Etiket arşivi: Moral Dünyası Dergisi

İhlas düsturları ailede nasıl yaşanır?

Risale-i Nur Külliyatı’nda bulunan ve Bediüzzaman Said Nursî’nin en az on beş günde bir okunmasını tavsiye ettiği ihlas düsturları sadece hizmette değil hayatın her alanında geçerlidir. Aile hayatımızda, iş hayatımızda, arkadaşlık hayatımızda, sosyal hayatımızda bu düsturlar vazgeçilmezdir. Acaba ihlas düsturlarını aile hayatımızda nasıl uygulamalı, hayata nasıl geçirmeliyiz?

Aile çok önemli ve çok büyük bir kurum. Çok hayatî ve o kadar da mükemmel bir beraberlik. Hayırlı ve güzel işlerin yapıldığı bir yuva. İnsan burada dünyaya gelir, burada yetişir, burada gelişir, burada hayata hazırlanır, burada hayatını geçirir.

İnsanın ilk mayası ailede atılır, ilk olarak ailede şekillenir, karakteri ailede oluşur. İnsanın yaratıcısıyla tanışıklığı, ilişkileri, yakınlığı ve birlikteliği ailede kurulur.

İnsanın inancı, ahlakı, düşüncesi, merakları, ilgi alanları, sevdikleri, tutkuları, bakışı ve duruşu ailede belirlenir. Yüce Allah bu görevi anne-babaya vermiş. Anne-baba da bir emanetçi bilinciyle Allah adına, Allah’ın kulunu yetiştirir.

Bu süreç içinde çok zararlı maniler, engeller; çok karışanlar, karıştıranlar, çok göz dikenler, el atanlar, çelme takanlar olur. Bu engellemeler şeytan tarafından yapılır, şeytanın eliyle idare edilir.

Şeytan; bu “hizmetin” bireyleriyle, ailede yaşayan fertlerle; bir taraftan anne-babayla, bir yandan da çocukların/gençlerin kafasına girerek çok uğraşır. Uğraşmanın ötesinde yönetimi, kumandayı ve yetkiyi eline almaya çalışır. Şeytanlarla beraber başka “muzırlar” da nefes aldırmadan etrafta, çevrede dolaşır dururlar.

Bu engellemelere, bu şeytanlara ve şeytanın işbirlikçilerine karşı kullanılacak tek güç, tek dayanak noktası ihlastır. Allah için hareket etmek, Allah’ı yanımıza alarak, yanımızda bilerek, Allah’tan yardım isteyerek karşı koymaktır.

İhlası kıracak, ihlası kaçıracak, ihlası bitirecek sebeplerden çekinmek gerektir. Üstümüze doğru gelen yılandan, kuyruğunu uzatıp zehrini kusacak olan akrepten nasıl korkuyor, nasıl ürküyor ve nasıl çekiniyorsak, ihlası kaybetmekten de o kadar çekinmemiz gerekiyor.

İlk yapılması gereken

Bunun için her şeyden önce aile bireyleri nefsine güvenmemeli, nefsin hatırını saymamalı, nefsine yenik düşmemeli; kendini haklı, karşıyı haksız görme gibi bir kolaycılığa sığınmamalı ve nihayet duygularına aldanmamalı ki, ihlası kazansın, ihlası elde etsin ve ihlas sahibi olsun.

Bunun için ihlas düsturları hayata yön vermeli, yönlendirmeli; ölçü ve ölçüt ihlasın şaşmaz prensipleri olmalı…

Bunun için “İhlas”ın giriş paragrafı çok hayatî önem taşıyor. Bizim giriş cümlelerimiz sadece ve kısaca bu hakikatin bir açılımıdır. Orijinal ifadesiyle ihlasa dikkat çeken hitap şöyledir:

Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbaptan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselam’ın (mealen: Şüphesiz nefis daima kötülüğü sevk eder. Ancak Rabbim rahmet ederse o başka” (Yusuf, 12:53) demesiyle, nefs-i emmareye itimat edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)

İhlas ne demektir, nasıl olmalıdır, aile fertleri birebir ihlası nasıl anlamalı, nasıl uygulamalı, ihlasta neyi öne çıkarmalıdır?

İşte küçüğünden büyüğüne, bebesinden ebesine, anasından babasına, dededen toruna, kardeşten kardeşe ve bir bütün halinde ailede, ihlasın vazgeçilmeyen düsturu ilk düsturdur:

Birinci düsturunuz: Amelinizde rıza-yı ilahî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için bu hizmette doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)

Ailenin çekirdeği olan karı-koca, yani anne-baba Allah’ın rızasını düşünerek bir araya gelmişlerse, Allah’ın razı olduğu/olacağı bir hayatı önceleyerek ailenin temelini atmışlarsa, ilk sınavı başarıyla vermişler demektir.

Peygamberimiz (a.s.m.), “Evlenirseniz dininizin yarısını tamamlamış olursunuz, diğer yarısı da size kalmıştır” hadisinde ifade ettikleri gibi, evlilik dinî hayatı desteklemek, imanî hayatı oluşturmak maksadıyla ve niyetiyle yapılmalı; yani “Evlenirsem Allah’ın rızasını daha iyi elde ederim” düşüncesiyle yola çıkılmalıdır.

Bu “amelde rıza-yı ilahî” olursa, evlilik öncesindeki “amelde, girişimlerde, hazırlıklarda” Allah rızası esas almışsanız, evlilik ve aile hayatı bu esas üzerinde kurulacaktır, devam edecek ve yaşayacaktır.

Hayatın seyri ve gelişimi içinde siz karı-koca olarak birbirinizi Allah’ın razı olacağı hayata teşvik ederseniz, birbirinizi Allah için seveceksiniz, Allah’a kul olmakta yarışacaksınız. Aile ortamında, çocukların eğitiminde ve yetiştirilmesinde tek düşünceniz ihlas olacaktır.

Çocuklar da sizden aldıkları, öğrendikleri şekliyle, yapabildikleri kadarıyla, çok kere farkında olmadan, bazen de farkına vararak ihlasla hareket edeceklerdir. Dolayısıyla aile bütünlüğünün oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunacaklardır.

Allah razı mı?

Anne-baba veya diğer aile bireyleri olarak bu niyetinizden, bu amelinizden, bu hareketinizden Allah razı mı, Allah hoşnut mu, Allah memnun mu? Başkaları ne düşünürse düşünsün, başkaları ne derse desin, başkaları nasıl değerlendirirse değerlendirsin, hatta karşı da çıksalar, sırt da dönseler, daha ötesi “bütün dünya küsse de ehemmiyeti yok”tur, bir anlam taşımaz.

Yani başkalarının müdahalesi sizin moralinizi bozmasın, sizi ihlaslı yolunuzdan çevirmesin, istikametinizi değiştirmesin.

Bir kere siz ilk başta Allah’ın rızasını kalbinize koymuşsunuz, Allah ile yola çıkmışsınız, Allah’ı yanınızda bilerek hareket etmişsiniz, artık geriye dönüş yoktur.

Niyetinizi/amelinizi Allah kabul etti mi, Allah katında makbul oldu mu, “bütün halk reddetse”, bütün insanlar kabul etmese de bir tesiri ve etkisi olmamalı ve olmaz.

Zaten Allah razı olmuşsa, Allah kabul etmişse, “insanların memnun olmasını” istemeseniz bile, “Allah isterse ve hikmeti iktiza ederse” insanlara da kabul ettirir, “onları da razı eder.

Bunun için “bu hizmette”, yaptığınız bu işte, aile çarkını döndürmede çocuklarınız yetişmesinde ve eğitiminde “doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Sadece ve sadece Allah’ın razısını esas maksat/hedef ve amaç haline getirmek gerektir.

Diyelim ki, eşinizin bir ihtiyacını mı göreceksiniz, istediği bir şeyi mi alacaksınız, çocuklarınızla ilgilenecek, onlara harçlık mı vereceksiniz, hemen aklınıza “Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi babaya aittir” âyetini düşünecek, “Allah emrettiği için bunları yapıyorum, maksadım da Allah’ın rızasını elde etmektir” diyeceksiniz. Böylece normal ve basit gibi görünen bu davranışlarınız ve işleminiz aile içinde ihlasın yaşanması olacak, bir ibadet sayılacaktır.

Ailecek ihlasın zirvesini yaşamış olan bir aile vardır. O aile her dönemde, her çağda hepimiz için şaşmaz bir örnektir. Hz. Ebu Bekir ve ailesinden söz ediyorum.

Hicret günleridir. Peygamberimiz ve Hz. Ebu Bekir Sevr mağarasındadırlar. Yiyecek-içecek gibi ihtiyaçlarının karşılanması, Mekke’deki gelişmelerden haberdar edilmesi gerekmektir. Bu önemli, hayatî ve zorlu işi, her türlü tehlikeyi göze alarak Hz. Ebu Bekir’in kızı Hz. Esma ile oğlu Hz. Abdullah üzerlerine almıştır.

Bütün bir Mekke halkı karşılarındadır, aleyhlerindedir, bir öğrenecek olsalar gözlerini kırpmadan canlarına kıyacaklardır. Fakat olan bitenler bu iki genç insanın hiç umurunda değildir, bir kere ihlasla yola çıkmışlardır. Bütün tedbirleri almışlar Efendimizin (a.s.m.) ve babalarının isteklerini, ihtiyaçlarını yerine getirmişler, hicretin sağ salim ve tehlikesiz olarak gerçekleşmesine katkıda bulunmuşlardır.

