Etiket arşivi: Necip Fazıl Kısakürek

İstihbarat İl İl Nurcuları Fişlemiş!

fislemeBediüzzaman Said Nursi’nin mezar yerinin Isparta Şehir Mezarlığı’nda yeni adıyla Doğancı Mezarlığı’nda olduğunun ortaya çıkması kamuoyunda geniş yankı buldu. Ancak Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gelen evraklar arasında sadece Bediüzzaman Said Nursi’nin mezar yerini gösteren belgeler yok! Emniyet, Jandarma ve MİT tarafından Said Nursi’nin hayatı boyunca takip edildiğini gösteren pek çok belge de mevcut.

Belgelerden anlaşıldığına göre; 1925’ten itibaren istihbarat birimleri Said Nursi’yi adım adım takip etmiş. Nursi, ziyaret ettiği il ve ilçelerde yakın takibe uğramış, gittiği bakkaldan, ziyaretine gelen isimlere kadar birçok kişi fişlenmiş. Bu fişlemeler doğrultusunda fikirleri ve yaşam tarzları nedeniyle pek çok kişi mağdur edilmiş. Öyle ki; istihbarat birimlerinin raporları haricinde neredeyse her ay il valileri düzenli olarak İçişleri Bakanlığı’na Said Nursi ve o illerdeki Nurcuların faaliyetleriyle ilgili bilgi notları yollamış. Bu notlarda yazılanların uygulanması için emniyet ve jandarma birimlerine gönderilerek yüzlerce insan tutuklanmış…

Belgeler arasında en ilginci 1950’li yılların ortalarında hazırlanmış dört sayfalık bir evrak. Dönemin istihbarat kurumu MAH tarafından hazırlanan belge ‘Nurcuların Muhtelif Vilayetlerdeki Temsilcileri ‘ başlığını taşıyor. Bu belgede il il Nurcuların temsilcilerinin adı mevcut. Bugün çoğu hayatta olmayan bu isimler listesinde Said Nursi’nin en yakınındaki talebelerinin adları yazıyor. Belgede Nurcuların İstanbul temsilcisi olarak Şair Necip Fazıl Kısakürek’in adı da dikkat çekiyor! Yine belgelerde Said Nursi’ye sempati duyan Demokrat Partili milletvekilleri, il ve ilçe başkanları da fişlenmiş.

Komisyona ulaşan belgeler arasında Said Nursi’nin TSK’ya sızmaya çalıştığı da vurgulanıyor. İstihbarat birimleri bu görüşlerini desteklemek için, astsubay rutbesinden albay rutbesine kadar TSK’da görevli birçok subay ve astsubayın adını da ‘Nurcu’ şeklinde fişlemiş!

1958 yılında hazırlanan bir belgede Sid Nursi’nin Nakşibendi tarikatına mensup olduğu, 1925 yılındaki Şeyh Said isyanına destek vermese de Kürt milliyetçiliği fikir ve gayesini, din ve tarikat kisvesi altında yaymaya çalıştığı belirtiliyor.

‘Çok Gizli’ damgalı bir başka belgede ise şunlar yazılı:

Adı: Saidi Kürdi, Said Nursi, Bediüzzaman

Kayıtlı bulunduğu kısım ve sıra numarası: A fişinin 5 sayısına kayıtlıdır

Yaptığı iş: Boşta gezer

Alınması lazım gelen durum: Kürtçülük mevkuresi taşıdığı, dini hassasiyetleri buna alet ettiği, Nurculuk teşkilatı kurmak istediği görüldüğünden… Dini hassasiyetleri alet ederek devletin emniyetini bozacak hallere halkı teşvik etmek ve Nurcular adında gizli bir cemiyet kurmak… Fırsat düşkünü, sinsi ve kurnaz bir şahıs olan adı geçenin kötü emellerini gizli gizli tahakkuk ettirmek istediği görülmüştür. Durumun denetlenmesi lüzumu görülmüştür.

beyazgazete

Bir Dönemin Rajon Keseni: Ahmet Salih Korur!

Hırsızın hiç mi suçu yok?
Necip Fazıl’ı günah keçisi yapanlar dönemin zalimlerini neden görmezden gelirler?

Döneme ait bir hatıra:
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1950’li yılların ikinci yarısında Risale-i Nur’ların Diyanet İşleri Başkanlığınca basılmasını ister.
Başbakan Menderes DP Isparta Milletvekili Tahsin Tola yolu ile dönemin Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’na bir emir gönderir ve Risale-i Nur’ların Diyanet eli ile basılmasını ister..
Fakat bazı gizli güçler (!) Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın bu kat’i emrine rağmen Risale-i Nur’ların Diyanet tarafından basılmasını engeller.

