Etiket arşivi: medrese-i nuriye

Risale-i Nur Talebesi Olmanın Şartları Nelerdir?

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, hem Risale-i Nur talebesi olmanın şartlarını, hem de şirket-i maneviye diye ifade ettiği manevi şirkete ortak olmanın özelliklerini, Risale-i Nurun bir çok yerinde ifade etmiştir. İşte bizde bu kısımları bir araya getirelim ve konuya öyle bakalım dedik.
 
Mesela Tarihçe-i  Hayat isimli eserinde şöyle ifadeler yer almaktadır. Ve Risale-i Nur talebesi olmanın en net tarifi burada yapılmaktadır.
 
Risale-i Nur’a intisab eden kimsenin en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan ve yazdıran ve okuyan, Risale-i Nur talebesi ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmidört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevi kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi dua eden kıymetdar binler kardeşlerim ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.
 
Mektubat isimli eserinde ise dost, kardeş ve talebeden bahsetmekte ve yukarıda bahsettiği talebeliğin şartlarına bir de şunu eklemektedir. 
 
Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.
 
Ve Said Nursi hazretleri bu dost, kardeş ve talebenin şartlarını ifade ettiği bu yerde çok ilginç olarak şu şartı da eklemektedir. “Bu üç tabaka dahi, beni manevi dua ve kazançlarında dahil etmek şarttır.
 
Hani özel bir ibadet ve evrad var mı diye aklınıza gelebilir. Onuda Hulusi Yahyagil Barla Lahikasında yer alan bir kısımda Said Nursi Hazretlerinin tavsiyelerini şöyle beyan eder ;
  • Beş vakit namazını ta’dil-i erkan ile vaktinde kıl, yani başka ibadete gücün yetmez. 
  • Namazın nihayetindeki tesbihleri yap, yani başka zikri yapamadım diye teessüf etme. 
  • Yedi kebairi terk et, çünki sagairi arayacak zamanda değiliz. 
  • İttiba’-ı sünnet et, zira bu zamanda arkasında gidilecek ve harekatı taklide değer saf, halis ve muhlis bir hadi ki, (o da seni yine bu yola götürecektir) maalesef bulamayacaksın. 
Barla Lahikasında geçen yeri teyid eden bir kısımda burası; Allah’a vasıl olacak yolların en kısasını anlatırken Said Nursi hazretleri şu sözleri söylüyor. 
 
Kur’andan istifade ettiğim “Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarikıdır. Ve bu Kısa tarikın evradı:
  • İttiba-ı sünnettir,
  • Feraizi işlemek,
  • Kebairi terketmektir. 
  • Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkan ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.
Emirdağ Lahikası 2’de geçen bu bölüm ise her şeyi özetleyen bir ifade olarak yer almaktadır.Ve Said Nursi hazretleri şimdiki Risale-i Nur dershanelerinin özelliğinide şu şekilde belirtmektedir.
 
Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin.
Eğer yoksa, yalnız ise, çok alakadar komşularından üç-dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin.
 
Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakiki talebe-i ulumun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risalesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakiki ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki adi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi.
 
Bütün bu ifadeleri maddelendirecek olursak şartlar şöyle ;
  • Allah’ın Farzlarını yerine getiren
  • Peygamberin Sünnetlerini hayatına geçiren
  • Allah’ın yasak ettiği Yedi Büyük Günahı  terkeden
  • Beş vakit Namazını vaktinde ve Tadil-i Erkan ile kılan
  • Namazın arkasındaki Tesbihatı yapan
  • Said Nursi hazretlerini manevi dua ve kazançlarına dahil eden
  • Risale-i Nuru Yazan ( Süre : Günde beş-on dakika )
  • Risale-i Nuru Yazdıran ( Süre : Günde beş-on dakika )
  • Risale-i Nuru Okuyan ( Süre : Günde beş-on dakika )
  • Risale-i Nuru Dinleyen ( Süre : Günde beş-on dakika ) 
  • Risale-i Nuru Neşreden
  • Risale-i Nuru kendi yazmış gibi sahip çıkan
  • Hayatının en büyük vazifesini Risale-i Nuru neşretmek bilen
 Said Nursi hazretlerinin Barla Lahikasında ifade ettiği İnsanı felakete götüren yedi büyük günah şunlardır ;
  • Katl 
  • Zina 
  • Şarab 
  • Kumar 
  • Yalancı şehadetlik
  • Ukuk-u valideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm)
  • Dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak
Kaynak : Risale Ajans

Bedî’üzzaman’ın 2 Eğitim Modeli: “Medrese-i Nurîye” ve “Medreset-üz Zehra” (3)

İnsanın Fiilleri Örneğinde; Sebeplerin Fonksiyon ve Rolü: Yürüyen biziz, Yürüten O

Önceki yazımızda, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’ndeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşlenme Biçimini” anlatmaya çalışmış ve Medreset-üz Zehra’nın geçmişteki Mektep, Medrese  ve günümüzdeki Okullardan en belirgin farkı ve ayrıcalığının burada yattığını söylemiştik. Bu kısmı tamamlayıp, yazının kalanını Medreset-üz Zehra’da “Eğitmen / öğretmen” ve “Eğitim Biçiminin” farkı ve ayrıcalığını anlamaya çalışacağız.

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin dediği gibi (bilmâna): “Sebeplerin içerisinde cihaz ve letaif ve kuvvelerinin çeşit ve sayı olarak en zengin ve câmisi, en donanımlı ve kuvvetlisi insan olduğu hâlde; o insan bile kendi üzerinde gerçekleşen, hattâ kendi iradesiyle yaptığı iş ve fiiller de bile; % 99,99’u hakkında ne bir bilgi ve olurken bile ne de bir şuuru var! Kendi iradî fiillerinde bile insanın durumu buyken; diğer, kâinattaki işleyişte “etken sebep”, yani “fail” ve “özne” saydıklarımız ne haltetsin!?”

Örneğin: “Yürümek” fiilinde, insanın yaptığı ve belki sadece iradesinde olan “yürümeye karar vermek” ve “istemek”tir! (Not: Peki “karar verme” ve “istemek”i neyle, nasıl ve hangi cihazımızla gerçekleştiriyoruz!? Hem belki “istemek”i de istiyoruz! Yani içimizde “yürüme isteği”nin yaratılması da ayrı bir istek ve niyet ve kararla gerçekleşiyor olabilir. Yani şuurumuz dışında gerçekleşen bir süreçle “yürüme isteğini” de istiyor; bu duygu ve isteği, istemeye karar veriyor olabiliriz! Bu isteğimizin kabulü sonucu, içimizde “yürüme isteği” doğunca ve bu istek şuurumuzun farkındalık alanına kadar genişleyip, bilincimize dokununca; bu istek ve meyle uyup uymamaya, irade ve şuurumuzla karar veriyor olabiliriz…)

Yani yürüyen her insan (Allahû Teâlâ’ya inansın inanmasın, farketmez) O’ndan kendisini yürütmesini dilemektedir; kendisinde yürüme” fiilini yaratmasını istemektedir; yürü(yebil)mek için (fıtraten ve şuuru da farketmeden; fiilî, hâlî, ıztırarî veya örfî) O’na dua etmektedir! O duanın Rabbimiz tarafından kabulünden sonra; “beyinde hangi hücre zinciri – sinapslarda hangi biyokimyevî reaksiyonlar başlayacak, kimyasalların oran ve karışım ve zamanlaması ne olacak, bu reaksiyonlar sonucu oluşan biyoelektrikî akım – sinyaller hangi hücre yollarını izleyerek, hangi kas liflerine, hangi sinir bağlantılarıyla iletilecek, uygulanacak kuvvet ve liflerdeki sıkışma, gerilme ve bükülmenin miktar ve yönü nedir, basınç, senkronizasyon, koordinasyon, denge, geribesleme, ayarlama, yeni duruma uyma, adaptasyon vs!…” bütün bunlar ve çok daha fazlası bilgi ve irademiz dışında gerçekleşiyor; olurken bile farkında olmuyor, şuur ve kuvvetimiz dışında gerçekleşiyor! Yani yürüyen biziz, yürüten O!

