Etiket arşivi: Nuriye Çakmak

BAHÇEMDEKİ GÜLLER

NE ÇOK sarsıldık değil mi? Peş peşe. Biz ilk musibetten çıkacak olan rahmete gözlerimizi dikmişken, daha büyük bir musibet kapıdan girdi. Evet ilk görüntü aynen böyleydi. Haliyle toz dumandı ortalık. Ancak bu kadarını görebileceğimiz kadar netti yaşadıklarımız. Büyük bir kırılma yaşadık, sonra bir tane daha. Yarığın daha büyümüş olması gerekirken, sanırım kaynaştık. Yanlış yerden kaynayan kemiğin yeniden kırılması gibi. Şimdi doğru şekilde kaynıyoruz öyle değil mi? 

Ben böyle düşünmek istiyorum. Şu ana kadarki en kanlı eylemlerden biriydi, gencecik mehmedciklerin uykularında yakanlandıkları. Naaşları kan gülleri gibi toprağa dizilmişti. Büyük, çok büyük sarsıntıydı. Ruhlarımız nereye uçacağını şaşırmış bir kuş gibi kanatlarını vuruyor, bir çıkış arıyor, dua dua duman tütüyordu. Birilerinin halkı galeyana getirip, birbirlerini kırmaları amaçlı politikasına uygun ortamı hazırlamak için birbirleriyle yarışıyordu birileri. Bizlerse akl-ı selim’e çağrı yapıyorduk, neredeysen gel artık diye. 

Gözümüz yolda, onu bekliyorduk. Devasa dua halkaları oluşturulmuş, şehidlerimizin ardından sayısı binlerle ifade edilen hatimler uçurulmuştu. Duaların hepsinde “memleketin selameti” başköşeye oturmuştu. Herkes bir vird, bir tesbih, bir dua dağıtıyordu. Bir yandan dua ediyor, bir yandan bekliyorduk. Sonu hayır olacaktı. 

Sonra bir kez daha sarsıldık. Bizim oluşturduğumuz sanal kırıkların aksine bu kez gerçek bir kırık harekete geçmişti işte. Bizim çizdiğimiz derme çatma sınırlardan farklıydı depremin çizdiği sınırlar. 17 Ağustos’u, 12 Kasım’ı hatırladık. Bizi nelerin beklediğini bilerek. Acı bir bekleyişti, deprem haberinin sarstığı benliğimizdeki. Ölü sayısının her dakika artacağını, enkaz altında şu an hala atan yüzlerce kalp olduğunu, gece havanın buz gibi soğuyacağını… Bunların hepsini biliyorduk. 

Şuna inanıyordum, son zamanlarda artan bunca dua karşılamıştı depremi. Başımızda belki çok daha büyük bir musibet, yazgımızda belki çok daha fazla kan vardı. Belki bununla geçirmiş olduk, çok daha büyük bir kazayı.. Aslında inanmak istiyordum. İlk veriler de sanki destekliyordu bunu. Sürpriz bir fay hattıydı bu. Asıl korkulan hat değildi. 7.4 şiddetiyle sarsılan Marmara’da on binlerce ölü vardı. Pazar günü olduğu için okullar, evler boştu, havalar güzeldi öğlen saatiydi herkes dışarıdaydı dediler. Ve her dakika artsa da, benim ilk anda korktuğum sayı değildi vefat edenlerin sayısı. 

Hafızamızdaki deprem görüntülerinden farklıydı gördüklerimiz. Son derece sistemli bir müdahale vardı. Kızılay eski Kızılay değildi. Devlet tüm kurumlarıyla çok kısa sürede olay yerindeydi. Sivil toplum kuruluşları yeni harikalara imza atmak üzereydi. Ve attılar da nitekim. Türkiye’nin her yerinden yardımlar kelimenin tam anlamıyla yağmaya durmuştu. Kargo firmaları, otobüs şirketleri daha ilk saatlerde seferlere başlamıştı. Herkes kendine bir vazife çıkarmıştı. Benim gördüğüm inanılması güç bir kaynaşmaydı. 

