Etiket arşivi: niyazi Beki

Radikal dini akımlara karşı Bediüzzaman’ın çözüm önerileri -4

İttihad-ı İslam ve vahdetin ortak zemini

“Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.”(1)

İttihadın hedefindeki vahdet zemini sağlam temellere oturtulmalıdır ki, arzulanan müspet neticeler alınabilsin.. Konu İttihad-ı İslam olduğuna göre, her şeyden önce İslam’ın temel esasları, bu vahdetin ortak zemini olmalıdır. Çünkü Müslümanların en kolay birleşecekleri zemin, bu ortak paydadır.

Bu noktaya işaret eden Bediüzzaman’ın”Âlem-i İslâmdaki ihtilafı, tadil edecek çare nedir?” sorusuna verdiği cevap çok önemlidir:

“Evvelâ; müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünki Allahımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’anımız bir, zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik, zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarîk-i tefehhümdeki tefavüt bu ittihad u vahdeti sarsamaz, racih de gelemez.”(2)

Yani: Müslümanların birlik ve beraberlik için ahiret hayatı gibi dünya hayatlarını da –insanlık camiasında, devletler muvazenesinde-insana yakışan bir standardı yakalamaları için,  İslam dininin temel esaslarında ittifak etmeleri gerekir. Müslümanların ittifakla kabul ettikleri bu temel esaslar ön plana çıkarıldığı takdirde, geriye kalan teferruat kısmındaki farklı anlayışlar hoş görüyle karşılanır ve ittihadı zedeleyen bir unsur olmaktan çıkar.

“Cemiyette vahid-i sahih olmazsa cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür” der ve açıklar: “hesapta malumdur ki, darb ve cem (çarpma ve toplama) ziyadeleştirir: Dört kere dört onaltı eder. Fakat kesirlerde darb ve cem bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile (üçte biri üçte birle) darbetmek tüsü’ (dokuzda bir) olur. Aynen onun gibi insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur!”(3)

Yani: Müslümanların ortak zeminini oluşturan unsurların sağlam olması gerekir. Bu da Kur’an ve Sünnet çerçevesinde oluşan bir birlik anlamına gelir. Önemli olan bu birlik ve beraberlik binasının temel taşlarının sağlam olmasıdır. Aksi takdirde sayısal çoğunluk, çoğaldıkça hakikatte küçülür. Nitekim, matematikte bir kuraldır ki; çarpma ve toplamada yer alan sayıların çokluğu, neticenin çokluğunu gerektirir. Örneğin: 2×2=4, 4×4 ise 16 eder. Oysa bünyesi sağlam olmayan “Bayağı kesir ” hesaplarında tam(sağlam) olmayan kesirlerin sayısı ne kadar fazla  ise, toplama ve çarpmanın sonucu o kadar küçülür. Örneğin üçte biri üçte birle çarpmak dokuzda bir olur(1/3×1/3=1/9).

“Aynen onun gibi insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.

“Hem de düşmanlarımız onlar (gayr-ı Müslimler) değil; asıl bizi bu kadar (kıymetten) düşürüp İ’la’yı Kelimetullaha mani olan cehal et ve neticesi olan harekattır. Ve ihtilaf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımızın gayesi bu üç insafsız düşmana hücumdur.“(4)

Bu ittihat her şeyden önce, din, sosyal, siyasal konularda uzman âlimlerin istişareye dayalı ittihatlarına da vesile olur. Böylece fertlerin ulu-orta şahsi görüşlerine itibar edilmeyecek, ilgili konuda uzman olanlardan müteşekkil ilim heyetinin fetvası esas alınacaktır. Bunun tahakkuk etmesi durumunda artık herkes rastgele bir fikri ortaya atıp da insanları ona tabi olmaya davet etmeyecek, edemeyecektir.

İttihad-ı İslam bütün Müslümanların birliğini esas alır.

Çünkü bu ittihadın harcı imandır. İmanı olan herkes, dindar olmasa bile İslam kardeşliği içinde yer alır. Nitekim Kur’an’da “dindar olanlar/veya evliya olanlar/veya günahkâr olmayanlar kardeştir” denilmemiş, bilakis, “Müminler, imanı olanlar ancak kardeştir” mealindeki çok kapsamlı, toleranslı ve efradına cami bir ifadeye yer verilmiştir. Eğer “Müslümanlar kardeştir” denilseydi, birileri kalkıp İslam’ın emirlerini yerine getirmeyen müminler de bu kardeşliğe dâhil değildir, diyebilirlerdi. İşte bu gün Müslümanları ırk bazında olduğu gibi, mezhep bazında da bölüp parçalayarak hazır lokmalar haline getirmek isteyen çevreler vardır.