Başbakanlık Başmüsteşarı, Menderes’in bu emrini iletmeye gelen başkan Hayırlıoğlu’na şu tehdit edici soruyu sorar: “Bediüzzaman Said Nursi ismi, bu eserlerin basılmaması için yeterli sebep değil mi?”
Olayın birinci düzeyde muhatabı ve yaşayanı merhum Mustafa Türmenoğlu Ağabey olayın devamını bana şu şekilde aktarmıştı:
“Bu ifadeleri Üstadımıza bildirdik; Üstad bize derhal ikinci bir emir gönderdi;
“Bu azim sevap onlara nasip olmayacaktır, siz basacaksınız!”
Ve Risale-i Nur’lar iki genç hukuk talebesinin fedakâr elleri ile Ankara’da basılmaya başlanır.

Bu dönemin kara kutusu mu, rajon keseni mi, derin devleti mi, Ergenekonu mu ama her nesi ise önemli bir derin aktöründen bahsediyorum: Ahmet Salih Korur!

Necip Fazıl’ın yüzüne kemik atarcasına parayı fırlatan bu beyefendidir.
Necip Fazıl’ı “rezillik”le ve “kalemini satmak”la itham edenler bu beyefendiyi sorgulasalar ya?

Necip Fazıl merhum yaşadığı olayı şöyle aktarıyor:  “Devlet sırrı mütehassısı Müsteşar Ahmet Salih Korur, Merkez Bankası’ndan getirttiği 10 bin lirayı, getiren Hususî Kalem Şefi Adnan Zafir’in huzurunda, kemik atarcasına önümüze at[mıştır].” (Benim Gözümde Menderes)

Ahmet Salih Korur, 1955-1960 tarihleri arasında Masonlar Büyük Locası’nın Üstad-ı Azam’ıydı.
1982 yılında 77 yaşında ölen bu beyefendi, ilki Nisan-Eylül 1957, ikincisi ise Temmuz-Ekim 1959’de olmak üzere iki defa MİT’i de yönetmişti.

İstibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” namı verenler, irtidad-ı mutlakı  rejim altına alanlar, sefahat-ı mutlaka “medeniyet” ismini verenler ve cebr-i keyf-i küfriye kanun ismini takanlar bunlar değil miydi?

Bediüzzaman Hazretleri bu dönem zarfında nur talebelerini perişan edenleri ve hakimiyet-i islamiyeye ecnebiler hesabına darbe vuranları “zındıklık” ve “münafıklık”la vasıflandırmıştı…

Milletin vergisinden alınan paraları Necip Fazıl’ın suratına fırlatanların tıynetini iyi bilen Bediüzzaman, hayatı boyunca kimseden birşey almamıştır.

Hatta Emirdağ sürgününde iken Ankara merkezli bir emrivaki ile karşı karşıya kalan Bediüzzaman, iaşesi için günlük olarak kendisine zorla verilmek istenen iki buçuk banknotu ve  mobilyası ile birlikte döşeli bir evi şiddetli baskılara ve dostlarının araya girmesine rağmen kabul etmemişti.

Bu harika tutumun anlatıldığı mektup, Emirdağ Lahikası’nın baş kısımlarında yer alır.
Günde “iki buçuk kuruşluk ekmek ile geçinmek” ancak Bediüzzaman’a hastır. Bu, iktisadın ve bereketin Bediüzzaman üzerindeki harikulade etkisidir.

Merhum Ali Ulvi Kurucu, Bediüzzaman hazretlerinin istiğna hususunda peygamberleri örnek aldığını söyleyer.
Ona gore Bediüzzaman bu istiğnasından dolayı ilmin izzetini cihan-kıymet bir elmas gibi muhafaza etmiştir.
Zulmedenler kaybetmiş, mazlumlar kazanmıştır.
Bediüzzaman kazanmış, ona zulmedenler kaybetmiştir.

İlmin izzetini muhafaza ederek cihan-kıymet elmasları (Risale-i Nur) ümmete hediye eden Bediüzzaman o karanlık günlerde bugünü görerek şu müjdeyi vermişti:
“Size kat’iyyen ve çok emarelerle ve kat’î kanaatımla beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.”

Sadakte!

İbrahim Kaygusuz / Risale Haber

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu) İle “Said Nursi”den “Necip Fazıl”a…

TAKDİM

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu), 1932 yılında Erzincan’da, okuma yazma bilmeyen bir anne babanın çocuğu olarak, kitab bulunmayan bir evde dünyaya gelir. Yıllar sonra dedesinin ismi olan Hekimoğlu İsmail mahlasıyla yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı eseri satış rekorları kıracak, eserin sinema uyarlaması ise kapalı gişe oynayacaktır.

İlkokulu bitirdiğinde, ileride geçim sıkıntısı çekmemek arzusuyla memur olmak ister ve bunun için, maddî sıkıntılar içinde ortaokula gider; bir yandan okurken, diğer yandan da fizikî güç gerektiren işlerde çalışmaktadır. Ortaokulu bitirdiği dönemde, gördüğü bir ilân üzerine astsubay olmaya karar verir. Olur da.