Son zamanlarda itina ile aramızın bozulması için emek harcanan iki kardeş ülke, komşu ülke gözlerimizi yaşarttı sonra. Dış yardıma ihtiyaç olmadığı cevabı aldıkları halde yollara düşen Azerbaycan ve İran. Kapıyı vurmadan girebilecek yakınlıkta bildiler kendilerini. Azeri kardeşlerimiz ilk “dış” yardım gönderen ülke oldu. 2 kargo uçağı ile 2 özel sahra mobil mutfağı, 150 çadır, 2500 battaniye, 750 yatak tulumu ve 140 kişilik ekip gönderdiler. Daha depremin hemen akabinde. Sonra bu sayı daha da arttı. İran ise 5 ambulans ve 18 kişilik acil yardım ekibinin de Van’a geldiğini, ihtiyaç duyulması halinde sahra hastanesi de kurmayı planladıklarını ifade etti. İlk saatlerde 208 çadır, bin 500 battaniye ve muhtelif gıda malzemeleri getirildi. Sonra ekiplerin sayısı yüzü aştı. Ve İran’da Van için kan kampanyası başlatıldı. İyi dost kötü günde belli olur dedirttiler bize. 

Ben hep böyle haberlerle meşgul olduğumdan ve çevremde hiç çatlak ses olmadığından olsa gerek internette birçok kanaldan paylaşılan bir hadis-i şerifin her yerde karşıma çıkmaya başlamasına şaşırdım önce. Hadis-i Şerif şuydu; ‘Müslüman kardeşinin uğradığı felâkete sevinme. Allahü teâlâ, rahmet eder, onu, o felâketten kurtarır da, seni derde uğratabilir.’ (Tirmizi) Neden özellikle bu hadisin paylaşıldığını düşünürken, başbakanın, hatta Bahçeli’nin açıklamalarına rast geldim. Ve şöylece bir göz gezdirdim sanal yorumlara. Evet, birileri gerçekten depremden ırkçılık üretmeyi başarmıştı. Bizler sürekli Van için sivil toplum örgütlerinin kısa mesaj yardım numaralarını paylaşırken, bir densiz şöyle yazmıştı, “Allahın sopası yok yaz Van’a gönder”. Allahın sopasının olmadığı, senin bu mesajı yazabilmenden belli dedim sadece içimden. Depremin olduğu coğrafya üzerinden Allah adına ırkçılık üreterek hadlerini aşmada tavan yapıyordu birileri. Etki tepki sürüp gidiyordu. “Sizler bizim yorumlarımıza kızıyorsunuz ama Kürtlerin sayfalarında da onların yardımlarını istemiyoruz yazıyor.” “Sizin gönderdiğiniz, devletin gönderdiği yardımları yağmalıyorlar, enkazları elleriyle kaldırmaya çalışan mehmedciklere saldırıyorlar..” diyorlardı. Evet, bu ırkçıların ekmeğine yağ süren başka ırkçılar da vardı. Annemin tabiriyle devler güreşiyor, çiçekler eziliyordu. 

Oysa ismini aldığı peygamber misali enkazın karanlıkları içinde saatler geçiren Yunus’un bunların hiçbirinden haberi yoktu. Geceyi sıfır derece sıcaklıkta dışarıda geçiren diğerlerinin de. Ne zaman onlar ve biz olmuştuk ki. Neden kardeş olduğumuzu üzerine basa basa belirtmemiz gerekiyor ki. Siz kendi kardeşinize, biliyorsun seninle biz kardeşiz deme ihtiyacı duyuyor musunuz. Bunu ona hatırlatıyor musunuz. Van’daki insanlar için “kardeşim” demeyi bir başarı olarak mı görüyorsunuz. Ben başka bir ihtimal biliyorum. Ben başka bir tabir bilmiyorum. Ve bunu belirtme ve hatırlatma gereği bile duymuyorum. 

Ve benim gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğunu biliyorum. Çatlak seslere prim verilmesine de ayrıca karşıyım. Bunların dillendirilmesinden rahatsızlık duyuyorum. Kendileriyle değil, bunlarla ilgileniyorum; 

“Ömrü hayatımda duyduğum en anlamlı söz oldu bu. Ağlaya ağlaya yazıyorum bunları. Deprem olur olmaz Van’a kazak, bot, mont gibi eşyalar gönderirken montun cebine “Geçmiş olsun kardeşim, ben de Gölcük’te senin şu an yaşadıklarını yaşadım. Maddi manevi ne sıkıntın olursa bana 05xxxxxxxxx numaralı telefondan ulaşabilirsin, hiç çekinme.” yazılı bir kağıt koyulduğundan 3 gün sonra gelen mesaj: “Allah razı olsun kardeşim. Şu an gönderdiğin montla ısınıyorum. Sana söz bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım.” Belki yüzlerce ırkçı mesaja tek başına yetti sözlük sitelerinden birine “bukonudasöylemekistediklerimbukadar” isimli üyenin yazdığı şu satırlar. Bir ırkçının asla anlayamayacağı bir his, tadamayacağı bir duydu ve yaşayamayacağı bir andır bu. Velev ki, günler sonra sahte olduğu ortaya çıksa bu mesajın hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü bu yardımı gönderecek, gönderirken içine bu notu ekleyecek binlerce el ve bu yürek paylaşımına yüreğiyle cevap verecek binlerce yürek var. Tüm kalbimle inanıyorum ki var. 

