. Bu da yüz binlerce su damlacığının birleşmesi anlamına geliyor. Yeterli büyüklüğe ulaşınca yerçekiminin etkisiyle yere düşmeye başlıyor… Yağmurun yağması için su damlalarının belirli bir büyüklüğe gelmesi gerektiğini söylemiştik. Bu da damlaların birbiri ile birleşmesi ile olmaktadır… Buluttaki su tanecikleri rüzgârın etkisi ile bir oraya bir buraya itilirler. Birbirlerine çarptıkça birleşerek su damlacıklarını oluştururlar. Oluşan su damlacıkları da kümeleşerek ‘su damlalarını’ meydana getirirler. Bu damlalar belirli bir ağırlığa ulaşınca havadan daha ağır hâle gelerek yere yağmur olarak düşerler…”

“Deniz, göl ve akarsularda bulunan su, Güneş’in etkisiyle buharlaşır. Göğe yükselen su buharı atmosferde soğuk hava tabakasına rastlayınca küçük su damlacıklarına dönüşür. Su damlacıkları bulutları oluşturur. Bulutların içinde bulunduğu hava soğursa binlerce damlacık birleşerek su damlalarını oluşturur. Gittikçe su damlaları büyür, ağırlaşır ve yağmur olarak yeryüzüne iner…”

“Peki insanlar için de yaşamsal nitelik taşıyan yağmurlar ne şekilde oluşur? Öncelikle yeryüzünde bulunan su kaynaklarından güneş ışığının etkisiyle suyun bir kısmı buharlaşma yoluyla yükselir. Yükselen su buharı, gökyüzünde soğuyarak yoğunlaşır ve tekrar su haline dönüşür. Dönüşen su taneleri, kütleleri nedeniyle hızla tekrardan yeryüzüne doğru giderler. Bu hava olayına yağmur ismi verilmektedir. Yeryüzünde bulunan kaynaklardaki sular buharlaşır ve gökyüzündeki su damlacığı dolu bulutları oluşturur. Gökyüzündeki bulutlar ise farklı yoğunlaşma ve yoğuşma olayları sonucunda oluşmaktadır… Bu küçük bulutların içerisindeki su buharı, yeryüzüne tekrar düşmeye yetecek kadar yeterli olmasa da bu bulutlar, başka bulutlarla birleşerek daha büyük su kitleleri oluşturabilirler…”

Şimdi, gözünü açtığından beri, bu “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” felsefenin aksiyom ve inançlarına göre düzenlenip kurgulanmış, bu “yağmur” tasvir ve açıklama ve telkinlerini binlerce defa okumuş bir öğrenci: “Rabbim bu iş / işleyişin neresinde!? Bilim, evrendeki şeyleri böyle Bilimsel olarak izah edip, nedenselleyebiliyorsa; yani herşey böyle ‘sebep – sonuç, kanun, madde – enerji, otomatik mekanizmalarla’ açıklanabiliyorsa; benim iman ve inanmak için gerekçem nedir?” sorusunu sormaz mı!?

Halbuki, kâinata Bilim’in “parçalayıcı” ve insan zihnini “kesrete dağıtıp – boğdurucu” bakışı yerine; dinimizin “birleştirici ve bütüncül (holistik)”, — daha doğru ifadeyle — “Tevhidî / Vahdet” nazarıyla bakarsak, görürüz ki: Allah’tan başka hangi sebep, yeryüzünde tonlarca suyu göğe kaldırıp – arıtır; O’ndan başka hangi fail başımızın üzerinde tonlarca suyu gezdirip, muhtaçlara nakil ve yetiştirir!?, Allah’tan başka hangi müessir, yağmuru kâinattan terkip edip; sonra da usulca, yaprak ve çiçekleri delip parçalamadan indirir!?, Allah’tan başka hangi sebep, uzay boşluğunda sür’âtle dönen dünya gemisine, hergün tonlarca “elma, bal, süt”ten ırmaklar akıtır ve gönderir!? (Yeryüzüne günde, “yağmur” gibi gönderilen; yani “ağaç” musluklarıyla akıtılan veya “arı, inek” kanal / borularıyla iletilen tüm “meyve, bal, sütlerin” miktarları binlerce tondur!), Allah’tan başka hangi neden, hangi fail; anne karnındaki bebeği, göbeğine çektiği bir kordonla karnından; doğduğunda da, dişleri olmayan ve katı yiyecekler için sindirim organları gelişmemiş o bebeği, annesinin göğsünden; böyle en lâzım ve lâtif bir ni’meti gönderip – besleyebilir!?…

Bedi’üzzaman Hazretlerinin (R.Â.) Risale-i Nur’da mantık ve mefhum itibariyle ifade ettiği gibi: Kâinattaki fiil / faâliyet, eser ve olaylara; “iman” ve “tevhid” nazarıyla bakarsak; görürüz ki mikrodan makroya geçerli tüm bu fiil ve eser ve (Tabiât – Fizik Kanunu değil) İlâhî Kanunlara; hiçbir sebep, hiçbir tesadüf, hiçbir tabiât, hiçbir varlık parmağını sokup, karıştıramaz! “Bu fiil ve eserlerde, benim de yetkim ve etkim var” diyemez!…