Bu iki konuda da Bediüzzaman’ın güzel tespit, teşhis ve tedavi yöntemleri vardır. Eserlerinin değişik yerlerinde bu konuları genişçe işlemiştir. Ancak biz burada çok veciz sayılan iki ifadesine yer vermekle yetineceğiz:

-Irkçılık konusunda şunları söyler:

“Eski Said ve Yeni Said’in yazdıkları meydanda. Şahid gösteriyorum ki: Ben َاْلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيّferman-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa’nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.”(5)

-Şii-Sünni mezhep mensuplarına şöyle hitap eder:

“Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlub ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î mes’eleleri bırakmak elzemdir.(6)

8) Bediüzzaman’ın Önerdiği Çözüm Önerileri:

Bediüzzaman, 1909’da bir gazetede “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” adlı makalesinde fikriyatını “dokuz” madde halinde özetler. Bu makalenin alt başlığı, onun şuurlu şekilde belli maksatları mücadele programına aldığını göstermesi bakımından zikre değer: “Bediüzzaman’ın Fihriste-i Makasıdı ve Efkârının Programıdır.” Bu dokuz maddeyi şöyle özetleyebiliriz:

Birinci madde: İslâm âlemini terakkiye sevkedecek uyanışı sağlamak.

İkinci madde: İslâm maarifini sağlayan üç merkez arasındaki ihtilafı gidermek: Bu üçmerkez medrese, mektep ve tekkedir.

Üçüncü madde: İlmî çevrelerde ilmî hürriyeti tesis etmek.

(Evet, taklîdin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfiza, Mu’tezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fır­ka­ları tevlid etmiştir-Asar-ı Bediiye, 300)

Dördüncü madde: Medreselerde ihtisas şubeleri te’sis etmek.

Beşinci madde: Mürşid-i umumi olan vaiz ve hatiplerin yetişmesini sağlayacak projeleri ele almak.

Altıncı madde: Osmanlılarda terakki meylini uyandırmak.

(Burada asıl mevzumuzu teşkil eden üçdüşman-cehalet, yoksulluk ve ihtilaf mevzubahis edilir: “..Ve bu zamanda i’lâ’nın en büyük sebebi maddeten terakki olduğundan; ve terakkinin en müthiş düşmanı olan ce­hâlet ve zarû­ret ve ihtilâfa; seyf-ül mârifet ve sa’y-i insanî ve ittihad ile din na­mına ittihad edeceğiz. Amma a’da-yı haricî, medenî olduklarından fikren galebe çal­mak lâzımdır. O cihadı da berâhin-i Şeriata havale ede­ceğiz“)

Yedinci madde: (Osmanlı dönemine ait)Hilafet makamının ıslahı meselesi.

Sekizinci madde: Osmanlı Devletinin beylikler devrine dönüşmemesi için, Müslüman halklar arasında ittihad-ı Muhammedî fikrinin geliştirilmesi.

Dokuzuncu madde: Millî birliği sağlayarak, Kürtlerin ihtilafı sebebiyle zayi olan kuvve-i cesimelerinden istifade etmek.

Doç. Dr. Niyazi Beki – nurdanhaber.com

Dipnotlar

1-Mektubat, 468.

2-Sünuhat, Tuluat, İşarat, 92.

3-Mektubat, 475.

4-Hutbe-i Şamiye, 96.

5-Mektubat, 64.

6-Lemalar, 26.

Radikal dini akımlara karşı Bediüzzaman’ın çözüm önerileri -3

4) Bediüzzaman’ın Hürriyet Anlayışı

1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyete bağlı olarak ön plana çıkan hürriyet olgusu bir kısım radikal yorumlarla kötülenmiştir.

Konuyla ilgili Risalelerde şu bilgilere yer verilmiştir:

Bediüzzaman’a şöyle bir soru tevcih edilmiştir: “Ne diyorsun? Şu sena ettiğin hürriyet hakkında denilmiştir

حُرِّيَّةٌ حَرِّيَّةٌ بِالنَّارِ ِلاَنَّهَا تَخْتَصُّ بِالْكُفَّا

 (Hürriyet ateşe layık bir haslettir. Çünkü o, kâfirlere mahsustur)

Cevabı şöyledir: “O bîçare şâir, hürriyeti Bolşevizm mesleği ve ibahe mezhebi zannetmiş. Hâşâ! Belki insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubudiyeti intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid’e ahrardan ziyade hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-u esasîyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” İşte yahu, Sultan Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve kanun-u esasînin müsemmasız isminden ürken adamın sözünde ne kıymet olur. Hem de, yirmi senelik İslâmiyet’in bir fedaisi de demiştir”:

حُرِّيَّةٌ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ اِذْ اَنَّهَا خَاصِّيَّةُ اْلاِيمَانِ

(hürriyet, Rahman olan Allah’ın bir ihsanıdır, çünkü o, imanın bir hassasıdır/olmazsa olmaz şartıdır).

Soru-Cevap şöyle devam eder:

S- Nasıl, hürriyet imanın hassasıdır?

C- Zira rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet.”(1)

5) İslam âleminde menfi hareketlerin ilacı dini değerler eğitimdir.

Bediüzzaman’ın bu konudaki tespiti şöyledir:

“(İslam âleminde) din terbiyesi olmasa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak verüşvet-i mutlakadan başka çare olamaz. Çünkü nasıl bir Müslüman, şimdiye kadar hakikî Yahudi ve Nasranî (olmamış ve)olmaz belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de bir Müslüman, Bolşevik olamaz. Belki anarşist olur, daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez.