Sonra aynı gün bir dedenin fotoğrafı yayıldı elden ele, açık alanda yıkıntıların yanında oluşturulmuş bir el tezgahı ve bir ilan var fotoğrafta; “Tüm zelzeleden zarar görenlerin dikkatine. Sizlere başsağlığı diliyorum. Büyük geçmiş olsun diyorum. Ben Çanakkale Lapseki’den geliyorum. Size ayakkabılarınızı para almadan tamir etmeye geldim. Bu şekilde bir nebze katkım olursa sevinirim.” Herkesi diriltti 70 yaşındaki Çanakkale’li dedenin kabeye su taşıyan karınca misali duruşu. Daha ilginç olanı şuydu, bu Hızır misal amca aslında bu ilanı 17 Ağustos Gölcük depreminde yapmış ve bu fotoğraf o zaman çekilmişti. Demek siz kuyuya bir taş attığınızda o yerini mutlaka buluyordu. Sizin en ufak bir diriliş yürekliliğiniz aradan yıllar geçip de siz bile olanları unuttuktan sonra en ihtiyaç olduğu zamanda başka ölüleri diriltiyordu. 

Sonra aynı gün Mart ayında tarihinin en büyük doğal afetlerinden birini yaşayan Japonya yaşartıyordu gözlerimizi. Tokyo’daki büyükelçiliğimizin cadde üzerinde bulunan posta kutusuna özellikle geceleri isimsiz mektuplar bırakılıyordu. İçlerinde paralar vardı ve iyi niyet dilekleri. Görünmemek için geceyi seçiyorlar, mektuplara isim yazmıyorlardı. Bu şekilde gelen mektuplardan çıkan paraların miktarı yüz bin doları aşmıştı. İşin enteresan olan kısmı en çok yardımın daha yaralarını saramamış olan Fukişima bölgesinden gelmiş olmasıydı. “Ülkenizin Mart ayında bize yaptığı yardımları unutmadık” yazıyordu notlarda.

Özelde kardeşliğin, dünya çapında insanlığın ölmediğini gösterdi bu acı bize. Birçok kişi kendine geldi, insanlığını, Müslümanlığını hatırladı bu sarsıntıda. Yanlış kaynayan kırıklar yeniden ve güzelce kaynadı ve kaynayacak inşallah. Çatlak seslerin çirkinliğine, ırkçı kalpsizlerin körlüğüne yenilmeyecek kadar iyi yürek var bu dünyada. Bu güne dek herkesin hesaplarını boşa çıkaran bir yürek var ülkede. Duaya devam edeceğiz. Bu musibetlerden büyük rahmetler doğmasını beklemeye devam edeceğiz. Yardıma devam edeceğiz. Güzelliklere ve insaniyete prim vereceğiz. Birilerinin ekmeğine yağ sürüldüğü artık yeter, artık o ekmekleri evsiz kardeşlerimize vereceğiz.

 Son birkaç gündür şiddetli rüzgar uyarısı yapıldı İstanbul’da. Poyraz esiyor. Ve Marmara denizinin rüzgarına direk muhatap olan evimin pencereleri uğulduyor bu günlerde. Geçen hafta havanın sıfır dereceye düştüğü de düşünülünce ve esen rüzgarın gayet serin olduğunu, bahçedeki güllerin orada işi ne? Bugün fark ettim evin önündeki güllerin hala hayatta olduklarını. Ve önlerinde donup kaldım öylece. Çünkü bugün böyle bir habere ihtiyacım vardı benim. Evden çıkarken deprem bölgesinde kar yağışının başladığını öğrenmiştim. Rüzgarın eğip büktüğü o incecik gül dallarının nasıl olup da kırılmadığına, hala o güzelim rengini koruyan güllerin nasıl olup da bunca soğuğa rağmen sararıp solmadığına, ölüp de toprağa düşmediğine hayretler ettim. Ve dua ettim içimden, bu soğuğa, bu rüzgara, haşin damlalara rağmen nasıl bir yaşama gücü verdiysen bu güllere, nasıl sakındıysan onları rahmetinle, depremzede kardeşlerimi de öyle kuşat Allahım dedim. Van’da insanlar evsiz kaldı, cansız kaldı, yarsız kaldı, sokakta kaldı, aç kaldı. Ve kötü haber, Van’da kar yağmaya başladı… Şimdi onları dua dua sinemizde ısıtma zamanı. Yardımlarla kuşatma zamanı. Bir kişi bile üşürse ısınamam diyen mübareğe selam etme zamanı… 

