Etiket arşivi: peygamber efendimiz

Melek mi? Postacı mı? Peygamberimiz (ASM) Kimdir?

Peygamber Efendimiz (sav)’in  iki yönü vardır. Birisi nübüvvet ve risalet, diğeri ise beşeri ve insani yönüdür.

Tarih ve siyer kitaplarında Peygamber Efendimizin daha çok beşeri halleri ve insani yönleri ön plana çıkmaktadır. Bu sebepledir ki Peygamber Efendimizi sadece tarih ve siyer kitaplarından anlamaya çalışanlar ve öylece değerlendirenler onun beşeri yönüne yoğunlaştığı için onun manevi büyüklük ve azametini anlamakta zorlanıyorlar. Hatta bazıları onun manevi makamını idrak ve ihata edemediği için inkara kadar gidiyor. Dolayısı ile sevgi ve hürmette ona göre şekilleniyor. Marifeti az olanın muhabbeti de az olur fehvasınca  ne kadar marifet o kadar muhabbet peyda oluyor.

Modern çağın gereklerine ve maddeci felsefenin ilcaatlarına esir olmuş bazı reformist akımlar ve onların kanaat önderleri Peygamberliği ve Peygamber Efendimizi İlahi mesajları insanlığa taşıyan işlevsel bir postacı şeklinde algılıyor. Peygamberlerin ve Peygamber Efendimizin Allah katında ki mevki ve kulluğu ile ilgilenmiyor. Ya da Peygamber Efendimizin Kur’an’ın canlı ve somut bir misali olduğunu, onun insanlık için hayatlı ve etken bir model olduğunu tasavvur edemiyor. Onu sadece belli bir zaman ve mekan ile kayıtlayıp onun dışında ki zaman ve mekanlardan soyutluyor.

Böyle görmek istemesinin ardında yine asrın hastalığı olan bencillik ve Kur’an’ı hevai ve keyfi yorumlama hevesidir. Zira canlı ve etkin bir Peygamber modeli ortada iken Kur’an’ı hevasına ve keyfine göre yorumlaması mümkün olmayacak. Bu sebepledir ki Peygamber Efendimizin manevi azametine işaret ve beşaret eden ayetleri ve hadisleri ya inkar ediyorlar ya da kendi bozuk usullerine göre yorumluyorlar. Halbuki Peygamber Efendimiz her hali ve her tavrı ile yürüyen ve yaşayan bir Kur’andır. Aynı zamanda insanlığın çıplak aklı ile çözemediği Kur’an’i tabirleri çözen ve istikametli bir şekilde yorumlayan en üst tefsir formatıdır. Kur’an’ın hedef ittihaz ettiği insan modelinin somut ve canlı bir levhasıdır aynı zamanda müşküllerin halledildiği kudsi bir mercidir. Günümüz de sünneti devreden çıkarıp doğrudan Kur’an’ı anlamaya çalışanların ne halde oldukları ve nasıl bidatlara girdikleri malum.

Bu birinci fikri akımın zıddı olarak birde Peygamber Efendimizin  Risalet ve Nübüvvet yönüne yoğunlaşıp,  beşeri yönünü aklına sığıştıramayarak Peygamber Efendimizi  insan üstü bir melek gibi tasavvur ederek, insani ve beşeri yönünü inkar eden tasavvuf geleneği vardır. Bu tarz fikir ve bakış açısının çok sakıncaları vardır. Zira Hazreti Peygamber (sav), sadece Allah’ın elçisi değil, bizim de Allah’a karşı vekilimizdir. Yani, insanlara İmam ve rehberdir. İnsan üstü bir melek olsa, bize imamlık ve modellik yapamazdı. Bu yüzden, bu muhabbet tarzının çok sivri yönleri ve  yanlışları da vardır. Mesela Peygamber Efendimizin kazay-ı hacet etmesini, nikahta bulunmasını, uyumasını, yatmasını kabullenemeyen yada bu gibi beşeri hallere kudsiyet vermeleri buna örnek olarak verilebilir.

Hatta Mekke müşriklerinin Peygamber Efendimizi inkar etme gerekçelerinden birisi de onun melek gibi olmayıp beşeri hallere de sahip olmasıdır.

Yani onların kuruntularına göre Peygamber ancak melekler gibi olur insani ve beşeri ahvalden münezzeh ve mukaddes olması gerekirmiş. Böyle safsata ve kuruntular yüzünden çokları imanını kaybetmiş. Hatta bazı dessaslar en çok şüpheyi Peygamber Efendimizin beşeri ahvalinden işlettiriyor. Yani normal beşeri bir hali Peygamberin yüksek ve ulvi hali ile bağdaştıramayıp şek ve şüpheye kapı açıyor.

Halbuki Peygamberlerin bir yönü ne kadar ulvi ve ali ise bir yönü de o kadar beşeri ve insanidir. İki hal bir birinin düşmanı ve tezadı değildir. Bu iki halin tezat ve düşman gibi görülmesi çok safsatanın ve şüphelerin memba ve kaynağıdır. Şu kaynak ve memba ancak Risale-i Nurun istikametli bakış açısı ve muvazeneli ölçüsü ile kapatılabilir.