Yıl 1950. Bir ikindi vakti Süleymaniye Camii’ne girer. Cemaat iki kişidir. Biri o, diğeri imam. Hoca efendi “haydi kametle” der. Peki kamet nasıl getirilir? Hayatının işte bu safhasında, okumaya ve her şeyi araştırmaya başlar. “Serdengeçti“, derken “Büyük Doğu” ile tanışır. İlk yazılarını Babaeski’de tek odalı bir evde yazar ve mesleğinin nezaketine nazaran, büyük bir cesaretle Üstad Necib Fazıl’a yollar. Görev yaptığı dönemde füze eğitimi için Amerika’ya gönderilir. Türk Hava Kuvvetleri’nden 1972 yılında emekli olur.

1967 yılında yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı romanı sebebiyle defalarca gözaltına alınır ve bir bölümü gönüldaşlarımızla birlikte aynı koğuşta olmak üzere bir müddet de hapis yatar. Pek çok gazete ve dergide yazılar yazmış, yurtiçi ve yurtdışında sayısız konferanslar vermiş, bu süreçte 40’dan fazla esere imzasını atmıştır. Hâlen Zaman gazetesindeki köşesinde yazmaktadır.

Ömer Okçu ağabey, beynine giden damarlarda yaşanan tıkanıklık sebebiyle geçtiğimiz yıllarda felç geçirmiş olup, uzunca bir süredir de tedavi görmekte. Bu kıymetli röportaj için teşekkür etmek, duyduğumuz şükran hissini ifade etmekte âciz kalacaktır. Kendilerine âcil şifalar ve hayırlı uzun ömürler diliyoruz.

Röportaj: Hayreddin Soykan

***

Ömer ağabey, geçirdiğiniz ve hâlen de süren ağır rahatsızlığınıza rağmen, dâvânın ve müminlerin istifadesi söz konusu olan yerde, üstelik son haddiyle mazur olduğunuz hâlde bile nefse bahane tanımayıcı bir vazife aşkıyla röportaj teklifimizi kabul etmeniz, bizleri ziyadesiyle mütehassis ve mahcub etti. Bu heyecanınız, “20’lik ihtiyarlar ve 70’lik delikanlılar” tesbitinin ne derece isabet arzettiğine dair canlı bir şahitlik kıymeti teşkil etti bizim için. Dilerseniz, sohbetimize bu noktadan başlayalım. Bir müslümanın sahib olması gereken “vazife aşkı” hasletiyle ilgili olarak bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Bediüzzaman şöyle buyuruyor: “Der tarık-ı acz-i mendi lazım amed çar çiz; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!..”

Yani, “Ben aciz, siz acizlere yolumu şöyle çizerim; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, Allah’a karşı aczinizi fakrınızı bilin. Şevk-i mutlak, her durumda çalışın. Şükr-ü mutlak, her halinize şükredin.”

Bediüzzaman 80 yaşındayken, dağın tepesinde ağacın üstüne çıkmış, oturmuş, Risale-i Nurları okuyor, tashih ediyordu. Yani “ihtiyarladım, hastalandım, çalışamam” yok!..

Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri hastalanmıştı. Onu ziyarete gittim. Yere serili bir yatağın üzerinde yorganı sırtına almış, hocam oturuyor… Klasik bir soru, “nasılsınız” diye sordum. Buyurdu ki, “Şu tefsiri bitirip ölmeyi diliyorum Allah’tan...” Gerçekten Allah onun duasını kabul etti. On ciltlik tefsirini tamamladı ve vefat etti.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Zeyrek’te otururdu, biz akın akın oraya giderdik. Onun huzurunda oturmak bize şevk verirdi. “Tövbe edin, ‘Allah’ deyin.” derdi. Acayip bir şeydi onun hayatı… Günahların sel gibi aktığı bir devirde o, büyük bir kaya gibi, günah selinin önüne geçti, gelen çöplükler o kayada yeşerdi… Gezmek yok, tozmak yok, maaş yok, para yok. Kapıdan çıkınca hemen öldürülebilirdi amma o onlarla alâkadar olmazdı. Teslim olmuştu, ne olursa olsun…

Rahmetli Hulusi Yahyagil ağabey… 1928 Dersim hareketinde bölük komutanıydı. Demek ki yaşı 91, 92’ydi ben gördüğümde. Yürüyemiyordu. Onu kucaklar derse götürürlerdi. Ders bitince yine kucaklar eve getirirlerdi. Sorulan sorulara cevap verir, ilmi konuları açıklardı. Hulusi ağabey, içimizde bir abide gibi dururdu.

Yaşar Tunagür hocam; Allah rahmet eylesin, ömrünün sonuna kadar aklını ve kültürünü İslam’a hizmette kullandı. Kısacası hayatını İslam’a vakfetti.