 

28/10/2011

 © 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak

 

 

Kâr payı

 

Asr-ı Saadet’i okumadığımız, bir hakikat. Hissedemez ve anlatamaz olmamız ve sonuçta yaşayamayışımız da. Oysa oyun aynı. Ve şimdi ne kadar da muhtacız o ruhu geri kazanmaya…

 

 

“ÜÇYÜZALTMIŞ İLAH vardı, hepsi kâr içindi” der, Hz. Bilal’in ağzından H.A.L. Craig. Sonra yine Bilal’in öyküsüyle anlatır, Ebu Süfyan’ın sözlerini. “Mekke nerede olacak o zaman? İlah evlerindeyken kim gelecek buraya?”

Sahabilerin de bir zamanlar ilâhî arayış içinde olan insanlar olduğunu ve hatta bazılarının puta tapmakta olduklarını biliyoruz. Herkes Efendimiz (a.s.m.) gibi veya Hz. Ebu Bekir gibi hanif dinini sürdürüyor değildi. Ya da Selman-ı Fârisî gibi ateşe tapan bir aileden kaçıp diyar diyar son mesajı arıyor değillerdi. Ama yine de, bu ‘yeni’ dine ‘dönüş’ yapmaları nispeten kolay olmuştu. O’nun varlığıyla ilgili bir kaygı yoktu; garip gelen, birçok tanrı yerine tek tanrı olmasıydı. Ve bu kolay izale olacak bir soruydu ki, akın akın dönmüşlerdi.

Peki ya dönmeyenler?

 

Belki onlar putperest bile değillerdi. Çünkü putları nefisleriydi, paraydı en çok. Neden ‘yetim-i Ebu Talib?’ diyorlardı ki Hz. Peygambere? Yahut, Mus’ab b. Umeyr’in annesinin dediği gibi, “Asil olmayanla, hatta kölelerle bir mi olacağım?” Bırakamadıkları, atalarının dini de değildi belki. Dedelerinin ismi altında kullandıkları benlikleriydi. Dedelerinin dini değil, ismiydi.

Kişinin algısı kendisinden doğar, kendisi gibi bilir karşısındakini. Onlar da öyle bildi ki, savaşla başlamadılar bu ‘yoldan sapmışları’ kurtarma işine. İkna yolunu denediler, çünkü paranın karşısında herkes yola gelirdi. Güzel kadınlar, şöhret, makam ve bol bol para. İşte bu kadar.

Değil… Neden kabul etmediler ki, neden vazgeçmediler? Delirmiş olmalılardı.

İlk anda yeterli bir teselliydi ‘deli’ kelimesi. Ama çığ gibi büyüyorlardı ve onlar da biliyordu ki, bu ‘deli’ler kazanacaktı. Bütün dünyayı ellerinin tersiyle itiyorlardı. Bunu anlamak ne kadar güç. Mekke’deyken iyi bir konumda olanların Medine’de himayeye muhtaç olması, yurtlarını içindeki herşeyle bırakıp ansızın gidivermeleri. Anlamıyorlardı… Mekke’nin en güzel giyinen, soylu, yakışıklı genci, Mus’ab b. Umeyr’in öldüğünde üzerine örtülecek kefenden mahrum olması mahrumiyet miydi? Annesi en çok da buna üzülüyordu, Mus’ab mecnun olmuştu. Anlamıyordu…

Nefislerinin penceresinden kinle ve kıskançlıkla izlediler olanları. Ebu Süfyan’ın Mekke’nin fethi günü söylediği gibi “Muhammed’in krallığı ne kadar genişlemiş!” O bir kral değil, peygamber, demişti Bilal-i Habeşî. Bir kral nedir ki onun yanında, hele ki sahabinin gözünde? Münafıkların başı Abdullah b. Ubeyy’in derdi de aynıydı. Makam kaygısı… Kin duydular efendiler efendisine, zannettiler ki makamlarını almaya niyetliydi. Bilseler, o zaten kâinatın sultanıyken hangi makam ona lâyıktı ki!