Biz Nur talebeleri hem idareye, hem asayişe, hem vatan ve milletin saadetine çalışıyoruz. Karşımızdaki (muarızlarımız ise) dinsiz anarşist ve millet ve vatan düşmanlarıdır. Hükümet bize ilişmek değil, tam himaye ve yardım etmek elzemdir.”(2)

6) Hakikatte güzel bir pırlanta olan İslam’ın imajını korumak

İslam’ın güzel imajını korumak her müminin görevidir. Bu imajı zedelemek İslam’a ve Müslümanlara karşı işlenen bir cinayettir. “Elin gâvuru ne derse desin!” türünden hava atanların, çalım satanların vebali çok büyüktür. Bu konuda sorumluluk duygusunun geliştirilmesi şarttır.

Bir şey hakkında konuşurken insanların zihninde menfi bir düşünceyi oluşturup oluşturmayacağı hususunu iyi düşünmek gerekir. Nitekim bir rivayete göre Hz. Ali şöyle demiştir: “İnsanlara bilecekleri/anlayacakları şeyleri anlatın. Siz Allah ve resulünün yalanlanmasını ister misiniz?(3) Elbette istemezsiniz. Öyleyse -rastgele her doğruyu değil-onların hazmedeceği, akıllarının alacağı gerçekleri anlatın. Evet, “Her dediğin doğru olmalı. Fakat her yerde her doğruyu söylemek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazen damara dokundurur, aks-ül amel yapar”(4)

7) İman emniyet ve güvendir. İslam ise barış ve selamettir

İslam dininin bu en önemli özelliğini göz ardı etmek, söz ve davranışlarıyla İslam’ı, taşıdığı bu özelliklerinin tam aksi bir rotada göstermek ve böylece onun bu güzeller güzeli imajını zedelemek bir hıyanet ve bir cinayettir.

Evet, bu unvanlara uygun davranışlar müspet hareket olduğu gibi, bunlara uygun olmayan davranışlar ise birer menfi harekettir. Aşağıdaki hadis-i şeriflerde bu gerçeği gösteren ışıkları görmek mümkündür.

“Müslüman; (diğer) Müslümanların elinden ve dilinden selamette kaldığı kimsedir” (5), “Komşusu zararından emin olmayan kimse cennete girmez”(6) , “Mümin, insanların canları ve malları hakkında emin olduğu kimsedir. Müslüman ise; (diğer) Müslümanların elinden ve dilinden selamette kaldığı kimsedir. Mücahid, Allah’a itaat etmek için nefsine karşı cihad eden kimsedir. Muhacir de, hatalarından, günahlarından hicret eden(uzaklaşan) kimsedir”(7)

Bediüzzaman’ın 31 Mart hadisesinde çağrıldığı mahkemede söylediği- aşağıdaki ifadeleri, bu konuya ışık tutmaktadır.

“Avrupa, bizdeki cehalet ve taassub müsaadesiyle, şeriatı -hâşâ ve kellâ- istibdada müsaid zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzib etmek için, meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdad tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Câmiinde meb’usana hitaben feryad ettim. Ve söyledim ki: Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanı ile telakki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdad, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsız olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezheb olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhebden istihracı mümkün olduğunu dava ettim. Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım, demek cinayet ettim ki, bu tokadı yedim.”(8)

-devam edecek-

Niyazi Beki – Nurdan Haber

Dipnotlar

1-Münazarat, 22-24.

2-Şualar, 516.

3-Buhari, İlim, 127.

4-Mektubat, 265.

5-Buhari, İman, 4.

6-Müslim, 73.

7-İbn Hanbel, Müsned, 3/154.

8-Divan-ı Harb-i Örfi, 16-17.

Radikal dini akımlara karşı Bediüzzaman’ın çözüm önerileri -2

Radikal/menfi yorumlara karşı Bediüzzaman’ın müspet yorumları

Bu konuda birkaç misal vermekte fayda vardır:

a)Allah’ın Ahkâmı İle Hükmetmeyenler

وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

“Kim Allah’ın  indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”(Maide, 5/44) Hariciler bu ayete dayanarak “Hakem Hadisesinden” dolayı Hz. Ali’yi tekfir etme cüretini göstermişlerdir. Sonraki dönemlerde de bu ayeti delil göstererek başkalarını tekfir edenler olmuşsa da, İslam âlimleri bu ayetin doğru anlaşılması için çaba göstermişlerdir. Osmanlı devletinin son döneminde yapılan birtakım yenilikler çerçevesinde bir “Kanun-u Esâsî” nin yazılması ve hürriyetin ilan edilmesi hususu bazı kimselerce küfür sayılmış ve bununla devlet ricâli tekfir edilmiştir. Gerekçe olarak da “Kim Allah’ın indirdiği (hükümlerle) hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir” mealindeki ayet gösterilmiştir.(1)