Necip Fazıl, benim şeyhimdi… “Geceler bizim!” diye haykırır, sabahlara kadar vazifesi uğruna çalışırdı.

Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,

Aradım bir ömür, arkadaşımı.

Ölsem dikecek yok mezar taşımı;

Halime ben bile hayret ederim.

Yarış atı besleyecek kadar zenginken, öldüğünde mezar taşı diktirecekleri bir parası yoktu. Malını, mülkünü, canını Allah için harcadı…

Biz böyle mübarek insanların yaşayışına hayran olduk…

Onlardan öğrendiğimiz şuydu: Yılgınlık, ümitsizlik ve bahaneler, Müslüman’ın semtine uğrayamaz.

Genç bilebilse, ihtiyar yapabilse” hikmeti, malûmunuz. Bu bahiste sizlerin tecrübe ve değerlendirmeleri bizler için son derece kıymetli. Genel bir çerçeve dâhilinde, nelere dikkat etmemizi tavsiye edersiniz?

İsterseniz Asr-ı Saadet’e gidelim. Sahabenin az olduğu devirleri düşünelim. Her tarafı müşrikler doldurmuşken, bir avuç sahabenin durumunu hayal edelim. Bunlardan biri diyebilir ki: “Ben bir insanım. Benim cürmüm ne ki hükmüm ne olsun? Koskoca dünyada İslamiyet’i yayma dâvâsını nasıl güdebilirim?” Ama böyle dememişler. Onlar, “mademki ben Müslüman’ım, öyleyse İslamiyet’i öğrenmeliyim ve yaşamalıyım” diyerek, tek başlarına da kalsalar, İslamiyet’i öğrenmek ve anlamak gayesiyle yaşamışlar. Allah’ın rızasını bunda aramışlar, bu gaye onların hayatını doldurmuş.

Her genç ben ne olacağım demelidir. Ve bir hedef tayin etmelidir. Futbol oyununda gol kelimesinin mânâsı, hedeftir. Yani o oyunda hedef olduğu için oyuncular koşuyor. Hedef olmasa hiçbiri koşmaz. İşte insanın da hayatında hedefler olmalıdır. Mesela gençlik yıllarımda “ben sefil perişan olmayacağım” diye kendi kendime konuşurdum. Bu sebeple gençler kahveye giderken ben derse gittim. Amacım oraya gidenlerden farklı olmaktı. Kendi kendime İngilizce, Osmanlıca öğrendim. Kitaplar okudum, kitapları anlamaya çalıştım. Çünkü benim bir hedefim vardı.

Gençlere tavsiyem, gelecekteki hayatlarını daha iyi şartlarda yaşamak istiyorlarsa bugünden hazırlansınlar. Maddî güç olmadan, hizmet de olmaz. Önce eğitim veya sanat üzerinde durmalı ki ekonomik bir sıkıntı yaşamasın. Ayrıca ilim ve irfan için eğitim almalı…

80 Yıllık ömrümde neler gördüm, neler geçirdim… Bir gence ilk tavsiyem şu: Mutlaka alimlerin yanında, yakınında ol. Onların derslerine, sohbetlerine katıl. Bugünün gençleri alimlerin dizinin dibinde oturacak, başka türlü olmaz.

Mevlana Şemseddin Muhammed Rucî Hazretlerine atfen, hepimizin kulağına küpe bir hikmet şöyle: “Şu halk ne garip şeydir! Yarın olsa da bir iş işlesem diye bir lâf eder. Bilmez ki, bugün, dünün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebilsin“. Aynı şekilde, “Erteleyenler, yarıncılar helâk oldu” meâlindeki hadis-i şerîf de malûmumuz. Maddî-manevî kabiliyetlerimizi daha fazla ertelemeden geliştirmemiz ve vazifelerimizi tam vaktinde aşk ve şevkle yapabilmemiz noktasında bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Mesela elimizde bir fidan var. “Ya hu yarın dikerim ben bunu.” diyor adam… Yarına kadar da fidanın kökleri hava alır, kurur. Adam “yarın” fidanı dikince de fidan yeşermiyor. Aynen öyle de, “yarın ben iyi insan olacağım diyen, bugün kötü adamdır.” Niye bugün değil de yarın? “Yarın iyi olacağım” diyoruz; bu emri veren benim! Hayatımızı Kur’an ölçüsünde yaşamaya bugünden başlayacağız. Tren zamanında kalkar, uçak zamanında havalanır, geç kalan yetişemez… Güneş mesaisine bir dakika bile gecikmiyor. Fırtınalar, takvimin söylediği zamanda kopuyor, çiçekler, vakti gelir gelmez açıyor… Bu ilahî nizamın dışına çıkıp, “ vazifeyi sonra yaparım” diyen, gemiyi kaçırır…

Hayat bir imtihan, malûmunuz. Türlü dertle, belâyla ve hastalıkla beraber, muhtelif imkânsızlıklarla da boğuşmak durumunda kalıyoruz. Bir günümüz bollukla geçerken diğer günümüz darlıkla, bir günümüz sıhhatle geçerken diğer günümüz rahatsızlıkla, bir günümüz izzetle geçerken diğer günümüz zilletle, bir günümüz gönül ferahlığıyla geçerken diğer günümüz üzüntüyle geçiyor. Böyle olunca, gönlümüzce bir şeyler yapabileceğimiz o saat bir türlü gelmiyor sanki. Peki, bu dert ve mazeretleri ileri sürmekte hakikaten mazur muyuz sizce?