Onların ihlaslı hareketleri ve davranışları bu aileyi, bütün fertleriyle hem Allah katında makbul ve yüksek bir konuma getirmiştir, hem de kıyamete kadar mü’minler tarafından hayırla ve dua ile yâd edilmişlerdir.

Ailenin çekirdeği olan karı-koca, yani anne-baba Allah’ın rızasını düşünerek bir araya gelmişlerse, Allah’ın razı olduğu/olacağı bir hayatı önceleyerek ailenin temelini atmışlarsa, ilk sınavı başarıyla vermişler demektir.

Bu hizmette”, yaptığınız bu işte, aile çarkını döndürmede çocuklarınız yetişmesinde ve eğitiminde “doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Sadece ve sadece Allah’ın razısını esas maksat/hedef ve amaç haline getirmek gerektir.

Mehmet Paksu / Moral Dünyası Dergisi

Hz. Peygamber (a.s.m) tavsiyeli 5000 yıllık tedavi: Hacamat

Bir tedavi yöntemi düşünün ki hem Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m) tarafından tavsiye edilip uygulanmış olsun, hem insanlığın bilinen en eski yöntemlerinden biri olsun, hem de hâlâ uygulanabiliyor olsun… Sanırım tüm bunlar, modern ismiyle “kupa terapisi”, geleneksel ismiyle “hacamat” tedavisinin önemini anlatmak için yeterlidir. Aslında hacamat yaptırmış ve bunun iyileştirici etkilerini görmüş birisi olarak bu yazıyı kaleme almak benim için büyük bir zevk. Çünkü faydasını gördüğünüz bir şeyi başkalarına anlatmak ve tavsiye etmek çok daha kolay ve samimi…

Her ne kadar bu tedavi yöntemini uygulamış ve faydalarını görmüş olsam da yine de bir uzmanın görüşlerine başvurmak en iyisi… Bu maksatla kapısını çaldığımız alternatif tedaviler uzmanı Dr. Muammer Yıldız hacamatla ilgili detaylı bilgiler verdi.

Dr. Yıldız’ın verdiği bilgilere göre hacamat her ne kadar 5 bin yıllık bir geçmişe sahip olsa da Müslümanlar açısından asıl önemi Hz. Muhammed (a.s.m.) tarafından hem tavsiye edilmiş olmasından hem de bizzat O’nun (a.s.m.) hacamat yaptırmış olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla hacamat Tıbb-ı Nebevi’de önemli bir yere sahip…

Efendimiz (a.s.m) bir hadis-i şerifinde, “Miraç’tan inerken hangi melek cemaatine rastlasam, ‘Ey Muhammed! Ümmetine hacamat olmalarını emret’ dediler” buyuruyor.

Efendimizin (a.s.m) hadis-i şeriflerinde hacamat önemli bir yere bir sahip. Öyle ki, hacamatın nasıl yaptırılacağı, ne zaman yaptırılacağı konusunda bilgiler veriliyor: “Her kim ayın on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerinde kan aldırırsa kan hücumundan dolayı meydana gelen birçok hastalıktan şifa bulur.” (Ebu Davud, Tıp 3861; Tirmizî, Tıp 2051) “Ayın on beş, on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günleri kan aldırınız! Zira bu günlerde kan hücuma geçerek sizden birilerini öldürmesin.” (Kenzü’l-Ummal, 10/28126)

Efendimiz (a.s.m) ayrıca, “Aç karna kan aldırmak daha faydalıdır. Kan aldırmakta şifa ve bereket vardır. Vücuttan kan aldırmak zekâyı ve bellek gücünü de arttırır” (Hâkim, Tıp 4/409) buyurarak kan aldırmanın faydalarını ifade etmiştir.

Peygamberimiz (a.s.m), “Sıcakların arttığı zaman, vücuttan kan aldırmakla sıcağın zararını gidermeye çalışınız! Zira sıcakta sizden birinin kanı hücuma geçerek onu öldürmesin” (Hakim, Tıp 4/212, İbn-i Mace, Tıp 3487-88) buyurarak yazın o şiddetli sıcaklarında meydana gelen kan basıncının vereceği zarara işaret etmiştir.

Hacamatla ilgili hadisler bunlarla sınırlı değil. “Damardan veya deriden kan aldırmak, tedavi olduğunuz şeylerin en faydalılarındandır” (Bağdadî, s. 45; Ebu Nuaym vr. 35 b), “Üç şeyde şifa vardır: Bal şerbeti içmekte, kan aldırmakta ve kızgın bir aletle dağlama yaptırmakta. Fakat ben dağlama yaptırmayı sevmem” (Buharî, Tıp 7/12; İbn-i Mace, Tıp 3491; Müsned 1/246.) hadis-i şerifleri bunlar arasındadır.

Dr. Muammer Yıldız, burada bir hatırlatma yaparak dağlamanın daha sonra Efendimiz tarafından yasaklandığını söylüyor. Dr. Yıldız, yine Peygamber Efendimizin (a.s.m) hacamatın kıyamete kadar devam edecek bir tedavi yöntemi olduğunu ifade ettiğini belirtiyor.

Efendimiz (a.s.m) sadece hacamatı ümmetine tavsiye etmekle kalmamış aynı zamanda kendisi de hacamat yaptırmıştır.

Geçmişten günümüze hacamat

Peki, Tıbb-ı Nebevi haricinde hacamat uygulamaları nasıl?

Dr. Muammer Yıldız’ın bu konuda verdiği bilgiler şöyle: Hacamatın tarihi M.Ö. 3 bin yıl öncesine dayanıyor ve günümüze gelinceye kadar 5 bin yıldır uygulanıyor. Tedaviyle ilgili ilk yazılı kaynak ise alternatif tıbbın babası sayılan ve Çin İmparatorluğu’nun kurucusu olarak bilinen Sarı İmparator’un kitabı. Hacamat tedavisini ilk dönemlerde Çinlilerin yanısıra Japonya, Kore, Hindistan, İran ve Arap toplumları da uygular. Batılı kültürler ise Mısır’dan eski Yunan medeniyetine ve Romalılara uzanan çizgide Ortaçağ’da keşfeter hacamatı. 18. ve 19. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Batı dünyasında oldukça yaygınlaşır. 20. yüzyıl başlarında etkisini kaybeden hacamat, günümüzde yeniden keşfedilmekte ve tedavide kullanımı hızla yaygınlaşmaktadır.

Nasıl faydalıdır?

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın sağlık üzerine yaptığı etkiyi şöyle anlatıyor: İnsanda iki tür damar vardır. Bunlardan birincisi ana damarlardır ki kan tüm vücudu bu damarlar sayesinde dolaşarak devir daim eder. Bu damarlardaki kan hareketli ve akışkandır.

Bir de vücudun her noktasına ulaşan ve ana damarlardan ayrılan kılcal damarlar vardır. Kılcal damarlardaki kanlar durağandır, devir daim etmez. Yani 30 yaşındaki bir insanın kılcal damarlardakindeki kan 30 yıldır oradadır.

Bir bardak içine konan su, bir hafta beklediğinde nasıl bozulursa kılcal damarlar içindeki kan da yılların vermiş olduğı birikimlerle (toksinler, zararlı maddeler) artık bozulmaya ve kan özelliğini kaybetmeye başlar.

İşte hacamatla kılcal damarlarda yıllardır biriken bu kirli kan alınarak yerine yeni ve taze kan gelmesi sağlanır.

Nasıl uygulanır?

Dr. Muammer Yıldız’ın verdiği bilgilere göre; hacamat, genel olarak sağlık amaçlı uygulanırken, yaptıran kişinin niyetine göre Peygamber Efendimizin bir sünneti de işlenmiş oluyor. Bunun için hacamata başlamadan önce, “Ya Rab, niyet ettim maddî-manevî rahatsızlıklardan kurtulmak için sünnet üzere hacamat yaptırmaya” diye niyet ediliyor.

Hacamat boyun ve bıngıldak hariç olmak üzere vücudun her kısmına uygulanabiliyor. Ancak 7C olarak bilinen vucudun yedi bölgesine yaptırılan ve “tarama hacamatı” olarak bilinen uygulama vücuttaki toksinlerin atılmasında ve kanın temizlenmesinde daha etkili oluyor. Bu bölgeler kılcal damar akışının zayıfladığı ve en çok kirli kanın biriktiği bölgeler.

7C bölgeleri ve uygulanan kupa sayıları şöyle:

Baş bölgesi: Bir kupa

Omuz bölgesi: Üç kupa

Sırt bölgesi: Üç kupa

Kasık bölgesi: Üç kupa

Bacakların üst bölgesi: Dört kupa

Bacakların alt bölgesi: Dört kupa

Ayak bilekleri: Dört kupa

Tarama hacamatı her bir bölge için tek seans olmak üzere yedi seansta tamamlanıyor. Seanslar arasında 2-3 gün geçmesi daha faydalı. Arka arkaya seans uygulamak kişiyi güçsüz düşürebilir.

Hacamat yapılacak bölgeye önce içinde ateş yakılan kupa kapatılarak bir nevi uyuşması sağlanıyor. Daha sonra kupa çıkarılarak uyuşan bölgede bulunan deri steril bir aletle hafifçe deliniyor. Sonra tekrar kupa kapatılarak açılan deliklerden kirli kanın akması sağlanıyor. İki kez uygulanan delme işleminden sonra son bir kez daha delik açılmadan kupa kapatılıyor. İşlemin sonunda kupa kapatılan bölge bandajlanıyor. Bu kişinin günlük yaşamını sürdürmesine engel bir işlem değil. Hacamatın hemen akabinde gündelik işlere dönülebiliyor.