Bu görüşe katılmayan Bediüzzaman, ayetin mânâsının öyle anlaşılmaması gerektiği hususunu açıklığa kavuşturmaya çalışmış ve konu ile ilgili olarak şunları söylemiştir: “Bir kısım insanlar, Araplardan sonra İslâm dininin direği sayılan Türkleri tadlil ediyor. Hatta onlardan bir kısmı, ehl-i kanunu tekfir ediyor. Otuz sene evvel teşkil edilen Kanun-u esasîyi ve hürriyetin ilanını tekfire delil gösteriyorlar. “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” âyetini delil gösteriyorlar. Zavallılar, “Kim ki Allah’ın hükümleri ile hükmetmezse” cümlesinin manasının “Kim ki tasdik etmezse” demek olduğunu bilmiyorlar”(2)

b)Gayr-i Müslimlerle Dost Olmak

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاء بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ وَمَن يَتَوَلَّهُم مِّنكُمْ فَإِنَّهُ مِنْهُمْ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.”(Maide: 5/51)

Bir kısım insanlar bu ayeti delil göstererek müslümanların ehl-i kitapla olan ilişkisini büsbütün ortadan kaldırmaları gerektiğini savunmuşlardır. Osmanlı tebaası olan gayr-i müslimlerle adalet ölçüleri içerisinde iyi geçinmenin gereğine işaret eden Bediüzzaman, “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin”(3) ayetini delil getirerek kendisine itiraz edenleri isim vermeden eleştirmiş ve onlara şöyle cevap vermiştir: “Evvela delil katiyyü’l-metin olduğu gibi, katiyyü’d-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki bu âyetin mânâsı tevil ve ihtimale açıktır. Çünkü ayette söz konusu yapılan nehy-i Kur’anî “âmm” değil, mutlaktır. Mutlak ise takyid olunabilir. Zaman ise, büyük bir müfessirdir. Kaydını gösterse itiraz edilmez. Kaldı ki, hüküm müştak üzerine olsa “me’haz-ı iştikak” hükmün illetini gösterir. Demek ki bu nehiy, bir insan olarak Yahudi ve Hıristiyanlara yönelik değildir. Aksine, yahudiyet ve nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir. Bilindiği gibi, bir insan zâtı için değil, sıfat veya sanatı için sevilir. Öyle ise, her bir müslümanın her bir sıfatının müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kafirin de bütün sıfat ve sanatlarının kafir olması lazım gelmez. O halde, müslüman olan bir sıfat veya bir sanatı güzel görmek ve onu iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin/hanımın olsa elbette onu seveceksin.(4)

 c)Nefisle -Manevî- Cihad

إِنَّ اللَّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللَّهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُمْ بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

İlgili ayetin meali şöyledir:

“Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda mücadele ederler, öldürürler ve öldürülürler. Bu Allah’ın Tevrat’ta da, İncîl’de de, Kur’ân’da da üstlendiği gerçek bir vaaddir. Verdiği sözde Allah’tan daha sadık kim olabilir? O halde yaptığınız bu alış verişten dolayı sevinin ey müminler! Müjdeler olsun size, işte en büyük mutluluk, işte en büyük başarı!” (Tevbe Suresi:9/111)

Görüşlerini bu ayete dayandırarak hariçteki ve dahildeki cihadı bir tutanlar olmuş ve bu fikre dayanarak müslümanları menfi harekete sevk etmişlerdir. Oysa Hz. Peygamber (a.s)’ın hayatında Mekke ve Medine dönemlerindeki cihat anlayışındaki farklılık aşikârdır. Allah’ın insanlara bahşetmiş olduğu “can” içerisinde “cisim, ruh, kalb ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahiri ve bâtınî hasseler” olduğunu da hatıra getirildiğinde bu ayette Allah’ın bizlere kârlı bir ticaret olarak sunduğu bu durumun sadece maddi cihatla sınırlandırılamayacağını, insana verilen bu özelliklerin nefis yolunda değil Allah yolunda çalıştırılması (kullanılması) karşılığında “Cennet” gibi bir ücretin Allah tarafından insana bahşedileceğine işaret edilmiş olduğu birçok ehl-i sünnet âlimleri tarafından da açıklanmaya çalışılmıştır. Bediüzzaman Hazretleri bu ayetin sadece ilk cümlesi olan “Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır” mealindeki ifadeyi açıklamıştır. Ayetin geriye kalan kısmı maddi cihadla ilgili olduğu için onu açıklamamıştır.