Peygamber Efendimiz nasıl manevi açıdan çok azametli ve büyük bir makama sahip ise  aynı şekilde insanlığa her noktada model ve rehber olabilecek bir beşeri ve insani yöne de sahiptir. O da bizim gibi yer, içer, evlenir, ticaret yapar, hastalanır, savaşır, pazarlık yapar vesaire. Bu maddi hali ile manevi hali bir biri ile çatışmaz ve çelişmez.

Peygamber Efendimizin maddi ve manevi yönü Risale-i Nurda çok güzel olarak dengeli ve ölçülü bir şekilde işlenip izah edilmiştir. Risale-i Nur mesleğinde  Peygamber Efendimizin  manevi azameti noktasında  ne bir sapma var, ne de beşeri hallerini kabullenememe durumu vardır.

Üstad Bediüzzman’ın vermiş olduğu şu temsiller meseleyi tam hallediyor:

Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü eder, büyür.

Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra, tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi, küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten büyük ve âli sıfatları ve keyfiyetleri var. Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin-tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, “Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım” ve “Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır” dese, tekzip ve inkâra sapacak.

İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref’e binip, Cebrâil’i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak.

On Dokuzuncu Mektup

Yumurta ve çekirdek nasıl tavus ve ağaca kaynaklık ve başlangıçlık ediyor ise aynı şekilde Peygamber Efendimizin beşeri ve insani yönü de onun manevi ve risalet yönüne kaynaklık ve başlangıçlık ediyor. Sadece çekirdek ve yumurtaya dikkat kesilen bir adam tavus kuşunun ve ağacın o yumurta ve çekirdekten çıktığını kabullenemez. Aynı şekilde sadede tavus kuşuna ve ağaca dikkat kesilen birisi de yumurta ve çekirdeği kabullenemez. Her iki halde dengesiz ve ölçüsüzdür. İstikamet ise her iki halede dikkat kesilmektir. Yani çekirdeği düşündüğü zaman ağacıda aklında tutmalıdır. Tavus kuşuna baktığı zaman yumurtaya da ara sıra bakmalıdır.

Peygamber Efendimizin sadece beşeri yönüne dikkat kesilen bir adam onun manevi yönünü idrak ve ihata edemediği için onu sıradan ve basit bir vahiy postacısı olarak görür ve gereken hürmet ve sevgiyi gösteremez.

Aynı şekilde  yine Peygamber Efendimizin sadece manevi ve risalet cephesine dikkat kesilen bir adam da onun maddi ve beşeri modelliğini ve rehberliğini idrak ve ihata edemez. Onu olağan üstü bir melek gibi tasavvur eder hayatta ve realitede rehbersiz ve modelsiz kalır.

Hatta daha da ifrat ederse Hıristiyanların Hazreti  İsa (as)’ı İlahlaştırdığı gibi tehlikeli bir noktaya gidebilir. Böyle ifrat ve tefrite gitmemek için Peygamber Efendimizin  her iki halini de dengede ve ölçüde götürmeliyiz. Ona göre bakmalıyız.

Son olarak Risale-i Nurlardan terbiye almış birisi sahabe kadar olmasa da Hazret-i Peygambere olan aşk ve sevgisi hem istikametli hem de fevkaladedir diyebiliriz. Bu yüzden Nurları ciddi okuyan ve tahkik edenler görürler ki, Peygamber sevgisi ve aşkı ancak onun manevi azametini ve büyüklüğünü anlamakla mümkün ve onunla orantılıdır. Sahabeler, onun iksir-i nübüvvetinden istifade ettikleri için aşk ve sevgide birinci sıra onlarındır. Sahabe mesleğinin izinden ve tarzından giden Risale-i Nurlar  sahabelerin mesleğini bu zamanda hakkıyla temsil ediyor. Nur talebelerinin Peygamber Efendimize olan sevgi ve hürmeti belki sahabelerin ki kadar  olmasa da en azından  onların tarzını ve istikametini bu zamanda yaşatıyorlar. Aynı zamanda  Risale-i Nurlarda ki Peygamber sevgisi mutedil ve istikametli bir şekilde izah edildiği için  Ehli sünnet ölçülerine tamı tamına mutabıktır.

Allah bizi  ifrat ve tefrit hallerden muhafaza etsin.

Sorularla Risale

Mu’cizat-ı Ahmediye (a.s.m.) (Risale-i Nur ve Hadislerle)

BU RİSALE, üç yüzden fazla mu’cizâtı beyan eder. Risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) mu’cizesini beyan ettiği gibi, kendisi de o mu’cizenin bir kerametidir. Üç dört nev ile harika olmuştur:

Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sahifeden fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden, ezber olarak, dağ, bağ köşelerinde, üç dört gün zarfında, her günde iki üç saat çalışmak şartıyla, mecmuu on iki saatte telif edilmesi, harika bir vakıadır.