Peki, hacamatı kimler yaptıramaz?

Dr. Muammer Yıldız’ın verdiği bilgiye göre hacamatı; diyaliz, metastas kanser, hemofili hastaları, faktör hastaları (kanama problemi olan hastalar), ileri derecede kansızlar, yeni ameliyat olanlar, PLT (tronbosit) düşüklüğü olanlar ve adetli kadınlar yaptıramaz. Hacamatın yapılacağı cilt üzerinde de problem olmamalı. Hacamat; ben, vitiligo, sedef, egzama, yara olan bölgelere de uygulanmaz.

Ne zaman uygulanır?

Hacamat uygulaması belli kurallar içerisinde yapılıyor. Ne zaman yapılacağı hicrî takvime göre ayarlanıyor.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu konuda şöyle buyurur: “Her kim ayın on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerinde kan aldırırsa kan hücumundan dolayı meydana gelen birçok hastalıktan şifa bulur.” (Ebu Davud, Tıp 3861; Tirmizî, Tıp 2051) “Ayın on beş, on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günleri kan aldırınız! Zira bu günlerde kan hücuma geçerek sizden birilerini öldürmesin.” (Kenzü’l-Ummal, 10/28126)

İbn-i Sina, el-Kanun fi’t-Tıb (Tıbbın Kanunu) isimli meşhur eserinde bu hadislerle ilgili olarak şu şekilde görüş belirtmektedir: “Hicrî ayların başında kan aldırmak tavsiye edilmez. Çünkü vücuttaki sıvı maddeler ayın ilk günlerinde fevkalade çok ve hareketli değildir. Bugünlerde sıvı maddelerin seviyesi düşüktür. Dolunay günlerinde ise ayın çekim gücünün artması sebebiyle vücuttaki sıvı maddeler hem çoğalmış hem de hareketlenmiştir. Bu sebeple bu günlerde alınan kan kişiye zarar vermez.

Efendimiz (a.s.m) ayrıca, “Aç karna kan aldırmak daha faydalıdır. Kan aldırmakta şifa ve bereket vardır. Vücuttan kan aldırmak zekâyı ve bellek gücünü de arttırır…” (Hâkim, Tıp 4/409) buyurarak kan aldırırken aç karınla olmamızı uyarmıştır. Peygamberimiz “Sıcakların arttığı zaman, vücuttan kan aldırmakla sıcağın zararını gidermeye çalışınız. Zira sıcakta sizden birinin kanı hücuma geçerek onu öldürmesin” (Hâkim, Tıp 4/212, İbn-i Mace, Tıp 3487-88) buyurarak yazın o şiddetli sıcaklarda meydana gelen kan basıncının vereceği zarara işaret etmiştir.

Bazı bilim adamlarına göre ayın çekim kuvveti sadece med-cezir (gel-git) hadisesiyle sulara değil, aynı zamanda insanlara, hayvanlara, meyvelere, ağaçlara topraklara, hatta madenlere dahi tesir etmektedir. Dr. Muammer Yıldız, burada aktardığı bir anekdotla ilginç bir detaya dikkat çekiyor: “Bursa’da bulunan Hüdavendigar Camii’de bulunan ağaçlar 700 yıldır çürümeden günümüze ulaşmıştır. Çünkü bu ağaçlar hicrî takvime göre ayın ikinci yarısında kesilmiştir ve bu sırada ağaçlarda hiç kurt bulunmamaktadır.

Yeniden insan vücuduna dönecek olursak, ayın ilk yarısında vücutta kan miktarı artmaktadır. Bu dönemde insanlar, kendilerini güçlü ve sağlıklı hissederler. İkin­ci yarısında ise kan miktarı azalır. Bu dönemde ise zayıflık hisseden insanların ağrıları artar. Daha geç iyileşirler. Kan dolaşımları ve bağışıklık sistemleri zayıflamıştır.

Ayın ilk yarısında (dolunay halinde) hararetle, rutubetin artmasından dolayı, damarlardaki kan çoğalır. Ayrıca dolaşımdaki kanın hızında artma meydana gelir. “Yapılan araştırmalara göre bu dönemde, ayın 11-21. günlerinde işlenen suçlarda ve cinayetlerde belir­gin artış olduğu tespit edilmiştir. Bu günlerde ayın cazibesi vücuttaki kanın hareketlenmesini ve vücudun dinç olmasını sağladığından kişiyi suç işlemeye müsait hale getirir.” (Acaibü’l-Mahlukat, s. 12-13; Marifetname, Dördüncü Bölüm, s. 98-99)

Hacamatın faydaları

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın bir çok faydası bulunduğunu belirterek bunları şöyle sıralıyor:

Kılcal damarlardaki tıkanıklığı açar. Kan ve dokulardaki gaz ve toksinlerin atılmasını sağlar. Uygulanan bölgeye bağlı damarlardaki kan akımını canlandırır, besin oksijen dokulara rahat ulaşımı sağlar. Çünkü hastalıkların yaklaşık yüzde 70’i organlara düzenli kan ulaşamamasından kaynaklanır.

Kaslardaki sertliği ve ödemi çözer. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir, vücuda direnç kazandırır. Dalak/karaciğer ve sinirsel/psikolojik hastalıkların iyileşmesine yardımcı olur.

Kaygı bozuklukluğu (anksiyete), depresyon ve korkulara karşı etkilidir.

Tansiyonu dengeler.

Büyü ve sihire karşı etkilidir.

Ağrılı çıbanlar, kistlerde ve tümörlerde faydalıdır. Yaralanma ve incinmede etkilidir. Vücuttaki enerji ve key (canlılık) yollarındaki akımı düzeltir.

Hareket, konuşma ve hafızanın düzelmesi için beyni canlandırır. Vücuttaki refleks noktalarını uyararak beynin dikkatini hasta organa çekmek ve vücuttaki diğer organların gerekeni yapması için emir vermesini sağlar.

Dr. Muammer Yıldız, hacamatın faydalarının bunlarla sınırlı olmadığını, hacamatın kıyamete kadar sürecek bir tedavi yöntemi olduğunu söyleyen Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bizim için mutlak ölçü olduğunu söylüyor.

Uygulama alanları

Kanser, felç, fibromiyalji, gut, fibrosit (doku romatizması), doğum lekeleri, karpal tünel sendromu, akne, sivilce, osteoporoz, sırt/bel ağrısı, prostat, cinsel fonksiyon bozuklukları, kronik yorgunluk, gerginlik, migren, zona, hıçkırık, kronik astım, bronşit, zatürre, kurdeşen (ürtikerya), müzmin kabızlık, depresyon, akut yüz felci, yüz spazmı, lezyonlar, üst solunum yolu enfeksiyonu, öksürük, kuduz, burun kanaması, deri iltihabı, nezle, damar iltihabı, insomnia (uykusuzluk), hipertansiyon, egzama, epilepsi, obezite, kireçlenme, zehirlenme…

Ekrem Altıntepe / Moral Dünyası Dergisi

Bediüzzaman’da Peygamber (a.s.m.) sevgisi

Bediüzzaman’ın Hz. Muhammed Mustafa (a.s.m.) sevgisi bir başkadır. Bediüzzaman, Efendimizin (a.s.m.) siyerine ve onun İslâm âlimlerince anlatılan hayatına değil, şahs-ı manevisine bakmamızı tavsiye ederek şu mesajı vermiştir: “Sadece siyerde kalırsanız, Efendimizden bugüne kadar ne kadar insan namaz kılmışsa onların kıldığı namaz sevabının onun defterine yazıldığı; o kadar oruç tutanların, o kadar Kur’an okuyanların, o kadar cihat edenlerin, o kadar ila-yı kelimetullah davası için can veren şehitlerin sevaplarının misliyle Resulullah’ın (a.s.m.) makamını arttırdığını ve Allah Resulü’nün hâlen berhayat olan ruhaniyetine aktarıldığını anlayamazsınız.

Bediüzzaman’ın On Dokuzuncu Söz, Birinci Reşha’da güzel bir tespiti var: “Rabb’imizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitab-ı kâinattır, birisi şu kitab-ı kebirin ayet-i kübrası olan Hatemü’l-Enbiya Aleyhissalatü Vesselam’dır, biri de Kur’an-ı Azimüşşan’dır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı natıkı olan Hatemü’l-Enbiya Aleyhissalatü Vesselam’ı tanımalıyız, dinlemeliyiz. Evet, o burhanın şahs-ı manevisine bak: Sath-ı arz bir mescit, Mekke bir mihrap, Medine bir minber…

Bu tespit, Hz. Muhammed Mustafa Efendimizin (a.s.m.) bütün yaptığı işleri içine alan muhteşem bir tespittir.

Hayatında Peygamberin hayatını eritmiş

Bediüzzaman’ın hayatında Peygamberimizin hayatı eritilmiştir. Bir gün kullandığı bir ilacı alması için talebesine 100 kuruş vermiş. Hap gelmiş, içmiş ama yutamamış, geri çıkarmış. Talebesi hapı tekrar vermiş, onu da yutamamış. Üç defa aynı hapı yutamayınca, “Oğlum, bunu kaça aldın sen?” diye sorunca çocuk, “110 kuruş olmuş efendim!” demiş.

Bediüzzaman 100 kuruş vermiş, 10 kuruş da talebe cebinden katmış ilacın parasına… 110 kuruş olduğunu duyunca cebinden 10 kuruşu çıkaracak, “Al oğlum!” demiş, 10 kuruşu vermiş, ondan sonra “Bismillah!” diyerek hapı yutabilmiştir.

