Etiket arşivi: risale-i nur talebesi

Risale-i Nur Talebesi Olmanın Şartları Nelerdir?

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, hem Risale-i Nur talebesi olmanın şartlarını, hem de şirket-i maneviye diye ifade ettiği manevi şirkete ortak olmanın özelliklerini, Risale-i Nurun bir çok yerinde ifade etmiştir. İşte bizde bu kısımları bir araya getirelim ve konuya öyle bakalım dedik.
 
Mesela Tarihçe-i  Hayat isimli eserinde şöyle ifadeler yer almaktadır. Ve Risale-i Nur talebesi olmanın en net tarifi burada yapılmaktadır.
 
Risale-i Nur’a intisab eden kimsenin en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan ve yazdıran ve okuyan, Risale-i Nur talebesi ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmidört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevi kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi dua eden kıymetdar binler kardeşlerim ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.
 
Mektubat isimli eserinde ise dost, kardeş ve talebeden bahsetmekte ve yukarıda bahsettiği talebeliğin şartlarına bir de şunu eklemektedir. 
 
Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.
 
Ve Said Nursi hazretleri bu dost, kardeş ve talebenin şartlarını ifade ettiği bu yerde çok ilginç olarak şu şartı da eklemektedir. “Bu üç tabaka dahi, beni manevi dua ve kazançlarında dahil etmek şarttır.
 
Hani özel bir ibadet ve evrad var mı diye aklınıza gelebilir. Onuda Hulusi Yahyagil Barla Lahikasında yer alan bir kısımda Said Nursi Hazretlerinin tavsiyelerini şöyle beyan eder ;
  • Beş vakit namazını ta’dil-i erkan ile vaktinde kıl, yani başka ibadete gücün yetmez. 
  • Namazın nihayetindeki tesbihleri yap, yani başka zikri yapamadım diye teessüf etme. 
  • Yedi kebairi terk et, çünki sagairi arayacak zamanda değiliz. 
  • İttiba’-ı sünnet et, zira bu zamanda arkasında gidilecek ve harekatı taklide değer saf, halis ve muhlis bir hadi ki, (o da seni yine bu yola götürecektir) maalesef bulamayacaksın. 
Barla Lahikasında geçen yeri teyid eden bir kısımda burası; Allah’a vasıl olacak yolların en kısasını anlatırken Said Nursi hazretleri şu sözleri söylüyor. 
 
Kur’andan istifade ettiğim “Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarikıdır. Ve bu Kısa tarikın evradı:
  • İttiba-ı sünnettir,
  • Feraizi işlemek,
  • Kebairi terketmektir. 
  • Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkan ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.
Emirdağ Lahikası 2’de geçen bu bölüm ise her şeyi özetleyen bir ifade olarak yer almaktadır.Ve Said Nursi hazretleri şimdiki Risale-i Nur dershanelerinin özelliğinide şu şekilde belirtmektedir.
 
Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin.
Eğer yoksa, yalnız ise, çok alakadar komşularından üç-dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin.
 
Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakiki talebe-i ulumun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risalesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakiki ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki adi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi.
 
Bütün bu ifadeleri maddelendirecek olursak şartlar şöyle ;
  • Allah’ın Farzlarını yerine getiren
  • Peygamberin Sünnetlerini hayatına geçiren
  • Allah’ın yasak ettiği Yedi Büyük Günahı  terkeden
  • Beş vakit Namazını vaktinde ve Tadil-i Erkan ile kılan
  • Namazın arkasındaki Tesbihatı yapan
  • Said Nursi hazretlerini manevi dua ve kazançlarına dahil eden
  • Risale-i Nuru Yazan ( Süre : Günde beş-on dakika )
  • Risale-i Nuru Yazdıran ( Süre : Günde beş-on dakika )
  • Risale-i Nuru Okuyan ( Süre : Günde beş-on dakika )
  • Risale-i Nuru Dinleyen ( Süre : Günde beş-on dakika ) 
  • Risale-i Nuru Neşreden
  • Risale-i Nuru kendi yazmış gibi sahip çıkan
  • Hayatının en büyük vazifesini Risale-i Nuru neşretmek bilen
 Said Nursi hazretlerinin Barla Lahikasında ifade ettiği İnsanı felakete götüren yedi büyük günah şunlardır ;
  • Katl 
  • Zina 
  • Şarab 
  • Kumar 
  • Yalancı şehadetlik
  • Ukuk-u valideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm)
  • Dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak
Kaynak : Risale Ajans

Gencecik Delikanlı “Namaz” Diye Diye Vefat Etti..