İkincisi: Bu risale, uzunluğuyla beraber, ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini kaybeder. Tembel ehl-i kalemi öyle bir şevk ve gayrete getirdi ki, bu sıkıntılı ve usançlı bir zamanda, bu civarda, bir sene zarfında yetmiş adede yakın nüshalar yazıldığı, o mu’cize-i risaletin bir kerameti olduğunu, muttali olanlara kanaat verdi.

Üçüncüsü: Acemî ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel onun ve başka sekiz müstensihin birbirini görmeden yazdıkları nüshalarda, lâfz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesi, bütün risalede ve lâfz-ı Kur’ân beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki, zerre miktar insafı olan, tesadüfe vermez. Kim görmüşse kat’î hükmediyor ki, bu bir sırr-ı gaybîdir, mu’cize-i Ahmediyenin (a.s.m.) bir kerametidir.

Şu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler. Hem şu risaledeki ehâdis, hemen umumen eimme-i hadîsçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kat’î hâdisât-ı risaleti beyan ediyorlar. O risalenin mezâyâsını söylemek lâzım gelse, o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak olanları, onu bir kere okumasına havale ediyoruz. (on dokuzuncu mektup)

*HADİSLERLE*

Resulullah efendimizin mucize olarak gelecekten haber verdiği (Bir zaman gelecek) diye başlayan hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:

(Bir zaman gelecek, insanlar, yalnız parayı düşünüp, helal haram düşünmeyecekler.) [Buhari]

(Rüşvet, hediye adı altında verilecek, gözdağı için suçsuz kişiler öldürülecek.) [İ. Gazali]

(Âmirler, imamlar, namazı öldürecek, vaktinden sonraya bırakacaklar.) [Müslim]

(Peygamberim diyen yalancılar çıkacak, benden sonra peygamber gelmeyecek.) [Mişkat] (Peygamberim diyen birçok yalancı çıkmıştır.)

(Sünnetimi öldürerek dini bozmaya çalışan kimseler çıkacak.) [Deylemi]

(Allah’ın kitabının dışında uyacağımız bir şey yok diyenler çıkacaktır.) [Ebu Davud]

(Kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümanları kötülemek için delil olarak kullanacaklar.) [İbni Ömer] (Vehhabiler, müşrikler hakkında inen âyetleri Müslümanlar için, rafiziler de münafıklar hakkında inen âyetleri Eshab-ı kiram için delil gösterdiler. Resulullahın mucizesi meydana çıktı.]

(Sünnet, bid’at gibi çirkin, bid’at da sünnet gibi rağbet görecek. Sünnete uyan garip olacak, yalnız kalacak. Bid’ate uyan, çok yardımcı bulacaktır.) [Şir’a]

(Kur’an, dünyalık için okunacaktır.) [Ebu Davud]

(Camilerde binden fazla kişi namaz kılacak, içlerinde bir mümin bulunmayacak.) [Deylemi]

(Âlimler fitne unsuru olacak, camiler ve hâfızlar çoğalacak, ama hakiki âlim hiç bulunmayacak.) [Ebu Nuaym]

(Sonra gelenler, önceki âlimleri cahillikle suçlayacak.) [Asakir]

(Din adamları, ince meseleleri ele alıp, halkı şaşırtacaklar.) [Taberani]

(Din âlimi kalmayacak, din adamı yerine geçirilen cahiller, bilmeden fetva verecek, herkesi, doğru yoldan çıkarmaya çalışacak.) [Buhari]

(Din adamları, halkın istediği yönde fetva verecek, helale haram, harama helal diyecekler, dini ticarete, menfaate alet edecekler.) [Deylemi]

(Hacca, hükümdarlar [devlet başkanları] gezi için, zenginler ticaret, fakirler dilenmek, din görevlileri de gösteriş için gidecekler.) [Hatib]

(Kişi dinini ve dünyasını ancak para ile ayakta tutabilecek, altını gümüşü [parası pulu] olmayan rahat edemeyecek.) [Taberani]

(İnsanın bütün kaygısı midesi olacak, şerefi mal, kıblesi kadın, dini para olacak.) [Sülemi]

(Her asır, öncekinden daha kötü olacak, böylece Kıyamete kadar hep bozulacak.) [Hadika]

(İstanbul fethedilecektir. Bunların kumandanı ne güzel emir, askerleri ne güzel askerdir.) [Hakim, İ. Ahmed, İ. Süyuti]

(Ey dağ, sallanma, üstünde bir peygamber, bir sıddık, iki de şehid var.) [Buhari] (Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman’ın şehid olacağını haber verdi.)

(Ya Osman halife olacaksın, hilafet gömleğini çıkarmak isteyecekler, sakın çıkarma! O gün oruçlu olacak, benim yanımda iftar edeceksin.) [Hâkim] (Aynen vaki olmuştur.)