Elhasıl irademizle yaptığımız şeyler de bile; “birşeyi nasıl yaptığımızı bilmiyor ve “yaparken de neler ve nasıl olduğunu bilmiyor”, “hatta olurken şuurumuzla bile farketmiyorsak”; “ben yürüyorum / kendimi ben yürütüyorum” sözü, kuru bir iddia ve davadan ibaret; boşlukta asılı, temelsiz bir söz olarak kalır!

Eylem ve fiillerimizin inşa ve icad ve yaratılmasında, insan iradesinin rolü; bindiği helikopterin hiçbir yerine dokunmadan, helikopteri (uzaktan kumanda gibi) sadece düşünerek kontrol edip, sağa – sola yönlendiren insanın durumu gibi. Yani, birşeyi nasıl yaptığımızı bilmiyor ve olurken bile nasılını farketmiyor, bilmiyorsak; “ben yapıyorum, hayır – şer tüm fiillerimi ben terkip ve inşa ediyorum” demek, doğru değildir.

Hatta en basit bir fiil gibi gördüğümüz “konuşma” eyleminde; ne konuşacağımı, konuşmadan önce ben bile bil(e)miyorum! Yani “konuşma” fiilinde; ne diyeceğimi ve hangi kelimeleri kullanacağımı; ağzımdan çıkmadan önce ben bile bilmiyorum! Şuurumla intibak (yani olay yerine intikal etmemden) çok önce başlıyor ve bitiyor süreç; bilinçli şuurum çok arkadan geliyor! (Hatta “otomobil kullanmak, enstrüman çalmak” gibi irademin işe karışmadığı, şuurumun kontrol etmediği fiillerim çok daha akıcı ve kolay, sonuçları da çok daha güzel oluyor! Demek cüz’î irade ve ihtiyarımızı; arzu – heves – hırslarımızı aradan çekip, asıl sahibine teslim etsek, dünyada da rahat edeceğiz!)

Elhasıl sebep ve etkenler içerisinde, sebeplerin en zengin ve donanımlısı olan insan bile; kendi üzerinde gerçekleştirdiği kendine en yakın, kendi üzerindeki iradî davranışlarında bile elinde olan sadece “karar verip, istemek, dua ve talep etmektir!(“İstemeye’ ve ‘neyi isteyeceğimize’ biz mi karar veriyoruz?” sorusu, ayrı bir konu olduğundan; burada bir soru işareti bırakıp, devam ediyoruz.) Eylem, fiil ve sonuçlarını yaratan, inşa ve icad eden, sebep ve neden olan sadece Rabbimiz! Herşey edilgen ve alıcı, münfail ve mef’ûl, sadece o etken ve fail ve mucid! Sebepleri bile “sebep” olarak atayan ve sebepleri bir maşa ve alet gibi kullanan O! Misâlleri, “anne – bebek” ilişki / illiyyeti gibi örneklerle çoğaltabiliriz…

Demek; sebepler içerisinde, akıl, şuur, his, cihaz ve aletçe en donanımlı ve güçlüsü “insan”ın, kendi üzerindeki kontrol ve iradeli fiillerinin icad ve inşaşında bile; %99,9’u bilgi – kontrol ve şuuru dışında gerçekleşiyorken; insanla kıyas edilemez derecede aciz ve cahil ve şuursuz diğerleri için, mes’elâ: “Ağaç, elmaya sebep ve vasıtadır; arı, bal yapar; bulut, yağmur yağdırır; Güneş, yeryüzünü ısıtır; rüzgâr, bitkileri aşılar; karaciğer, 300’den fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir; bitkiler, fotosentezle besin ve enerji elde eder” gibi ifadeler, gerçeğin saptırılmasından başka birşey değil!

Güya tarafsız ve olgusal bu tür ateist ifadelerin, — doğumdan ölüme kadar, okulda, evde, TV’de, kitaplarda — defalarca telkin ve tekrarıyla programlanan kişiler, bütün bu fiil ve eserleri Allah’ın yaptığını unutur. Bu tür gizli, bilinçaltı / subliminâl mesaj taşıyan ifadeler; bunları “rızık ve ni’met” olarak veren Rabbimiz’i saklar ve perdeler. Mona Lisa tablosuna bakınca, otomatik refleks olarak (hadsen) gelen Da Vinci çağrışımı gibi; kâinat tablosuna bakınca, Rabbimiz akla gelmez; gördüklerimiz O’nu hatırlatmaz olur!

Bu Bilimsel Bakış Açısının bize verdiği Nazar / Niyetle; kâinata ateist bakışın, meleke ve alışkanlık olmasıyla; o insan zihninde kâinat ve madde, O’na şeffaflık ve aynalığını kaybedip; O’na “ayet” ve “işaret” ve “alâmet” olma vasfını kaybeder. Halbuki okuma – yazma bilmeyen Peygamberimiz’e (S.Â.V.) ilk gelen emir ve âyettir; “Yaratan Rabbimiz’in adıyla (Onun ismiyle, yani besmeleyle) kâinatı okumak!…”

Elhasıl Bedî’üzzaman, “sebep” kavramının ve işleyişteki hikmet ve rolünün, inanmayan ve inanmayan tüm insanların dünyasında yanlış anlaşıldığını ve putlaştırıldığını söyler. Yani “sebep” ismi verdiklerimizin aslında hiçbirşeye sebep olamayacaklarını, çünkü buna ilim ve kudretlerinin yetmediğini söyler. Nesneleri bir “kalem” veya “alet” ve “maşa” gibi, Rabbimiz Kudret Eliyle tutmadan, bunların kendi kendine, kendi başına hareket bile edemeyeceklerini söyler. Hareket etmeyi bırak, varlıkta bile duramayacaklarını söyler.

Bu açıdan, “kitap yazma” örneğinde; “yazma fiili” ve “yazar fail” ve “kâtibinden” bahsetmeden veya “yazar gibi bir sebep veya faile gerek ve ihtiyaç yok” anlamında; “kalem, yazının ve yazının ifade ettiği bilginin sebebidir” diyerek; olayları Deterministik İfade etmek; saçmalık ve hurafeden başka birşey değildir!

Günümüz Bilim’i ve işlenen dersler hep bu ateist ve materyalist inanca, natüralist ve determinist safsataya göre işlenip, dizayn edildiğinden; öğrencinin bilinçaltına “bu işlerle Allah’ın ilgisi yok, O olsun olmasın bu işler olur ve zaten oluyor; demek ‘Allah’ gibi ek bir sebep veya faile ve buna inanmaya ilmen ve mantıken herhangi bir zaruret ve ihtiyaç yok!” Virüslü Gizli Mesajı, bilinçaltımıza ilka ve şırınga edilir ve ediliyor!

Yani olayları “Ateist Bilim/sellik Kriterleri”ne göre; yani “Determinist Felsefenin İnanç Esasları”na göre “Yatay Sebep – Sonuç Etkileşim ve İlişkileriyle” açıklayıp, tasvir etmek; “bu fiil ve eserin, fail ve özne ve ustası yok; Allah olmasa da bu işler zaten olur ve oluyor; (haşa!) Allah bu işe karışmıyor” virüsünü bilinçaltımıza kodlar ve çalıştırır!

Bilim’in bu Bilimsel ve Deterministik Yöntem ve İfadeleri; bilincimize direkt “Allah yok, varsa bile karışmıyor, bu işleri yapmıyor!” demekten çok daha etkili ve zararlıdır! Çünkü Ateist Bilimsel İfadelerde saklı ve gizli, bu tür subliminâl mesajların taşıdığı Bilgi Virüsü, direkt bilinçaltımıza gönderildiğinden; bilincimiz farkedemez, tepki de veremez! Dahası; antivirüs programlarımız virüsü farkedemediği veya tanımlı olmadığı için (çünkü virüs, “bilim, bilimsel, doğru bilgi – gözlem – ölçüm” kılıf ve ambalaj ve şırıngasıyla zihne gönderiliyor) savunma da geliştiremez! Bu Zararlı Kod / Program, bilincin Antivirüs Programlarında filtrelenmeden, direkt zihne girip, oradan kalbe ve diğer organ; yani davranışlara sirayet eder!