Önce “vefat etmiş” bilgisi eşliğinde gözyaşları ile  izledim videoyu. Bir ambulansın içinde boyunda boyunluk ile hareketsiz yatıyordu.

Gencecik…

Hani şu herkesin dünyaya perestiş ettiği yaşlarda..

Hani kuvvelerin, insanın damarlarında dolu dizgin aktığı yaşlarda..

Hani ölümün  sisler arasında bir efsane gibi algılanıp  çoook ama çok uzaklarda sanıldığı yaşlarda…

Öylesine genç…

Yanında tatlı şivesi ve titreyen sesiyle onu sakinleştirmeye çalışan, salavat getirmesini telkin eden ama yatandan daha telaşlı bir başka genç.

Yatan sakin. Telâşsız bir sesle mütemadiyen soruyor:

“Siz kimsiniz?”

“Namazı nasıl kılacağız abi?”

“Nerdeyiz?”

“Namaz vakti geçmiyor değil mi?”

“Annemgilin haberi var mı?”

“Namazları nasıl kılacağız?”

“Adınız neydi?”

“Namazı nasıl kılacağım şimdi?”

“Silvan nereye bağlıydı?”

“Çok şükür… Allah razı olsun.”

“Namaz…”

Kazanın şoku, belki bir beyin travması. Sorular tekrarlanıyor ama namaz hep merkezde. Bir namaz kaçırma endişesidir gidiyor…

Refakatçi genç sorularına cevap verirken bir yandan da onun yorulacağı endişesiyle daha fazla sormasına mani olmaya çalışıyor. Onu, namaz vaktinin geçmediği ve salavat getirmesinin daha iyi olacağı konusunda ikna etmeye çalışıyor.

İkna oluyor:

“Namaz vakti geçiyor mu? Son soru..”

Son sorusu, birinci endişesi namaz olmak!…

Bir ambulansın içinde, hareketsiz yatarken, belirsizliklere doğru yol alırken, kafası karışmış bir halde, hem o kadar genç… ve aklı fikri namazda olmak…

Allahımmm…

Vay bizim gafletimize!..

Vay bizim isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak kılınan namazlarımıza!

Vay bizim dünyayı ebedî, kendimizi de lâyemut  zannetmelerimize!

Vay bizim gafletle geçen gençliğimize!

Kardeşim! Sen hayatının dersini verdin. Hayatının başka hiçbir semeresi olmasa idi de şu verdiğin tek ders ile huzur-u İlâhiye huzur-u kalp ile çıkar ve necat bulurdun inşallah.

Dünyadan ayrılmadan o çok sevdiği ümmetine son son namazı hatırlatan, “Aman namaza dikkat edin” diye diye teslim-i ruh eden  Sevgili Peygamberin şefaatine ererdin.

O namazı ikame etme endişen senin elini tutardı da mahşer’de senet ve berat, Sırat Köprüsü’nde nur ve burak olurdu.

Ve biz mü’minler de sana şahitlik ederdik, ederiz.

Son haberler ölmediğin yönünde çok şükür ki…

Rabbim sana belli ki kalbinin gıdası, ruhunun âb-ı hayatı ve lâtife-i Rabbaniyenin hava-yı nesimi olan namazı doya doya kılabileceğin, sonunda da bir Mabud-u Bâki’nin, bir Mahbub-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh edeceğin uzuuun bir ömür nasip etsin.

Gerçi böyle bir hayat kısa da olsa uzundur; değil mi ki Bâki-i Sermediyeye müteveccihtir…

Şeyma Gür

******************

Olayın Haberi:

Risale-i Nur talebesi olmak işte böyle birşey!