(Erkekler azalacak, kadınlar çoğalacak.) [Buhari]

(Anarşi ve ölüm çoğalacak.) [İbni Mace]

Kıyametin kopması ile ilgili hadis-i şerifler:
(Erkek erkekle, kadın kadınla yetinmedikçe, kıyamet kopmayacak.) [Hatib]

(Lutilik mubah sayılmadıkça kıyamet kopmayacak.) [Deylemi]

(Deprem, fitne, katillik artmadıkça, kıyamet kopmayacak.) [Buhari]

(Kardeşler farklı dinden olmadıkça kıyamet kopmayacak.) [Deylemi]

(Kötüler dünyaya hâkim olmadıkça kıyamet kopmayacak.) [Tirmizi]

(Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça kıyamet kopmayacak.) [Müslim]

(Allah’a inanan Müslüman kaldığı müddetçe kıyamet kopmayacak.) [Müslim]

Yukarıda bildirilen küçük alametlerin çoğu çıktı. Henüz çıkmamış olan küçük alametlerden bazıları şunlardır:
(Kişi yol kenarında kadınla beraber olacak.) [Hâkim]

(Konuşan hayvanlar olacak.) [Tirmizi]

(Kıyamet alametidir ki, erkek evde yokken kadının yaptıklarını ayakkabısı haber verecektir.) [İ. Ahmed]

Kıyametin büyük alametleri de şunlardır:
(Mehdi gelecek.) [Ebu Nuaym]

(Deccal gelecek.) [İ.E. Şeybe]

(İsa gökten inecek, duman çıkacak, Kâbe yıkılacak.) [Buhari]

(Dabbet-ül-arz çıkacak) [Tirmizi]

(Yecüc ve Mecüc çıkacak.) [İbni Cerir]

(Ateş çıkacak, güneş batıdan doğacak.) [Müslim]

Güneşin batıdan doğmasını, bâtıniler, batılıların Müslüman olması diye tevil etmişlerse de, bu tevilleri bâtıldır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmaz. Güneş batıdan doğunca, insanlar onu görür ve hepsi de iman ederler. Fakat bu imanları fayda vermez.) [Buhari
Allah’ım yaradılışımı güzel takdir ettiğin gibi, ahlakımı da güzel eyle.

Kulağımdan ve gözümden beni ölünceye kadar faydalandır. Dinimde ve bedenimde bana sağlık ve güvenlik ver. Hakkımı alıncaya kadar zulmedene karşı bana yardım et…

Allah’ım bana öğrettiğinden beni faydalandır. Fayda verecek bilgiyi bana öğret ve ilmimi arttır. Fayda vermeyen ilimden, bizleri muhafaza eyle RABBİMMM…(AMİN)
SELAM VE DUALAR İLE..

Hatice Başkan

www.NurNet.org

Peygamberimiz’in (a.s.m) Dedesi’nin Şam Yolculuğu (Şiir)

Kureyş büyüklerini hiç mümkün değil ikna etmek

Çare yoktu başka kazı işine bir müddet ara vermek

 

Bir hakeme danışılmasını Abdü’l-Muttalip teklif etti

Şam’daki kâhin Sa’d b. Hüzeym hakem tayin edildi

 

Peygamber’imizin(a.s.v) dedesi amcalarını da alır yanına

Kureyş ileri gelenlerinden oluşan kalabalık bir gurupla

 

Bir kervan oluşturuldu, hep beraber Şam yoluna düştüler

O günkü acımasız çöl yollarında hiç biter mi tehlikeler

 

Şam’a henüz varmadan yarı yolda kafilenin suyu biter

Abdü’l-Muttalip Kureyş büyüklerinden biraz su ister..

 

“Sizin başınıza gelen bizim başımıza da gelebilir”

Vermezler “Suyumuz ancak kendimize yeter denir”

 

Çaresizdiler kafiledeki herkes su aramaya dağılır

Abdü’l-Muttalib’in devesinin ayağı bir taşa takılır

 

Şiddetle deve sendeledi Abdü’l-Muttalib’de sarsılır

Korku ve panikle döner araksına şöyle bir bakınır

 

Yerinden oynayan koca bir taşın altında su fışkırır

Tekbir getirir Abdü’l-Muttalip hayret içinde kalır

 

Herkese haber verir bütün kafile hemen gelir

İçtiler taze sudan, Abdü’l-Muttalib’e ise şöyle denir

 

“Hüküm senin lehine bizim aleyhimize verildi”

“Bu olay zemzemi senin kazmanı tasdik etti”

Bekir Özcan

www.NurNet.Org

Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Kur’an Delili (Ahirete İman) (Video)

Hiç mümkün müdür ki, bütün enbiyanın, mucizelerine istinad ederek sözünü teyid ettikleri; bütün evliyanın, keşif ve kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri; bütün asfiya ve âlimlerin, tahkikatlarına dayanarak peygamberliğine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Hz. Muhammed (s.a.v.)’in vermiş olduğu bir haber yalan çıksın? Ve o zat, hilaf-i hakikat bir haber vermiş olsun? O zat ki, tahakkuk etmiş bin mucizesini ve her yönüyle mucize olan Kur’an’ı, sözüne hüccet ve delil yapmıştır. Acaba, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vehimlerin ne haddi var ki, o zatın sözünü hükümden düşürsün ve o zatın haber verdiği ahiretten şüphe ettirsin?