Burada Resulullah Efendimizin –ganimet dağıtılırken– torunu Hz. Hasan’la arasında geçen olayı hatırlamakta fayda var:

Hz. Hasan (r.a.) beş yaşında çocuk. Bir ganimet dağıtılmaktadır. Efendimiz bir şeylerle meşgulken bir tane hurmayı ağzına atmış. Resulullah koşmuş, Hz. Hasan hurmayı çiğneyecekken şehadet parmağıyla ağzından hurmayı çıkararak, “Zekât malı bize haramdır!” demiş.

Helal ve haram noktasında bir hurmanın hesabını yapan Hz. Muhammed Mustafa’yı, 10 kuruşun hesabını yapan Bediüzzaman, varlığında eritmiştir. Resulullah’ın hayatını hayatına yansıtmıştır.

Bediüzzaman’ın hayvanlara merhametini düşününüz: Erek Dağı’nda bir gün bir küp kavurma gelir. Talebeler kavurmayı azar azar yemek için muhafaza altına alırlar. Ancak bir köpek gelir, kavurmaları yer. Bunun üzerine talebeler köpeği yakalayıp cezalandırmak isterler. Bunu fark eden Bediüzzaman, talebelerini toplayarak, “Siz aç kalsanız, küpün içinde kavurma görseniz, yasak olduğunu bilseniz, acınızdan öleceksiniz; o kavurmayı yemez misiniz?” diye sorar. Talebeler “Yeriz efendim!” diye cevap verince, “Sizin aklınız var, dininiz var, şeriatınız var… Siz yiyorsunuz da, onun ne aklı var, ne dini var, ne vicdanı var, bu köpektir, bunun yediği her şey ona helaldir. Dolayısıyla o hayvanı dövmeye kalkmanız garip değil mi? Dövmeyin! Hakkınızı helal edin, köpeğin gıybetini de yapmayın” diye nasihatte bulunur.

Bediüzzaman bir köpeğe merhamet etmiş, bir köpeğin dövülmemesi onun gündeminde bir madde olmuş…

Allah Resulü bir gün Medine’deydi. Bir deve, Resulullah’ın önünden geçerken durdu. Resulullah’a döndü. Gözünden yaş akan deve, Efendimize bir şeyler anlatıyordu inleyerek… Kendi diliyle deve inim inim inliyordu. Allah Resulü (a.s.m.), belki Bedir Savaşı’nda yanında savaşmış bu adamı yanına çağırdı, “Gel buraya!” dedi: “Senin şu hayvanın, seni bana şikâyet ediyor! Utanmıyor musun, hiç mi mahcup olmuyorsun, hiç mi için sızlamıyor buna bu kadar yük yüklemeye? Sen ona çok ağır yük yüklüyormuşsun, sonra dövüyormuşsun, sonra aç bırakıyormuşsun.

Bir devenin iniltisi için sahabeyi azarlayan bir peygamber, Hz. Muhammed Mustafa!

Büyüklerin hayatı, Peygamberimizin hayatına benzer. Çünkü onların öğretmeni odur. Onlar, Allah Resulü, Kâinatın Sultanı, Nebiyy-i Zîşan Efendimizi hayatlarında eritmişlerdir.

Peygamberin gözünün nuru

Bediüzzaman’ın gönderildiği ilk sürgünde hava çok soğuk. Başına diktikleri asker çocuk tir tir titriyor. “Sen uyu oğlum” demiş gece olunca… Yolculuk uzun, Trabzon’a gidilecektir Van’dan… Orada 20 gün kalıp oradan Barla’ya kadar uzayacak yolculuk başlayacaktır. 1925’in Şubat ayı.

Asker geceyi şöyle anlatıyor: “Çekine çekine uyudum. Gece bir an ses duydum; bir tıkırtı… Kalktım ki, lambayı yakmış, buz gibi arazinin yüzünde de çadır falan yok, her taraf kar. Bediüzzaman elinde lamba ve su dolu ibrikle gitti. Abdestini aldı geldi. Öyle uzun bir namaz kıldı ki! ‘Allahu ekber!’ dediğinde yer gök sallanıyor zannettim.”

Allah Resulü’nün “gözümün nuru” dediği namaz, hayatının değişmeyen omurgası, dinin direği namaz. İşte Bediüzzaman, Peygamberi böylesine hayatına rehber edinmiş…

Peygamberi şiir gibi anlatmış

Bediüzzaman, “Asr-ı Saadet’e, Ceziretü’l-Arab’a gideriz” diyor İkinci Reşha’da… “Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte bak: Hüsn-ü siret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zatı görüyoruz ki, elinde mu’ciznüma bir kitap, lisanında hakaik-aşina bir hitap, bütün benî Âdem’e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.”

Peygamber ancak bu kadar, şiir gibi anlatılır!

Bediüzzaman, Barla’ya son defa gitmiş, vedalaşıyor âdeta. Resulullah Efendimiz de son günlerinde Medine’yi gezmiş, Uhud’a gitmiş, Kuba’ya gitmiş… Bir gece Cennetü’l-Bâkî’yi gezmiş Allah Resulü, sahabeyle beraber hatırası olan yerlere oturmuş. Her şeyle veda etmiş âdeta.

Sıla-i rahim, Allah Resulü’nün hayatında terk etmediği bir güzel ahlâk.

Ümmü Eymen’in evine giderdi Allah Resulu. Yaşlı kadın… Peygamber Efendimiz ziyaret ederdi. O, sıla-i rahim için yapardı. Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ebubekir (r.a.) Efendilerimiz de aynı şeyi yapınca dediler ki: “Resulullah ziyaret ederdi, onun için geldik. Ümmü Eymen niye ağlıyorsun? Aradan kaç gün geçti; üç günden fazla yas tutulmaz, bilmiyor musun? Niye ağlıyorsun?” deyince, “Ben Resulullah’ın vefatına ağlamıyorum ki!” dedi, “Gökten semalardan vahiy kesildi, Kur’an inmiyor artık; ben ona ağlıyorum!”

Sıla-i rahim, Efendimizin hayatı…

Bediüzzaman, son kez gelmiş Barla’ya. Barla sokaklarında yürürken bir yerde durmuş. Kapıya bakmış, paslı bir kilit. Kapı yıllardır açılmamış. Mustafa Çavuş’un kapısı. Üstad’ın has talebelerinden ve ilk talebelerinden…. Üstad’ın içine sanki hançer saplanmış, dönmüş, “Mustafa Çavuş?” demiş. Oradakiler “Vefat etti!” deyince, Hz. Üstad’ın gözlerinden yaşlar boşalmış.

Peygamber’in vefasını bedeninde eritmiş.

Sarığına el uzatan Ankara valisine, “Benim başımdakiyle uğraşma, başından bulursun!” demiş. Hz. Muhammed Mustafa’nın bir sünneti için asla taviz vermemiş.

Bediüzzaman, Tiflis’i seyrederken “Ne yapıyorsun?” diye soran Rus askerine “Kuracağım medresemin planını yapıyorum” demiş. Bediüzzaman, “Delirdin mi sen! Burası Tiflis. Sen Bitlislisin. Bilmez misin, buralar bizimdir. Hem İslam dünyasının hâline bak. Önce siz gidin kendinizi kurtarın” diyen Rus askerine şu cevabı verir: “Bilmez misin Tiflis’le Bitlis kardeştir.” Sonra diyecek ki: “Sen bizi perişan mı görürsün öyle! Hindistan Müslümanlarının o hâline bakıp da perişan mı görürsün? Onlar İslam’ın en zeki çocukları; şimdi İngiltere’ye tahsile gittiler, bir gün gelecekler.”

Bediüzzaman, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) Mekke’yi Medine’ye kardeş yaptığı gibi kardeş yapmış Bitlis’e Tiflis’i.

Hendekten sıçrayan kıvılcımdan İstanbul’un fethini gören Hz. Muhammed Mustafa’nın (a.s.m.) baktığı yerden bakmak… “Yemen sizin olacak” diyen, hendek kazıp düşmanın şerrinden kurtulmak isteyen bir ordunun komutanı Hz. Muhammed Mustafa, Selman’ın elinden aldığı balyozu vurduğu yerden çıkan ışık İran’a doğru gidince “Lâ ilâhe illâllah!” deyip “İran sizin olacak” diyecek.

İşte bir insan Hz. Muhammed’i hayatına hayat yaparsa yaptığı her işte O’ndan bir iz taşır… Tıpkı Bediüzzaman gibi…

Ömer Döngeloğlu / Moral Dünyası Dergisi

Vicdan hep doğruyu söyler. Bediüzzaman çağın vicdanıdır

Bediüzzaman Said Nursî, yaşadığı çağa damgasını vurmuş büyük bir şahsiyet… Yirminci yüzyıl Türkiye’sini değerlendirirken onun izlerini görmemek mümkün değil. Bediüzzaman sadece Türkiye’de değil dünyada yaşanan değişimlere de etki etmiş bir isim. Zaman geçtikçe de hem Türkiye hem de dünya üzerindeki etkileri artarak devam ediyor. Bugün Türkiye’de ve dünyada sayıları giderek artan milyonlarca takipçisi bunun en büyük göstergesi…

Hal böyle olmasına rağmen gerek Bediüzzaman’ın kendisi gerekse telif ettiği Risale-i Nur hakkında yeterince bilimsel çalışma yapıldığını söyleyebilmek zor. Bediüzzaman ve onun başlatmış olduğu hareket hakkında sosyolojik, psikolojik, felsefi anlamda yapılan çalışmaların yeterli olduğunu maalesef söyleyemiyoruz. Ancak son zamanlarda yapılan bazı çalışmalar bu alanda bazı eksikleri gidermeye başladı.