Ona göre, bu asırda maddi cihad yerine manevi cihad ön plana çıkmıştır. Çünkü önemli bir görgü ve bilgi birikimine sahip olan bugünkü insanlar artık medenileşmiştir. Medenilere galebe çalmak ise ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Üstadın “İttihad-ı Muhammedî cemiyeti” ile ilgili şu sözleri onun bu ayeti bu tarzda açıklamasının hikmetini gösterecek mahiyettedir. “Bu ittihadın nizamnamesi Sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevahi-i şer’iyedir. Ve kılınçları da, berahin-i katıadır. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. (Bu ittihada dahil olanların) hedef ve maksatları da, i’lâ-i Kelimetullah’tır. Şeriatta yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü-l emirlerimiz düşünsünler.“(5)

İşte söz konusu ayetin yalnız ilk cümlesini açıklamak, onu vurgulamak, zihinlerin dikkatini o derse çevirmek, çok orijinal bir tefsir yaklaşımıdır. Çünkü bu metotla, asrın dertlerine deva, hastalıklarına şifa olan, çağdaş insanın en çok muhtaç olduğu evrensel/cihanşümul ahlakî değerleri ders vermeyi önceleyen bir tefsir anlayışı ortaya konulmuştur.

Kaldı ki, ayetin ilk cümlesinin-meal olarak- “Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır” şeklinde olması, can ve mal ile yapılan cihadın yalnız savaşla değil, aynı zamanda manevi cihad olan nefis ve şeytana karşı yapılan mücadele ile de olabildiğini göstermektedir.

Müslümanların savunma mevkiinde olduğunu belirten Bediüzzaman‘ın konuyla ilgili şu sözleri de oldukça önemlidir: “Hem sonra; bizim bulunduğumuz mekân ve mevki, bize yetecek ka­dar geniş olup dar gelmediği için; tecavüzün değil, tedafü’ün mev­kiinde bulunmaktayız.

Hem bi­zim di­nimizin esası da ona işaret ediyor ki;

لَا اِكْرَاهَ فِى الدِّينِ ve تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ ayet­leri bizi tedafü’ mevki­inde durdurmaktadır. Evet, ayetteki تَعَالَوْا keli­mesi, en ilk vazifemi­z onları ittifaka davet olduğuna işaret etmek­te­dir. Cihadî müdafaayı ancak sonra yapabiliriz.”(6)

-devam edecek-

Dipnotlar

1-Asar-ı Bediiye, 463.

2-a.g.e., 434.

3-Mâide, 5/51. Bu âyetin tefsiri için bkz. et-Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, (ö. 310), Camiü’l-Beyan an Te’vili âyi’l-Kur’an, Beyrut, 1408/1988, IV/276; el-Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, (ö. 671), el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 1407/1987, VI/216.

4-Asar-ı Bediiye, a.g.y.

5-Divan-ı Harb-ı Örfi, 20; Tarihçe-i Hayat, 66.

6-Asar-ı Bediiye, 402

Niyazi BEKİ – Risale Haber

Radikal dini akımlara karşı Bediüzzaman’ın çözüm önerileri -1

 Konumuzun başında şu noktayı vurgulamak gerekir ki; Radikal kavramı, yıllarca İslam’ın aslına dönmeyi, hurafelerden ve modern görünümlü yanlışlardan uzak durmayı ifade etmek için kullanılmıştır. Ancak bu kavram, son zamanlarda din adına yapılan yanlış yorumların, anarşi, terör gibi gayr-ı insani ve gayr-ı ahlaki olan menfi akımların unvanı olmuştur.

İşte bizim bu yazımızda söz konusu ettiğimiz “radikal akımlar” dan maksat, bu negatif psikolojiyi seslendiren menfi cereyanlardır. İslam dinin imajını zedelemekten başka İslam’a ve Müslümanlara hiçbir hizmetleri olmayan bu hasta ruhların bir tek hedefleri vardır; insanlara karşı kin ve nefreti körükleyen “menfi hareket” le barış ortamını zedelemek ve bu uğurda her türlü gayr-ı meşru araçları meşru görmektir.

Buna mukabil, Bediüzzaman Said Nursi, hayatı boyunca, “müspet hareket” i esas almıştır. Bunu kendi şahsında tatbik ettiği gibi, Nur talebelerine de bunu hararetle tavsiye etmiştir. Ona göre, müspet hareket, Kur’an’ın emridir. İslam dininin en fazla kötülediği şeyler arasında, fitne, fesat, anarşi, asayişi ihlal etmek gibi sosyal çalkantılara ve keşmekeşlere sebebiyet veren menfi hareketlerdir. Bediüzzaman’ın iman şuurundan fikir ve gönül aynasına yansıyan hakikatlerin başında, Hakk’ın rızası ve halkın dünya ve ahiret mutluluğu gelir.

“Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cem’iyetin, (yirmibeş milyon Türk cem’iyetinin) imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünki vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur”(1) şeklindeki sözleri onun “Hakk’ın rızası ve halkın dünya ve ahiret mutluluğu” konusundaki engin ve eşsiz feragatinin göstergesidir.

Bu kısa girişten sonra, Bediüzzaman’ın “Radikal Dini Akımlara” karşı ortaya koyduğu çözüm önerilerini şöyle sırlamak mümkündür:

1-İslam dininin mesajlarını doğru okumak:

İslam dininin mesajlarını doğru okumak için ehl-i sünnet âlimlerinin Kitap ve Sünnetten istinbat ettiği yorumlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü İslam ümmetinin sevad-ı azam denilen büyük çoğunluğunu ehl-i sünnet teşkil etmektedir. Bu sebeple ehl-i sünnet ve cemaatin üzerinde birleştiği bilgilerin prensip olarak doğruluğu hadisin garantisi altındadır.