Evet, bu on dördüncü delil, Peygamber Efendimiz’in ve Kur’an’ın şehadetinden teşekkül etmektedir. Bu delili, maddeler hâlinde şöylece beyan edebiliriz:

1- Hz. Muhammed (s.a.v.) ahiretin vukuundan haber vermiş ve ahirete imanı, imanın bir şartı kabul etmiştir. O hâlde diyebiliriz ki, ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Hz. Muhammed’i inkâr edebilmek lazımdır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğini inkâr edemeyen, ahireti inkâr edemez.

O hâlde ahiretin varlığı hususunda şöyle bir delil sunsak: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bir avuç yiyecek ile bir orduyu doyurması ispat eder ki, ahiret vardır.

Yani Peygamberimizin bir mucizesini ahiretin varlığına delil yapsak, bu doğrudur. Zira:

·     Madem bir avuç yiyecek ile bir orduyu doyurmuştur, elbette bu bir mucizedir.

·     Madem mucize göstermiştir, elbette o bir peygamberdir.

·     Madem peygamberdir, elbette yalan söylemez ve yalana tenezzül etmez.

·     Madem yalan söylemez ve yalana tenezzül etmez, o hâlde vermiş olduğu bütün haberler elbette doğrudur ve haktır.

·     O hâlde ahiret vardır, zira o zat ahiretten de haber vermiştir!

O hâlde şöyle desek: “Peygamber Efendimiz’in binden fazla mucizesi, teker teker ahiretin varlığına delildir.”

Yani her bir mucizeyi ahiretin vukuuna delil yapsak, bu doğrudur ve haktır. Zira:

·     Her bir mucize, o zatın peygamberliğini ispat etmektedir.

·     Madem o zat peygamberdir, elbette yalan söylemez ve hilaf-ı hakikat bir beyanda bulunmaz.

·     Madem yalan söylemez ve hilaf-ı hakikat bir beyanda bulunmaz, o hâlde verdiği bütün haberler haktır ve doğrudur.

·     Ve madem ahiretin geleceğinden haber vermiştir, elbette haber verdiği gibi gelecektir.

Netice olarak deriz ki: Ahiretin varlığının delilleri, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin delilleri kadar çoktur. O zatın nübüvvetini ispat eden bütün deliller, aynı anda ahiretin de vücudunu ispat ederler.

Bizler “Marmara Eğitim” olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin delilleri hususunda çok kapsamlı bir eser hazırladığımızdan, burada o delillere girmiyor ve Efendimiz’in delillerini o esere havale ederek diyoruz ki:

Böyle, bütün peygamberlerin kendisinden haber verdiği, bütün evliyanın ve asfiyanın kendisini tasdik ettiği ve elinde binler mucize sadır olan bir zatın haber verdiği bir mesele, elbette haktır, doğrudur ve hakikattir. Vehmin ne haddi var ki, o zatın haber verdiği bir meseleye ilişsin ve o konudan şüphe ettirsin!

2- Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi, diğer bütün peygamberler de ahiretten haber vermişlerdir. Demek, ahireti inkâr edebilmek için, sadece peygamberimizi inkâr etmek yeterli olmayıp diğer bütün peygamberleri de inkâr edebilmek lazımdır. Onları inkâr edemeyen, ahirete ilişemez; çünkü onlar da ahiretten haber vermiştir.

O hâlde diyebiliriz ki, ahiretin delilleri, peygamberler ve onların mucizeleri adedincedir. Her bir peygamber ve o peygamberin elinden sadır olan mucizeler, ahiretin vukuuna birer şahittir ve delildir. Acaba hangi sözün haddi var ki, bütün bu peygamberlerin sözlerini hükümden düşürebilsin ve onların sözünden şüphe ettirebilsin?

3- Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve diğer peygamberler ahiretin varlığına delil olduğu gibi, Kur’an da ahiretin bir delilidir. Zira Kur’an da ahiretin varlığından haber vermiş ve ahiretin birçok ahvalinden bahsetmiştir.

O hâlde şöyle desek: “Kur’an’ın bir benzerinin getirilememesi ahiretin varlığını ispat eder.”

Yani Kur’an’ın bir mucizesi olan, benzerinin getirilememesini ahiretin varlığına delil yapsak, bu doğrudur. Zira:

·     Madem benzeri getirilemiyor, o hâlde Allah’ın kelamıdır.

·     Madem Allah’ın kelamıdır, o hâlde içinde elbette yalan ve yanlış olmayacak.

·     Madem içinde yalan ve yanlış olmayacak, elbette içinde olan her söz haktır ve gerçektir.

·     Madem içindeki her söz haktır ve gerçektir, elbette ahiret de haktır ve gerçektir. Zira Kur’an’da ahiretin varlığından açık bir şekilde bahsedilmiştir.

Demek, Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı anda ahiretin varlığını da ispat etmektedirler. O hâlde ahiretin varlığının delilleri, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu ispat eden deliller adedincedir.