Bu son çalışmalardan birisi de Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan tarafından kaleme alındı. Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Nesil Yayınları arasında çıkan “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” isimli eserinde Bediüzzaman’ın yetiştiği ortamları, yaşadığı olayları, sosyal çevresini, liderlik özelliklerini, ortaya koyduğu fikirlerini ve bunların topluma yansımalarını bilimsel metotlar ve veriler ışığında inceliyor. Eser, Bediüzzaman’ı ve onun fikirlerini anlama açısından tam bir başucu kitabı ve kaynak bir eser olacak nitelikte… Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Bediüzzaman’ı ve fikirlerini anlamak isteyen birisinin mutlaka bu kitabı okuması gerekir.

Niçin “Çağın Vicdanı”?

Vicdanın “ne yapmak gerektiğini söyleyen iç ses, yanlış yapmaktan koruyan iç bekçi, hiçbir şey yapmama yanlışından koruyan iç ölçü, nasıl yapacağını anlatan bir iç eğilim” olduğunu söyleyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bediüzzaman bu toplumun vicdanı olarak yaşamış, çağın ‘vicdanî normlarını’ tanımlamış ilginç ve sıra dışı bir kişilik. Eserleri ‘fen ilimleri ile din ilimlerini’ bir arada açıklama iddiasındaydı, muhakkak incelenmeliydi. Din ve bilimi bu derece barıştırmayı başarmış ‘hazine eserler,’ pozitif bilim bakışıyla eleştirilerek ve yorumlanarak değerlendirilmeliydi” diyor.

Pozitif bilim disiplininde yetişmiş, hemen hemen hiç din eğitimi almamış birisi olarak çıktığı “keşif yolculuğu“nda Risale-i Nur eserlerinin olağanüstü bir rehberlikle zihnini ve yolunu açtığını ifade eden Prof. Tarhan, “İlginç olarak yeni psikoloji bilgileri ve sosyal sinirbilim verileri ile Bediüzzaman’ın öğretisi arasında müthiş benzerlikler vardı. Nursî’nin başlattığı hareket ve bıraktığı eserler, sadece dinî bir hareket ve eserler değil; psikolojik, sosyolojik, felsefî boyutlarıyla birlikte, ilginçtir, ‘sosyal nörobilimi’ öngörmüş bir hareket ve eserlerdir” ifadelerini kullanıyor.

Prof. Tarhan, “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” kitabını kaleme alma gerekçesini şöyle anlatıyor: “Bediüzzaman ve Risale-i Nur’da bulduğum bu bilgileri okuyup kendime saklayamazdım, çünkü kendimi borçlu ve sorumlu hissediyordum. Herkes benim kadar şanslı olamayabilir; gerçekleri arayanlara vasıta ve vesile olmam gerekir, diye düşündüm.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın Bediüzzaman Said Nursî, eserleri ve ortaya koyduğu hareketle ilgili yaptığı değerlendirmelerden bazıları satırbaşlarıyla şöyle:

Bediüzzaman’ın çocukluğu ve benliği

Bediüzzaman’ın özgeçmişine baktığımızda, egosunu geliştiren şartların zor ve değişik ortamlar olduğunu görürüz. Bitlis’e yaya olarak yedi saat uzaklıkta, Nurs köyünün yoksul ortamında büyümüştür. O dönemde Doğu’da eğitim olarak sadece medrese sistemi bulunmaktadır. Ağabeyleri o medreselere gidip eğitim alırlar. Said Nursî de o medreselere kısa dönem de olsa devam eder, fakat eğitim sistemini sorgular. Daha küçük yaşlardan itibaren muhalif tarzı dikkat çekmeye başlar. Bu tutumu annesini endişelendirirken, babasının ise yüreklendirici etkisi görülür.

Bediüzzaman’ın babası Mirza Efendi’nin tarlaya gidip gelirken başkalarının ekinlerini yememesi için hayvanlarının ağızlarını bağladığı anlatılır. Bunun gibi ciddi ahlakî değerler, onun hayatına model olmuştur. Formel akademik bir eğitim almamıştır fakat ahlakî eğitimin ön planda olduğu bir ortamda büyümüştür. İyi insan olmanın temel alındığı şartlarda yetişmiştir.

Çocukluk travması olan kişiler, duygusal ihmal yaşamış, herhangi bir şekilde değersizleştirilmiş, aşağılanmış, mutluluğu dışarıda aramış olabilirler. Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda duygusal örselenme ve travma diyebileceğimiz bir veri yoktur. Tam tersine koruyucu, şefkat veren annelik tarzı ile ilme ve okumaya yönlendiren baba ve ağabeylerin cesaretlendirici tavırları görülmektedir. Bu konuda kendisi de, “Ben şefkat, merhamet dersini annemden; hikmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım” demektedir. Hayatında dengeli ve akıllı cesaret örnekleri görülmektedir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 25-26)

Eğitimde Bediüzzaman modeli

Üç ayrı zamanda gerekli girişimlerde bulunduğu halde bir türlü istediği üniversiteyi kuramayan Said Nursî, bütün vatan sathını mektep yaparak, evleri üniversite haline getirir.

Fen bilimleri ve din ilimlerini birleştiren küçük küçük dershaneler kurmayı başarır. Bu hareketin ölçülerini, standartlarını belirler ve ‘lahika’ adını verdiği, mektuplarını bir araya getiren kitaplarında yazar. Bununla ilgili uygulamalar konusunda talebeleriyle mektuplaşarak dershane tarzındaki evlerde din ilimleri ile pozitif ilimlerin birlikte işlenebileceği eğitim modelini oluşturur.

Bediüzzaman Modeli de denilebilecek, formel olmayan bu eğitim tarzı, formel eğitimin dinî bilgilerdeki eksiğini de tamamlar. Formel yoldan hayata geçiremediği eğitim modelini Bediüzzaman, enformel, yani gayriresmî ama meşru bir yolla, yasalara aykırı olmayacak şekilde uygular ve öğrenciler yetiştirir. Bu öğrenciler sadece lise, üniversite talebeleri değildir.

Esnaf, köylü, çiftçi vatandaş da bu grup içinde yer almaktadır. Önce yazarak, sonra müzakere ederek, onlarla birlikte defalarca okuyan Bediüzzaman, bu okumalardan kendisinin de istifade ettiğini her zaman dile getirir. Böylece kendi kitaplarının da talebesi olur. Uyguladığı bu yöntemde hem ortaya çıkarttığı hakikat, hem de kullandığı metot kendisine özgüdür. İslam tarihinde bu metotla Kur’an’ın ve imanî bilgilerin öğretildiği başka bir hareket tarzına rastlanmaz.

Bediüzzaman’ın bu metotla yetişen talebeleri Anadolu’nun her tarafına yayılır; birçoğu hapislere girer, yargılanırlar ve beraat ederler. Fakat sonunda Bediüzzaman’ın bu eğitim tarzı ve fikirleri Anadolu’da ciddi kabul görür.

Bediüzzaman geliştirdiği eğitim modelini hayatının gayesi olarak belirlerken meslekî egosunu tatmin etmemeyi seçmesi dikkat çekicidir. Çok iyi bir alim imajı vermek isteseydi, klasik bir tefsir yazardı. Bediüzzaman, baştan sonuna kadar Kur’an’ın tefsirini yazmak için; her ayetin mucizeliğini göstermek gerektiğini biliyordu. Onun için sadece klasik ve lafzî bir tefsir yazmadı. Anahtar bir tefsir olarak Risale-i Nurları yazdı. Meslekî hocalık yahut da kendi egosunu tatmin gibi bir yolu seçseydi, büyük bir klasik eser ortaya çıkarır; bu eseri de kütüphanelerin ve ilahiyat fakültelerinin başköşesinde referans kitabı olarak bulunurdu. Bediüzzaman böyle bir yolu tercih etmedi.

Bir toplumsal dönüşüm ihtiyacını gören Said Nursî aktivist olarak da hareket etmiştir. Kendi egosunu ve meslekî kariyerini ikinci planda tutup, davasını, ideallerini ve sosyal ihtiyaçları birinci planda tutmasına gerekçe olarak ise ihlası göstermektedir. Kendi şahsî ihtiyaçlarından çok daha önemli olarak toplumun ihtiyaçlarını görmesi, Bediüzzaman’ın çağdaş ilim adamlarından farklı yönünü ortaya koyar.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 32-33)

Bediüzzaman’ın öğrenme modeli

Bediüzzaman’ın kendini geliştirme faaliyetinde dikkati çeken önemli bir özelliği daha vardır. Sıralı, formel bir eğitim almayan Said Nursî’nin okuması çok iyi, fakat yazması kötüdür. Bu öğrenme modeli onun farklı bir eğitime tabi olduğunu gösterir.