1950 yılında bir rüya gördüm. Trende gidiyorum. Dediler ki: “Bediüzzaman Said Nursi de, bu trende seyahat ediyor.”

Hemen fırladım, Bediüzzaman’ın yanına gitmeye koyuldum. Üçüncü mevki bir kompartımanda sekiz kişi oturmuş, pencerenin dibinde de Bediüzzaman Hazretleri vardı. Ben içeri girip, Üstad’ın elini öpmek istedim. Fakat kapının önündeki adam hemen ayağa kalktı, beni göğüsleyerek dışarı çıkardı:

Sen kimsin?” dedi. Ben de,

Risale-i Nur dağıtıyorum” diye cevap verdim.

Bu sözümü duyan Bediüzzaman, dışarı çıktı. Koridorda onunla karşı karşıya geldik. Bediüzzaman’ın elini tuttum, öpmeye başladım. İki defa öptüm. Bu sırada Bediüzzaman gayet sinirli bir şekilde bağırdı:

Elimi öp, şekeri öpme!”

Dikkat ettim, Bediüzzaman’ın avucunun içi şeker doluydu. Ben de iki defa bu şekerleri öpmüşüm. Üçüncüsünde Bediüzzaman’ın elini öptüm ve uyandım…

Rüyayı kendim tabir ettim: Şimdi ben bu hizmetin şekerleme tarafındayım fakat çileli zamanlar da gelecek

Nitekim öyle oldu…

Mahkemelerde, hapishanelerde, karakollarda dolaştırıldım. Allah’ın lütfuyla tahkikî iman derslerinden geri kalmadım.

Şu anda hasta yatıyorum. Ameliyat oldum. Hastalık, Allah’ın gönderdiği bir hediyedir. Çünkü hastalığı veren Allah’tır. Allah’ın yarattıklarında kötülük yoktur.

Hastanede yatarken dedim ki, “hani insan Ankara’ya gider gelir ya, ben de ahirete gittim geldim. Ahirete gidip gelmenin yorgunluğunu hissediyorum…”

Türlü derde deva buldum ben elimle çok zaman,

Kimse bilmez bir tabibe ben de muhtacım şimdi.

Durgun sular, akıntı olmadığında bulanır, rüzgâr esmese hava kirlenir. Hayat bir bütündür. Sağlık hastalıkla, iyilikler musibetlerle çalkalanır. İnsan bazen dünya hayatına o kadar dalıyor ki, ölüm aklına bile gelmiyor. Çevresindeki insanlara ölümü yakıştırıyor fakat ölümün bir gün kendi kapısını çalacağını düşünmüyor. Hastalıklar, musibetler burada devreye giriyor, “Ey insan, ölüm var, ahiret var, aklını başına al” diyor. Geçen zaman geri gelmiyor. Ömrünün sınırlı olduğu gerçeğini unutuyor insan. Şimdi ben dönüp maziye bakıyorum, ömrüm bir kuş tüyü gibi uçup gitmiş. Sanki bir gün bile yaşamamışım…

Üstad Necip Fazıl diyor ki,

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük…

İnsan böyle… Yandıkça gelişir.

Bir sırrımı ifşa edeyim… Ne zaman ki Amerika’dan getirdiğim buzdolabını ve teybi hizmete verdim, ondan sonra bende inkişaf başladı… Yani müridi demiş “Şeyhim himmet.” Şeyh demiş “Evladım hizmet…”

Eskiler der ki, “Yok olmayan var olamaz.” Seksen yıllık ömrümde, çeşit çeşit dertler gördüm, sonuç: Minyeli Abdullah…

Koca bir ömrü İslam dâvâsını tebliğe vakfeden, her vesileyle yazan ve gerek sohbet gerek konferans dairesinde insanımızla fikir ve tecrübelerini paylaşan, hatta bu uğurda bir bölümünü gönüldaşlarımızla birlikte geçirmek üzere cezaevinde de yatan bir büyüğümüz olarak, bir dâvâ, bir ideal adamının tesirli olması bakımından en başta dikkat etmesi gereken husus, sizce söyledikleri veya yazdıkları mıdır, yoksa başka bazı hasletleri mi?