Elhasıl kameramızın kadraj ve odak ve zum noktasını iyi ayarlayıp, olaylara nereden bakacağımızı iyi hesaplamalıyız. Olaylara yanlış bakarsak; göreceklerimiz de, giydirip – yazacağımız senaryolar da yanlış olur. Kameramızın açısına girenleri, “gökteki tek Güneş’i inkâr ve reddeceğim” niyet ve inancıyla senaryolaştırırsak; sonra Güneş’in yeryüzündeki her yansıma ve timsâl, ısı ve ışığını yerdekilerden bilmek; yani Rabbimiz’in isim ve sıfat, tecelli ve tezahür, fiil ve eserlerini; “çeşitli madde ve kuvvet, sebep ve tesadüf, zorunluluk ve kanunlara” vermek; olayları böyle nedenselleyip, tasvir ve açıklamak zorunda kalırız! O zaman, herşey; “yumurtadan kuş çıkması, insandan insan çıkması, tohum – topraktan ağaç çıkması, tahta ağaçtan meyve – çiçek çıkması, göğün ortasından yağmur gelmesi…”; hepsi bize “tabiî ve normâl ve mümkünmüş” gibi görünmeye başlar! Bütün bu olanların; Allah’ın fiil ve eseri, mu’cize ve âyeti, ni’met ve ihsanı olduğu, unutulmaya ve görünmemeye başlar!

Olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; olduğu için biz “mümkün(müş)” zannediyoruz!

Öğrenciye “Allah’ın kesintisiz fiil ve devamlı yaratmasıyla kaim ve daim olan evren ve madde ve insan” şeklinde anlatılacak Fizik – Kimya – Biyoloji – Tarih ve diğer dersler; bu arka fonda yapılacak “atom, kâinat, madde, insan” tasvir ve anlatımları; bir inancın telkin ve empozesi anlamına gelmez. Kaldı ki insanların, kendi çocuklarını, kendi inanç ve dinlerine göre yetiştirmeleri gayet olağan ve normâldir. Üstelik bu hak din İslâm’sa, normâlin üzerinde farzdır. Dahası; kendisi daha başlangıçta Allah – Peygamber sevgisi vermezse; zaten mevcut kültür ve medya, devlet/okul ve arkadaşları, kendilerinkini verecektir!

Diğer yandan; en basit mantık kaidesiyle bile “eser, fiilsiz; fiil de failsiz”; elhasıl “eser, ustasız ol(a)mayacağı” için; kâinattaki tüm fiil / faâliyet ve sonuçları olan eserlerin, Allah’ın fiil ve eseri olduğu sonucuna varmak ve bu mantıkî sonuca göre dersleri anlatıp, işlemek; zaten aklen vacib ve zarurîdir. Yani bunu bilmek için İslâmiyet’i öğrenip, müslüman olmaya bile gerek yok, birazcık mantık bilmek yeterli!

Çünkü bir “yemek” ve “yemeğin yapılış şekil / neden – nasılından” bahsediyorsak; asıl fail ve özne ve sebep olan, üstelik “tencere – bıçak – ocak – soğan” gibi nesneleri alet ve sebep olarak atayan ve kullananaşçı ve ustadan” bahsetmemek, mantıken mümkün değildir.

Güya “bilim/sellik ve tarafsızlık” adına; yemeğin tasvir ve açıklama ve sebebini “aşçı yok(muş) ve aşçıya zaruret ve ihtiyaçta yok(muş)” şeklinde; yani “ateizm inancına” göre dizayn etmek saçmadır. Yani aşçısız; tencere – tava – bıçak – soğan – biberin kendi kendine ve tesadüfen, pencereden giren rüzgârın çarpıştırıp – birleştirmesiyle (siz bu “rüzgâr”a isterseniz “elektromagnetik itme – çekme” deyin, daha “bilimsel” görünür!) bu yemeği yapabilmesini mümkün görmek; üstelik bu mümkün’ün gerçekleşipte, yemeğin failsiz ve ustasız olduğunu iddia etmek saçmadır!

Bunun “mümkün olabileceği” ve “olanın da bu mümkün’ün vuku’ ve gerçekleşmesi olduğu” inancını savunmak safsata; üstelik kendi üzerine kapanan bir kısır döngü ve totolojidir! Bu inanç, iddia güya Bilimsel olarak gözlenip – ispatlanmış ilmî bir veriymiş gibi; dersleri, failsiz ve öznesiz, aşçısız ve ustasız anlatmak ise, daha büyük bir safsata ve yalandır!

Bu, “kısır döngü (fasid daire) ve totolojidir” dedik; çünkü olanlar, “mümkün” olduğu için olmuyor, olduğu / olageldiği için biz “mümkün(müş)” zannediyoruz! Yani “mümkün tanım kümemizi” biz, olanlara bakarak oluşturuyoruz. “Olduğu için, ‘demek ki mümkün(müş)” diye inandığımız şeylere, biraz sonra “demek mümkün ki, oluyor(muş)” diye; delil – netice / ispatı ters çevirerek inanmaya başlıyoruz!

Elhasıl, tasvir ve gözlemlerinde “fail” ve “özne”yi kabul etmeyip, üstelik reddeden Bilim’in Bilimsellik Felsefesi’nde “kim” ve “niçin” (ne için, failin amaç ve gayesi nedir) soruları yoktur. Oysa, bu soru ve cevaplarından mahrum hâldeki Bilim, “nasıl ve neden” sorularına bile cevap veremez. “Marangoz – masa” veya biraz önce yukarıda verdiğimiz “aşçı – yemek” örneğinde olduğu gibi.

Halbuki aşçı ve ustayı işe katmadan yemek veya masanın “nasıl yapıldığının” tasvir ve açıklaması eksik ve yanlış olmaya mahkûmdur. Yani; Ateist – Materyalist İnançlara göre şekillenmiş ve sanki bu inanç doğru ve ispatlanmış gibi Bilimsel İfadeler içeren Bilim ve Ders Kitapları, eşyanın “nedeni”ni geçtik, “nasılı”nı bile tasvir edemez!