Tıpta disleksi diye bilinen bir öğrenme bozukluğu vardır. Albert Einstein, Leonardo da Vinci gibi ünlülerin disleksili olduğu bilinmektedir. Disleklili kişilerin özelliği, yazılı ifade konusunda çok başarılı olmamaları, fakat sözel ifade konusunda yüksek başarı gösterebilmeleridir. Yazarak ifade edemediklerini sözel olarak ifade edebilirler. Bu durumda disleklisi kişilerde farklı bir öğrenme modeli ortaya çıkar. Sözel ve görsel öğrenmenin yüksek olduğu, fakat yazılı ifadenin düşük olduğu bu kişilerin beyninde farklı bir öğrenme modelinin ve deha adacıklarının olduğu görülür. Bu kişiler okudukları bir parçayı hemen akıllarında tutabilirler, bir sayfayı okuyup beş dakika sonra aynısını tekrar edebilirler. Bediüzzaman’da da görülen bu öğrenme modeli, onun bu çağda farklı bir yöntem geliştirmesini sağlamıştır. Bilgileri çok kolay aklında tutabilmiştir. Mucizat-ı Ahmediye Risalesi adlı eserini yazarken, binlerce hadis içinden Hz. Peygamber’in mucizeleriyle ilgili üç yüzün üstünde hadis-i şerifi kaynakları ve ravileriyle birlikte nakletmiştir. Bu risaleyi yazdırırken yanında hiçbir kitap bulundurmadığı gibi, eserin yazımını çok kısa bir sürede tamamlamış ve hiçbir yazım hatası da yapmamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 33-34)

Formel eğitimden uzak kalmanın avantajları

Bediüzzaman’ın bu özelliği Hz. İbrahim’in gençlik dönemiyle benzerlik gösterir. Kahinler Nemrut’a bir erkek çocuğunun dünyaya gelip, büyüdükten sonra onun saltanatına son vereceğini söylerler. Bunun üzerine Nemrut da yıllarca erkek çocuklarını katleder.

Hz. İbrahim işte o dönemde doğar. Babası da, Nemrut’un putlarının bakımından sorumlu kişi olduğu için, onun çok yakınındadır. Hz. İbrahim’in annesi bu durumdan haberdar olduğu için onu Urfa yakınlarındaki bir mağarada toplumdan kopuk bir şekilde büyütür. Böylece toplumdan kopuk olduğu için putlara tapmadan büyümüş olur. Ergenlik dönemine kadar sadece annesiyle konuşarak, sosyal öğretileri ve o dönemin formel eğitimini almadan yetişir. Bu nedenle toplumu ve o dönemin değerlerini sorgulayıcı bir kişiliğe sahip olur.

Mağaradan çıktıktan sonra, bir Rabbin var olması gerektiğini düşünmeye başlar. Putlara baktığında, onların hiçbir gücünün olmadığını görür ve onların durumunu sorgular; çünkü, diğer yaşayanlar gibi, küçük yaşta öğrenilmiş bir bilgiye sahip değildir. Eğer diğer insanlar gibi küçük yaştan itibaren öğrenilmiş bilgiyle yetişseydi, oradaki değerleri sorgulayıp onların dışına çıkamayacak, diğer insanlar gibi kalacaktı.

Bediüzzaman’ın da hocalarının dizinin dibinde saatlerce, günlerce oturup öğrenememesi ve böylece formel eğitimin dışında kalması, onun Hz. İbrahim gibi, genel akışın dışında ve bu akışı sorgulayabilen bir kişi olmasını sağlamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 35-36)

Bediüzzaman’ın hiperaktif kişiliği

Bediüzzaman’ın icraatlarına baktığımızda hiperaktivite özellikleri görülür. Hiperaktivitede beyinde deha adacıkları oluşur. Bazı konularda çok başarılı olurken bazı konularda yetersiz olurlar. Aşırı hareketliliği, yüksek zekâsı ve hafızası, padişaha gidip kafa tutabilecek seviyede dürtüselliği ve fevriliği, ideali için gireceği riskleri fazla düşünmemesi onun hiperaktif olduğunu gösterir.

Hiperaktif özelliğinin yansımalarını Bediüzzaman’ın eğitiminde de rastlıyoruz. Yüksek zekâsı nedeniyle formel eğitimi almadı. Medreselerde on-on beş senede alınan eğitimi o yüksek zekâsıyla üç-dört ayda öğrendi. Gittiği eğitim kurumlarında son sınıf öğrencilerinin kitaplarını okuyup, hocalarından imtihan etmesini istedi ve başarıyla geçti. Yüksek zekâsı ve hafızasıyla hiperaktivitesini kapattı. Medreselerde okuma sebatını, elinde olmayan nedenlerden dolayı gösteremedi. Eğer zekâsı ve hafızası olmasaydı okuyamazdı. Bu özelliği onu farklı kılarak formel eğitimden, medresenin klasik itaat sisteminden uzak tuttu. Böylece ona medrese sistemini sorgulama hakkını verdi. Aynı Hz. İbrahim’in mağarada, mevcut düzenden uzak yetişerek kurulu düzeni sorgulaması gibi. Her iki şahsiyet de kurulu düzeni tartıştı. Hz. İbrahim, kurulu ibadet sistemini sorgulama becerisi kazandı, Bediüzzaman ise kurulu eğitim sistemini sorgulamayı başardı.

Bediüzzaman’ın bu farklılığı aynı zamanda kişiliğinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Çoluk çocuğa karışıp, klasik bir din alimi olup, idealist ve teorik bilgiler kazandıran fikir ve düşünce adamı olmayı tercih etmedi. Toplumsal ihtiyacı şahsî tatmininden önceye alarak aktivist ve eylem adamı oldu. Öğrenme modelinin farklı olması farklı bir alim olmasına, farklı bir öğrenme sistemini sorgulamasına dolayısıyla yeni bir akımın oluşmasına ve bu akıma lider olmaya kapı açtı. Böylece onun öğrenme modelindeki eksik yönü, onda şans haline geldi.

Ayrıca bir davası ve adanmışlığı olduğundan, yüksek zekâ ve hafızanın yanı sıra öğrenme modelinin farklılığı bir akımı başlattı. Bediüzzaman, asırlardır tasavvufun ve medresenin yaptığı toplumu dinî yönden aydınlatma faaliyetinin, bu çağa uygun bir şekilde yapılmasına vesile oldu.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 37-38)

Bediüzzaman’ın iletişim yönü

Bediüzzaman Said Nursî 1907’de İstanbul’a geldiğinde kaldığı Şekerci Han’daki odanın kapısına “Bütün sorulara cevap verilir, hiç soru sorulmaz” diye yazı asar. Bu davranışın psikososyal analizinin iyi yapılması gerekir. Doğu’dan şiveli, yöresel kıyafetli bir alim gelir. Osmanlı ulemasının asırlardır yetiştiği ve ilmiye sınıfının bulunduğu İstanbul’da bu kişiyi kim dinleyebilirdi? Osmanlı’da maliye, mülkiye, ilmiye gibi sınıflar vardı. İlmiye sınıfında gördüğü yanlışlardan birisi de taassuptu. Bu taassup nedeniyle ezberi bozabilmek için sıra dışı bir şeylerin yapılması gerekiyordu. İlmiye sınıfının dikkatini ve ilgisini çekip yeni sorular sordurtmak, yeni yorumlar yaptırtmak, yeni düşünce kalıpları oluşturmak gerekirdi. Günümüzde basının yaptığı medyatik ilgi gibi, Bediüzzaman da ilmî bilgisini sergilemek ve ilmiye sınıfı arasında merak ve hayret duygusunu uyandırmak istemişti.

Bu yöntem esasen din alimi için çok tehlikelidir. Bir hadis-i şerifte mealen, “Bir insana musibet olarak parmakla gösterilmek yeter; Allah’ın korudukları müstesna” buyurulmaktadır.

Parmakla gösterilmenin musibet olduğu kabul edilen bir din anlayışında Bediüzzaman’ın kendisini duyurmak istemesinin sebebi, davasını ve ideallerini ön plana çıkararak merak ve hayret duygularını uyandırmaktır. Bunu da ihlasla yaptığı için Yaratıcı’nın koruma kalkanı içerisinde olduğundan, şöhretin musibetlerinden samimiyetinin ve ihlasının verdiği manevî zırhla korunmuştur.

Kitaplarının bir kısmının da soru-cevap şeklinde olması, önemli özelliklerindendir. Mesela “Şeytanla Münazara” başlığında, ona bazı sorular sordurtup kendisi cevabını verir ve konuyu bir noktaya ulaştırır. Sokratik sorgulama denilen bu tarz, bilimsel bir metodolojidir. Bu yolla yeni sorular sordurtarak bilgi ve düşünceyi geliştirmiştir. Böylece, bu yöntemi dönemin alimleri ve siyasileri ile ilişki kurmada iletişim yöntemi haline getirmiştir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 39-40)

Bediüzzaman’ın duygusal okuryazarlığı

Bediüzzaman duygusal okuryazarlığı güçlü biridir. Bu özelliği sayesinde karşı tarafın duygularını okuyup anlayarak, ona uygun cevap verebilmiştir. Empatik iletişimde, karşı tarafa kendini yakın hissetmenin yanı sıra onunla yukarıdan aşağıya değil, yatay ilişki kurmak gerekir. Güvenin oluşması için karşı tarafın anlaşılması, dinlenmesi ve ona değer verildiği duygusunun oluşturulması gerekir. Bediüzzaman talebeleriyle arasında empatik iletişimi çok iyi kullanabilmiştir. Sınıfsal bir üstünlük düşündürtmeden eşitler ilişkisini başarıyla sürdürmüştür. Bir taraftan koskoca padişaha itirazını hiç çekinmeden dile getirirken, diğer taraftan eserlerini yazan köylülere çay ikram etmiştir. Çelişki gibi görünen bu davranış onun ‘ego odaklı’ değil, ‘ego ideali odaklı’ yaşadığını gösterir. Davası için padişaha kafa tutabildiği gibi, ümmî birine çay da götürebilmiştir.