Bedi’üzzaman Hazretleri, Risaleler’de; Bilim’in bu Bilimsel Yönteminin hurafe ve safsatalar doğurduğunu, bunun da kişide inkâr ve şirke yolaçtığını söyler. Yani Ateist – Materyalist Felsefeye göre şekillenmiş Bilim ve Bilimsel İfadelerde; deney – gözlem – ölçümü yapılan olaylarda Rabbimiz’i fail ve özne göstermemek için veya bu olayın failsiz ve öznesiz olduğuna inandırmak için; “tabiât, tesadüf, içgüdü, mekanizma” gibi vehmî veya zihnî şeylere veya “madde, kuvvet, ısı, basınç, çekim, enerji” gibi nedenlere “fail ve özne” sıfatı yüklendiğini; böylece tek Allah’tan kaçarken, zerreler adedince ilâha inanmak zorunda kalındığını söyler. Yani bu zerrelere bazı ilâhlık özellik ve sıfatları yüklenilmek zorunda kalındığını veya “tabiât, tesadüf, içgüdü” gibi; zihnin dışında herhangi bir somut vücudu olmayan; yani haricî ve maddî (hatta soyut ve manevî olarak bile) mevcudiyeti olmayan (metafizik) başla ilâhlara inanmak zorunda kalındığını söyler.

Tıpkı; yerdeki ısı – ışık ve gündüzün sebebi olarak, gökteki tek Güneş’i kabul etmekten kaçınmanın mecburî sonucu olarak; yerdeki milyarlarca Güneş yansıma ve timsâlini, gökteki Güneş’in aynı özelliklerine sahip, aynı Güneş kabul etmek zorunda kalınması gibi. Gökteki tek azametli Güneş’e iman ve teslimden kaçarken; böylece her zerrede milyarlarca azametli Güneş’i kabul etme zorunluluğu doğması ve yerdeki ısı ve ışık – renklerin, yerdeki bu milyarlarca Güneş’ten kaynaklandığına itikad ve inanma mecburiyetinde kalınması gibi!

Bu hâliyle; yani Bilimsel İfade ve tasvir, gözlem ve ölçümlerine Rabbimiz’i dahil etmekten özellikle kaçınan ve reddeden Bilim’in, bir takım safsata ve hurafeler doğurup, buna inanmak mecburiyetinde kalındığını söyler. Böyle bir Bilim’in, kabirden sonrası için faydası olmayan, bilâkis zararı olan veya malâyanîyat kabilinden, nursuz – kuru ma’lûmat olduğunu söyler. Ona göre Allah’ı tanıma ve sevmeye götürmeyen ve O’na bağlanmayan Bilim; kâinat kitabındaki yazılı âyetlerin şekil ve münasebet ve durumlarından bahseden ama bu âyetleri okumayıp, ihtiva etiği anlamı teğet geçmiş ve hatta varlığın taşıdığı anlam ve mesajı göremediğinden reddetmiş olup, bunun tasvir ve ispatıyla meşguldür.

Sonuç olarak: Büyük resimde, inkâr ve şirkin teorisini kurmaya çalışan; yani Ateizm ve Materyalizm, Natüralizm ve Determinizm İnanç ve Felsefesinin delil – ispatına çalışan “Bilim ve Bilimsellik”; varlık ile Rabbimiz arasındaki bağları zihinde kesme ve karartıp – kopartmanın bir adı ve yöntemi olmaktadır!

Bilim’in bazı batıl inanç, hurafe ve safsatalarına, kendi kaynaklarından örnekler vererek, örneklerdeki “bilimsel ifadeleri” (gramatik ve semantik açıdan) inceleyip; bu ifadelerdeki mugalata ve mantık hatalarında kendini ele veren metafizik ve politeist (çok tanrılı) hurafe örnekleri için; http://www.metabilgi.org/hurafeornekleri/ linkine bakılabilir.

Medreset-üz Zehra’da Öğretmen ve Eğitim Biçimi

Buraya kadar anlattığımız, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’ndeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşlenme Biçimi”nden çıkan sonuçlara göre, Bedî’üzzaman’ın nasıl bir öğretmen / muâllim / öğretim üyesi öngördüğü de netleşmiş oluyor.

Öyleyse öğretmen, hangi ders olursa olsun, en başta; bu “manâ-yı harfî” öğretim metodunu kulllanacak. Bilim/sellik’in, “manâ-yı ismî” çukuruna düşmemeye azamî gayret sarfedecek.

“Dini, İslâm”ı sadece Din Dersi’nin konusu olarak görmeyecek. Yani Fen, Sosyâl, Biyoloji, Matematik, Tarih, Coğrafya, Astronomi gibi sayısal – sözel ve diğer meslekî / teknik / branş derslerini de (bu dersler de Rabbimiz’in isim ve sıfat, fiil ve faâliyet, eser ve sonuçlarını anlatması nedeniyle) bu çerçeve ve paradigmadan sunacak.

Bu paradigmanın zorunlu sonucu olarak; öğretmen, öğrettiklerinin hayat, kâinat ve ahiretteki karşılık ve faydasını göstermek zorundadır. Rabbimiz’in Esma-ül Hüsnâ’sı ve tecelli ve tezahürleriyle bağlantı ve etkileşimini göstermelidir. Yani ders kitabında ve kâinatta ne yazdığını söylemek; bunu seslendirip, telâffuz etmekten ziyade; bu seslendirdiğinin anlam ve manâ ve fonksiyonunu öğretmesi ve daha önemlisi, bunun yöntem ve metodunu göstermesi gerekmektedir. Metod öğrenmekle, öğrencinin, öğretmene bağımlılık ve ihtiyacı azaltılır; yani balık tutmayı öğrenen öğrencinin, öğretmen ve balık tutmasına ihtiyacı kalmaz. Bilmediği diğer konularda, öğretmene ihtiyaç devam eder.

Yani öğretmen, talebelerine hazır bilgi ve balık vermekten ziyade, balık tutmayı öğreten; öğretmekten ziyade, bunu sevdiren ve buna ihtiyacı olduğunu gösterendir! Öyleyse, balık ve balık tutmaktan önce; derse merak, ilgi, ihtiyaç uyandırmak esastır. Yani öğretmen, hazır bilgi ve cevapları dikte edip – ezberletmekten daha çok; derse şevk ve içten gelen bir motivasyon uyandırıp; öğrenciyi soru ve sorun, ideâl ve gaye sahibi kılmalı. Zaten susamayana su vermenin, fazla bir anlam ve değeri de yoktur.

Üstelik “kalıcı ve üretici / doğurucu öğrenme” denilen şey, öğrenci, dersi; “sınıf geçme, diploma veya iş bulabilmek veya saygınlık ve itibar ve egoyu şişirmek” için değil; bizzat merak ve sevdiğinden, dersi şevkle ve öğrenmeye ihtiyaç hissetmesiyle sağlanır.

Yoksa Modern Eğitimde kullanılan, “ödül – ceza” sistemi; ödülü (not, puan, diploma) “amaç”; ders ve öğrenmeyi “araç” konumuna getirip; dersin, ödülü almak için geçilmesi gereken geçici bir köprü işlev ve fonksiyonu almasına sebep olmaktadır. Yani bu sistem, işlenen ders ve anlatılan konunun değersizleşme ve önemsizleşmesine hizmet etmektedir.

Muâllim / öğretmen; ders kitaplarında yazan şeyleri, öğrencilere aynen tekrar eden değil; kitaplarda yazılanı sindirmiş, üzerine yeni ve orjinal şeyler ekleyerek ve farklı çerçevelerde sunarak, öğrencilerinin merak ve ilgisini uyandırmaya çalışandır. Zaten öğretmen, kitapta yazılanı aynen öğrenciye aktaracaksa; o öğrencinin okula kadar yorulup, öğretmenin aracılığına ihtiyacı yoktur; aynı şeyleri zaten kitaptan da öğrenebilir!