Elhasıl, varlık ve olayları, Neden – Sonuç / Determinizm ve İlliyet Şablonuna oturtup, bu Paradigmaya göre tasvir etmek; yanlış ve eksik bir yöntem ve uygulamadır. Mevcut Bilim ve buna göre yazılmış Ders Kitapları, bu hâliyle “inkâr” ve “şirk”in delil – ispatına çalışır! “Evrensel Bilim” kandırmacasıyla, takmaya ikna ettiği “bilimsellik gözlüğü”yle; insana, kâinatı “ateist” veya “agnostik” bir renkte gördürür. Elhasıl “bilim / bilimsellik” denilen şey; hakikât ve asılda, “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” felsefe ve inançlara meşruiyet zemini açmaya çalışmanın bir yöntemi olmaktadır!

İnsan nazar ve zihninin, Bilimsellik Felsefesine göre formatlanması; içte “şüphe” tohumlarının yeşermesine sebeptir. Bu da (Allah korusun) “Allah’ı inkâr veya şirk”e veya inandığımız Allah’ın (Hıristıyanların Tanrısı gibi) “İlk Neden Tanrısı”na dönüşmesine sebeptir! Güya; Ulûhiyyet ve Rububiyyet ve icraatında, yardımcılara muhtaç ve ortak (şerikleri) var!

Eğer iş bu noktaya gelirse, o zaman; “herşeyin neden – sonuç illiyyet ve zincirleriyle bağlandığı, herşeyin madde – enerji, kanun ve tesadüf – zorunluluklarla tasvir edildiği ‘mekanistik’ bir evren de Rabbimiz ne iş yapar?” sorusuna ne diyeceğimizi şaşırırız!…

Halbuki bırak ne yaptığı, (eğer mümkün olsa da arıya sorsak) belki kendinden ve üzerinde yapılandan bile haberi olmayan “arı” için; “arı, bal yapar”, “ağaç, elma yapar / elmaya sebeptir” veya “bitki, fotosentez yapar” diyerek, bunları bal, elma, fotosentezin fail ve ustası olarak göstermek… Yani müthiş ilim – irade – kudret ve şuur gerektiren “bal, elma” gibi şeyleri; yanında veya içinde, bitişik olan diğer bir nesne / olayla açıklamak, inandırıcı olmadığı gibi rasyonel de değildir.

Bu, Mona Lisa’daki sanat ve inceliğe sebep olarak, boya – fırça hareketleri ve tuvali göstermekten çok daha mantıksız ve irrasyoneldir! Elhasıl, Bilim(sellik)in “Madde–Enerji + Uzun Zaman + Tesadüf–Zorunluluk = Herşey Mümkün!” denklemi, yanlış bir denklem ve inanç!

Sebeplerin Rolü

Bedi’üzzaman, kâinattaki işleyiş ve düzende, sebeplerin varlık ve hikmetini reddetmez. Sebep – Sonuç Münasebetinin, Allahû Teâlâ’nın yaratma biçimlerinden biri olduğunu kabul eder; yalnız şu farkla: Sebep, sonucu yaratmıyor; sonucu inşa veya kâinattan sentez ve terkipte etmiyor. Yani “sebep”i de, “sonuç” ismi verilen şeyi de yaratan; terkip ve inşa eden sadece Allah’tır. (C.C.)

Olayları Sebep – Sonuç Şablon ve Paradigmasıyla (Determinizm / Nedensellik / İlliyet) tasvir etmek; şuna “sebep”, buna “sonuç” etiketi takmak; realitede olmayan, zihinsel bir işlem ve isim vermedir. Bu zihinsel akıl yürütme sonucunda ortaya çıkan, “ağaç – elma – elmadaki çekirdek – ağaç – elma” gibi ifadeler, “tavuk – yumurta” kısır döngüsüne yolaçıp, böylece “sebep” ile “sonuç” devamlı yerdeğiştirir.

Ağaç” ile “elma” arasındaki zaman–mekânsal içiçelik ve yakınlık, ardardalık ve istikrar; ağacın elma yapabileceği ve yaptığı; “ağaç, toprak, yağmur, bulut, hava” her neyse, her biri veya toplamının, kâinattan elma sentezleyebilecekleri inancına yolaçmış!

Halbuki elmanın yaratılma veya inşa ve terkibine sebep ve fail olabilmek, böylece elmayı bize ni’met ve rızık olarak verebilmek için; elmayla bağlantılı tüm kâinata hükmedebilecek bir kudret ve ilim gerekiyor. Çünkü “Güneş, dünya, dünyanın dönme ve eğimi, bunların bağlı oldukları diğer seyyare; gece – gündüz ve mevsimler”; elhasıl Rabbimiz’in kâinatın başlangıcından beri devam eden sayısız fiil / faâliyetleri nesnelere yaptırması, onları alet edevat olarak kullanmasıyla, bunun sonucunda, bugün “elma” yiyebiliyoruz. Yani “birşey, herşeysiz; herşey de, birşeysiz olmuyor.” Yani elmanın sebebi, tüm kâinat; yani Rabbimiz elmayı, “kâinat tezgâhında” dokuyor. Bu işin yapılmasını faraza, Rabbimiz sebeplere bıraksa, onlar kendi başlarına ayakta bile duramazlar, nerede kaldı ki birşeylere “sebep” ve “alet” ve “aracı” olabilsinler!

O hâlde elmanın terkip ve icad ve inşasına sebep ve fail kim ise; kâinatı yaratan ve yöneten ve sebep olan da O olabilir. Çünkü kitabı yazan, içindeki cümleleri yazandan farklı olamaz; cümleleri yazan da, o cümlelerin oluştuğu kelime ve harfleri yazandan başkası olamaz!