Heysemi, Taberanî’nin “Ümmetim dalalette asla birleşmeyecektir. Onun için cemaatte yer almaya çalışın. Çünkü Allah’ın eli cemaatin üzerindedir”manasındaki hadisin iki rivayetinden birinin(2) sahih olduğunu belirtmiştir.(3)

Rivayete göre, Ehl-i sünnet ve cemaat, Hz. Peygamber tarafından “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu çizgiyi takip edenler” olarak tanımlanmıştır.(4)

Bediüzzaman’ın “İslam’ı doğru anlama” nın önemine işaret eden ifadeleri şöyledir: “Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes’ele.. taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyan-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc (İslam’a)dâhil olacaklardır.“(5)

2.Ferdi ve sosyal hayatı sadakat ve doğruluk mihverine oturtmak

Toplumların en çok muhtaç olduğu unsurlardan biri karşılıklı güven ortamının tesisidir. Bu güvenin baş düşmanı ikiyüzlülük ve yalancılıktır.

Dürüst olmak, ikiyüzlü olmamak bir insanlık erdemi olduğu gibi, İslam’ın da asli bir unsurudur. İslam dini doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tövbe Suresi, 9/119) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

Bilindiği üzere, yalan güveni sarsan bir lafza-i kâfiredir. Yalancılık ve takıyye ifsat komitelerinin en büyük silahıdır. Ulvi duyguları törpüleyen yalan, insanın olduğu gibi görünmesine/veya göründüğü gibi olmasına imkân vermez. Bu sebeple de insanlık onurunu kırar, değerini düşürür, insan olma şeref ve haysiyetinin unutulmasına ve ikiyüzlülük utanmazlığının yeşermesine vesile olur. Yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren kimse, farklı zaman, mekân ve muhataplara göre uygun bir maske takar. Asli hüviyetini bulmak zorlaşır.

“Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkalamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyetin üss-ül esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni’-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün enva’ıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Hâlbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.”(6)

-devam edecek-

Doç. Dr. Niyazi Beki

nurdanhaber.com

Dipnotlar

1-Nursi, Tarihçe-i Hayat, s: 630.

2-Taberani/Kebir, 12 /447.

3-Heysemi, Zevaid, 5/218.

4-Mecmau’z-Zevaid,1/189.

5-Münazarat, s: 45-46.

6-Hutbe-i Şamiye, s:45-46.

Hatemu’l Enbiya

‘Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak o Allah’ın Resulü ve Hatemu’l-Enbiyadır. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.’ (Ahzab, 40)

Bu ayetin Arapça aslında, ‘Hatemu’l-Enbiya,’ ‘Hatemu’l-mürselin’ tabirine tercih ediliyor. Çünkü Nebi kavramı, Resul kavramına göre daha genel bir anlam taşır ve içinde onu da ihtiva eder. Resul, sözlük anlamı itibariyle risalet kökünden gelen bir kelimedir. Anlamı elçi demektir. çoğulu, rusul ve mürselun’dur. Buna karşılık nebi ise, nebe’ kökünden gelir ve haberci/haber alan kimse anlamındadır. Çoğulu nebiyyun ve enbiyâdır. Kur’an’da ‘Hz. İsa’nın havarilerinden olan elçiler (Yasin Suresi: 13-14), Hz. Yusuf’a giden elçi (Yusuf Suresi:50) için söz konusu olan ‘Resul, Murselun’ kelimeleri bu anlamda kullanılmıştır.

Ayrıca, Kur’ân’da vahiy meleği, ölüm meleği, amellerimizi yazan melekler ve cinler için kullanılan Resul kavramı da bu anlamda kullanılmıştır. Aşağıdaki ayetlerde bu mânâları yansıtan ifadeleri görmekteyiz: ‘Andolsun o akıp giden yıldızlara, Akıp akıp yuvasına giden (yıldız) lara, Kararmaya yüz tuttuğunda geceye andolsun! Ağarmaya başladığında sabaha yemin olsun ki, bu Kur’an, çok şerefli, güçlü, Arş’ın sahibi Allah’ın katında itibarlı, orada kendisine itâat edilen, güvenilir bir elçinin (Allah’tan getirdiği) sözdür. (Tekvir Suresi: 15-21)

‘Sizden birinize ölüm gelince, onu Resullerimiz vefat ettirir.’ (Enam Suresi: 61)

‘Yoksa onlar; Bizim, onların sırlarını ve fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, onların yanlarında bulunan Resullerimiz (kiramen kâtibin melekleri) , (onların yaptıklarını ve konuştuklarını) yazıyorlar.’ (Zuhruf Suresi:80)

‘Ey insan ve cin topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze ulaşacağınız konusunda sizi uyaran içinizden resuller (elçiler) gelmedi mi?’(Enam Suresi: 130)

İslam dininde bir terim olarak Resul ve Nebi kavramlarının ikisi de peygamber mânâsında kullanılır. Ancak, ‘Biz, senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki o bir şeyler temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna vesveseler karıştırmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın karıştırdığı şüpheyi giderir. Sonra da Allah, âyetlerini sağlam kılar. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir’ (Hac Suresi:52) mealindeki ayette belirtildiği gibi, ikisi arasında bir fark vardır. İslam âlimlerinin bildirdiğine göre, aralarındaki fark şöyledir:

Resul kavramı, yeni bir kitap ve şeriatla gelen peygamberler için,

Nebi ise, kitap ve şeriat getirsin ya da getirmesin bütün peygamberler için kullanılan bir terimdir.

Nebi, bu özelliğiyle Resul kavramından ayrılır. (Razî Tefsiri,23/45) Buna göre,‘peygamberler için kullanılan bir terim olarak’ her Resul Nebi’dir, fakat her Nebi, Resul değildir. Yani Nebi, Resul kavramına oranla daha geneldir. Bu üslup, Kur’an’ın bir i’caz parıltısıdır ki, veciz bir sözle çok derin ve kapsamı geniş manalar ifade eder.

Hz. Muhammed(.a.s) ise, hem Resuldur hem Nebidir.

Hz. Muhammed’in (a.s.) ayrıcalıklı özellikleri;

*Son peygamberdir:

Peygamberlik kurumu kendisiyle birlikte tamamlanmıştır. Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: ‘Şüphesiz benimle diğer peygamberlerin durumu şu misale benzer: Adamın biri bir saray yapmış, onu güzelleştirip mükemmel bir şekilde tamamlamış, fakat bir tuğla yeri boş kalmıştır. Herkes gelip bu saraya giriyor ve ona hayran kalıyor ve: ‘Şu boş kalan tuğla yeri olmasa, bu köşke diyecek yok!’ diyorlar. İşte ben o köşkü tamamlayan tuğlayım.’(Tirmizi, Emsal, 2 )

*Risaleti umumidir:

‘Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermiş bulunuyoruz’ (Sebe’ Suresi: 28).

Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) anlattığına göre, Hz. Perygamber (a.s.) şöyle buyurdu: ‘Ben altı şeyle diğer peygamberlerden üstün kılındım: Az sözle çok şey ifade etme kabiliyeti bana verildi. Düşmanın kalbine korku salınarak zafere ulaşmam sağlandı. Savaştan alınan ganimetler bana helal kılındı. Bütün yeryüzü benim için temiz bir mekân ve bir mescit kılındı. Ben bütün insanlara peygamber gönderildim. Peygamberler zinciri benimle son buldu.’ (Müslim, Mesacid, 5).

*En büyük mucizeye sahiptir:

Diğer peygamberlerin peygamberlik belgeleri gözle görülen mucizeler türünden idi. Dolayısıyla da bu mucizeler maddî türden olduklarından dolayı da tesirleri geçici olup, zamanla değerlerini yitirmişlerdir. Söz gelimi, bugün hiç kimsenin bir zaman ejderha olan Hz. Musa’nın asasını, o olağanüstü haliyle görüp de Hz. Musa’nın peygamberliğine iman etme şansı yoktur. Oysa Hz. Peygamber’in (a.s.) en büyük mucizesi olan Kur’an-ı Kerim, hem manevî hem aklî bir mucizedir. Bu özelliğiyle de o, zaman üstü bir konuma sahiptir. Hatta zaman ihtiyarladıkça, Kur’an gençleşiyor, mucizelik yönü daha da parlıyor.

Hz. Peygamber (a.s.), Kur’an’ın bu yönünü şöyle açıklamıştır: ‘Allah’ın gönderdiği peygamberlerden her birine mutlaka insanların onun gibi bir şeyi görmekle imana geldiği bir mucize vermiştir. Ancak bana verilen mucize ise onlardan farklı olarak Allah’ın bana gönderdiği bir vahiydir. Bu yüzden kıyamet günü, onların hepsinden daha fazla tabileri (uyanları) bulunan bir peygamber olacağımı ümit ediyorum.’ (Buharî, İtisam, 1)

*Onun ümmeti, ümmetlerin en hayırlısıdır:

Aşağıdaki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır: ‘Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyilği emreder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah’a imân edersiniz. Eğer kitap ehli de iman etseydi, bu elbette onlar için daha hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.’ (Al-i İmran Suresi, 110)

*Hz. Âdem neslinin efendisidir:

‘Ben kıyamet günü Âdem neslinin efendisiyim. Kabri ilk açılacak olan benim. İlk şefaat eden de şefaati ilk kabul edilen de benim.’ (Müslim, Fedail, 3)

*Makam-ı Mahmud sahibidir:

Bu makam, başta kendi ümmeti olmak üzere bütün insanlar için söz konusu olacak büyük şefaattir. Bu gıpta edilmeye değer makamın tek namzeti Hz. Muhammed’dir. Aşağıdaki ayette Allah’ın sözverdiği bu makama işaret edilmiştir. ‘Resulüm! Gecenin bir kısmında kalkıp, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. Artık Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a tayin etmesini bekleyebilirsin.’ (İsra Suresi: 79)