Bizler “Marmara Eğitim” olarak, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu hususunda özel bir eser hazırladığımızdan, burada o delillere girmiyor ve Kur’an’ın delillerini o esere havale ederek diyoruz ki:

Hangi sözün haddi var ki, kırk vecihle mucize olan Kur’an’ın sözünü hükümden ıskat etsin ve Kur’an’ın haber verdiği bir hususta insanı şüpheye düşürsün?

4- Kur’an gibi diğer bütün semavi kitaplar da ahiretten haber vermekte, cennet ve cehennemden bahsetmektedir. O hâlde ahireti inkâr etmek için, sadece Kur’an’ı inkâr etmek de yetmez; diğer bütün semavi kitapları da inkâr edebilmek gerekir.

Yine soruyoruz: Hangi sözün haddi var ki, bütün semavi kitapların müttefiken haber verdikleri bir meseleyi çürütebilsin ve onların sesini susturabilsin?

5- Ahiretin varlığının diğer bir delili de bütün evliyalar ve asfiyalardır. Evet, evliyalar keşif ve kerametlerine istinaden; asfiya ve âlimler de delil ve hüccetlerine itimaden ahiretin vukuunu haber vermişlerdir.

Acaba bütün evliyaların ve asfiyaların haber verdikleri ve hakkında ittifak ettikleri bir meseleyi, hangi dinsizin sözü çürütebilir ve hangi kâfirin sözü hükümden düşürebilir?

Kaldı ki bu konuda söz hakkı onlarındır. Zira bir fende ve sanatta, münakaşaya sebep olan bir meselede, o fennin ve sanatın dâhilerinin sözü geçer; diğerlerinin sözü kabul edilmez. Mesela bir hastalığın keşfinde, küçük bir tabibin sözü, büyük mimarın sözüne tercih edilir. Çünkü mesele tıptır ve bu konuda söz hakkı doktorlarındır.

Aynen bunun gibi, ahiret meselesinde de aklı gözüne inmiş ve maneviyata karşı körleşmiş bir filozofun sözü geçmez ve kabul edilmez. Bu konuda söz hakkı, başta peygamberler olarak, evliyaların ve asfiyalarındır.

Acaba hangi filozofun sözü, böyle yüz yirmi dört bin peygamberlerin ve yüz binler evliyaların ve asfiyaların sözüne tercih edilebilir? Ve bu tercihi yapanlara akıllı denilir mi?

Eserimizde, buraya kadar zikredilen on dört delilden anlaşıldı ki, haşir meselesi öyle sabit bir hakikattir ki, yeryüzünü yerinden kaldıracak ve kırıp atacak bir kuvvet dahi o hakikati sarsamaz. Zira:

·     Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri ve sıfatları ahireti gerektiriyor.

·     Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in bütün mucizeleri onu tasdik ediyor.

·     Kur’an-ı Hakîm’in bütün ayetleri ve hakkaniyetinin bütün delilleri onu ispat ediyor.

·     Diğer bütün peygamberler ve getirdikleri bütün semavi kitaplar ondan haber veriyor.

·     Şu kâinat bütün tekvinî ayetleri ve bu âlemdeki bütün hikmetli şuunat ona şehadet ediyor.

Acaba hiç mümkün müdür ki, haşir meselesinde böyle bir ittifak var iken, kıl kadar kuvveti olmayan şüpheler, şeytani vesveseler, o dağ gibi hakikati sarssın ve yerinden kaldırsın? Hâşâ ve kellâ!

Hem zannedilmesin ki, haşrin vukuunu ispat eden deliller sadece bu kadardır. Hayır, asla! Ahiretin varlığını ispat ederken bahsettiğimiz Hakîm, Kerim, Rahim, Âdil, Hafiz isimleri gibi, kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün ilahî isimler ahireti iktiza eder ve ispat eder. Yani hangi ismin kapısını çalsak ve ondan ahireti sorsak, bize ahireti ispat edecektir.

Mesela “Selam” isminin kapısını çalıp ahireti ondan sorsak, bize diyecek ki: “Benim tecellime bak ve dikkat et! Bak, nasıl bütün mahluklar benim tecellim ile selamete çıkarılmış! İşte, bütün selamet verilen işler, benim tecellim iledir. Selameti selamet yapan ise, ancak ahiretin gelmesidir. Eğer ahiret gelmez ve benim tecellim, sadece şu kısacık hayata münhasır olursa, bütün güzelliğim hiçe iner ve âdeta tecellim alaya döner.”

Demek, “Selam” ismi insanları fenadan, yokluktan, hiçlikten kurtarıp onları selamet yurdu olan cennete sokmakla da gözükecektir ki; bu, “Selam” isminin en büyük tecellisidir.