Bedî’üzzaman’ın eğitim sisteminde muâllim ile talebe arasında ast – üst ilişkisi olmayıp; aralarındaki münasebet, eşitler ilişkisine dayanır. Yani öğretmen, öğretim üyesi, profesörün kendine bir makam vermesi, öğrenciye tepeden bakması, âmirâne konuşması; davranış – söz ve mimikleriyle öğrenciye, hiyerarşik olarak altında olduğunu imâ ve ihsas etmesi yanlış ve hatalı bir davranış biçimidir. Öyleyse, öğretmen kendisini devamlı üzüm çubuğu gibi görüp, ucundaki üzümleri kendisinin yapmadığı veya kazanmadığını bilmesi ve her zaman bunun bilincinde olması çok önemlidir. Aksi hâlde, “ben bütün bunları kendi çalışmam, ilim ve ehliyet, bilgi ve uzmanlığımla kazandım ve hakettim, tâ buralara geldim!” diyen Karun’un durumuna düşme riski vardır. Yani muâllim, kâinata “manâ-yı harfî” yöntemiyle bakarken, kendisini bunun dışında bırakmayacak.

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.)’nin eserlerinde önerdiği; Risale-i Nur’da mantık (ve siyak – sibak) olarak geçen veya mefhum olarak anlaşılan Eğitim – Öğretim Modeli’nin amaç – misyon – vizyon olarak genel özetini bu yazımızla bitirmiş oluyoruz.

O’nun Medreset-üz Zehra Projesi ve buradaki Ders Müfredatı hakkında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış ve Zararları & İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? & Metabilgi–Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın bulunduğu web sitemizde detaylı bilgi verildiği için bu kadarla iktifa ediyoruz.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 22.Aralık.2016

Bedî’üzzaman’ın 2 Eğitim Modeli: “Medrese-i Nurîye” ve “Medreset-üz Zehra” (2) 

Bilim ve Ders Kitaplarında, Allah’a İhtiyaç Duymayan Ateist Kâinat Tasvirleri!

Bu yazımızda, Medreset-üz Zehra Eğitim Modeli’nin daha çok Ders Müfredatı ve Derslerin İşlenme Biçimini anlatacağız. Çünkü Medreset-üz Zehra’nın geçmişteki Medrese  ve günümüzdeki Okullardan en belirgin farkı ve ayrıcalığı burada yatıyor.

Şöyle ki: Medreset-üz Zehra Eğitimi, çağımızda geçerli Entelektüel Zekâ ve Hafıza Gücüne dayalı eğitimden çok daha farklı ve ayrı olup; “nefs – kâlp – ruh – his – duygu” eğitimini de içerir. Bu eğitim modelinde, tabiri caizse “Medrese ve Okul ve Cami ve Tarikat / Tasavvuf” ayrımı yoktur. Bunlar birbirleriyle içiçe ve çift yönlü etkileşim hâlinde işlevsel olup, fonksiyonlarını yitirmemişlerdir.

Yani Medreset-üz Zehra’da dersler, “Din Eğitimi” – “Fen Eğitimi” şeklinde ayrı ayrı ve yanyana okutulacak, farklı ve ayrı dersler değildir. Burada Bedi’üzzaman Hazretlerinin kasdettiği model; bilinen Medrese, günümüz Okul veya modern Anadolu İmam-Hatip ve İlâhiyyat Fakültelerinin uygulamalarından çok daha farklı ve ayrıdır.

bediuzzamanBedi’üzzaman; derslerin, Din EğitimiFen Eğitimi şeklinde ayrılmasını kabul etmez. Allahû Teâlâ’nın sadece Din Dersi’nde anlatılıp; diğer derslerin “seküler ve lâik eğitim” etiketiyle; güya “tarafsız”, aslında “ateist ve materyalist” inançlara göre işlenmesini reddeder.

Çünkü gözlem ve tasvirlerimizde, birşeyi ya “fail ve yaratıcısı var(mış)” gibi veya “yok(muş)” gibi ifade ederiz. Bu 2 şıkka eşit uzaklıkta, nesne ve olayları tarafsız ve olgusal ifade edebileceğimiz 3. bir ihtimâl yoktur. Var – yok’a eşit mes’âfede bir gözlem ve ifade biçimi yoktur. Kaldı ki, bu konuda “tarafsızlık” mümkün olsaydı bile; “tarafsızlık” kendi başına bir değer zaten değildir! Yani insan her zaman “iyi – doğru – güzel”den taraf olmalı ve açıkça desteklemeli.

Sonuç olarak; “Allah – Peygamber – Ahiret”, sadece “Din” ve “Din Dersi”nin konusu olmayıp; “Fizik – Kimya – Biyoloji – Tarih” gibi derslerin de ana konusudur. Yani Fen – Sosyâl – Sayısal tüm derslerin üzerine temellendiği ana zemin ve temel, “Allah”tır. Muhteşem bir sanat eserini anlatırken; ustasından bağımsız, müessirinden hiç bahsetmeden anlatmak mümkün olmaması gibi; kâinattaki eser ve işleyişten bahsederken de, fail ve yaratıcısına atıf yapmamamak mümkün değildir.

Zaten tüm bu derslerin ana mevzu ve konusu da; kâinat ve içindeki varlık ve hâdiselerdir; yani “Allah’ın fiili ve yarattığı eserler; O’nun kevnî âyetleri”dir. Dolayısıyle derslerin, bu ana bilgi ve inanç ve değer’i unutturmadan; yani “tarafsız ve objektif(miş), nesnel ve olgusal(mış)” rolü yapmadan işlenip, ifade edilmesi gerekir.

Bilim/sellik ve bunu anlatan Ders Kitaplarında tarafsızlık ve objektivite mümkün değil demiştik. Evet, evrendeki fizikî – kimyevî veya biyolojik – tarihî hâdise ve durumları, inançtan bağımsız ve tarafsız, yani nesnel ve olgusal ifade etmenin (mantık’ın dili ve dil’in mantığı açısından) bir yolu yoktur.

Başta demiştik ya; herhangi birşeyi gözler – ölçerken ve bu gözlemi fade ederken; ya “Yaratıcı ve yapan / yöneten fail ve ustası var(mış)” gibi anlatır ve tasvir ederiz veya “yok(muş)” gibi. Bu 2 şıkka eşit mes’âfede dıştan veya ortadan bakılabilecek bir gözlem ve ifade noktası; bunlara eşit uzaklıkta 3. bir şık, aklen ve mantıken yoktur.

Ateist Bilimsellik Felsefesi”nin ürün ve sonucu olan “Bilim”; incelediği olayların tasvir ve ifadesinde, “bu işin fail ve ustası Allah var(mış)”ı kabul etmediği için, zorunlu seçenek “Allah yok(muş)” tarafına sapıp; bu ateist inanca göre Bilimsel İfadeler kullanır. Bilim ve Ders Kitaplarında; “yaratma, yaratılma” yerine “oluşma, oluşum” gibi kelimelerin tercih edilmesi veya “sevki İlâhî, ilham” yerine “sevki tabiî, içgüdü” kelimelerinin tercih edilmesi gibi…

Bu gibi kelime seçimleri ve ifade biçimleriyle; olaylar failsiz anlatılarak, yani öznesiz cümleler kurularak; “güya o olayın tabiî ve doğal bir biçimde, tesadüfen veya bir takım sebep – kuvvetlerin zorlamasıyla, (haşa!) Allah’a ihtiyaç ve zaruret olmadan, O olmasa da zaten o olay olabilir ve olur ve zaten oluyor!alt / subliminâl mesaj ve inancı, bilinçaltımıza gönderilir.

Elhasıl mevcut Bilim, güya inançtan bağımsız ve tarafsızız yalanıyla, olayların tasvir ve ifadesinde “Allah yok(muş), varsa bile bu iş / işleyişe karışmıyor(muş)!” inanç ve tarafında olup; kendisini mürşid seçenlere, bu batıl inancını dayatıp, sinsice bilinçaltımıza ilka ve şırınga eder! Virüslü Subliminâl Mesajlar; “evrensel bilim, saf ilim” kılıfıyla, bilincimizin filtrelerine takılmadan, biz farkında olmadan bizi kodlar ve programlar.

Bilim’in bu “yok(muş), varsa bile kâinatın varlık ve devam ve işleyişinde, ne mantıken ve ne de gözlemsel veya ampirik olarak O’na ihtiyaç ve zaruret yok(muş)” inancını tutan ve sanki bu inanç mantıksal ve deneysel olarak gözlenip – ispatlanmış gibi Bilimsel İfadeler kullanan Bilim ve Ders Kitaplarının revize edilip – güncellenmesi gerekiyor.