Demek zerre veya atomkalem uçları” veya kalemin kâinat sayfalarına temasta “yazdığı nokta” ve izdüşümleriyle; herşey Rabbimiz’in Kudret Eliyle var oluyor ve varlığını devam ettiriyor. Demek herşeyin varlık ve devam sebebi O…

O hâlde “arı” veya “ağaç”, bal ve meyvenin ancak çıkış sebebi, nüzûl / inzâl yeri, gönderiliş musluğu olabilir. O hâlde “bal” hakkında şuur – ilim – iradesi olmayan arı için “arı, bal yapar; bala sebeptir” yanlış ifadesi yerine (çünkü “yapar” kelimesi, şuurlu ve yaptıkları hakkında ilim ve bu konu hakkında yapma iradesi gösteren biz insanlar için kullanılabilir, arı için değil); “arıya bal yaptırılır, arı eliyle bal gönderilir; arı, zarf ve hizmetçisiyle bal ulaştırılır” gibi ifade ve kelime seçimleri gramatik ve mantıksal açıdan doğru olandır.

İslâmî, yani İlmî açıdan da doğru olan budur; çünkü Allah’ın “Ulûhiyyetinde” (ilâhlıkta) ortağı olmadığı gibi, “Rububiyyetinde” (terbiye, icraat ve fiillerinde de) ortak ve yardımcıları yoktur. Bu açıdan, birşeyleri, kendi cinsinden olan başka şeylere “sebep” olarak görmek ve göstermek “gizli şirk” olup, “tevhid”e aykırıdır.

Yani Allah’tan bağımsız ve ayrı ve O’na muhtaç olmadan “sebep”in, o şeyi yapabilecek özellik ve kuvvette olduğuna ve yaptığına inanmak! Ekmek kestiğimiz bıçağın, Allah’a ihtiyaç ve zaruret olmadan, zaten o ekmeği kesebilecek (katılık ve keskinlik gibi) özelliklerde olduğuna inanmak gibi. “Ateş”in, O olsun olmasın, yakabilecek kuvvet ve özellikte olduğuna inanmak gibi… Elhasıl “sebep” ve “sonuç” ismi verdiğimiz herşey; etken değil, edilgen / etkilenen; fail ve masdar değil, münfail ve mahâldir.

“Madde” ve “sebepler” hakkındaki bütün bu inanç ve kanaâtler; genel ifadesiyle “La İlâhe illâllah”a aykırı olduğu gibi; özelde ve hususî olarak “La Havle velâ Kuvvete illâ Billâh”a da aykırıdır. Elhasıl “hayır – şer” kâinatta tüm fiilleri yaratan Allah’tır.

Medreset-üz Zehra Eğitim Modelindeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşleniş Biçimini” haftaya bitireceğiz inşâllah.

Haftaya; “Etken Sebep’ler içerisinde, cihaz ve aletçe en zengini; üstelik hayat ve şuur, akıl ve ilim sahibi olan insanın; kendi yapıp etme / fiillerinde etken midir, edilgen midir?, Cüz’î irade / kesb / ihtiyarıyla niyet ettikten sonra, gerçekleştirdiği fiillerini kendi mi yapıyor / yaratıyor; yoksa (kâinattaki tüm fiil / faâliyet ve ibda – inşa – ihtirâ / icadlar da olduğu gibi) insanın fiill ve eserlerini de Allah mı yaratıyor?, Bu gibi konularda, imanımızı; inanç seviyesinden, bilgi seviyesine; taklid’den tahkik’e nasıl çıkartıp; yakîn sahibi olabiliriz?” gibi sorulara cevap arayacağız inşâallah. Vesselâm.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 16.Kasım.2016

Bediüzzaman’ın Eğitim Felsefesi ve Medreset-üz Zehra Projesi

EĞİTİM AÇISINDAN DİN VE İLİM

Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir.. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. o iki cenah(kanat) ile talebenin himmeti pervâz eder. Ayrıldıkları zaman birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.

Din ve İlim Münasebetleri

Bu asırda akıl, ilim ve fennin hâkim duruma geçtiğini(1) ifade eden Bediüzzaman, ilmin nasıl tahsil edileceği hususunda, gerek muhteva, gerekse metot açısından düşünceler beyan etmiş ve prensipler göstermiştir. Onun eğitim mevzuundaki en esaslı görüşlerinden biri ve başta geleni, din ile tecrübî (deneye dayalı) ilimleri kaynaştıran anlayışıdır. (2)

O, insanlığın bu asırda tamamen ilim ve fenlere yöneleceğine ve kuvvetini onlardan alacağına bilhassa işaret etmiştir.(3)

O, bir din âlimi olmasına rağmen, din adına, müsbet ilme karşı bu yakınlığını fiilen gösteren fikirleriyle istisnâî bir orijinallik ortaya koymuştur…

Said Nursî, kâinatta görülen bütün ilmî hâdiselere, ilâhiyatçı bir gözle bakmış ve bu anlayışını aklın muhakeme sınırları içinde başarıyla izah etmiştir. Kur’ân’ın müsbet ilme yer verdiğini ve teşvik ettiğini belirtmiştir. İslâmın, ilmin neticeleri üzerindeki hükmü, o neticeleri icad edeni göstermesi bakımından önem arzeder.