Ya da mesela “hibe eden” manasındaki “Vehhab” isminin kapısını çalıp ahireti ondan sorsak, diyecektir ki: “Yokluktan varlık âlemine çıkışınızdan tutun, size verilen cihazlara; ağaçlara takılan yapraklardan tutun, sobanız olan güneşe kadar bütün hibeler benim tecellim iledir. Ancak hibeyi hibe yapan, devamıdır. Eğer ahiret gelmez ve ölüm bir son olursa, bütün bu hibeler manasını kaybeder ve bir istihzaya döner. Demek, hibenin bir manasının olabilmesi, ancak ahiretin gelmesi iledir. Zaten ben, en azami mertebede cennette tecelli edeceğim…”

Bu isimler gibi her bir isim, ahiretin varlığını ispat ettiği gibi, kâinatın tekvinî ayetleri de haşrin vukuunu ispat etmektedir.

Mesela insanın ahsen-i takvimdeki güzel yaratılışı sanatkârı olan Allah’ı gösterdiği gibi, o ahsen-i takvimdeki kabiliyetin kısa bir zamanda zeval bulması haşri gösterir. Zira bu derece kıymetli kabiliyet, sadece bu kısa ve fâni âlem için verilmiş olamaz.

Yine mesela, ekser eşyada görünen hikmet, inayet, adalet ve rahmet, nasıl ki Hakîm, Kerim, Âdil ve Rahim olan bir Zat-ı Zülcelâl’i ispat eder ve O’nun dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bu isimlerin kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, onların mazharları olan şu fâni mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılırsa, ahiret güneş gibi görünür. Demek ki, her şey lisan-ı hâl ile “Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir” (Allah’a ve ahiret gününe iman ettik.) diyor.

Şimdi, ahiretin varlığı ile ilgili son bir delil daha sunacağız. Bu delilde, diğer delillerden farklı olarak Allah’ın kudretinin nihayetsizliğinden bahsedeceğiz. Zira ahireti inkâr etmek, Allah’ın kudretinin mahiyetini anlayamamaktan dolayıdır. Kudret-i İlahiyenin mahiyeti anlaşıldığında, bu cihetten gelen şüpheler de yok olacaktır.

Şimdi, Allah’ın kudretinin nihayetsizliğine dair onlarca delilden sadece bir delili, 15. delil olarak mütalaa edelim. (15. delile bak.)

Seyrangah.TV

Dikkat! Aramızda Allah’ın Elçisi Var!

Aramızda kalsın ama size bir sır vereyim!.. Evet, ”Aramızda Allah’ın Resulu var.” Gerilerde kalmış, bizi terk etmiş değil.. O, bizim aramızdadır!..

Peygamber, hayatlarımızın “özne”sidir. Allah’ın Resulü (a.s.m.) tarihsel bir figür değil, nostaljik bir unsur hiç değil; canlı ve güncel bir gerçekliktir. Uzaklarda değil, yanımızdadır. Gerilerde kalmış ve bizi terk etmiş değil; bal gibi aramızdadır, sımsıcak, yanı başımızdadır. Evet, evet; “İyi bil(elim) ki, aramızda Allah’ın Resulü var.”

Mevlid Kandillerini ve Kutlu Doğum programlarını bir tür folklora dönüştürmemizden endişeliyim. Bu programların çoğuna hâkim olan yaklaşımda, Peygamber (a.s.m.) bir “nostaljik figür” olarak anlatılıyor, anlaşılıyor. “Neredesin ey Peygamber!” edası, aslında “nerede olduğumuzu” bilmememizin sancılı bir haykırışı olsa gerek. “Özledik Seni!” deyişleri O’nun (a.s.m.) halen canlı ve güncel “gerçekliği”nin hayatımızda yer etmediğinin belirtisi olarak okunmalı.

Son zamanlarda, hissesi olmayan kıssalarla anlatılan bir “Peygamber ve sahabeleri” hamaseti doğdu ki (ne yazık ki bu tür anlatımlar, reyting ve dolayısıyla para getirdiği için yaygınlaşıyor) arkasından bir de gözyaşı dökmüşsek, kendisine tâbi olunacak bir Peygamber değil, kendisine acınacak, “ah vah” edilecek “zavallı” bir Peygamber’le baş başa bırakılıyoruz.

Hele bir de, yoğun gözyaşı dökmemiz, O’na (a.s.m.) ve güzel sünnetine uzaklığımızı seslendiren vicdanımızın çığlıklarını susturunca, etrafta “Peygamber aşkı”ndan ağlayan ama mesela O’nun kıldığı, O’nun kıl dediği namaza bigâne, O’nun yaşadığı tesettür ve edebe hal diliyle dudak büken türediler çıkmaya başladı.

Yedeklerinde “çok sevgili” bir Peygamber ama önlerinde “din”i yozlaştıran, “sünnet”i birkaç gözyaşına indirgeyen şeyh edalı, ekran müptelası kadınlar-adamlar…

Diyeceğim o ki, bu gidiş, gidiş değil: Tuhaf ritüellerle kutsanan ama okumaya değer görülmeyen Kitab’ın yanına şimdi de pek çok sevilen ama tâbi olunmaya değer görülmeyen “zavallı”laştırılmış bir Peygamber eklendi.