Anaokulundan başlayıp, tâ Üniversiteye kadar hemen hemen tüm Ders Kitapları, hep bu ateist – materyalist inanca göre şekillenip, dizayn edilmiş. Tüm bu kitaplar, sanki bu inanç Bilimsel bir bilgi ve doğruymuş gibi yapılan Kâinat Tasvir ve Açıklamalarıyla dolu.

Okuldan başka; TV ve diğer medyalarda bilgi ve haberlerin sunuluş şekliyle; bilimsel kitaplar ve biliminsanlarının bilgi’yi ifade biçimiyle; elhasıl bu bilinçaltı telkin ve enformatik virüslü, kirli altmesaj saldırılarına, dünyaya gözümüzü açtığımızdan itibaren maruz kalıyoruz. Bu taarruzlara, kendimizi savunacak zırhlarımız; bu virüslü kod / mesajları tanıyıp, filtreleyip – silecek Antivirüs Programlarımız da yok!

Seyrettiği film – haberler, okuduğu kitap – gazetelerle; hergün yüzlerce kez, bu gizli ve sinsi telkin ve hipnoz bombardımanına maruz kalan bu öğrenci, kişi; isterse haftada 100 saat Din Dersi görsün, 1000 saat Hafızlık Eğitimi alsın, 10000 sayfa Siyer – Hadis – İlmihâl okusun; herhangi bir etki ve te’siri olmaz veya çok az ve geçicidir…

Zaten diğer ders(ler)e girince, “Allah” (C.C.), beynindeki Din Dersi Kısmında, sadece bir ezber olarak kalacak! Dışarı çıktığında, kâinatta gördüklerini “Allah’ın işi ve eseri, rızkı ve ni’meti olarakgörmek istese de gör(e)meyecek! Bu kişinin “herşeyi Allah yarattı / yaratıyor, bu ni’metleri bize O in’âm ve ihsan ediyor” demesi; önceden kendisine öğretilmiş bir ezberin tekrar ve taklidinden başka birşey olmayacak. Tıpkı, kendisine doğru şıkkı öğretilmiş bir soruda, kişinin o şıkkı işaretlemesi, o sorunun çözümünü bildiği anlamına gelmemesi gibi.

Çok ilginçtir ki: Çocuğumuzu hıristıyan, katolik veya azınlık okullarına göndermekten kaçınıyoruz ama bu, ateist – materyalist eğitim politikasına sıkı sıkıya bağlı okullara göndermekten hiç çekinmiyoruz!

Aşağıda, anaokulundan – üniversiteye kadar hemen hemen her ders (ve bilim) kitabında geçen / geçebilen; sanki “Allah yok(muş) varsa bile bu işlere karışmıyor(muş); herşey belli neden – sonuç ilişkileri ve zorunlu doğa kanunları nedeniyle, kendi kendine ve otomatik işleyebilir ve işler(miş) ve zaten olan da sadece buymuş!” amentü ve inancı, yani inkâr ve şirk felsefesine göre düzenlenmiş, “yağmur” tasvir ve açıklamalarını veriyoruz.

Yağmur nasıl Oluşur ve Yağar? Yağmurun Mekanizması

Yağmurun oluşmasında 2 işlem gerçekleşiyor. Yoğunlaşma ve buharlaşma. Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükseliyor. Ve yükseldikçe soğumaya başlıyor. Öyle birân geliyor ki su buharı ısının çok düşük olduğu bir bölgeye geliyor. Soğuk hava katmanına rastlayan buhar tanecikleri havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlaları haline dönüşüyor. Bunlar birleşerek bulutları oluşturuyor. Bu su damlacıklarının yeryüzüne düşmesi yani yağmur oluşturması için belirli bir büyüklüğe gelmesi gerekiyor. Bu da yüz binlerce su damlacığının birleşmesi anlamına geliyor. Yeterli büyüklüğe ulaşınca yerçekiminin etkisiyle yere düşmeye başlıyor… Yağmurun yağması için su damlalarının belirli bir büyüklüğe gelmesi gerektiğini söylemiştik. Bu da damlaların birbiri ile birleşmesi ile olmaktadır… Buluttaki su tanecikleri rüzgârın etkisi ile bir oraya bir buraya itilirler. Birbirlerine çarptıkça birleşerek su damlacıklarını oluştururlar. Oluşan su damlacıkları da kümeleşerek ‘su damlalarını’ meydana getirirler. Bu damlalar belirli bir ağırlığa ulaşınca havadan daha ağır hâle gelerek yere yağmur olarak düşerler…”

“Deniz, göl ve akarsularda bulunan su, Güneş’in etkisiyle buharlaşır. Göğe yükselen su buharı atmosferde soğuk hava tabakasına rastlayınca küçük su damlacıklarına dönüşür. Su damlacıkları bulutları oluşturur. Bulutların içinde bulunduğu hava soğursa binlerce damlacık birleşerek su damlalarını oluşturur. Gittikçe su damlaları büyür, ağırlaşır ve yağmur olarak yeryüzüne iner…”

“Peki insanlar için de yaşamsal nitelik taşıyan yağmurlar ne şekilde oluşur? Öncelikle yeryüzünde bulunan su kaynaklarından güneş ışığının etkisiyle suyun bir kısmı buharlaşma yoluyla yükselir. Yükselen su buharı, gökyüzünde soğuyarak yoğunlaşır ve tekrar su haline dönüşür. Dönüşen su taneleri, kütleleri nedeniyle hızla tekrardan yeryüzüne doğru giderler. Bu hava olayına yağmur ismi verilmektedir. Yeryüzünde bulunan kaynaklardaki sular buharlaşır ve gökyüzündeki su damlacığı dolu bulutları oluşturur. Gökyüzündeki bulutlar ise farklı yoğunlaşma ve yoğuşma olayları sonucunda oluşmaktadır… Bu küçük bulutların içerisindeki su buharı, yeryüzüne tekrar düşmeye yetecek kadar yeterli olmasa da bu bulutlar, başka bulutlarla birleşerek daha büyük su kitleleri oluşturabilirler…”

Şimdi, gözünü açtığından beri, bu “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” felsefenin aksiyom ve inançlarına göre düzenlenip kurgulanmış, bu “yağmur” tasvir ve açıklama ve telkinlerini binlerce defa okumuş bir öğrenci: “Rabbim bu iş / işleyişin neresinde!? Bilim, evrendeki şeyleri böyle Bilimsel olarak izah edip, nedenselleyebiliyorsa; yani herşey böyle ‘sebep – sonuç, kanun, madde – enerji, otomatik mekanizmalarla’ açıklanabiliyorsa; benim iman ve inanmak için gerekçem nedir?” sorusunu sormaz mı!?

Halbuki, kâinata Bilim’in “parçalayıcı” ve insan zihnini “kesrete dağıtıp – boğdurucu” bakışı yerine; dinimizin “birleştirici ve bütüncül (holistik)”, — daha doğru ifadeyle — “Tevhidî / Vahdet” nazarıyla bakarsak, görürüz ki: Allah’tan başka hangi sebep, yeryüzünde tonlarca suyu göğe kaldırıp – arıtır; O’ndan başka hangi fail başımızın üzerinde tonlarca suyu gezdirip, muhtaçlara nakil ve yetiştirir!?, Allah’tan başka hangi müessir, yağmuru kâinattan terkip edip; sonra da usulca, yaprak ve çiçekleri delip parçalamadan indirir!?, Allah’tan başka hangi sebep, uzay boşluğunda sür’âtle dönen dünya gemisine, hergün tonlarca “elma, bal, süt”ten ırmaklar akıtır ve gönderir!? (Yeryüzüne günde, “yağmur” gibi gönderilen; yani “ağaç” musluklarıyla akıtılan veya “arı, inek” kanal / borularıyla iletilen tüm “meyve, bal, sütlerin” miktarları binlerce tondur!), Allah’tan başka hangi neden, hangi fail; anne karnındaki bebeği, göbeğine çektiği bir kordonla karnından; doğduğunda da, dişleri olmayan ve katı yiyecekler için sindirim organları gelişmemiş o bebeği, annesinin göğsünden; böyle en lâzım ve lâtif bir ni’meti gönderip – besleyebilir!?…