Sedyede sürekli “namaz” diye sayıklayan kardeş, benim 12 yaşındaki oğlumun dershaneden abisi olan Önder Sert kardeş; cemaatteki adi ise Bekir. Bu kardeşimiz, buradan birkaç kardeşle birlikte Abdülkadir Badıllı ağabeyin cenazesine gitmişti. Cenazeden sonra, “Abdullah Yeğin ağabey ile birkaç gün daha beraber olalım, buradaki medreselerde derslere katılalım” düşüncesiyle, 16 yaşındaki Fatih Kazdağlı kardeşle beraber orada kalmışlar.

Son gün, akşam üzeri Hilvan’daki dersten çıkıp Siverek’e bir başka derse giderken, yolda önlerine köpek çıkmış. Arabayı kullanan vakıf ağabey direksiyonu tarlaya çevirmek zorunda kalınca takla atmışlar. Fatih kardeş bu sırada başını taşa çarparak vefat etmiş, Bekir kardeş de yaralanmış. Diğerlerinde ise hafif yaralar varmış. Hadisenin asıl ibretli kısmı bundan sonra başlıyor:

Fatih kardeşin anne ve babası da o sabah umreden dönmüşler. Kardeşler de akşam uçağıyla Ankara’ya dönmeyi planlıyorlarmış; böylece Ankara’daki dershanelerine dönecekler, bu arada Fatih kardeş de ailesine kavuşacakmış. Fakat takdir başka türlü cereyan etmiş ve Fatih kardeşin bahtına bir şehitlik düşmüş.

Fatih kardeşin anne ve babası da Risale-i Nur talebesi; Risale-i Nur’un iman dersleri de işte böyle zamanlarda tesirini gösteriyor. Kaza sırasında arabanın şoförlüğünü yapan vakıf ağabeyin çok üzüldüğünü duyar duymaz, Fatih’in babası ona telefon etmiş ve “Üzülme kardeş,” demiş. “Senin bunda bir kabahatin yok. Allah’ın takdiri; O emaneten vermişti, yine O aldı.

Hattâ, Abdullah Yeğin ve Said Özdemir ağabeyler arayıp “Oğlunuz şehit oldu, Üstada arkadaş oldu” diyerek taziyede bulununca, “Elhamdülillâh, Üstadın vekili beni arayıp bunları söylüyor; Cumhurbaşkanı arasa bu kadar sevinmem” demiş ve şöyle devam etmiş:

Ama ucb da yok, yeis de. Allah bize de hüsn-ü hâtime versin. Rabbimize iyi bir kul olma gayretine devam edeceğiz.”

Ayrıca, aralarında benim oğlumun da olduğu diğer kardeşlere hitaben de “Artık Fatih’in hizmetini de siz yapacaksınız. Hizmet size emanet, siz de benim evlâtlarımsınız” demiş.

Bilge Aksen

yazarumitsimsek.com

Tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat ne usanç verir, ne de ona doyulur!

Risalelerin manevî ders halkasına giren bir kişi, kısa bir süre sonra kâinattaki bir esere baktığı zaman, onun arkasındaki İlâhî fiillerden, kainattaki tüm ilahi fiilleri teşhis edebiliyordu..

Risale-i Nur’ları ellerine geçiren insanlar, kısa bir süre sonra, hattâ bazan risalelerin ilk satırlarından itibaren, kâinatı bir kitap gibi okumaya başladıklarını hissediyorlardı. Bu, bir insan için yeniden doğuş demekti.

Çünkü, daha önce görülmeyen, görülse de önem verilmeyen varlıklar vardı şimdi âlemde. Kışıyla, baharıyla, yeriyle, göğüyle, canlısıyla, cansızıyla, gecesi ve gündüzüyle herşey ve her olay, Yer ve Gökler Rabbinden bir mektuptu ve doğrudan doğruya insanı muhatap alıyordu.

Telif edilen her risale, sanki bu mektupların şifrelerinden bir ikisini daha çözüyor ve insana onu açıkça okutuyordu. Böylece, bir yandan derslerin tekrarlanmasıyla, diğer yandan da yeni telif edilen risalelerin elden ele ulaşmasıyla, insanların önlerindeki kâinat kitabı okuma becerisi de artıyor ve bu beceri artışı, daha fazla okuma iştiyakını doğuruyordu.

Böylece, Nur Risalelerinin manevî ders halkasına giren bir kişiye, kısa bir süre sonra, kâinattaki tek bir esere baktığı zaman, onun arkasındaki İlâhî fiillerden bir tanesini teşhis etmesi yetiyordu; o tek fiil, kâinattaki bütün İlâhî fiillerle omuz omuza verip, onu bütün İlâhî isimlerin Müsemmâsına götürebiliyordu.