Araştırmalara göre, en ikna edici ve ideal iletişimin ‘güven uyandıran iletişim’ olduğu ortaya çıkmıştır. Bu iletişimde, içten davranış hissedildiğinde karşı tarafın beyninde ayna nöronlar çalışmaya başlar. Kişinin beynindeki güvenle ilgili alan, aktif hale geçer. İçten, sıcak, yakın davranış karşı tarafta güven etkisi yapar ve güven duygusunu aktif hale geçirir. Rönenans’ın meşhur heykeltıraşına atıfla ‘Mikelanj etkisi’ adıyla da tanımlanan bu olayda, sanatçı nasıl heykeli ustaca işliyorsa, birbirini seven kişiler de bir arada uzun süre yaşaya yaşaya mimikleri ve jestleriyle birbirlerinin kişiliğini yontarlar.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 42-43)

Dünyada tasarımsal varoluş yaklaşımını başlattı

Bediüzzaman hareketinin önemli sonuçlarından bir diğeri de, tesadüfî varoluş anlayışı yerine, tasarımsal varoluş fikrinin Türkiye’den çıkıp dünyada tartışılmaya başlamasıdır. Tasarımsal varoluş tanımı, yaratılış gerçeğinin bilimdeki ifadesidir. Kâinat dışında, kâinat cinsinden olmayan, aşkın bir Yaratıcı’nın olması gerektiğini savunur. Darwin gibi bilim adamlarının ortaya koyduğu tezlerin bilimsel olarak doğrulanan taraflarını reddetmeden, yanlış olan görüşlerini göz önüne çıkaran tasarımsal varoluş hareketinin ülkemizde meyve vermesi, Said Nursî’nin katkılarıyla olmuştur.

Günümüzde artık ABD’de tasarımsal varoluş mu, tesadüfî var oluş mu konuları tartışılmaktadır. Bu tartışmalar din ilimleri ile pozitif bilimlerin bir bakıma birlikte yorumlanmasını sağlayacaktır.

Tartışma usulüne de önem veren Bediüzzaman, Darwin’in kişiliğini hiçbir zaman hedef olarak almamış, hatta adından bile söz etmeden sadece onun fikirlerini ve düşüncelerini ciddi olarak sorgulamış ve yorumlamıştır. Eserlerinden olan Tabiat Risalesi Darwin’in tezlerine cevap olarak yazılmıştır, ama içinde bir kez bile ismi geçmemektedir. Çünkü Bediüzzaman, olumlu ve olumsuz yönleri olan Darwin’in bilim emekçiliğinin farkında olup, kişilik olarak ele almamıştır. Fikirlerini, sembollerini, ideolojilerini konuşmuştur. Bu tarzıyla Bediüzzaman ilim adamlarını kişisel boyutta düşünmediğini gösterdiği gibi, tartışma ahlakının kurallarını da belirlemiş ve ona uygun davranmıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 51)

Gönüllü itaati sağlamak

Ruhsal liderin önemli bir özelliği de rehberlik yaptığı insanlara huzur vermesidir. Takipçileri ile fikirlerini paylaşır, onların fikirlerini sorar, birlikte karar verir ve işlerin yapılmasını sağlar. Bediüzzaman da takipçileriyle birlikteyken, kendi oyunun tek olduğunu söyleyerek katılımcılığın örneğini vermiştir. Kendi fikirleri için “Mihenge vurun, eğer altın çıkarsa alın, bakır çıkarsa geri iade edin” diyerek, birlikte karar vermenin önemi dile getirmiştir. Takipçiler grubu içerisinde duygusal bağ oluşturarak, bir insanın tek başına yapamayacağı işleri birlikte yapmaya sevk etmiştir. Mesela insanlar inançlarının gereklerini yerine getirme, çocuklarına dini anlatma gibi konuları tek başına yapabilirler, fakat bazı işleri tek başına yapamazlar.

Bediüzzaman eserlerinin yazılması ve çoğaltılması sırasında birçok insanı şevke getirmiş ve onları aynı hedef doğrultusunda hareket ettirmeyi başarmıştır. Takipçileri evlerinde çocuklarının bile bilmediği gizli bölmelerde, cam sehpaların altlarına lambalar koyarak, bir çeşit ışıklı manuel fotokopi mekanizması düzeneği hazırladılar. Okuma-yazma bilmeyen bu insanlar anlamadıkları ve bilmedikleri yazıların üzerine, kâğıtları yerleştirip ışıklı sehpalarında Bediüzzaman’ın metinlerini kopyalayarak yazdılar ve çoğalttılar. Matbaanın olmadığı, dinî eserlerin yazılmasının yasak olduğu bir zamanda Kur’an-ı Kerim’in bile çoğaltılması mümkün değilken yüzlerce insanı gönüllü itaatlerle bu işi yapmaya sevk etmiştir. Bu başarı için, ruhsal liderin yaptığı işe kendisinin inanması, takipçilerine de inandırması ve sağlıklı bir güveni koruyabilmesi gerekir. Bütün bunlar Bediüzzaman’ın önderlik vasfını gösterir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 104)

Niçin sakal bırakmadı?

Said Nursî eğer sakal bırakmış olsaydı yine dine hizmet ederdi, ama modernistlerin önyargılarını dağıtmakta zorlanırdı. Şu anda eserlerini takip edenlerin büyük kısmı okumazdı, özellikle Batı kültürüyle yetişenler uzak dururdu. Mesela Yusuf İslam’ın hiçbir siyasi faaliyeti olmadığı halde, sadece kıyafeti Usame b. Ladin’e benzediği için ABD’ye giriş vizesi verilmedi.

Bediüzzaman’ın modernistlere karşı öykünmek, hoş görünmek gibi bir niyeti asla yoktu, eğer öyle biri olsaydı onların fikirlerine karşı ölümüne mücadele vermezdi. Bediüzzaman, sakal bırakmamanın psikososyal boyutunu düşünerek hareket etmiş ve elindeki hakikatleri en geniş kitleye, nasıl en etkili ve en yararlı hizmetle sunabilmenin yollarını aramıştır. Elinde pırlanta değerindeki hakikatleri aktarabilmesi için sakal bırakmamayı iletişim ve ikna metodu olarak kullanmıştır.

Bediüzzaman gibi bir dinî liderin sakal bırakmaması ve evlenmemesi onun içini yakan büyük bir fedakârlıktır. Modernizmin fırtınasına maruz ve bu yüzden mağdur olan genç kuşakların zihinsel kalıplarını, düşüncelerini, değer yargılarını aşıp, elindeki gerçekleri onlara sunmak için istemeye istemeye bu sünnetten vazgeçmiştir. Kendi kemalatı, tefeyyüzü, manevî makamlarda ilerlemesi için değil, genç kuşakların elindeki hakikatleri alıp kabullenmesi için çabalamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 112)

Ekrem Altıntepe / Moral Dünyası Dergisi

İman eğitimi “yanmak”la olur…

O…

Kurratu ayn” yani gözbebeğiniz…

Saflığın, berraklığın ve temizliğin diğer adı…

O, fıtrat üzere yaratılan paha biçilemez bir cevher…

Cennet bahçesinin nazik ve nazenin ”inci tanesi”…

O, avuçlarınızdaki minicik bir nur tanesi…

Kim bilir, belki de kurtuluşunuzun sırlı bir anahtarı…

Ve siz…

Ne mutlu ki, onun annesi ve babası olmaya layık görüldünüz… Kavli ve fiili dualarınız neticelendi de o size bahşedildi, bağışlandı, lütfedildi. İnanması çok zor, ama gerçek değil mi? Milyonlarca insan içinden sadece siz, ikiniz…

Acaba böylesine kıymetli bir cevherin muhafazasında yükümlülüklerimizin farkında mıyız? Sonu olmayan hayat telaşının içinde, o cevherin içine dercedilmiş nurun inkişafı için neler yapıyoruz?

Hal böyleyken, nur çekirdekleri kâinata meydan okuyabilecekken neden bazıları ağaç olamadan ziyan oluyor? Çekirdeğin içindeki nur neden kuvvete dönüşemiyor? Ağaç olma yolundaki bu çekirdeğin muhafızları ne yapıyor, ya da ne yapmıyor?

Muhafız kendisinden bekleneni yapmazsa?

Muhafız muhafızlığını yapmazsa bu çekirdek yüreğindeki tonlarca ağırlıktaki yükle yaşamak zorunda kalır. Endişeler, kaygılar, korkular, mutsuzluklar… Bunalır, daralır. Altından inşa edilen gönül sarayı her türlü hayvanatın istilasına açık hale gelir. Sarayda sultanların tahtını haşereler alınca da, hisler devre dışı kalır. Nihayetinde canavarlaşır. İncitmekten, kırmaktan ve tahrip etmekten çekinmez hale gelir. Çünkü artık yüreği hissetmemektedir.

Anne ve baba sorgulamaya başlar kendini. “Yemedik yedirdik, bak şu hayırsız evlada” deyiverir bir çırpıda… Lakin sorulması gereken soru bu mudur? Gerçekten hayırlı anne-baba olabildik mi? Nerede yanlış yaptık? Evladımız duyarsız davranışlarıyla daha dünyadayken “davacıyım ailemden” mi diyordu acaba?

Çok çalıştık. Giymedik giydirdik. En güzel okullara gönderdik. Özel hocalar tuttuk. Kurs kurs dolaştırdık. Yetmedi yurt dışına yolladık. “Mesleğin bileziğin olmalı. Yoksa ileride ezilir, benim gibi olursun” dedik. Daha neler demedik ki? Fıtratındaki gizemi keşfetmek gibi bir derdimiz yoktu zaten.