Şimdi aynı metalarla dinimizden ve yaşantımızdan koparılmak isteniyoruz. Bize dinimize karşı para teklif ediliyor; kariyer, mevki… Başörtümü veriyorum, diploma alıyorum. Namazımı, anamın örtüsünü veriyorum, rütbe alıyorum. Ne sağ elime aldığım güneş, ne sol elime aldığım ay. Bunları verince iki elime de dünyayı alıyorum. Alıyoruz… Aldırılıyoruz…

Seçme durumunda kalan muhataplara yüklenip onları bu sorgulamaya itenlere ilişmemek yanlış, biliyorum. Ama onları tanıyorum ben, o yönden gelen o kadar incitmiyor beni. Kananlar, kapılanlar… Aynı bedenin parçasıysak, kangren olanlar… İşte onlar yaralıyor asıl. Yaralamalı da.

Bereketin Allah’tan geldiğine inanıyorsak, en büyük şerefin kulluktan doğduğuna, kişinin ancak ‘öz’üyle ‘özel’ olacağına… Kaygılanmamalı, kanmamalıyız.

Asr-ı Saadet’i okumadığımız, bir hakikat. Hissedemez ve anlatamaz olmamız ve sonuçta yaşayamayışımız da. Oysa oyun aynı.

Şimdi ne kadar da muhtacız o ruhu geri kazanmaya. Efendimizin dininden gelen vakarına. Ve köle Bilal’in kayalar altında ezilirken kurumuş dudaklarında sümbüllenen “Ehad! Ehad!” sadalarına…

 karakalem.net

Nuriye Çakmak

Zaman değil geçen

YEDİ TEPELİ şehrin en işlek caddelerinden birinde, bir fast food mekanın dördüncü katından caddedeki ışıklara bakıyorum. Saniyeleri sayan trafik ışıklarına. Yüzlerce araba ve yaya sırayla geçiyor caddeden. Gözlerim bir ışıkta, bir onlarda. Bu şehrin ışıkları saniye hesabıyla yanar ve güneş doğduğunda sırayla söner. Otobüsün saatleri vardır, saniyeleri sayarsınız. İşbaşının saati vardır, dersin saati.

Hayatımız bir trafik ışığı gölgesinde geçiyor bu şehirde. Kırmızı yanınca dur, yeşilde geç…

Hep bir yerlere yetişme telaşındayız. Kırmızıya kalınca siyah bir sitem çöküyor yüzlere, yeşilde bir hırs. Pencereden gözlemliyorum yüzleri. Kırmızıya aldırmadan yola atılanları, yeşili kaçırmamak için koşanları. Buradan bakılınca ne kadar dakik görünüyoruz. Bazen hayatımız pahasına kovalıyoruz bu saniyeleri. Kırmızı ışıkta geçip, saniyemizi kurtarıp öldürüyoruz birilerini. Bir tanesini yakalayıp sormak istiyorum. Muhtemelen evine gidiyor. Bu acele onun için. Ya da arkadaşına? Az önce saniyeleri saymak zor gelmişti, kırmızıya kalmamak için koşmuştu, eziliyordu. Oysa eve gittiğinde karşısında saatler harcayacağı televizyon, belki bilgisayar değil miydi? Ya da onu bekleyen arkadaşıyla—en iyi ihtimalle—gündemden konuşarak geçirmeyecek miydi saatlerini? Bu saatlerin saniyesi yok mu? Onlar sayılmıyor mu?

Bu hızlı ama dengesiz akış, yani kırmızı-yeşil denklemi, bize kendimizi unutturduğu kadar, karşımızdakinin insan olduğunu da unutturuyor. Yeşile rastlayınca sevinirken, orada beklediğine üzülenin de bir insan olduğunu, birkaç dakika sonra o bekleyen safında bu kez bizim olacağımızı bildiğimiz halde, saniyelik hırslara yeniliyoruz. Otobüse binerken kimse yer vermiyor kimseye; markette, hatta yürürken… Bana yeşil yanıyor, beklesin…

Bir saniye durup, buyurun demek zor geliyor bu şehirde. İnsanlar birbirinin yüzüne bakmıyor, gülümsemiyor. Saniyesini verip, nezaket almıyor. “Geçiş hakkı,” o amansız telaş, farketmeden bizi birbirimize küstürüyor.

Oysa bu şehrin caddelerinden kaç telaş geçti bugüne dek. Kaç kişi bir yerlere yetişmeye çalıştı. Zamanla yarıştı… Ama hep zaman kazandı.