Osman Yüksel Serdengeçti, dâvâ adamını şöyle açıklamıştı:

Sofraya yürür gibi, sehpaya gitmeyenler dâvâ adamı değildir.” Hanımı, hapis yattığı yıllarda, çocuğunu tedavi ettirecek para bulamadığı için depresyona girip ayrıldı. Ankara’da Denizciler Caddesi’ndeki dükkânını şöyle tarif ediyor: “Kömürlüğü ömürlük yaptık, yeryüzünden iki buçuk metre aşağıdayız. Ölüm bile bizim için yükseliş olacaktır.” Küçücük bir dükkânda yaşıyordu. Tuvalet ihtiyacı için, caminin tuvaletine giderdi.

İnsan hayatına sığmayacak işler yapan insanlar var… Eski bir binanın taş duvarında, taşların arasından bir filiz çıkıyor ve çiçek açıyor. Bu çiçek, içinde bulunduğu şartları hiçe sayıyor. “Bu duvarda toprak yok, su yok, güneş, rüzgâr beni hırpalar” demiyor. Çiçek, şartlara meydan okuyarak yeşeriyor. Lisan-ı hâl ile diyor ki: “Allah bana ‘yeşer’ dedi, ben de yeşerdim. Sonuç ve şartlar ne olursa olsun…” İşte dâvâ adamı budur!

Yazı yazmak kolay, tesir etmek zordur.

İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir. Ölçü ve ahenk ise “güzel“i ortaya koyar. Güzel yaşanmış bir hayat, aynı zamanda bir eserdir. Hiçbir nazım ve nesir, güzel yaşanan bir hayat kadar güzel ve tesirli değildir.

Peygamber Efendimiz’in hayatı en üstün ve en tesirli bir eserdir. Öyle ki; O’nun biyografisi bile yaşadığı hayatın gölgesidir. Sahabe, “anam babam sana feda olsun” diyor, o kadar hayran bırakmış kendine…

Bir arkadaşım, Amerikalıya demişti ki; “Size İslamiyet’i anlatayım mı?” Amerikalı da dedi ki; “Ben senin hayatını beğenmiyorum ki dinini anlatasın! Bu konuda seni dinlemek istemiyorum. Sen, bira içmeyen Amerikalılara benziyorsun!” Gerçekten o arkadaşın ahlâkı çok bozuktu. Şaka yapacağım, milleti güldüreceğim diye kötü şeyler anlatırdı.

Sonuçta bir Hıristiyan, Müslüman’ı beğenmedi.

İnandığı gibi yaşamak, belagatin en tesirlisidir. Dikkat edin, İslam büyükleri, susabildikleri kadar susmuşlar, sadece İslamiyet’i yaşamışlar.

Harf inkılâbından sonra Kur’an yazısını okuyamaz olduk. Risale-i Nur’lar da eskimez yazıyla yazılıyordu. Kitapları aldım, okuyamadım. Okuyanları dinleyemedim. Anlayamıyordum Risale-i Nur’ları… Fakat Bediüzzaman’ı ziyarete gittim, onun fakir yaşayışını gördüm, çok hoşuma gitti. Hayatını anlatan ağabeyleri dinledim, kitaplar okudum, O’nu çok beğendim. Yani ben Risale-i Nur’ları okuyarak değil, Bediüzzaman’ın yaşayışının tesirinde kalarak Nur talebesi oldum. ALLAH demenin yasak olduğu devirlerde ALLAH deyişine, elinde zengin olma imkânları varken, fakirane yaşamasına hayran kalarak bağlandım ona…

Zübeyir ağabeyi, Bayram ağabeyi, Hüsrev ağabeyi, Tahir ağabeyi düşündükçe diyorum ki; “Bu hayatlara nasıl hayran olmazsın!”

Onlar, dünyaya önem vermedikleri için önemli oldular!

Allah razı olsun Ömer ağabey, size çok teşekkür ediyor, tekrar geçmiş olsun diyor, Allah’tan hayırlı, sıhhatli, bereketli uzun ömürler diliyoruz.

 

Maraş “Necip Fazıl Sempozyumu” Açılış Konuşması

Necip Fazıl’ı anlamak için onun yaşadığı dönemin şartlarını ve o şartlar içinde ünlü şair ve yazarın içinde bulunduğu durumu hayal etmek gerekir.

Büyük Doğu dergisine köşesinde bir gece vakti yazmakta olduğu yazıyı ertesi gün dergide görecek olan yazarın yazının kendi başına ne tür gaileler açabileceğini düşündüğü muhakkaktır. O mücadele ortamı ve psikolojisi içinde yılmadan yıllarca her zaman hapishaneyi mesken etmeyi hesaba katarak yaşamak işte mücadelenin büyüklüğü ve bugün bizde olmayan ortam. Biz bugün onların mirasını yiyoruz, ünlü şair bir gün arabaya biner cebinde az bir miktar para vardır ve şoföre “beni şu kadar liralık İstanbul’da dolaştır” der.