Nihayetinde sadece aklını ve zihnini eğittik. Fakat hisleri, yüreği ve ruhu ikinci planda kaldı. Ruhuna ulaşamadık. Hissî melekelerini geliştiremedik. “Aklı ve kalbi eş zamanlı eğiterek bu ikisinin kaynaşmasıyla, hakikatin tecelli edeceğini düşünmedik. Ödevlerini yapsın, derslerinde başarılı olsun” da gerisi önemli değildi. Ödüller koyduk hedef için… Olmazsa ayrıcalıklarından mahrum (!) bıraktık. Hep çocuğumuzu eğitmeyi düşünürken, asıl eğitilmesi gerekeni eğitemedik.

Annelik ve babalık hayatımızın neresindeydi? Dünyaya dönük o kadar çok planımız vardı ki; anne-babalığı da kulluğumuz gibi aradan çıkarıverdik. Düşünmeden, hissedemeden… “Çalışıyor musun, mesleğin ne?” diye sorduklarında “Evet, çalışıyorum. Mesleğim annelik” demeyi yediremedik nefislerimize…

Çocuğumuz bizi yanına çağırdığında, ihtiyacı varken; bırakamadık haberleri, gazete makalelerini, dizileri ve sahte insanların renkli yaşamlarını. “Bir şey yaptım size göstereceğim” dediğinde, gidemedik o an yanına. “Her sanatkâr sanatını göstermek ister” hükmünü anlayamadık. “Hımmm” dedik baktık geçtik, ama göremedik! Bizim de bir hayatımız olmalıydı. Çocuğumuz tarafından esir alınmamalıydık ya! Kafamızı dağıtmalıydık televizyon ekranlarında, sosyal paylaşım sitelerinde. Sürekli birlikte mi zaman geçirecektik yani. Bir an önce uyusun diye gözünün içine baktık. Eşimizle baş başa (!) zaman geçirebilmeliydik ne de olsa.

Yıllar geçti, devran değişti. Bu sefer biz onu çağırmaya başladık. O zaman da evladımız meşguldü artık. Aradığınız kişiye ulaşılamıyordu…

Ne yazık ki, evladımızı ecdadımız gibi koyamadık hayatın merkezine.

Koyanları da suçladık, aşağıladık. Torunlarımız olunca, biraz fark ettik kaçırdıklarımızı, yaşayamadıklarımızı ve yaşatamadıklarımızı… Lakin tren çoktan kalkmıştı artık…

Muhafızdan istenen asıl şey neydi?

Tek şey, evet tek şeydi…

Yanmak…

Çekirdeğin içindeki nur ancak ve ancak muhafız yandıktan sonra inkişaf edecekti, kuvvete dönüşecekti de, sultan edecekti sahibini…

Hani bir talebe sormuştu şeyhine:

Rüyamda Güllerin Efendisini görmeyi çok arzuluyorum. Salavatlar, dualar ediyorum da, göremiyorum bir türlü. Ne yapmalıyım?

Şeyhin önerisi çok ilginçti, fakat denemeye değerdi. O akşam çok aşırı tuzlu yemekler yenecek ama kesinlikle su içilmeyecekti.

Formülü uygulayan talebe, sabaha dek pınarlardan, çeşmelerden, derelerden kana kana su içti rüyasında.

Suyun aşkıyla yandı. Rüyasında suyu gördü.

Talebe formülü öğrenmişti.

Yanmak…

Peki, biz yanıyor muyuz? Ya da ne kadar yanıyoruz? Alev alev mi? Kendimiz için, evladımız için ve diğer nur taneleri için… Yandığımız dertler ne?

İman yanmaktır. İman eğitimi yanma eğitimidir, yürek eğitimidir, “akleden ve hisseden bir kalp” inşasıdır. Yanma seviyemiz ölçüsünde yol kat edilen bir eğitimdir. Kalbi hisseder hale getiren bir eğitimdir. Yoksa bir et parçası olan kalp hissetmekten acizdir. Bu yüzden buyrulduğu üzere “Kalpleri vardır, hissetmezler; kulakları vardır duymazlar; gözleri vardır görmezler…

İşte bu kadar hayati mevzu… Çekirdekteki nur, iman aşkıyla yanınca açığa çıkıp kuvvete dönüşecek. Çekirdeğin içindeki o nur kuvvete dönüşünce, hayat yolculuğu huzur ve sükunet içinde nasıl da emniyetli geçecek; ah bir bilsek! Dünyanın sıkıntıları, tazyiki, baskısı boğmayacak.

Zorluklara isyan etmeyecek. Engellere takılmayacak, engellerden nasıl atlayacağını düşünecek. Çünkü onu seven, koruyup kollayan, hiç yalnız bırakmayan, gece gündüz her an ulaşabileceği sonsuz kudrete sahip biri olduğunu bilecek. Mutluluğu ve mutsuzluğu başına gelen olaylara endekslemeyecek. “Bir şey ya güzeldir ya da neticesi itibariyle güzeldir” nidasıyla yoluna devam edecek. Hem ta ötelerde de yine huzurla istirahat edecek.

Telkinat hal diliyle başlar

Bir çocuk dünyayı anne-babası aracılığıyla tanır ve anlamlandırır. Onların sunduğu pencereden izler kâinatı. Her an anne-babasını izleyerek insan-kâinat ilişkisini çözümlemeye çalışır. Gören gözler, duyan kulaklar ve hisseden bir kalp anne-babanın en büyük mirasıdır çocuğuna. İşte bu hal dili ile yapılan telkinat ise yürek eğitiminin püf noktasıdır. Yani hem hizmet etmesi beklenen bir memur, hem de hizmet edilen bir misafir gibi yaşamak… Önce ikramları tefekkür edip sonra hitap makamında mukabele etmek…

İşte anne anneliğini, baba babalığını yaparken ev sahibinin izni dairesinde, misafir gibi davranarak, an be an bu mirası aktarır çocuğuna… Bu da ancak kâinatın dikkatli bir seyircisi olmakla ve kâinat kitabının mütalaasıyla mümkündür. Bu mirasın aktarımında bize sunulan güzellikleri tabii bir şekilde karşılamamız çocuğu duyarsızlaştırır. Tam tersine günlük yaşamda sıradanlaşan, normalleştirdiğimiz şeylerin aslında ne kadar hayret verici olduğunu fark edip, fark ettirebilmek ise duyarlılığı artırır.

Bir başka deyişle; kâinattaki hadiseleri, harikulade bedî sanatları hayret makamında seyretme yeteneğidir imanî duyarlılığı artıran. Hani tıpkı bir yaşındaki çocuğun, karı ilk gördüğü an, verdiği tepkideki şaşkınlık ve hayret gibi.

Nur ağacının ilacı: Şefkat

Hal diliyle yapılan telkinatın gücü şefkat nispetinde artacaktır. Çünkü çocuğun beklediği, anladığı ve kavrayabildiği tek lisandır şefkat… Nazik, güler yüzlü, incitmeyen, hataları yüze vurmayan, ayıplamayan, kıyaslamayan, kalp kırmayan, tenkit etmeyen, hakarette bulunmayan ve kötü söz söylemeyen “Gül Ülkesi”nin lisanıdır şefkat… Şefkatte ikna vardır, zorlama yoktur. Şefkat lisanında çocukla iletişim kurabilmek ”çocuk işi” değildir. Hatta bir mana büyüğünün ifadesiyle ”Bir çocukla konuşup söz anlatmak bir filozofla konuşmak” kadar zordur.

Hasılı yerinde, mevsiminde ve zamanında kullanılmak şartıyla nur ağacının her derde deva ilacıdır şefkat… Ve içinde şefkati barındırmayan her eğitim hiç hükmündedir.

Kendisini ve şefkatini yürek eğitimine yanarak adamış bir annenin ilk adımı çocuğuyla sağlıklı bağlanmayı tesis etmektir. Çünkü çocuk gözünü açtığı ilk andan itibaren annesine bağlanırken, aynı zamanda Yaratan’a da bağlanmaktadır. Çocuk ağlar, annesi koşar. Acıkır, annesi koşar. Nazlanır, annesi koşar. Hastalanır, annesi koşar. Sonra gün gelir, o çocuk da Yaratan’ına koşar.

Çocukluk evresinde engellemeler koymak değil, aksine onun önü açmak gerek! Çünkü çocuk kâinatı tanıma ve keşfetme sürecine başlamıştır artık. Sürekli eleştirilerle, yasaklarla, bitmek bilmeyen ve esnetilemeyen kurallarla kendimizden soğutmamak gerek! “Ne yaparsa yapsın, onu çok seviyorum. Çünkü emredilmiş onu sevip korumam” diye düşünebilsek!

Atlanmaması gereken bir diğer husus da; çocuğuyla bağlanmayı tesis edebilecek bir annenin arkasında da aslan gibi bir baba olduğu gerçeğidir.

Takdir eden, şartsız seven, gören gözeten, koruyan kollayan, ailesini dinlemekten sıkılmayan bir baba… Yemeğin tuzunu, evin dağınıklığını mevzu etmeyen, açık aramayan bir baba… Eve gelip kapıyı çaldığında “Bakalım bu gün niçin bağıracak” diye eli ayağı korkudan titrerken, çil yavrusu gibi kaçılan bir baba değil; aile fertlerinin sevgiden kalbi titreyerek kapıya koştuğu bir baba olabilmek…

Formulü tekrar etmek gerekirse:

Yanan bir anne…

Yanan bir baba…

Ve…

Kâinata meydan okuyabilen bir nur tanesi…

Berrin Göncü Işıkoğlu / Moral Dünyası Dergisi