Şimdi hiçbiri yok bu şehirde. Ne o bitmez telaşları, ne kendileri. Saniyelerin önemini yitirdiği, sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerdeler…

Şehrin mezarlığında ışıklar yanmıyor, kimse kırmızıda durup yeşilde geçmiyor. Ve şimdi acı bir gülümsemeyle izliyorlar olanları. Belki duysak bir cümle söylüyor sessiz dudakları: Elinize kalacak olan şey zaman değil, zamanın getirdikleri, yakalayabildiklerinizdir!

 karakalem.net

Nuriye Çakmak

Kaybolan yıllar

İLK İNSAN, ilk hata, ilk umut, ilk kavuşma. Sonra ilk kavga, ilk kan.

İnsanoğlu meleklerin çekindikleri o ameli gecikmeden hayata geçirdi. Hırs ve kan hemen tanışıverdi. Bir insan ve insanlar. Aynı duyguyla daha çok kan döktüler. Toplu öldürdüler, toplu gömdüler. Kuşlar toprağa gömmeyi Kabil’e gösterdiklerinde, belki de böyle bir gömme çeşidini hayal bile edememişti.

Aileler oldular, kabileler; büyüdüler, göç ettiler. Küçük küçük dünyalar kurdular dünya üzerinde. Beylik oldular, prenslik. Yakalarına yapışacak bir krallık elbet oldu, ama küçük ve mutlu olabilmeyi başaranlar çoğunluktaydı bir zamanlar. Bir krallık denilince içine üzerinde güneşin batmadığı alanlar girebiliyordu. Topraklar günlerle ölçülüyordu, şu kadar günlük mesafeyle anlatılıyordu. O koca mesafelerin içine türlü türlü insan giriyordu, ama bir krallık oldukça uzun zamanlar hayatta kalabiliyordu. Demek bir zamanlar insanlar mutluluğu kendi hayatlarında yakalayabiliyordu! Bir halifeye bağlı kalabiliyordu asırlar boyu; veya koca Avrupa ‘Hıristiyan dünyası’ olarak anılabiliyordu, tek bir orduya sahip olabiliyordu. Düşmanlar genel ve büyük oluyordu.

Sonra birden gözü döndü insanlığın, o koca koca krallıkların, hâkimiyetlerin içindeki küçük küçük topluluklar ‘ben’ dedi. Bağımsız olmak için gereken bedeli hep kan ödedi yeryüzünde. Bir kere güvensizlik girdi toprağa. Aynı olmayan birlikte yaşamaya korkar oldu. Kardeş olmak hayal oldu. Kim kazanırsa onun olurdu, kanla toprak alınıyordu. Kimsenin şikâyeti yoktu, vatan, devlet, en çok milliyet kazanacaktı, küçük ama mutsuz olacaklardı.

Tarih başa döndü birçok yerde. Yine küçük insan toplulukları olarak kaldılar, ama artık huzur yoktu, güven. İhtiyaçlar bitmiyordu, sürekli hesaplar yapılıyordu, birine yakın olmak, birinin şerrinden korunmak, birinden ‘hakkını almak,’ birinden borç almak. Bir dünya sorunla tanıştılar. Eskiden Osmanlının bir kasabası olan yerler, ülke oldu, bağımsız oldu, federasyonların içinde kaybolan yerler bağımsızlığına kavuştu. Milyarla yıl geçti, ama hâlâ kimse emin olamadı. Hâlâ birileri ülke sınırlarını belirleyemedi, birileri kaybettiği toprakların hülyasını yenemedi, birileri hâlâ tetikte, gerekirse bir avuç toprak için ölecek, öldürecekti.

Kıyamet koşar ayak gelirken, kâinatın içinde bir zerre mesabesindeki dünyaya sığamayan halife-i arzlar olduk. Toprak mücadeleleri hep toprakta biten kavgalılar. Gözün alabildiğine toprağa sahip olan, ancak aynı göze toprak doluncaya kadar “tamam” diyemeyen tacirler.

Hem ülkü değil, ülke peşinde koşan kahramanlar var artık.

Paranoyak, gergin bir atmosfer ve küçük küçük parçalardan oluşan küçücük yeryüzü. Bitmeyen hesaplar, dinmeyen gözyaşı ve durmayan kan. Hâlâ yerine oturmayan ya da oturtulmayan taşlar; ya da durduğu yerden oynatılan.

O taşlar mezarınızı süsleyene dek vazgeçmiyorsunuz, vazgeçtiğinizde ise geç oluyor. Fakat bayrak yarışı hiç dinmiyor, mutlaka biri sizden devralıyor, hiç ders almıyor.

Bunca örneğe rağmen ibret alamayan, hâlâ hesap derdinde olan toprak tacirleri. Sadece toprak kaybetmediniz, sadece kan dökmediniz, yendiğiniz sadece düşmanınız değildi. Koca bir dünyayı hiç bitmeyen bir kâbusa ittiniz, huzur alıp urbasını tek tek terk etti coğrafyaları, kapı komşusu yoktu artık ülkelerin, sınırları vardı, çoğu zaman komşu düşmandı. Öyle bir fitili ateşlediniz ki, yangın hâlâ durmadı.