Oysa Peygamber hayatlarımızın “özne”sidir. Paslı demir tozlarını uyudukları yerden kaldırıp hizaya sokan bir mıknatıs gibi, varlığımızı hizaya sokmakta, hayatımızı uyuduğu/uyuştuğu yerden ayağa kaldırmaktadır. Allah’ın Resulü (a.s.m.) tarihsel bir figür değil, nostaljik bir unsur hiç değil; canlı ve güncel bir gerçekliktir.

Uzaklarda değil, yanımızdadır. Gerilerde kalmış ve bizi terk etmiş değil; bal gibi aramızdadır, sımsıcak yanı başımızdadır. Evet, evet; “İyi bil(elim) ki, aramızda Allah’ın Resulü var.”

Hucûrat Suresi’nin yedinci ayetinin bu cümlesi diri ve diriltici Kur’an’ın içinde hâlâ daha nefes alıp veriyor, hayatlarımıza nabız pompalayan bir kalp olarak kasılıp gevşiyor: “Va’lemû enne fîkum Resulallah”, “Bilin ki, içinizde Allah Resulü var.”

Hucûrat’ın birinci ayetinden yedinci ayetine kadar okursak, Rabb’imizin bizi adım adım Resulü’nün yanına aldığını görürüz. Birlikte yürüyelim mi “O’nun evi”ne doğru?

1- Siz ey iman edenler, Allah’ın ve Elçisi’nin önüne kendinizi koymayın, Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Çünkü Allah, kuşkusuz her şeyi işiten, her şeyi bilendir.

Allah’ın Elçisi, önüne geçmeyeceğimiz kadar önümüzdedir, diridir, dirilticidir. Allah’ın Elçisi, Allah’ı önüne ve önümüze koyduğu için en acil önceliğimizdir.

2- Siz ey iman edenler, sesinizi Peygamber’in sesinden daha fazla yükseltmeyin, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O’nunla konuşmayın, yoksa bütün amelleriniz, siz farkında olmadan boşa gitmiş olur.

Nebi, sesimizi kendisine göre sürekli ayar etmemizi gerektirecek denli dudağımıza yakındır, kulağımızın dibindedir. Demek ki, sözümüze kulak kesilecek kadar sıcacık bir Nebi vardır. Kulak verdiğimizi dert edinecek denli şimdi ve buradadır Nebi.

3- Bakın, Allah’ın Elçisi’nin huzurunda seslerini kısanlar var ya, işte onlar kalpleri, kendisine karşı sorumluluk bilinci ile [doldurularak] Allah tarafından sınananlardır; onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.

Nebi, hatırına susulacak kadar huzurumuzdadır. Sesimizi yanında kısacak kadar yakınımızdadır. Nefesimizin hemen yanı başında; hecelerimizin hemen arasında durur Nebi’nin hatırı.

4- Gerçek şu ki [ey Peygamber] seni evinin dışından çağıranlar var ya, işte onların çoğu akıllarını kullanmazlar.

“O’nun evi”ne doğru yürüyecek olan biziz; O’nu evinden çıkartıp bize doğru yürümesini beklemek edepsizliktir. “O’nun evi” ise O’nun sünnetidir. Burada olan herkes için “Orada mıyım, yoksa burada mıyım?” sorusunu sorduracak kadar “burada”dır Allah’ın Elçisi.

5- Çünkü, sen [kendi isteğinle] onların yanına gelinceye kadar sabred(ip bekle)selerdi, kendi lehlerine olurdu. Ama Allah yine de çok bağışlayıcıdır, bir rahmet kaynağıdır.

Tüm hatalarımıza rağmen, “Yanımıza gelir mi acaba?” deme hakkımızı yitirmeyeceğimiz kadar refetiyle ve merhametiyle şimdi ve burada beklentimiz ve ümidimizdir Nebi. Ümit hep tazedir, hep yenidir, hep canlıdır. Başımıza konmuş kuş gibi kaçmasın diyecek kadar ürkektir ümit… Ya kaçarsa diye titreyeceğimiz kadar başımızın üstünde durup durmamak arasında çırpınmaktadır.

6- Siz ey iman edenler, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, muhakemenizi kullanın; yoksa istemeden insanları incitir ve sonra yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız.

İnsanları istemeden incitmek ve sonra yüzleşmeye cesaret edemeden, özür bile dileyemeden içimizde sıcacık bir köz gibi yanıp duran bir pişmanlık üretip üretmemek kadar “şimdiki ve buradaki” meselemizdir Nebi’nin bu “haberi”. Üstelik bunu doğru bildiğimiz haberi dinleyerek, dikkate alarak ve bir de aktararak yapmış olabiliriz. “Doğruya doğru!” demenin bile bizi kurtaramadığı tanımsız bir boşlukta elimizden/dilimizden tutuyor Nebi. Kendi haklılığımızda bile kendimizi hesaba çekecek kadar ince ve keskin bir duyarlılık yükler bize Allah’ın Elçisi. O kadar yakınımızda…

7- Öyleyse, bilin ki, aranızda Allah’ın Elçisi var.

Öyle değil mi?

Tüm okuyucularımızın ve İslam âleminin Mevlid Kandili’ni tebrik ederiz.

Mehmet PAKSU