DAVA ADAMLIĞI ve RUHU

Dava adamı sözü artık söz de kaldı, çünkü dava adamı hassasiyeti ve derinliği yok, “Haykırsam kollarımı makas gibi açarak durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak” diyen şairin ruhu bu. Eğer bütün golleri siz atıyorsanız artık maçın tadı tuzu kalmamıştır. Bugün dindarlar, sanki mücadele bitmiş gibi lüksün ve şatafatın, debdebenin saldırısına uğramış ama farkında değil, bu kadar debdebenin içinde dava adamı ruhu nereden kalsın.

Sempozyumda gördüğüm insanlar hepsi soğuk savaş döneminin mücadele ruhu içinde ama artık atı ve silahı elinden alınmış Köroğlu gibi insanlar. Onların heyecanını miras gibi geleceğe taşıyacak gençler yok.

Namık Kemal toplumu devleti ve insanları ayağı kaldırmak için devlet çarkının başındaki insanları tenkid etmeyi büyük oranda gaye edindi sanatına. Ama artık ruhu bozulmuş, atılım yapmaktan uzak toplumu yukarıdan aşağı bir mantık ile kurtarmak mümkün olmadı.

SELAHADDİN EYYUBİ FATİH YAVUZ

O devleti yönetenlere büyük adamları örnek gösterdiği Evrak-ı Perişan’ı yayınladı. Orada Selahattin Eyyübi, Fatih, Yavuz ve Emir Nevruz’u anlattı. Sonuncusu Moğolları Müslüman eden adamdı. Devleti yönetenler bu insanları icraatlarına örnek alacak insanlar mı idi. Ama kâmil bir adamdı Namık Kemal ne yapabilirdi ki başta, haleflere selefleri örnek gösteriyordu. Türkistan Erbab-ı Şebabı gibi ihtilalcı bir teşkilatla Monteskiyo, Volter, Jan Jak Ruso ‘yu örnek alarak yeni bir ruh ortaya çıkarmayı diledi, anlamadı ve anlaşılamadı, adalarda sürgünde emellerinin enkazı üstünde ölüp gitti.

Bolayır’da çok sevdiği Süleyman paşa’nın mezarına ve denize bakan bir yerde berzaha girdi. Mezar taşında
Ölmeden görürsem millette ümid ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun

Her büyük dava adamı gibi milletinde ümid ettiğini göremedi ve mezar taşındaki gibi mahzun gitti öteye. Yeni bir ruh getirmek isteyip de onu getiremeden ölen ne kadar büyük adam var. Enver Paşa ve daha niceleri.

Tanzimat, Servet-i Fünun ve daha sonra Milli edebiyat dönemleri, 1922 ‘den sonraki edebiyat ortamı göğe bakma durağı olmayan şaşkın seyyahlardan oluşan bir nesil yetiştirdi.

Mukaddes kitap sürekli “ Rabbüssemavati vel ard” imajı ile insanları göğe bakmaya öğütlerken, büyük şair Necip Fazıl hep yere baktı bohem yaşıyordu, sabahı görmeden karanlıkta başlıyor karanlıkta yatıyordu. “Ne sabahı göreyim ne sabah görüneyim, gündüzler sizin olsun verin karanlıkları “ diyor karanlığın melankolisi içinde “ yeryüzünde yalnız benim serseri “ diyordu.

Nebevi nazar insanı bir dakikada değiştirir ve sahabi unvanı ile ortaya çıkarır, medeni ümeme vali ve devlet adamı yapardı. Nebevi ortamdan gelen bir velinin nazarı da onun zincirinde bir değişim derinliğine sahiptir.

Abdülhakim Arvasi şaire bir bakar ve ruhunda en büyük ateşi yakar, karanlıkta kalan ruh birden aydınlığa çıkar. Ve şair mazisini sorgulamaya başlar.

Tam otuz yıl saatim çalışmış ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum

SEMADAN GELEN NUR VE BEREKET

Nasıl bir sızlanmadır değil mi, otuz yıl gökyüzüne uçurtma uçuran çocukların baktığı gibi bakan bir anlayış. Ne kadar var bu çocuktan. Gökyüzü mesajın merkezi oradan kitaplar gelmiş inzal-i kütüp, peygamberler gelmiş irsal-i rüsul, su gelmiş enzele minessema, bereket gelmiş, ışık gelmiş, bilmediğimiz nesnelerin inşasında daha neler neler. Allah “yükallibullahulleyle vennehar, inne fizalike liulil ebsar” diyerek gece ve gündüzün değişimindeki ibretlere bizi bakmayı teşvik ediyor.

Bütün Kur’an ‘ın mesajı bakmak ve düşünmek üzerine kurulmuş.