Bedi’üzzaman Hazretlerinin (R.Â.) Risale-i Nur’da mantık ve mefhum itibariyle ifade ettiği gibi: Kâinattaki fiil / faâliyet, eser ve olaylara; “iman” ve “tevhid” nazarıyla bakarsak; görürüz ki mikrodan makroya geçerli tüm bu fiil ve eser ve (Tabiât – Fizik Kanunu değil) İlâhî Kanunlara; hiçbir sebep, hiçbir tesadüf, hiçbir tabiât, hiçbir varlık parmağını sokup, karıştıramaz! “Bu fiil ve eserlerde, benim de yetkim ve etkim var” diyemez!…

Elhasıl kameramızın kadraj ve odak ve zum noktasını iyi ayarlayıp, olaylara nereden bakacağımızı iyi hesaplamalıyız. Olaylara yanlış bakarsak; göreceklerimiz de, giydirip – yazacağımız senaryolar da yanlış olur. Kameramızın açısına girenleri, “gökteki tek Güneş’i inkâr ve reddeceğim” niyet ve inancıyla senaryolaştırırsak; sonra Güneş’in yeryüzündeki her yansıma ve timsâl, ısı ve ışığını yerdekilerden bilmek; yani Rabbimiz’in isim ve sıfat, tecelli ve tezahür, fiil ve eserlerini; “çeşitli madde ve kuvvet, sebep ve tesadüf, zorunluluk ve kanunlara” vermek; olayları böyle nedenselleyip, tasvir ve açıklamak zorunda kalırız! O zaman, herşey; “yumurtadan kuş çıkması, insandan insan çıkması, tohum – topraktan ağaç çıkması, tahta ağaçtan meyve – çiçek çıkması, göğün ortasından yağmur gelmesi…”; hepsi bize “tabiî ve normâl ve mümkünmüş” gibi görünmeye başlar! Bütün bu olanların; Allah’ın fiil ve eseri, mu’cize ve âyeti, ni’met ve ihsanı olduğu, unutulmaya ve görünmemeye başlar!

Olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; olduğu için biz “mümkün(müş)” zannediyoruz!

Öğrenciye “Allah’ın kesintisiz fiil ve devamlı yaratmasıyla kaim ve daim olan evren ve madde ve insan” şeklinde anlatılacak Fizik – Kimya – Biyoloji – Tarih ve diğer dersler; bu arka fonda yapılacak “atom, kâinat, madde, insan” tasvir ve anlatımları; bir inancın telkin ve empozesi anlamına gelmez. Kaldı ki insanların, kendi çocuklarını, kendi inanç ve dinlerine göre yetiştirmeleri gayet olağan ve normâldir. Üstelik bu hak din İslâm’sa, normâlin üzerinde farzdır. Dahası; kendisi daha başlangıçta Allah – Peygamber sevgisi vermezse; zaten mevcut kültür ve medya, devlet/okul ve arkadaşları, kendilerinkini verecektir!

Diğer yandan; en basit mantık kaidesiyle bile “eser, fiilsiz; fiil de failsiz”; elhasıl “eser, ustasız ol(a)mayacağı” için; kâinattaki tüm fiil / faâliyet ve sonuçları olan eserlerin, Allah’ın fiil ve eseri olduğu sonucuna varmak ve bu mantıkî sonuca göre dersleri anlatıp, işlemek; zaten aklen vacib ve zarurîdir. Yani bunu bilmek için İslâmiyet’i öğrenip, müslüman olmaya bile gerek yok, birazcık mantık bilmek yeterli!

Çünkü bir “yemek” ve “yemeğin yapılış şekil / neden – nasılından” bahsediyorsak; asıl fail ve özne ve sebep olan, üstelik “tencere – bıçak – ocak – soğan” gibi nesneleri alet ve sebep olarak atayan ve kullananaşçı ve ustadan” bahsetmemek, mantıken mümkün değildir.

Güya “bilim/sellik ve tarafsızlık” adına; yemeğin tasvir ve açıklama ve sebebini “aşçı yok(muş) ve aşçıya zaruret ve ihtiyaçta yok(muş)” şeklinde; yani “ateizm inancına” göre dizayn etmek saçmadır. Yani aşçısız; tencere – tava – bıçak – soğan – biberin kendi kendine ve tesadüfen, pencereden giren rüzgârın çarpıştırıp – birleştirmesiyle (siz bu “rüzgâr”a isterseniz “elektromagnetik itme – çekme” deyin, daha “bilimsel” görünür!) bu yemeği yapabilmesini mümkün görmek; üstelik bu mümkün’ün gerçekleşipte, yemeğin failsiz ve ustasız olduğunu iddia etmek saçmadır!

Bunun “mümkün olabileceği” ve “olanın da bu mümkün’ün vuku’ ve gerçekleşmesi olduğu” inancını savunmak safsata; üstelik kendi üzerine kapanan bir kısır döngü ve totolojidir! Bu inanç, iddia güya Bilimsel olarak gözlenip – ispatlanmış ilmî bir veriymiş gibi; dersleri, failsiz ve öznesiz, aşçısız ve ustasız anlatmak ise, daha büyük bir safsata ve yalandır!

Bu, “kısır döngü (fasid daire) ve totolojidir” dedik; çünkü olanlar, “mümkün” olduğu için olmuyor, olduğu / olageldiği için biz “mümkün(müş)” zannediyoruz! Yani “mümkün tanım kümemizi” biz, olanlara bakarak oluşturuyoruz. “Olduğu için, ‘demek ki mümkün(müş)” diye inandığımız şeylere, biraz sonra “demek mümkün ki, oluyor(muş)” diye; delil – netice / ispatı ters çevirerek inanmaya başlıyoruz!

Elhasıl, tasvir ve gözlemlerinde “fail” ve “özne”yi kabul etmeyip, üstelik reddeden Bilim’in Bilimsellik Felsefesi’nde “kim” ve “niçin” (ne için, failin amaç ve gayesi nedir) soruları yoktur. Oysa, bu soru ve cevaplarından mahrum hâldeki Bilim, “nasıl ve neden” sorularına bile cevap veremez. “Marangoz – masa” veya biraz önce yukarıda verdiğimiz “aşçı – yemek” örneğinde olduğu gibi.

Halbuki aşçı ve ustayı işe katmadan yemek veya masanın “nasıl yapıldığının” tasvir ve açıklaması eksik ve yanlış olmaya mahkûmdur. Yani; Ateist – Materyalist İnançlara göre şekillenmiş ve sanki bu inanç doğru ve ispatlanmış gibi Bilimsel İfadeler içeren Bilim ve Ders Kitapları, eşyanın “nedeni”ni geçtik, “nasılı”nı bile tasvir edemez!

Elhasıl, varlık ve olayları, Neden – Sonuç / Determinizm ve İlliyet Şablonuna oturtup, bu Paradigmaya göre tasvir etmek; yanlış ve eksik bir yöntem ve uygulamadır. Mevcut Bilim ve buna göre yazılmış Ders Kitapları, bu hâliyle “inkâr” ve “şirk”in delil – ispatına çalışır! “Evrensel Bilim” kandırmacasıyla, takmaya ikna ettiği “bilimsellik gözlüğü”yle; insana, kâinatı “ateist” veya “agnostik” bir renkte gördürür. Elhasıl “bilim / bilimsellik” denilen şey; hakikât ve asılda, “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” felsefe ve inançlara meşruiyet zemini açmaya çalışmanın bir yöntemi olmaktadır!

İnsan nazar ve zihninin, Bilimsellik Felsefesine göre formatlanması; içte “şüphe” tohumlarının yeşermesine sebeptir. Bu da (Allah korusun) “Allah’ı inkâr veya şirk”e veya inandığımız Allah’ın (Hıristıyanların Tanrısı gibi) “İlk Neden Tanrısı”na dönüşmesine sebeptir! Güya; Ulûhiyyet ve Rububiyyet ve icraatında, yardımcılara muhtaç ve ortak (şerikleri) var!