Fakat bu bakış açısı ve bu beceri, iradeli bir bakışa ve sürekli temrinlerle bu bakış açısını diri tutmaya ihtiyaç gösteriyordu. Aksi takdirde, dünya hayatının uğraşları, özellikle geçim endişesi ve zamanımızın diğer meşgaleleri, insanın dikkatini hemen dağıtıverme istidadını taşıyordu.

Bediüzzaman’ın talebeleriyle yazışmalarında, onları bu tür oyalanmalara karşı zaman zaman uyardığı görülmektedir. Daha önce de temas edildiği gibi, yeni telif edilen bir risalenin ulaşmasından sonra, bu risale ile ilgili hissiyatı satırlara dökerek Üstada göndermek, onun yakın talebeleri arasında bir geleneğe dönüşmüştü. Öyle anlaşılıyor ki, bu mektuplar, aynı zamanda, Bediüzzaman’a, talebelerinin kavrayışlarını ölçme ve gelişmelerini izleme imkânı da veriyordu.

Nitekim iki risaleye en yakın talebesi Hulûsi Beyden cevap gelmediğinde, Bediüzzaman, bu gecikmenin birtakım dünyevî meşgalelerden ileri geldiği sonucuna varmakta gecikmemiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, Hulûsi Bey, o sıralarda bir harita işiyle meşgul olmaktadır; ancak bu maddî işin ayrıntıları, onun “pek keskin zekâsı” önünde geçici bir perde teşkil ederek, manevî âlemlerdeki incelikleri yakalayıp manevî zevkleri tatmasına engel olmuştur:

Gurbet mektubuyla kamer ve zemin ve seyyarata [ay, dünya ve gezegenlere] dair mektubuma cevap verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki: Gurbet Mektubu, bütün dünyayı unutmak hissiyle yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil, belki vazife itibarıyla en sathî maddiyatla zihnin meşbû olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o Mektubun tam derecesini, muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin kavrayamadı ki, cevap yazamadı.

Öteki Mektup, çok yüksek ve çok geniş hakaike [hakikatlere] işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i mâneviyenin bir nevi haritasına işaret ettiği için, sâfî, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzımdı. Halbuki, benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazifeyle meşgul olduğundandır ki, o ulvî ve pek keskin zekâvetin, o Mektuba karşı sükûtu iltizam etmeye mecbur olmuş.”

Zaman zaman, insanların dikkatini manevî konulardan çekecek ve son derece değerli ömür dakikalarını, saatlerini ve günlerini gelip geçici meselelerle ziyan etmesine yol açacak bahanelerin güç kazandığı olur. Üç Aylar gibi mübarek mevsimlerin geride kaldığı, yahut bir yandan engin bir tefekkür zemini teşkil ederken diğer yandan da insanın nazarını gaflete yöneltme istidadı taşıyan bahar ve yaz mevsimlerinin yaklaştığı dönemlerde, Bediüzzaman aşağıdakine benzer mektuplarla talebelerini uyarmaktan geri kalmamıştır.

Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütûra düşüp tâtil-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaikle tam meşgul olamıyor.

Aziz kardeşlerim, bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecelerin kısalması, hem Şuhûr-u Selâsenin [Üç Ayların] gitmesi ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması, elbette bir derece neş’eli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur size fütur vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden [iman ilimlerinden] olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus, siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.”

Neş’eli kış dersleri, mütevazi evlerde sobaların etrafında halkalanmış mütevazı insanlar arasındaki sohbetlerin uzadıkça uzadığı ve tazelenen çaylarla iyice tatlandığı derslerdir. Bir iman bahsi açılır risalelerin birinden. Büyüleyici cümleler, risaleyi okuyan talebenin dilinden birbiri ardınca dökülür. Hayaller cennet gibi âlemlere kilitlenir. Bir muhabbet pınarı kaynamaya başlar. Duygular keskinleşir. Sohbet ısınır, insanlar ısınır, âlemler ısınır. Kalabalık, görünenin kaç misline çıkar sohbet boyunca, kimse bilmez. Ancak herkes bilir yahut hisseder ki, kendilerinden başka birileri de oradadır, yanı başlarında aynı ders ve aynı tefekkürdedir. Bir tek kanat seslerinin işitilmediği kalır, o kadar.

Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından [iman hakikatlerini dinlemekten] çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemileriniz [dinleyicileriniz] çoktur.

Allah’ın kitabını okumak ve öğrenmek için Allah’ın evlerinden birinde veya başka bir evde bir araya gelen hiçbir topluluk yoktur ki, melekler onları ziyaret ederek etrafında dönmesin. O topluluğa kalp huzuru iner, onları rahmet kaplar. Ve Allah, yüce katında bulunan meleklere onları hayırla anar.”

Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

Görünen âlemlerle görünmeyen âlemlerin gündemleri birbirinden çok farklıdır. Birinde manşetlere çıkan haber, diğerinde hiç işitilmeyebilir. İman ilimlerinin açtığı kapıdan âlemlerin her ikisine birden bakanlar ise, kâinatın asıl gündemini yakalamakta gecikmezler.

Baharın yaklaştığı günlerden birinde karları tebessümüyle eriten bir kardelen, kozasından çıkmış bir kelebek, bu âlemdeki pek çok insanın dönüp de bakmayacağı, baksa da görmeyeceği, görse de o akşamki bir televizyon programının tek bir sahnesi kadar bir değer vermeyeceği işlerdendir.

Fakat nakış nakış İlâhî isimlerin dokunduğu hiçbir hadise, gözden kaçırılacak kadar önemsiz olamaz bu kâinatta. Ve bir Risale-i Nur talebesi bunu bilir. Onun keskinleşmiş duyuları, manevî âlemlerde haber teşkil edeni, manşetlere çıkanı, izleyici toplayanı kaçırmaz. Bir ibretli bakış, bir tefekkür, bir zikir, dünyanın kalabalığı arasında kaybolup gidecek bir küçük hadise değildir; bunu bilir Risale-i Nur talebesi. Her an, nice “sıradan” insanların zikir ve fikirleri rengârenk çiçekler halinde açar ve bu gezegenin manevî simasını bir bahar sahnesine çevirir. Açan çiçeklere onların müştakları doluşur. Görünen âlemlerin yasaları, bir başka biçimde, görünmeyen âlemlerde işler. Biri kelebekleri çağırır çiçeklerin, diğeri melekleri. İman ilimlerinin talebesi, dünya ve içindekilerden daha hayırlısını bulmuş, onlardan daha kalabalık bir dost topluluğu edinmiştir.

Rabbimiz Allah deyip dosdoğru bir yol izleyenlerin üzerine melekler inerler. “Korkmayın,” derler onlara. “Mahzun da olmayın. Dünya hayatında da, âhirette de biz sizin dostunuzuz.”

Dostlar, olup biteni kaçırmazlar. Her söz, her görüntü, her düşünce, her hayal tek tek kayda geçer. Ve bütün bunlar, Yer ve Gökler Rabbine sunulur. Nasıl bir ihtişam içinde, orası ancak o âlemlerden görülür. Ama söz Ona yükselir; bu görülmüş gibi bilinir. Çünkü öyle buyurmuştur Kur’ân’ı gönderen.

Görünen âlemin önemli haberleri, görünmeyen âlemlerde nasıl sıraya giremezse, o âlemlerin haberleri de bizim dünyamızda pek rağbet görmez. Ancak kâinatın hakikatinden haberdar olan, duyuları keskinleşmiş olanlar, dünya kalabalıklarının değil, Allah’ın katında değer taşıyan şeyin peşindedirler.

Dünya hayatının meşgaleleri bu duyuları ve düşünceleri köreltmek üzere her taraftan saldırı halinde olduğu için de, sürekli derslerini tekrarlayarak his ve heyecanlarını diri tutmaya, doymak bilmeyen meraklarını ve kendilerine manevî Cennet hazlarını yaşatan şevklerini arttırmaya çalışırlar.

Onların iman derslerine olan ihtiyaçları, işte bu yüzden içilen su veya alınan nefes gibidir:

Tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat ne usanç verir, ne de ona doyulur.

Ümit ŞİMŞEK