İnsanlar ikiye ayrılır, bedeninden çıkamayanlar,

başını kaldırıp semaya bakan ve oradan gelecek gelmiş olan mesaja göre yaşayanlar.

Bir de ikisinin arasında kalanlar, bazen aşağı bazen yukarı şaşkınca bakanlar. Marks insan bedenini mabutlaştırır, batı medeniyeti de.

Necip Fazıl bedeni yüzünden çektiği günahları Aynalar şiirinde anlatır.

Aynalar Yolumu Kesti
Aynalar bakmayın yüzüme dik dik
İşte yakalandık kelepçelendik
Çıktınız ummadık anda karşıma
Başımın tokmağı indi başıma
Suratımda her suç ayrı bir imza
Ben mişim kendime en büyük ceza
Ey dipsiz berraklık ulvi mahkeme
Acı hapsettiğin sefil gölgeme
Nur topu günlerin kanına girdim
Kudsi emaneti yedim bitirdim
Doğmaz güneşlere bağlandı vade
Dişlerinde köpek nefsin irade
Günah günah hasat yerinde demet
Merhamet suçumdan aşkın merhamet
Olur mu dünyaya indirsem kepenk
Göz yaşı döksem Nuh Tufanı’na denk?

GÖK YÜZÜNDEN GELEN MESAJ

Necip Fazıl bir evliya nazarı ile karanlık kaldırımlardan başını gök yüzüne kaldırır, ve uçurtma uçuran çocuklar gibi baktığı semadan manalar araştırır. Gökyüzü ve bir etkili bakış şairin dünyasını değiştirir. Çile’de bu değişimi bir otomobil kazasında çarpılmış insan gibi anlatır.

Kaldırımlardan gökyüzüne işte Türk şiirinin yüz yılı aşkın macerası

Necip Fazıl bu macerayı başlatan insan.

Bırak şiir de söz de kalsın yerde

Sen araştır göklere çıkan merdiven nerde?

Göklere çıkan merdiveni araştırmak ironik bir cümle. Bu merdiveni aramak bir neslin dramı ve bulamamak da bir neslin hüsranı!

Necip Fazıl ve Bediüzzaman bir nesli gökyüzüne ve mesaja bakmayı öğreten insanlar biri şiirin romantik ve yerine göre trajik özellikle eleştirel dili ile diğeri de hakikatleri aklın ve mantığın ölçüleri içinde nesle vermek.

Biri” Haykırsam kollarımı makas gibi açarak “diyor diğeri ise

“Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem “diyor.

Necip Fazıl ile ilgili çalışmalar yapılmıyor, yeni yorumlar ile bu yüz üzerinde kitap yapmış şahsa bakılmıyor, yeni neslin kafasında onun ve mücadelesinin hikayesi, trajedisi yok.

Hür Adam filmi çevrildi binbir zahmet ile , Ali Murat Güven” neden Erbakan ve Necip Fazıl’ın filmini çevirmiyoruz.” Diyor.

Bu Önce Maraşlıların sonra Türkiye’nin ve bugün Türkiye’yi idare eden onun hayranlarının aşkı olmalı.

İsraile hürriyet isteyen bir adam Amerika’da ev ev dolaşır ve dolar ister insanlardan vatanı için.

Necip Fazıl için bizim neslin yapacağı ve o idol adamı hafıza ve hayallerde yaşatacak bir değil bircok film olmalı. Yoksa çocuklarımız Amerikan filmlerinin ruhları enkaz haline getiren yıkıntısında kaldılar

Bediüzzaman kendisini ziyarete gelecek olanlardan birinin Necip Fazıl olduğunu duyunca hasırdan başka oturacak şey olmayan yere bir sandalye ister. Onu önemser ve onun mücadele ruhunu takib eder.

Yangına koşan herkese sevgimiz var, bir kova ile bir bardak su ile bir arozöz ile velhasıl kalbimiz kalbi Allah için atanlarla beraber. Kurtar bizi Allah’ım bizi bu darlıktan.

Namık kemal kendisine beş bin lira gönderen hükümete parayı iade eder, Ebuzziya “Kemal bu parayı bir hayır kurumuna ver” “hayır ben onları sevindirmem “ der. Sonra gazete kapatılır ve kendisi sürülür, o bunu dava anlayışına daha uygun bulur, çünkü büyük adamlar satın alınmaz.

Necip Fazıl kendisine elli bin lira rüşvet teklif eden bir başbakana hakaret edecek şekilde konuşur. Ve der ki “ O zaman çocukların altmış üç lira süt borcu vardı. “

Ruhun şad olsun Namık kemal ve Necip Fazıl ve Mustafa Paşanın bir torba altınını reddeden Bediüzzaman.

Bir neslin ruhunu uykudan uyandıran büyük adamlar ruhunuz şad olsun.

Maraş Belediyesi büyük adama borcunu ödüyor, sağ olsun var olsun.

Prof. Dr. Himmet Uç