Allah inancını ihmal eden ve dinin yerini ve fonksiyonunu görmezden gelen ilim anlayışı, “mânâ-yı ismiyle” yani varlıkların kendileri adına, sebepler açısından bakmayı netice verir. Allah’ın(c.c.) yaratma ve tesir gücünü dikkate alarak kavranılan ilim anlayışı ise; “mânâ-yı harfî” dir . Yani ‘Allah hesabına bakma’dır ki; doğru olan yaklaşım da budur.

Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakikatta yine İslâmın malı olan fen ve sanatı, nûr-u tevhid içinde yoğurarak, Kur’ân’ın bahsettiği, tefekkür ve mâna-yı harfî nazarıyle, yani onun san’atkârı ve ustası nâmıyla onlara bakmalı.” (4) dır.

İlmî çalışmaların Allah hesabına olması demek, aklın devre dışı bırakılması, ihmal edilmesi demek değildir. Aksine, bir şeyde Allah’ın yaratıcı gücünü görmek için, akıl devreye girmelidir. Bediüzzaman bunu şöyle ifade ediyor :

Eğer senin fikrin ve nazarın, şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikrâ-i tam ile, yani umumi bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kâdir değilsen, insanların telâhuk-u efkâr denilen, fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev’-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünûn ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.

Evet, kainatın her bir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise umumî kanunlardan ibarettir. Ve her bir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi, asılıp sallanan maslahat semerelerini (fayda meyvelerini) ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle, Yaratıcının kast ve hikmetini ilân ediyorlar.” (5)

Görülüyor ki insanlığın akıl ile bulduğu ilimler din ile bir çatışma haline girmekten ziyade Allah’un varlığını bilmekte ve bulmakta en büyük vasıta olmaktadır. Bu ilimlerin inkişafı ve neticeleri her şeyin bir kasıt ve irade ile tek bir yaratıcı tarafından idare edildiğini göstermektedir. Demek ki İslâmiyet, aklın eseri olan ilimle her zaman kaynaşma halinde bulunan bir mahiyettedir.

Din ve İlim Ayrılmazlığı

İlimlerin Allah’ın varlığına delil oldukları kabul edildiğinde, zaruri olarak din ve ilmin müşterekliği ve ayrılmazlığı söz konusu olmaktadır. Bu esas, eğitim politikası bakımından temel bir hareket noktası teşkil etmelidir. Gerçeğin araştırılmasında iki kaynağa dikkat çeken Bediüzzaman, bunları, nübüvvet, yani peygamberlerin tebliğ ettikleri hakikatler ile felsefenin ileri sürdüğü görüşlerde toplamaktadır. O’na göre, ne zaman felsefe dine dayanmışsa :

Âlem-i insaniyet parlak bir surette saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler, dalâletler, felsefe silsilesinin etrafında cem olmuştur.” (6)

Peygamberler, insanlığa her zaman ışık tutmuş elçiler, görevli şahsiyetlerdir. Felsefenin, sırf aklı rehber tutan prensipleri ise, toplumları karanlıklara, bunalımlara sürükler.

İlimle İslâm dini hiçbir zaman çatışmaz. İslâmiyet, müsbet ilimleri himaye ve teşvik eder. Üstad Bediüzzaman’ın,’Her bir ilim dalının, kendi hususi diliyle Allah’ı tanıttıklarını’ ifade etmesi çok orijinal bir düşüncedir.

Osmanlı Devletinin son zamanlarındaki Mektep-Medrese-Tekke üçlüsünün geçimsizliği ve kavgalarını bilgi eksikliğine bağlayan Bediüzzaman, bu üçlüyü barıştırmak için çareler üretmiştir. Bunun için “Medreset-üz Zehra” (Büyük İslâm Dâr-ül- fünûnu) projesine çok önem vermektedir.

Medrese ehli, mekteplileri dış görünüşlerinden dolayı, iman zaafı ile suçluyor. Mektepliler ise, onları yeni fenleri bilmediklerinden noksan ve cahil sayıyorlar. Bu fikirlerdeki ayrılık ve metotlardaki farklar, İslâm ahlâkını sarsmış ve medeni terakkiden (çağdaş medeniyetten) geri bırakmıştır.

Bunun yegâne çaresi, mekteplerde dini ilimleri hakkıyle okutmak, medreselerde ise artık lüzumsuz kalan eski Yunan felsefesine bedel, yeni müsbet ilimleri okutmak, tekkelerde de mütebahhirin uleması (çok geniş ilim sahipleri) bulundurmaktır. Böyle olunca, bu üç şûbe, âhenk içinde yükselecek ve yüksek mertebelere çıkacaktır.

Bu tekliflerde görüldüğü gibi Üstad Nursî, eğitimde birliği sağlamak ve cehaletten doğan taassubu yok etmek istemiştir. Bu sağlanabilirse,”Eflatunları, İbn-i Sinaları, Bismarkları, Dekartları ve Taftazanileri geride bırakacak” olan genç bir neslin teşekkülü gerçekleşecektir. İşte bu düşüncelerini Padişaha iletmek üzere ilk defa İstanbul’a gelmiş ve II. Meşrutiyetin ilanından az evvel(1908) dilekçesini sunmuştur. Fakat ne hazindir ki, II. Abdülhamid Han’la görüştürülmemiş, ona, Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa muhatap olmuştur. Bediüzzaman bu görüşme ile yetinmemiş, o günün gazetelerinde makaleler yazmış ve nutuklarıyla da dile getirmiştir. Padişahın, Hamidiye Alayları kurmak yerine, maarife önem vermesini ve milletten alınan vergilerin, milletin hastalığı olan cehaletin tedavisinde kullanılmasını istemiştir. “İslâmiyete uygun maârif-i cedideye millet nihayet derecede mutlak susamış olduğu” (7) içindir ki, toplumun eğitime olan şiddetli ihtiyacını önemle nazara vermiştir.