Eğer iş bu noktaya gelirse, o zaman; “herşeyin neden – sonuç illiyyet ve zincirleriyle bağlandığı, herşeyin madde – enerji, kanun ve tesadüf – zorunluluklarla tasvir edildiği ‘mekanistik’ bir evren de Rabbimiz ne iş yapar?” sorusuna ne diyeceğimizi şaşırırız!…

Halbuki bırak ne yaptığı, (eğer mümkün olsa da arıya sorsak) belki kendinden ve üzerinde yapılandan bile haberi olmayan “arı” için; “arı, bal yapar”, “ağaç, elma yapar / elmaya sebeptir” veya “bitki, fotosentez yapar” diyerek, bunları bal, elma, fotosentezin fail ve ustası olarak göstermek… Yani müthiş ilim – irade – kudret ve şuur gerektiren “bal, elma” gibi şeyleri; yanında veya içinde, bitişik olan diğer bir nesne / olayla açıklamak, inandırıcı olmadığı gibi rasyonel de değildir.

Bu, Mona Lisa’daki sanat ve inceliğe sebep olarak, boya – fırça hareketleri ve tuvali göstermekten çok daha mantıksız ve irrasyoneldir! Elhasıl, Bilim(sellik)in “Madde–Enerji + Uzun Zaman + Tesadüf–Zorunluluk = Herşey Mümkün!” denklemi, yanlış bir denklem ve inanç!

Sebeplerin Rolü

Bedi’üzzaman, kâinattaki işleyiş ve düzende, sebeplerin varlık ve hikmetini reddetmez. Sebep – Sonuç Münasebetinin, Allahû Teâlâ’nın yaratma biçimlerinden biri olduğunu kabul eder; yalnız şu farkla: Sebep, sonucu yaratmıyor; sonucu inşa veya kâinattan sentez ve terkipte etmiyor. Yani “sebep”i de, “sonuç” ismi verilen şeyi de yaratan; terkip ve inşa eden sadece Allah’tır. (C.C.)

Olayları Sebep – Sonuç Şablon ve Paradigmasıyla (Determinizm / Nedensellik / İlliyet) tasvir etmek; şuna “sebep”, buna “sonuç” etiketi takmak; realitede olmayan, zihinsel bir işlem ve isim vermedir. Bu zihinsel akıl yürütme sonucunda ortaya çıkan, “ağaç – elma – elmadaki çekirdek – ağaç – elma” gibi ifadeler, “tavuk – yumurta” kısır döngüsüne yolaçıp, böylece “sebep” ile “sonuç” devamlı yerdeğiştirir.

Ağaç” ile “elma” arasındaki zaman–mekânsal içiçelik ve yakınlık, ardardalık ve istikrar; ağacın elma yapabileceği ve yaptığı; “ağaç, toprak, yağmur, bulut, hava” her neyse, her biri veya toplamının, kâinattan elma sentezleyebilecekleri inancına yolaçmış!

Halbuki elmanın yaratılma veya inşa ve terkibine sebep ve fail olabilmek, böylece elmayı bize ni’met ve rızık olarak verebilmek için; elmayla bağlantılı tüm kâinata hükmedebilecek bir kudret ve ilim gerekiyor. Çünkü “Güneş, dünya, dünyanın dönme ve eğimi, bunların bağlı oldukları diğer seyyare; gece – gündüz ve mevsimler”; elhasıl Rabbimiz’in kâinatın başlangıcından beri devam eden sayısız fiil / faâliyetleri nesnelere yaptırması, onları alet edevat olarak kullanmasıyla, bunun sonucunda, bugün “elma” yiyebiliyoruz. Yani “birşey, herşeysiz; herşey de, birşeysiz olmuyor.” Yani elmanın sebebi, tüm kâinat; yani Rabbimiz elmayı, “kâinat tezgâhında” dokuyor. Bu işin yapılmasını faraza, Rabbimiz sebeplere bıraksa, onlar kendi başlarına ayakta bile duramazlar, nerede kaldı ki birşeylere “sebep” ve “alet” ve “aracı” olabilsinler!

O hâlde elmanın terkip ve icad ve inşasına sebep ve fail kim ise; kâinatı yaratan ve yöneten ve sebep olan da O olabilir. Çünkü kitabı yazan, içindeki cümleleri yazandan farklı olamaz; cümleleri yazan da, o cümlelerin oluştuğu kelime ve harfleri yazandan başkası olamaz!

Demek zerre veya atomkalem uçları” veya kalemin kâinat sayfalarına temasta “yazdığı nokta” ve izdüşümleriyle; herşey Rabbimiz’in Kudret Eliyle var oluyor ve varlığını devam ettiriyor. Demek herşeyin varlık ve devam sebebi O…

O hâlde “arı” veya “ağaç”, bal ve meyvenin ancak çıkış sebebi, nüzûl / inzâl yeri, gönderiliş musluğu olabilir. O hâlde “bal” hakkında şuur – ilim – iradesi olmayan arı için “arı, bal yapar; bala sebeptir” yanlış ifadesi yerine (çünkü “yapar” kelimesi, şuurlu ve yaptıkları hakkında ilim ve bu konu hakkında yapma iradesi gösteren biz insanlar için kullanılabilir, arı için değil); “arıya bal yaptırılır, arı eliyle bal gönderilir; arı, zarf ve hizmetçisiyle bal ulaştırılır” gibi ifade ve kelime seçimleri gramatik ve mantıksal açıdan doğru olandır.

İslâmî, yani İlmî açıdan da doğru olan budur; çünkü Allah’ın “Ulûhiyyetinde” (ilâhlıkta) ortağı olmadığı gibi, “Rububiyyetinde” (terbiye, icraat ve fiillerinde de) ortak ve yardımcıları yoktur. Bu açıdan, birşeyleri, kendi cinsinden olan başka şeylere “sebep” olarak görmek ve göstermek “gizli şirk” olup, “tevhid”e aykırıdır.

Yani Allah’tan bağımsız ve ayrı ve O’na muhtaç olmadan “sebep”in, o şeyi yapabilecek özellik ve kuvvette olduğuna ve yaptığına inanmak! Ekmek kestiğimiz bıçağın, Allah’a ihtiyaç ve zaruret olmadan, zaten o ekmeği kesebilecek (katılık ve keskinlik gibi) özelliklerde olduğuna inanmak gibi. “Ateş”in, O olsun olmasın, yakabilecek kuvvet ve özellikte olduğuna inanmak gibi… Elhasıl “sebep” ve “sonuç” ismi verdiğimiz herşey; etken değil, edilgen / etkilenen; fail ve masdar değil, münfail ve mahâldir.

“Madde” ve “sebepler” hakkındaki bütün bu inanç ve kanaâtler; genel ifadesiyle “La İlâhe illâllah”a aykırı olduğu gibi; özelde ve hususî olarak “La Havle velâ Kuvvete illâ Billâh”a da aykırıdır. Elhasıl “hayır – şer” kâinatta tüm fiilleri yaratan Allah’tır.

Medreset-üz Zehra Eğitim Modelindeki “Ders Müfredatı” ve “Derslerin İşleniş Biçimini” haftaya bitireceğiz inşâllah.

Haftaya; “Etken Sebep’ler içerisinde, cihaz ve aletçe en zengini; üstelik hayat ve şuur, akıl ve ilim sahibi olan insanın; kendi yapıp etme / fiillerinde etken midir, edilgen midir?, Cüz’î irade / kesb / ihtiyarıyla niyet ettikten sonra, gerçekleştirdiği fiillerini kendi mi yapıyor / yaratıyor; yoksa (kâinattaki tüm fiil / faâliyet ve ibda – inşa – ihtirâ / icadlar da olduğu gibi) insanın fiill ve eserlerini de Allah mı yaratıyor?, Bu gibi konularda, imanımızı; inanç seviyesinden, bilgi seviyesine; taklid’den tahkik’e nasıl çıkartıp; yakîn sahibi olabiliriz?” gibi sorulara cevap arayacağız inşâallah. Vesselâm.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 16.Kasım.2016

Eğitim Çalıştayı 1. Sorusu

Dershane-i Nuriye (Medrese-i Nuriye) kavramları size neler çağrıştırmaktadır?

Risale-i Nur Dershanesi, başladığım günden bu güne kadar geçen zaman içinde, zihnimde sürekli gelişen bir yapı kazandı. Çok yönlerden bakılabilir bu mekana.

HAYATIN İÇİNDE VE DERSTE OLMA

Ben bir veya iki yönüne dikkat çekmek isterim.

Osmanlı medrese sistemi talebenin bir noktaya odaklanmasını sağlamak üzerine kurulmuştur. Bir öğrenci ne kadar dışarıdaki hayattan kopabilirse zihninin ve fikrinin ambarını doldurabilir. Şayet hem hayatın içinde, hem de dersin içinde olmak isterse, kişilikte parçalanma oluştuğu için kendini toparlayamadığı gibi bilgilerde de kopukluk olur.

Üniversite anlayışı, lise, rüştiye ve saire ise öğrenciyi gençlik ve zevklerin girdabından kurtaramadığı için yüzeysel bir bilim eğitimi almayı doğurur.

Biz zihnimizi ve fikrimizi korumak için pencereleri bile kâğıt ile kapatırdık. Çünkü insan kesretten zihnini vahdete döndürmesi için bir noktaya odaklanması gerekir.

Günlük hayatta bir noktaya odaklanıp yürümek ile medresede bir hedefe odaklanmak kişiyi toparlar, zihnin melekelerinin vahdetini korur, duygularını çağıran harici tesirlerden kurtarır ve zihninde tam bir vahdet oluşur. Böyle bir zihni yapı, kalite olarak düşük de olsa kendini dağıtmadığı için metne nüfuz eder, kendini toparlar, hafızayı dağılmaktan korur velhasıl her yönden bir yoğunluk kazanır.

BOŞBOĞAZLIKTAN KORUNMA

Bediüzzaman hayatın hay huyundan kurtarmak için kapalı ve kişiyi içine dönük imar etmek için hariç ile mümkün mertebe az uğraşan bir insan tipini ister. Siyasi, içtimai, gündelik konulara, “boğazlar meselesinde boşboğazlık” yapan bir insan tipine izin vermez.

Bir gün otomobil ile giderken, yolda bir kalabalık görür ve; “Zübeyir hele bir bak ne var orada?” o da gider bir bakar ve geri döner. “Üstadım bir şey yok.” “Zübeyir eğer bir dakika dursaydın seni kovardım” der. Zübeyir Ağabey, bir siyasi konuda çok bilgi verince “Seni kovacağım.“der. “Ben Risale-i Nur ile iktifa ettim, siz de iktifa etmelisiniz.” derken, zahiren bir yasaklama gibi görünürse de kişinin kişiliğini ve bilgi dağarcığını doldurması için böyle bir yasaklama zorunlu olur. Bu marksizmde de böyledir, teoriyi iyice belirleyene kadar kişi başka kitaplara yasaklanır, ama temel belirlendikten sonra ne okusa zarar vermez. Ama bu belli bir dönem için gereklidir.

Bana hocam, elimde velilerin hikmetleri ile ilgili bir kitabı görünce, “Himmet efendi sana nurlar yetmiyor mu demişti?” Ben sonradan bunu anladım. O yıllarda kazandığım direnci bütün ömür boyu kullandım ve kullanmaktayım.

Risale-i Nur dershanesi bir sünnet-i seniye zırhıdır, bir kaledir, kişi orada kendini, dinini, ilmini, kişiliğini, basiretini, hafızasını, hayatını daha birçok şeyi geliştirme çağında korur. Orada okunan derslerin ve kitapların getirdikleri ise, ayrı bir konu gerektirir.

Ben kişinin kendi ile yalnız kalması üzerine kurulan psikanalitik başarı konseptine uygun düşündüm.

BEDİÜZZAMANIN İNSANI KUTARMA METODU

Bediüzzaman anlatılmaz bir büyük inşacı. Bunun çok yönlü yorumu yapılmalıdır. Bediüzzaman’ın yaptığını anlamak için dünya eğitim ve bilgi tarihinin akışını iyi bilmek gerekir. Böyle bir dalalet asrı, bid’aların istilası, fesad-ı ümmet zamanında Bediüzzaman insanı kurtarmak için böyle bir metodu inşa etmiş.

Medrese modelinin ayrıntısı önemli. Bu bir araştırma konusu, daha sonra bazı nev jön gruplar yeni bir uygulama getirmişse de kemiyet olsa da keyfiyet yetersiz olmuştur.

BİLİMSEL ARAŞTIRMALAR YAPILMALI

Bizim eğitim ve edebiyat tarihimizde okuma saati kavramını Mithat Efendi Hazretleri bir defa başarmış ve okuma saatleri getirmiştir evlere. Bediüzzaman ise çok daha farklı ve geniş bir kapsam getirmiştir. Bence bunun bir sempozyumu yapılmalıdır, Risale-i Nur Dershanesi bir eğitim modeli olarak.

Ama bunu, -hep aynı şeyleri söyleyen kusura bakmasın,- arkadaşlarımızla birlikte bu işi bilimsel, sosyolojik, psikolojik, eğitim tarihi sürecinde insanlarla yapmalıyız. Kendini yetersiz görmek güzel bir şeydir. İnsan öğrenir, konunun arkasını önünü karıştırır ve gelişir. Hep aynı metinlere karşılaştırmasız bakan zihin yeniliği göremez. Dolayısı ile başka ilimlerden imdat alarak bakmak zorunluluğu vardır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Evlerinizi Nur Medreselerine çeviriniz!

Eğitimde,  edinilen bir bilginin  pratik hayatta yaşanması önemli bir düsturdur. Günlük hayatımızda, evimizde pratiğe dökülmemiş bir ilim, bir değer, zamanla hayatımızdaki etkinliğini de kaybedecektir. Özellikle dini vazifelerde bu daha önemlidir.

İslamda ilim-amel ikilisi ayrılmaz bir bütündür. Ailede  ise ilim ve amel beraber olduğu sürece eğitim adını alır. Evde amel edilmeyen ilim eksiktir. Ve insanın birincil amel yeri kendi hanesidir.  Bunun içindir ki ; Peygamber efendimiz (sav) ” Evlerinizi mezarlığa çevirmeyin, orda da namaz kılın” buyurur. Özellikle Peygamber Efendimizin  “çoban” diye nitelendirdiği  aile reisi olan babaların bu hususa  çok daha fazla dikkat etmeleri gerekir.

Çocuklarının dünyevi istikbalinden ziyade uhrevi istikbalini düşünmekle sorumlu olan ebeveynlerin, ev içindeki hareketlerine ve dini vecibelerine çok daha ehemmiyet vermeleri gerekir. Tadil-i erkana riayet etmeden  namazını kılan bir anne-baba, istediği kadar çocuğa namaz ile ilgili ilmihal okusun yahut bu husus için mekteplere göndersin tesiri olmayacaktır.

İnsanların imanını kurtarmayı kendine vazife edinmiş biri, öncelikle hanımından, çocuğundan başlamalıdır. Kendi ailesinden hizmeti bilmeyen birisi, daha sonra hizmet hayatında bir engel olarak karşısına çıkabilir. Bunun içindir ki Bediüzzaman Said Nursi Emirdağ Lahikasında talebelerine;

Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, ıhlâs Risâlesinde yazılan beş nevî ibadete de mazhar olurlar. (Beş nevî ibadet aşağıya alınmıştır.) Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevî ibadet hükmüne geçebilir” diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum. ” demiştir.

Kendi hanesini Nur Dershanesine çevirmiş biri, ev halkıyla aynı dili konuşmanın verdiği haz ile  o ailedeki muhabbet seviyeside daha ileri olacaktır. 5-10 dakika dahi olsa bunun tesiri çok büyüktür. Hanım ve çocukların, evde ailece yapılan dersten aldıkları feyiz, dışarıda yapılan bir dersten daha tesirli ve bereketli olacaktır. Dışarıda, tek başına güzel bir yemeği bile istemeyip “akşam ailemle, hanımımla beraber yerim” diyen fedakar bir eşin, aynı şekilde tek başına derslere katılıp, evde ailesini bu manevi ziyafetten mahrum bırakması elbette muhaldir.

Evet, küçük medrese-i nuriyelerdeki dersler, büyük medrese-i nuriyelerin, medresetüz-zehraların , büyük imani hizmetlerin çekirdeğidir.