Sadece kendinizi yakmadınız velhasıl, kaybettiğiniz yıllar, tüm dünyanın hesabına yazıldı.

 

26/07/2009

© 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak

 

“Sen bize yetersin” ile yetinmek

İNSANIN BİLDİĞİNİ SANDIKLARINI bildiğini iddia etmesi ve bu–bazen sessiz–iddianın gaflet uykusunda dinlenmeye çekilmesi hiç hoş değil. Neyse ki, öyle kelimeler var ki, gafletle bilse söylense, bilinse de bilinmese de, sırf söylenmesi bile kıymetli. Çünkü onlar bizim sözlerimiz değil, Rahmân’ın tenezzülle öğrettikleri.

İşte “Hasbünallahi ve ni’mel-vekîl” bu sözlerden biri. Bilerek söyleyenler de var elbet. Mesela Haremeyn’de dil alışkanlığıyla ve biraz da canımız sıkılınca dillendirmeye alışkın olduğumuz şekilde mırıldansanız bu cümleyi ve duyarsa sizi biri, nasıl irkilir, nasıl tepki verir! Kaç kez gördüm bu manzarayı. Sen ne dedin, der hayretle. Ne dedin? Tövbe. Benim için mi söyledin şimdi, bana kızdın diye mi söyledin? Tövbe Rabbim, tövbe.

Neden bu kadar tepki verdiklerini anlayamayan gözlere dehşetle bakıyorlar, bu büyük bir dua; hatta manası öyle derin, belki bir beddua. Titriyorlar, ne konuştuğunu ve ne duyduğunu bilenler. Öyle büyük bir cümle ki, sözgelimi ayağına bastılar diye söyleneceklerden değil yani. Ama söylüyoruz, söyleniyor, dile kolay geliyor, bilenler titriyor.

Bilsek.

Allah Bize Yeter, O Ne Güzel Vekildir.*

Bu cümleyi çok açılardan, hatta açı kelimesinin karşılığı olacak her kenardan irdelesem yetmeyeceğini bildiğim için, kendimce farklı bir açı seçtim, oraya kurdum rahlemi. Kalanına başka zaman kabımın aldığı kadar dönme isteğiyle.

Manasını bilmeden söylesek de, alışılagelmiş şekilde belli durum ve yerlerde çokça kurduğumuz bu cümleyi genelde manasına uygun şekilde gücümüzün yetmediği alanlarda sarf ediyoruz da, genelde bu sarf bir teslimden değil de, bir kızgınlıktan doğuyor. O mana da doğrudur belki, zalimlere karşı Sen bize yardım et, Sen bizim mevlamızsın, onları Sana havale ediyoruz, diye dua etmek kulluğun bir güzelliği elbet.

Ama genelde nefsine her lahza zulmeden bizlerin zulüm tanımı çok daraldı ve kısıtlandı. Çünkü dertlerimiz din değil, kendimiz. Kabımız kendimiz kadar, düşmanımız nefsimize isteğimiz dışında dokunanlar. Onları bir bir havale ediyoruz, ama ne havale. Yol haritasını da çizip öyle yolcu ediyoruz duamızı, ricamızı. İlla şöyle olsun, benim buna gücüm yetmez, Sana havale ediyorum, işte illa öyle olması için Sana havale ediyorum.

Gücümün azlığı sonsuz kudretine ram olmaktan haz almamı sağlamak yerine, baş edemediğim hırslarımı Senin gücünle gerçekleştirmek için dua etmeme yol açıyor yazık ki. Nefsimi Sana havale etmiyorum, bana Sen yetersin kısmını hemencecik atlayıp, Seni vekil tayin ettim aman hacetimi gider kısmına o nedenle kayıyorum işte. Havale ettiğim nefsimin emelleri değil, nefsim olsa, düşmanı bile havale etmeme gerek kalmaz ki Sana. Narın da hoş, nurun da. Var elbet bir planın. Her işin hikmetli, rahmetin kuşatıcıdır Senin, derim.

Hem düşman kim, baş edemeyip de Sana şikayet ettiğim. Acaba hangi mü’min kardeşim, Seni kendisine karşı vekil tayin ettiğim? Bir binanın hangi taşını öbürünü davaya verir, hangi bina böyle yükselir? Aynı vücudun hangi parçası bir mahkemeyle kesilir?