İstibdadın her çeşidine karşı olan Said Nursi, Medrese hocalarının ilmî istibdadına razı olmadığı gibi, ilim adamlarının da “Sevk-i fıtrîsiyle hareket edebilmesi için tahdit edilmemesi(serbest olmaları) lâzım”(8) geldiği görüşünden de ihtisaslaşma ve konusunda derinleşmeye önem verdiği söylenebilir.

Kur’an, “ilimde râsih olma” yı öngörmektedir. Yani meşgul olduğu ilim dalında mükemmelen ihtisaslaşma ve derin bilgi ve tecrübe sahibi olmak demektir.

Bediüzzaman’ın Doğu Anadolu’yu cehaletten kurtarıp kalkındıracak bir Dâr-ül-fünûn İslâm Üniversitesi teklifinde ısrarlı olduğunu, Cumhuriyet yönetimine geçerken T.B.Millet Meclisi’nden de istediğini ve 200 mebustan 163’ünün imzasıyla 150 bin banknotluk bir tahsisat ayrıldığını ve fakat devrin hükümetince benimsenmemesi yüzünden yine akim kaldığını görmekteyiz. Ne var ki, 1950 sonrası halkın sesine kulak veren ve Said Nursî Hazretlerine saygı gösteren Demokrat Parti iktidarı, Erzurum Üniversitesi’ni bu niyetle açmıştır. Bu üniversiteyi memnunlukla karşılayan Bediüzzaman Said Nursi, “Benim üniversitem” diyerek zamanla arzuladığı şekle gireceğini söylemiştir…

Kurulması istenen bu yüksek eğitim müessesesi, Van-Diyarbakır-Bitlis üçgeninde yer alacak ve başta Anadolu olmak üzere, İran, Arabistan, Mısır, Pakistan, Türkistan ve Afganistan gibi tüm Ortadoğu’ya hizmet verip, barış ve kardeşliği sağlamada önemli bir hizmet ifa edeceğini öngörmüştür.

TERAKKİ

Gerçek medeniyete ulaşmada, sırf maddî gelişmenin yetmediği, manevî gelişmenin de aynı paralelde olması gerektiği biliniyor. Hattâ Bediüzzaman psiko-sosyal bir tespit yaparak, Asya ülkelerinde din ve kalbin öne geçtiğini vurgular: “Hem ekser Enbiyanın Asya’da zuhûru, ağleb-i hükemanın(filozofların) Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki; Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.” der.

Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun?”sorusunu sorduktan sonra Bediüzzaman; İslâma sımsıkı sarıldığımız zamanlarda terakki , elimizi gevşettiğimiz dönemlerde ise gerilediğimizi şöyle anlatır:

Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne te’sis edilmediğinden; belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilalci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i îman ve islâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saâdetine yol açıldığı halde, nasıl me’yus olup ye’se düşüyorsunuz ve Âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve ye’s ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır; fakat, yalnız bîçâre ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu!” diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz. Mâdem tekâmül meyli kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş; elbette beşerin zulüm ve hatasiyle başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, Âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatiatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviye de gösterecek İnşaallah…

Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde’ ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i Arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak İnşaallah.

Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umûmî dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekleyebilirsiniz.” Bu cümlesinde Üstad Bediüzzaman gelecekten müjdeler vermektedir; yani, bir dünya barışının ve yaygın bir medeniyetin gerçekleşeceğini haber vermektedir.

TALEBE EĞİTİMİ

Talebelerin psikolojik şartları dikkate alınarak eğitilmesi önemli bir husustur. Bediüzzaman bir eserinde şunları söyler:

Yüksek bir insan bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun Fehmi (anlama kapasitesi) Onun çat-pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder. Söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insan ile çocuk arasında bir mâlûmat alışverişi olamaz. (9)

Bu ifadelerden anlaşılan mânâ; talebeye verilen dersin, sırf ilmî lisanla değil, onun anlayabileceği dilde ve basit cümlelerle anlatılması lazımdır. Gerektiğinde, misallerle meseleyi akla yaklaştırma yolları aranmalıdır. Çünkü, müşahhas misaller, anlamayı kolaylaştırıcı sebeplerdendir. (10)

İlmin şanından olan teşvik ve irşad, nasihat ve lütufla talebeye muamele edilmesini isteyen Said Nursi, merakın uyandırılmasını da eğitimde başarı sağlamanın şartlarından sayar. Bu merak hissinin uyandırılması için ise, baskı ile hareket etmeyip(11) anlayışla davranılması icab ettiği tabiîdir.

O, medreselerin eski tarz (ezbere dayalı) çalışma şeklinden çıkıp yeni bir usül ve muhteva kazanması gerektiği üzerinde ısrarla durmuştur. Öğretimde talebenin imtihana tabi tutulması ve alınan neticeye göre talebeye yeni bir yön vermek lüzumuna işaret etmiştir.(12) Talebelikte, iş bölümüne dayalı veya ihtisaslaşmayı esas alan bir tarz ile çalışmak gerektiğini belirterek grup ve ünite çalışmalarını tavsiye etmiştir. Yine ayrıca, karşılıklı münazara tarzında ders işlenmesini, talebenin yapıcı, terkipçi (sentezci) ve keşifçi bir zekâya kavuşması bakımından lüzumlu görmüştür. Bu görüşü ile Bediüzzaman, soru-cevap şeklindeki ders işleme metoduna da işaret etmektedir.

Talebeye verilen dersin sırf nazariyatta kalmaması asıldır. Bu bakımdan işlenen konunun müsbet bir netice verebilmesi için kalbe ve göze hitap edilmelidir. Ders işlemede bu noktadan hareketle, sadece fikir çerçevesinde kalmayıp, bunun yanında his ve heyecanlara da yer vermek gerektiğini ifade eder.

Bediüzzaman, âlimlerin münhasıran kitap sayfaları arasında kalışını ve nazariyattan öteye geçemeyişlerini tenkit etmiş ve tatbikat ile tecrübeye eğitimde gereken önemin verilmesini istemiştir. Bu yüzden ezber esasına dayalı bir eğitim anlayışını reddetmekte ve talebeye mes’ûliyet yükleyen bir eğitim anlayışını getirmek istemektedir.

Bediüzzaman, tekrarın önemine dikkat çekerken; Kur’an’ın telkin metoduna uygun olarak, öğrenilmesi gereken bir hususun zihinde sabitleştirilmesi, yani unutulmaması için ‘tekrar’ yapılmalıdır. İşlenen konunun can alıcı ve önemli noktalarını tekrarlamak, eğitimin öğretici vasfı bakımından şarttır.

O, bir eserinde şu görüşlerini ortaya koyar: “İntizam ile iş görmek ilim ile olur. Ölçü ile, tartı ile sanatkârane yapan elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar.”(13)

Eğitici Hoca, anlattığı konuyu hayata adapte etmeli, câzip misallerle dersi canlı tutmasını bilmeli ve bu bilgilerin hayatta lâzım olacağına talebeyi inandırmalıdır. Talebeden müsbet bir netice alabilmek için, evvela talebede, tahsilin lüzumuna inanan bir teslimiyet ve mes’ûliyet duygusu gelişmelidir. Yine buna bağlı olarak, başarılı bir tahsil hayatı için ahlâkî bir istikametin de verilmesi lazımdır. Manevî yönü ihmal edilen çocuğun eğitimi ve kontrolü, her yönden imkânsız bir hale gelir. (14)

Bediüzzaman, bugün insanlığın içine düştüğü fasit çemberden veya ahlâkî bunalımdan, iman terbiyesi ile kurtulabileceği inancındadır. Şu veciz cümle O’nundur :

Milletin kalb hastalığı za’f-ı diyanettir; bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Keza, o Hazret’in yakın dostu, dâvâ arkadaşı ve gönüldaşı, büyük şâir Mehmed Âkif Ersoy da :

İmandır o cevher ki, ilâhi ne büyüktür,

İmansız olan paslı yürek sînede yüktür.” derken ‘iman cevheri’nin önemine dikkat çekmektedir.

Nursî Hazretleri, hiçbir zaman malumatını kendi dünyasında hapsetmemiş, yeri ve zamanını dikkate alarak gerek topluma ve gerekse devrin yöneticilerine, o Kur’ânî düşüncelerini aktarmaktan geri durmamıştır. Her türlü zorluk ve çilelere rağmen…

Evvelki ‘Dinsizlik’ dönemini ezerek iktidara gelen Merhum A. Menderes iktidarları döneminde kısmen rahatlayan Bediüzzaman’ın eserleri Beraat etmiş ve matbaalarda basılmaya başlamıştır. Bu durum büyük fütuhatların başlangıcı olmuştur. Bu cümleden olarak; 1957 yılında Demokrat İktidar’dan üç kişilik bir heyet kendisinden tavsiyeler almak için ziyaret ettiklerinde; “bütün gâyesinin imanlı ve ahlâklı bir gençlik yetiştirmek olduğunu söylemiş, iktidarın da bu yolda çalışmasını temenni ettiğini” belirtmiştir.

Ülkenin kalkınmasına yardımcı olacak eğitim görüşünün; din ve fen ilimlerinin birlikte ve homojen (kaynaşmış) bir biçimde verilmesi, yani okutulması ile mümkün olacağı yönündedir. (15)

Hazret, bir başka veciz ifadesinde :

Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı, sanat, mârifet ve ittifak silahiyle cihad edeceğiz.” buyurmaktadır.(16)

Cehaleti baş düşman ilan edip, bu düşmanı yok etme çaresinin yapıcı bir maarif, yani eğitim ile mümkün olacağını düşünmek, Bediüzzaman’ın, kültürlü bir cemiyet modelini ortaya koyduğunu gösterir.

Mehmed Gürler

*********************************

Dipnotlar:

(1) Hutbe-i Şâmiye, s. 23.

(2) Öğretmenlerinin Allah’tan bahsetmeyişini şikâyet ederek, Allah’ı tanımak inanmak istediklerini söyleyen Lise talebelerine 1936 Kastamonu sürgün yıllarında Bediüzzaman; “Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsedip, Hâlık’ı tanıtıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” Diyerek karşılık vermiştir.(bkz. Sözler,s.162-163.) Öğretmenler Allah’tan bahsetmese bile her ilmin Allah’ı tanıtıcı özelliklerine dikkatleri çekerek, aynı eserinde geniş izahlarla iktisat, astronomi, felsefe, fizik ve kimya gibi ilim dallarında gerçekleşen hâdiseleri Allah’ın varlığına delil göstermektedir. Onun sadece bu görüşü bile; inanç ile ilmi ve bu ilimlerin eğitimini birbiri içinde gören bir felsefenin sahibi olduğunu gösterir…

(3) Sözler, s. 275

(4) Tarihçe-i Hayat, s. 127.

(5) İşârât-ül İ’caz, s.88-89

(6) Sözler, s. 571

(7) Divan-ı Harb-i Örfi, s. 27.

(8) Muhakemat, s. 47.

(9) İşarât-ül İ’caz, s.164.

(10) Sözler, s.50.

(11) Muhakemat, s. 47.

(12) Münazarat, s. 79.

(13) Mektubat, s. 248.

(14) Emirdağ Lâhikası, C. I, s.40

(15) Münazarat, s. 77.

(16) Divan-ı Harb-i Örfi, s. 14.

İdeal Üniversite ve Bediüzzaman Konferansı

İdeal Üniversite ve Bediüzzaman Konferansına Davetlisiniz

10 Mayıs Perşembe günü saat: 20:45’de başlayacak program. Kırklareli Üniversitesi Rektörlük Binası konferans salonunda gerçekleştirilecektir. Bu program Ruba Vakfı’nın katkılarıyla düzenlenecektir.

Program:

Kur’an-ı Kerim

Sinevizyon

Abdülhamid Oruç (Radyo programcısı, yazar ve Kırklareli eski vaizi): Bediüzzaman’ın Üniversite (Medreset-üz Zehra) projesi.

Hamdi Sağlamer (Bediüzzaman’ın talebesi): Bediüzzaman’dan hatıralar.

Dua


Medresetüzzehra ve Eğitim-Öğretimin Niteliği

A- Ukulün yanında en ala bir mekteb kulub yanında en ekmel medrese vicdanlar nazarında en mukaddes zaviye olacaktır. Hem mekteb, hem medrese, hem tekke olacaktır.

B- “Fünun-u cedideyi, ulum-u medaris ile mezc ve derc” etmek ve bu sayede safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halas etmek

C- Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir, ikisinin imtizacından hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisin de taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.

D- Bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şura olacak.

E- Mekteb (Darulmuallimin)’deki “intizam ve tefeyyüz ondan buna (medreseye) geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan (medrese) ona (mekteb) geçsin; tebeddül ile herbiri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun. (1996a, 125-134)

F- “Hem mekteb hem medrese olacak bir üniversite” (1997, 439)

Medresetüzzehra’nın Hedefleri

A- İslamiyete ve İnsaniyete hizmet

B- Maarifi “Kürdistana” medrese kapısıyla sokmak

C- Meşrutiyet ve hürriyetin mehasinini göstermek

D- Kürt ve Türk ulemasının istikbalini sağlamak

E- İslamiyeti, onu paslandıran hikayat ve İsrailiyat ve taassubat-ı barideden kurtarmak…

F- Maarif-i cedideyi medarise sokmak için bir tarik ve ehl-i medresenin nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun açmak

G- Ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-i tekkenin musalahalarıdır. En azından maksatta ittihatı sağlamak.

H- Kürdistan’da adet-i müstemirre olan talim-i infiradiyi halka ve daireye tebdil etmek. (1996a, 125-134)

İ- “Arabistan, Hindistan, İran, Kafkasya, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakiki, müsbet ve kudsi ve umumi milliyet-i hakikiye olan İslamiyet milliyeti ile “inneme’l-müminune ihvatun” Kur’an’ın bir kanun-u esasisinin tam inkişafına mazhar olsun.”

J- “Felsefe fünunu ile ulum-ı diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti İslamiyet hakaikiyle tam müsalaha etsin.”

K- “Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbiriyle yardımcı olarak ittifak etsin” (1997, 439-440)

Medresetüzzehra’nın Açılışı İçin Çabalar

1907 Kasımında İstanbul’a gelen Bediüzzaman, II. Abdülhamid nezdinde teşebbüste bulunmuşsa da, karşılık olarak kendisini hapishane ve tımarhanede bulmuştu.

II. Meşrutiyet döneminde, Sultan Reşad’ın da takdir etmesi ve 20.000 altın vermesi üzerine Van-Edremit’te medresenin temeli atılmıştı. Ancak Medresetüzzehra’nın binası bitmeden ve açılışı gerçekleşmeden I.Dünya savaşı başlamış ve bölgenin savaş alanı haline gelmesiyle de gerçekleşmesi mümkün olmamıştı.

Milli Mücadele sırasında İstanbul’da faaliyet gösteren ve TBMM’nin takdirini kazanan Bediüzzaman, davet üzerine 1922 yılında Ankara’ya gitmişti. Medresetüz-zehra’nın açılışı için yine faaliyetlerine devam eden Bediüzzaman, 200 milletvekilinden içlerinde Mustafa Kemal Paşa’nın da bulunduğu, 163’ünün reyi ile Doğu’da bir üniversite kurulmasını kabul ettirmişti. (1997, 439) Ancak bir ikinci yapım kararında inşaatına bile başlanamamış, kağıt üzerinde bir karar olarak kalmıştı.

Avrupalılaşma döneminde de, Doğu’da Medresetüzzehra’nın açılmasının zarurî olduğuna inanan Bediüzzaman, buna delil olarak ekser Peygamberlerin Asya’da, filozofların ise Batı’da geldiğini ve Asya’yı hakiki terakki ettirecek olanın fen ve felsefe değil, din hissi olduğunu göstermektedir. Bediüzzaman, “bu fıtri kanunu nazara almayarak garplılaşmak namına an’ane-i İslamiyeyi bıraksanız ve ladini bir esas yapsanız dahi, vatan selameti için dine, İslamiyetin hakaikine katiyen taraftar olmak lazım ve elzemdir” demekte ve buna uyulmazsa “menfi ırkçılık”ın insanları ifsad edeceğini belirtmektedir. (1997, 46-61; Şahiner, 1998, 46-61)

Yukarıdaki yazı Ümit Alparslan’ın “Bir Model Olarak Medresetüzzehra Projesi” isimli makalesinden alınmıştır.