*Livau’l-hamd sancağının sahibidir:

Livau’l-hamd, Allah’a en çok tesbih ile hamd etmiş ve bu yüzden Ahmed adını almış, sonra ‘Sen gerçekten çok büyük bir ahlak üzerindesin’ mealindeki ayetin de ifade ettiği gibi, Allah tarafından en çok övgüye laik görülmüş ve bu sebeple de Muhammed adını almış Hz. Peygamberin bu manevî kimliğinin bir belgesi ve manevî riyasetinin bir simgesi olan sancak anlamına gelir. Şu hadis-i şerif bu hususu belirtmektedir: ‘Ben kıyamet günü Âdem neslinin efendisiyim. Livau’l-hamd sancağı benim elimdedir. Fakat asla gururlanma olmaz. O Âdem ve ondan sonra gelen bütün peygamberler benim sancağım altındadır. Ve kabri ilk açılacak olan da benim. Fakat asla gururlanma yoktur.’ (Ahmed,III/2)

*O Bir Sirac’ı Münirdir:

Bu kavramı ihtiva eden ayetin meali şöyledir: ‘Ey Nebi’ muhakkak ki, biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı, kendisinin izniyle Allah’a davet edici ve aydınlatıcı bir güneş/lamba olarak gönderdik.’ (Ahzab, 33/45-46) Bu ayette, Hz. Peygamber(a.s.) hem güneşe hem de Ay’a benzetilmiştir. Şöyle ki: ‘M. Said Ramzan el-Butî’nin de belirttiği gibi’ Arapçada ışığın kaynağı olan şeyler için muzî tabiri, ışığını dışarıdan alanlar için de münîr tabiri kullanılır. Meselâ: Aydınlık bir oda için Ğurfetün müzîetün denilmez, aksine münîretün denilir. Çünkü odanın ışığı dış kaynaklıdır. Buna karşılık bir ateş közü için kabesün münîr denilmez, aksine müzî denilir. Çünkü, ateşteki ışık kendisinindir. İşte Kur’an-ı Hakim’in Kur’an’da ay için nur-münîr, güneş için ziya-siraç tabiri kullanması bu ince farkı belirtmek içindir. ( el-Butî, Revâyi’, 115-16)

İşte söz konusu ayette normal Arapça dil kuralına ve Kur’an’ın diğer kullanış alanlarından farklı olarak Hz. Muhammed için siracen münira tabirinin kullanılması, burada hem Güneş hem de Ay’a yapılan bir benzetmenin göstergesidir. Ayette bu benzetmenin varlığını gösteren işaretleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Hz. Muhammed(a.s.) nübüvvet cihetiyle bir ay gibidir. Vahyin ışığını Şems-i Ezelîden/Veya Kur’an güneşinden alıyor. Risalet cihetiyle bir güneş gibidir. Güneşin kendisinde bulunan ışığını her taraf saçtığı gibi, o da ”konuşan, yaşayan bir Kur’an olarak” kendisinde bulunan hidayet ışığını tüm insanlığa saçmıştır. Ayette geçen Sirac-ı Münir kavramı bu iki hususa ışık tutmaktadır.
  2. Hz. Peygamber (a.s.), Allah’tan vahiy alan bir kişi olarak nebi, aldığı ilahî mesajı başkalarına ulaştırma görevinden dolayı da resul/elçi adını alır. Ayette ‘Ey Nebi’ mealindeki ‘ya eyyüha’n-Nebiyy’ ifadesi onun nübüvvetine, ‘seni elçi olarak gönderdik’ mealindeki cümlesi ise, risaletine işaret etmektedir. ‘Allah’ım! Risalet semasının güneşi, nübüvvet yörüngesinin ayı olan Hz. Muhammed’e salat ve selam eyle’ mealindeki salavat-ı şerifede, bu hakikate işaret edilmektedir.
  3. Sirac-ı Münir kavramı ‘yukarıda açıklandığı üzere’ iki zıt vasfı ihtiva etmektedir. Sirac kelimesi, ışığı kendisinden olan bir cismi ifade etmekte ve Kur’an’da güneş anlamında, kullanılmaktadır: ‘Biz gökte alev alev yanan/ışığı kendinden olan bir güneş yarattık.’ (Nebe’ Suresi:13) mealindeki ayet bunu göstermektedir. Münir kelimesi ise, ışığını dışarıdan alan bir cismi ifade etmekte ve Kur’an’da Ay için kullanılmaktadır. ‘Biz göklerde bir sirac/lamba/güneş ve aydınlatıcı bir Ay (Kamer-i Münir) yarattık.’(Furkan Suresi:61) mealindeki ayet bunu göstermektedir.

Risalet semasının güneşi ve nübüvvet yörüngesinin Kamer’i/Ay’ı olan Hz. Muhammed’e Onun âl ve ashabına kâinatın atomları sayısınca salat ve selam olsun. Âmin!

Niyazi Beki / Zafer Dergisi