Ama gelgelelim öyle kolay geçemiyoruz nefsimizden; dualarımız, zikirlerimiz nefsimizin giydirdiği libaslara sarınıp ulaşıyor Sana ne yazık. Ne büyük duaları neler için sarf ediyor, duanın bir ibadet olduğunu, rızan için yapılması gerektiğini ve semeresinin uhrevi olmasını ne çabuk da unutuyoruz.

Vekil tayin etmek, avukat tutmak yani. İşi ona teslim edip, kendi işine bakmak, sonucu beklemek, varsa bir sonuç. Faniler için yapabiliyoruz bunu, işi bir avukata devrettik mi, aman şunu şöyle yap, ya da yapma, diyemiyoruz. Sen hukuktan ne anlarsın, bırak da işimi yapayım, o kadar biliyorsan, beni niye tuttun der diye. Doktora râm oluyoruz, işine karışmaya ödümüz kopuyor ya. Ne derse harfiyen yapıyor, bir tanecik canımızı onun “onca dirsek çürüttüğü” ilmine bırakıveriyoruz. Âlemlerin tek sahibine gelince de sanki onun verdiğini, onun idame ettirdiğini, onun olanı ona vermeye korkar gibi bir yanından çekiştirmeye devam ediyoruz, tam teslim edemiyoruz işte. Seni vekil tayin ettim diyoruz demesine, zaten yaradılış bunu haykırıyor her yerde, ama hedef göstererek vekil tayin etmemiz yok mu, hala olmadı mı diye gidip gidip kontrol edişimiz, hırslanışımız, huysuzlaşmamız, ısrarımız, karışmalarımız. Ne demeye varıyor acaba şu duamız!

Oysa kimi vekil tayin ettiğini baştan söylüyorsun, Allah bana yeter, Allah bize yeter, işte ben O herşeye yetene teslim oldum, O’nun vekaletine sığınıyorum, diyorsun. Ama Allah bana yeter kısmını öyle hızlı atlıyorsun ki, derdine düştüğün o şey her neyse zaten eriyor ilk kelimede. Kiminle baş edemiyorsan, vekil tayin etmeden önce bak cümleye, zaten Allah bana yeter diye başlıyorsun.

Öyle çok üzülüyorum ki, Allah bana yeter kısmı hep gafletle söyleniyor da, vekil tayin etme kısmında bir heves geliyor sanki insanlara. Sanki ayet böyle başlamıyor, sanki Allah bana yeter, yetmiyor. Neye vekil tayin ediyoruz herşeye yeteni, düşünmüyoruz. Elbette aciziz, herşeyde onun vekaletine muhtacız, ama neden Allah bana yeter, yetmiyor bize, neden Seni vekil tayin ettim dedikten sonra sonuç kapısına koşuyoruz? O’nun vekaletine girmek değil, onu işimize vekil tutmak gibi kulluğun tam tersi bir edaya bürünüyoruz?

O’nu vekil tayin etmenin hafifliği, bu tenezzülün lezzeti niye yetmiyor nefislerimize. Annesine sığınan bebek gibi, niye o huzurda kendimizi unutmuyoruz da davanın lehimize sonuçlanması için kapıları aşındırıyoruz? Kimin işine karışıyoruz, kim için, kimimiz kim?

Ama olsun Rabbim, bakma şu perişan halimize, yine de Senden başka kapı bilmiyoruz. Şu bizi çepeçevre sarmış dünyanın kollarından kurtulup Allah bana yeter vadilerine koşamasak da, dünyanın kollarını yine Sana şikayet ediyoruz. Acizliğimiz Seni vekil tayin etmemize yarıyor, varsın bunun ne büyük lütuf olduğunu bilmeden büyüklenelim de bir de tam istediğimiz gibi sonuç bekleyelim, değil mi ki Sen cahilleri affedensin. Tenezzülünden anlamayanların küçüklüğünü örtmeyi, sonsuz büyüklüğünün keremi sayarsın hem.

Olsun, biz küçüklüğümüzden idrak edemesek de, Sen bize yetersin. Senin vekaletine bürünüp, yükü dünya gemisine bırakmanın tatlı huzurunu ver bize lütfen. Şu küçücük davalarımızı bitiriver. Sonuca koşan ayaklarımız hayra koşsun, hırslarımız lütuflarından utansın da kendini unutsun.

İyi ki varsın kerim Rabbim, amenna, Sen bize yetersin ve şüphesiz tek vekil Sensin ve vekillerin de en güzelisin.

* bkz. Kur’ân, 3:173.

 

06/10/2009

© 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak