Etiket arşivi: sünnet

Acılarım olmasa hiç arar mıydım?

Ah, başka çare yok galiba, hep yetinmem gerekir. Güzel bir yarayla geldim dünyaya, varım yoğum buydu.” Franz Kafka, Bir Köy Hekimi’nden.

Epeydir aşağılardayım. Hayallerimin aşağısında. Düşlerimin, ideallerimin, planlarımın, potansiyelimin, hedeflerimin aşağısında. Olanlar olabileceklerin aşağısında. Çıkmaya çalışıyorum. Cennet uzakta. Cennet düşlerime yakın. Bunu biliyorum. Olamadığım herşey için üzülüyorum. Eksik kalan her güzellik için. Hata benim. Cennetimle aramızda endişelerim kadar mesafe var. Yürümeye korktuğun yoldur ‘uzak’ dediğin. Düştüğümde de ilk hissettiğim bu idi: Korku ve pişmanlık. Hz. Âdem (a.s.) babamızın ve Havva annemizin cennetten dünyaya indirilişi gibiydi çocukluktan gençliğe çıkmak. Bu kadar yara başka nasıl olur? Belli ki düştüm. Canım acımaya başladı. Yaralarımla acıyı öğrendim. Acılarım bana aramayı öğretti. Yolumdan emin olmadığım her yerde cehennem cennetten daha yakın. Arıyorum. Rehbersizlik beni aşağı çekiyor.

Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan serâya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı.

Her ‘acaba’ bir zebani gibi. Her ikircik zemherir. Bir zakkum-u cehennem ki, telaşımın meyvesi, ismi ‘keşke’. Yanlışlar çok. Yanlışlar bir sürü. Yanlış istemediğin kadar. “Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer!” diyor ya Thomas Mann Mario ile Sihirbaz’da. Aynen öyle. Hata, bildiğin ihtimal hesabı, karelerini alıp çarp dur birbiriyle rakamları, bitmiyor. Her olandan daha üstün bir olabilecek var gibi görünüyor. Bu görünüş olanların en iyilerini bile eksik kılıyor. Mürşidimin dediği gibi:Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Doğru bir tane kalıyor bazen. Çok düzlem içinde bir doğru. Onu seçmem gerekiyor, ama ben, o ‘o’ mu, emin olamıyorum.

Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Daha ilkokulda öğrettiler bize. Doğru tek noktaya bakarak çizilmez. En az iki nokta lazım. Bir tanesi benim, o tamam, fakat ikincisi? Bakmam gerekiyor bir yerlere. Bir nokta daha lazım. Bir noktaya daha ihtiyaç var. Doğru yerde olduğuna emin olduğum bir ikinci nokta. Nerede o?

Ey sıratını çizmek için gayrında bir mihenge muhtaç, gayba iman etmeye muhtaç, ikinci noktayı arayan arkadaşım! İhsanına bak ki, Allah sana bir nokta değil yalnız, bin doğru vermiş. O çizgilerin birbirine paralelliği ve sıklığı bir caddeye dönüşmüş, hatta, cadde-i kübra olmuş. İnsan cinsinden yaratılan doğrular bunlar. Peygamber deniyor onlara. Onların yaşadıklarını kendi yaşanmışlıkların üzerine koyup istikametini öylece çizebilirsin. Pusulalı cetvel gibi şeylerdir onlar. İnsanda vicdan ve akla mantık gibidirler. Onlardan sonra yıldız misal sahabiler var, asfiyalar var, evliyalar var, âlimler var, ârifler var. Peygamberlerin netliğinde olmasa da onlar da cetvel. Onlar da birer varis-i nebi olup yol gösterirler.

İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (…) Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum.

Sünneti hayatıma katmayı bu yüzden seviyorum. Bir netlik katıyor hayata. Bir netlik katıyor seçimlerime. Doktor doğru merceği gözüne taktığı anda gözlerinin yaşadığı sevinç gibi. Herşey berraklaşıyor. Adımlar netleşiyor. Sünnet ümmetin gözlüğüdür. Miyopluğunu alır zamanın. Miyopluğunu alır vahiyden uzaklığın. Takıverirsen gözüne yollar kolaylanır. Hem üzülmezsin de artık, korkmazsın, bunlar korunmuş doğrulardır. Keder durduğu yerden emin olmayanların gönül sıkletidir. Kadere iman edenin kederden emin olmadığını nerede görülmüş? En nihayet, arkadaşım, Bakara 38’de dendiği gibi halimiz: Dedik ki; ‘Hepiniz oradan aşağı inin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler.”

Ahmet Ay – hicbisey.com

Kur’an Yeter Mi?

İşin içinde iş olduğunu, mesajın içinde gizli başka mesajlar bulunduğunu bilmeyen için çok çarpıcı bir sözdür: “Kur’an bize yeter!” Sanılır ki, Kur’an’ın azameti, yüceliği, kusursuzluğu dile getirilmeye çalışılıyor bu sözle. Zihinde böyle bir etki meydana getirmesinin bir sebebi de belki cümleyi olumsuz yapınca ortaya çıkan ifadenin rahatsız ediciliğidir.

Gel gör ki uzun zamandır dile getirilen, Müslümanların kafasını karıştırmaya yönelik bir ifadedir bu aslında. Çünkü nihayetinde Allah Resulü’nü (sav.) hedefe koyar, belli etmeden.

Şahsi kanaatimce vakti zamanında hadis âlimlerinin, hadislerin ravi zincirinin kuvvetini tarif etmek için kullanmış oldukları sahih-zayıf sınıflaması ve sonradan gelen bazı ilim erbabının hadislerin arasına kendi sözlerini karıştırmasının bu akımın doğuşunda etkisi büyüktür.

Bu akımla yeni tanışmış biriyle konuştuğunuzda size, hadisler arasında, aslında hadis olmayanların da karışmış olduğunu söyleyecektir. Ona göre bir ifadenin hadis olarak kabul edilebilmesi için Kur’an’a uyup uymadığına bakılmalıdır.
Peki, bu bakma işini kim yapacak? Kur’an’da o konu hakkında hüküm verilip verilmediğini, verilmişse nasıl bir hüküm verildiğini kim tespit edecek? Dahası, bu hadisin Kur’an’daki bir ayetin müteşabih anlamlarından birine bakıp bakmadığını… Bu soruyu o yeni tanışan kişiye sorduğunuzda aslında bu işi kendisinin de yapamayacağını bilir ve “âlimler” der. Tabii aslında aklındaki âlim kendi hocasıdır.

Hâlbuki Buhari’deki bir Hadis’te; Hz. Aişe (ra) Allah Resulü’nün (sav.) bir sözünü anlamayıp “Fakat Kur’an şöyle demiyor mu?” diye ayeti okuyunca, Sevgili Peygamberimiz konuyu izah edip ayetin de kendi söylediğinin de doğru olduğunu ifade etmiştir.
Bu arada “Hadis’in Kur’an’a uyup uymadığının kontrol edilmesi” gerektiği görüşü de bir Hadis’e dayandırılır fakat o hadis sahih değildir. Hatta pek çok âlim bunun uydurma olduğu görüşündedir.

İşin kötüsü bu akıma kapılınca fikirler bu seviyede kalmaz. Bir sonraki aşama, aralarında doğruluğu şüpheli olanlar var diye bütün hadisleri inkâr etmektir. Hadisleri inkâr etmenin ilk bakışta fark edilmeyen bir anlamı da tüm sünnetleri inkâr etmektir. Ya da işine gelmeyenleri…

Peki, hadisleri ve sünnetleri denklemden çıkarırsak, Rabbimizin bize Kur’an’ı ulaştırmak için görevlendirdiği “elçisinin” durumu ne olur?

Ben söyleyeyim: Postacı!

Sanki o mübarek elçi, o kutlu nebi kitabı almış, getirip masaya koymuş ve “İşte kitap bu! Bundan sorumlusunuz! Herkes okusun, ne anlıyorsa onunla amel etsin!” demiş bir postacı durumuna getirilmektedir.

Hâlbuki Kur’an’ı, Resulullah’ın (sav.) eliyle gönderen Rabbimiz (cc.) “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin.” (Enfal 20),

“Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa 80) gibi ayetlerle dinimizi öğreneceğimiz iki kaynağın, kitabı ve elçisi olduğunu açıkça bildirmektedir. Herhangi birinden gelen bir bilginin bir diğerinin onayına sunulması gerektiği gibi bir ibare yoktur. Bu bağlamda hadislerin Kur’an’a sunulması gerektiğini ifade eden hadisi(?) bu meşrep erbabı Kur’an’a sunmuş olsalardı, bırakın hedef yapmayı, en başta elemeleri gerekecekti.

Kaldı ki, Mübarek Peygamberimiz (sav.) “Şunu iyi biliniz ki bana Kur’an-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir.” (Ebu Davud, Tirmizi) sözleriyle Kur’an dışındaki sözlerinin de Kur’an’la aynı kaynaktan geldiğini bildirmektedir.
Konu hakkında ilmi araştırmalar, makaleler pek çok olduğundan burada çok fazla işin ilmi tarafına girmeden meramımızı anlatmaya çalıştık. Daha bilimsel bilgi isteyenler o makalelere başvurmalılar.

Bizim vermek istediğimiz asıl mesaj ise bu konunun gözden kaçan çok önemli bir sonucuyla ilgilidir.

Hadisleri inkâr ederken, ta asrısaadet zamanına kadar hadis zincirlerinde adı geçen sahabe ve âlimlerin güvenilirliklerine halel getirilmektedir. Üzerlerine şüphe gölgeleri düşürülmektedir. Bu meşrebi benimseyenlerin pek çoğu belki bunu istemeseler bile ortaya çıkan bu şüphe, bazılarının çıkıp “Kur’an’da da müdahale var!” iddialarını ortaya atmasına zemin hazırlamaktadır. Zaten hali hazırda bunu iddia edenler de mevcuttur. Farkında olmadan(?) onların değirmenine su taşınmaktadır.
Bunun bir adım ötesi ise Kur’an’ı inkârdır.

Muhiddin Yenigün

Kur’an Bize Yeter Mi? – II

Aslında bu konuda fazla söze hacet yok; aşağıda mealleri verilen ayetlerde “Hz. Peygamberin sünnetinin” önemine işaret eden ifadelere bakmak yeterlidir.

“Hakikaten, Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir numune/örneklik vardır.” (Ahzab, 33/21) mealindeki ayette Hz. Peygamberin hayatı nazara verilmektedir. Hayatı ise özellikle sünnetin kaynağı ve hadislerin konusudur.

“Peygamber size her ne getirirse onu alın, sizi neden menederse ondan da sakının.” (Ahzab, 33/21) mealindeki ayette, Kur’an’ın dışında Hz. Peygamberin emir ve yasaklarının da bir teşri kaynağı olduğuna işaret edilmiştir.

“Kim Resûlullah’a itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 4/80) mealindeki ayette, Hz. Peygamberin emir ve yasaklarına riayet etmenin gereğine, onun emir ve yasaklarına riayet etmek Allah’a itaat etmekle eşdeğer olduğuna dikkat çekilmiştir.

“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Kur’ân’ı ve Resûlullah’ın öğütlerini işitip durduğunuz halde ondan/peygamberden yüz çevirmeyin!”(Enfâl, 8/20)mealindeki ayette Allah’a itaat etmekle resulullah’a itaat etmenin aynı değerde olduğuna işaret edilmiştir. Nitekim: Allah ve resulüne itaat emredildiği halde, daha sonra “ondan yüz çevirmeyin” mealindeki ifadede yalnız Hz. Peygamber nazara verilmiştir. Bu da peygambere itaat etmek, Allah’a itaat etmek olduğunu göstermektedir.

“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedir. İşte bunlar ne güzel arkadaştır!”( Nisâ, 4/69) mealindeki ayette de Allah’a ve peygambere itaat konusu aynı kefeye konulmuştur.

“Allah ve Resûlü, herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”(Ahzab,33/36) mealindeki ayette -meal olarak- yer alan “Allah ve resulünün verdiği hüküm” ifadesi, Hz. Peygamberin sünnetinin de bir teşri kaynağı olduğunu göstermektedir.

“Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.”(Nisâ, 4/65) mealindeki ayette ise, sünnetin ikinci teşri kaynağı olduğunu tereddüde mahal bırakmayacak kadar açık ifadeler kullanılmıştır.

Bütün bu ayetlerin ifadelerinde vurgulanan “resule itaat” hususu, sünnetin teşri kaynağı olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamberin söz, fiil ve takririnden(bir şeyi açıkça veya zımnen tasdik etmesinden) ibaret olan sünnetini bize kadara taşıyan kaynak ise hadislerdir. Hadisleri inkâr etmek dinin üçte birini inkâr etmek anlamına gelir.

Aşağıdaki hadislerde de sünnetin dindeki yeri ve önemi vurgulanmıştır.

“Sözlerin en hayırlısı, Allah’ın kitabı Kur’ân’dır; tutulup gidilecek yolların en hayırlısı da Muhammed’in (a.s.m) yoludur, sünnetidir. İşlerin en şerlisi de, sünnete muhalif olarak, sonradan ortaya çıkarılan bid’atlardır. Her bid’at da dalâlettir.”( Müslim, Cuma 43).

“Benim sözlerimi işitip, iyice belledikten sonra başkalarına ulaştıran kimselerin Allah yüzlerini ak etsin.”(Ebu Davud, ilim, 10; Tirmizî, ilim, 7).

“Ümmetimden herkes Cennet’e girecektir, girmemekte direten müstesna.” Ashab, “Girmemekte direten kimdir yâ Resûlallah?” diye sordular. Allah Resulü de şu cevabı verdi: “Bana itaat eden Cennet’e girer; bana isyan edense Cennet’e girmemek için ayak diretmiş demektir.”( Buhârî, İ’tisâm 2).

-Dinlediğim televizyondaki zatlar, özetle dediler ki; Sünnet Hz. Peygamberin vefatından 200-250 sene sonra –yazıyla kaydedilip-tedvin edilmiştir. Delil olarak da Buhari  gibi muhaddislerin vefat tarihlerini gösterdiler.

Cevabımız:

-Bu düşüncenin yanlışlığı izaha muhtaç olmayacak kadar açıktır. Yukarıda hadislerin yazılması konusunda ifade edildiği üzere, Hadisin yazılması Hz. Peygamberin hayatında başlamıştır.

Nitekim Buharî aşağıdaki hadisi “Takyidu’l-ilm=ilmi yazıya geçirme” başlığı altında vermiştir.

“Ebû Hureyre’den rivayet edildiğine göre;

Mekke’nin fethedildiği yıl Huzaa kabilesi, öldürülen bir adamlarına karşılık olarak Benî Leys kabilesinden bir adamı öldürdüler. Bu, Hz. Peygamber’e bildirilince o bineğine bindi ve şu konuşmayı yaptı:

“Allah Mekke’den öldürülmeyi (yahut fili) alıkoydu, onlara Allah’ın elçisini ve müminleri musallat etti. Dikkat edin! Mekke benden önce hiç kimseye helal kılınmamıştır, benden sonra da hiç kimseye helal kılınmamıştır. Dikkat edin! Mekke bana da yalnızca gündüzün bir anında helal kılınmıştır. Dikkat edin! İçinde bulunduğum şu anda Mekke haramdır. Onun dikeni kesilmez, ağacına balta vurulmaz. Yitiğini, sahibini aramak maksadı dışında kimse alamaz. Bir kimse Öldürüldüğünde (onun velisi) şu iki şeyden birini seçme hakkına sahiptir: Ya kendisine diyet ödenir, ya da öldürülenin yakınları kısas yaptırır”

Bunun üzerine Yemenli bir adam gelerek: Ey Allah’ın elçisi bunu (bu konuşmayı) benim için yazınız” dedi. Hz. Peygamber de “Bunu falan kimse(Ebu Şah) için yazınız” buyurdu(Buharî, ilim, 112). Bu sahih hadis rivayeti bizzat Hz. Peygamber tarafından hadislerin yazdırıldığının en açık delilidir.

– Daha önce de ifade edildiği gibi, Hadislerin hıfz edilmesi ve yazılması Hz. Peygamber zamanında başlamıştı. Ancak ezber ve dağınık yazıların bir araya getirilip kitap halinde düzenlenmesinin adı olan “Tedvin” işi daha sonra olmuştur. Bu işlem bile –iddia edildiği gibi, Hz. Peygamberin vefatından sonra 200-250 senelerinde değil, hicri birinci asırda (Hz. Peygamberin vefatından yaklaşık 80-90 yıl sonra)başlamıştır. Nitekim İslam kaynaklarının bildirdiğine göre, bu işi ilk defa Ömer b. Abdulaziz (ö.101/719) düşünmüş ve bütün vâli ve âlimlere mektup göndererek hadislerin yazıya geçirilmesini emretmiştir. Emrin gereğini ilk gerçekleştiren ünlü alim imam Zührî (ö.124/741) olmuştur(İbn Hacer, Fethu’l-Barî, 1/208).

-Dediler ki, “Sünneti Kur’an’a arz edin…” manasında bir hadis vardır. Yani bir hadisin ifadesinin kabul edilmesi için mutlaka aynı şeyin/veya bir benzerinin Kur’an’da olması gerekir.

Cevabımız:

Alimler bu hadis rivayetinin sahih olmadığını, hatta uydurma olduğunu belirtmişlerdir:

Bu hadis rivayetinin tamamı şöyledir: “Benden size gelen şeyi, Allah’ın Kitab’ına arzedin  Ona uygunsa, onu ben söylemişimdir  Ona uygun değilse, ben onu söylemedim ”

-Beyhakî, “el-Medhal ilâ Delâili’n Nübüvve” adlı eserinde şöyle der: 
“Hadisin Kur’an’a arz edilmesinin gereğine işaret eden hadis rivayeti sahih değildir, batıldır.  Batıl olduğu, hadisin kendisinden ortaya çıkmaktadır  Çünkü Kur’an’da, sünnetin Kur’an’a arz edilmesine dair hiç bir ayet yoktur ”( bk. Suyûtî, Miftahu’l Cenne fi’l İhticâc bi’s-Sünne,1/10).

  -İmam Şafiî  konuyla ilgili şöyle der: Rasûlullah’tan (a.s.m) gelen bazı hadisleri reddeden bir kimse bana şu hadisi delil olarak gösterdi: “Benden size gelen haberi Kur’an’a arz edin  Ona uyuyorsa, onu ben demişimdir  Uymuyorsa onu ben dememişimdir.”  O kimseye şöyle dedim: “Az çok rivayeti sahîh olan (muhaddislerden) hiçbir kimse bunu rivayet etmemiştir. Bu, meçhul bir kimseden gelen munkatı’ (senedi kopuk) bir rivayettir.  Biz ise böyle rivayetleri her hangi bir konuda delil olarak kabul etmeyiz” (Şafii, er-Risale, s.224-225).

Çağımızda en büyük hadis otoritelerinden biri kabul edilen Ahmed Muhammed Şakir de  İmam Şafii’nin sözlerini teyit sadedinde  şu görüşlere yer vermiştir: “Böyle bir bilgi ne sahih ne de hasen olarak bilinen herhangi bir kaynakta yer almamıştır. Konuyla ilgili rivayetlerin hepsi ya çok zayıf veya tamamen uydurmadır”(er-Risale, a.g.y-ilgili dipnot).

Hafız Heysemî de Taberanî’nin –el-Kebir’de- konuyla ilgili sözkonusu ettiği rivayetinin münker/kabul edilemez olduğunu vurgulamıştır(Zevaid,1/170).

Aclunî de değişik hadis otoritelerinden naklen bu hadisin uydurma olduğunu belirtmiştir(Aclunî, 1/86).

Görüldüğü gibi, bir yandan “rivayetlerin sağlamlığına” çok önem verdiklerini seslendiren hadis münkirleri, diğer taraftan alimlerin ittifakıyla zayıf/veya uydurma olan bir hadisi işlerine geldiği için delil olarak göstermekten çekinmezler.. Bu çifte standart bu kimselere karşı güveni sarsmaktadır.

Nitekim Bediüzzaman hazretleri de bu kimselerin güvenilmez olduğuna işaret etmek üzere şu ifadelere yer vermiştir: “Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’malin fazilet ve sevablarından bahseden ehadîs-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim onların bir kısmına zaîf veya mevzu demişler. İmanı zaîf veenaniyeti kavî bir kısım da, inkâra kadar gitmişler.” (Sözler, 341 )

Aşağıda mealleri verilmiş hadis-i şeriflerde -anlayanlar için- güzel bir cevap vardır:

“Haberiniz olsun! Bana Kitab(Kur’an) verildi ve onunla birlikte onun bir misli/gibisi(sünnet) dahi verildi”(Ebu Davud, Sünnet,6).

“ Sakın herhangi birinizi –karnı tok-, koltuğuna kurulmuş olup, kendisine emir veya nehiylerimden bir şey gelip de ‘Biz, onu bilmeyiz; Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız.’ derken görmüş olmayayım”(Ebû Dâvûd, Sünnet, 6).

“Sizden koltuğuna kurulup hadislerimi reddeden kimse, Allah’ın yalnız Kitabıyla mı haramlarını bildirdiğini zannediyor! Şunu dikkatle belleyin ki, benim- vallahi- size vaaz ve nasihat ettiğim, emrettiğim yahut yasakladığım şeyler de  Kur’ân kadardır veya daha fazladır”( Ebû Dâvûd, İmare, 33).

“Şunu iyice belleyin ki, muhakkak ki Allah’ın Resulü’nün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.”(Tirmizî, ilim, 10).

İmam Malik’e atılan iftira

-Televizyonda seyrettiğim kimseler dediler ki;  Halife Harun Reşid İmam malik’ten Muvatta adlı kitabını bütün ümmete tamim edilmesini istedi. İmam  Malik,  (özetle) “Kur’an’ın yanında benim kitabımın  lafı mı olur?” dedi. Bu da onun Kur’an’ın yanında başka bir kitabın kaynak olmasını istemediğini gösterir.

-Cevabımız:

Eğer İmam  malik, hadislerin/sünnetin Kur’an’ın  yanında bir değerinin olmadığı kanaatinde idiyse, neden Muvatta adlı hadis kitabını yazdı? Bunun cevabı şüphesiz havada kalır.

İmam Malik’in  sözleri de konuşanın iddiasını destekleyecek şekilde değiştirilmiştir:

Bu hikâyenin doğrusu şudur:  İmam malik kendisi anlatıyor: Abbasi  halifesi  Ebu Cafer el-Mensur, hac ziyareti münasebetiyle (Hicaz’a geldiğinde) beni çağırdı. Sohbet ettik, bazı sorularına cevap verdim. Sonra şunları söyledi: “Senin yazdığın kitabın(Muvatta) hakkında bir düşüncem var.  Onun çoğaltılacak nüshalarından, İslam âleminin her bir şehrine bir nüshasını  gönderip, bundan böyle Müslümanların –başka âlimlerin görüşleriyle değil- yalnız onunla amel etmelerini emretmeyi düşünüyorum, çünkü ilmin aslı ve  kaynağını Medine halkının rivayeti ve onların ilmi olduğunu görüyorum”.  Ben de (İmam Malik) cevap olarak; “Ya Emîre’l-müminin!  Böyle bir şey yapmayın. Çünkü insanlar şimdiye kadar değişik rivayetler duymuş, farklı sözler işitmiştir. Her topluluk doğruluğuna inandığı ve onunla amel ettiği bir ilim kaynağı vardır. İnsanları doğruluğuna inandığı eski itikatlarından ayırmak, farklı bir yöne sevk etmek zor ve sorunlu bir iştir” dedim. Bunun üzerine halife: “Eğer sen de razı olsaydın bu dediğimi kesin olarak yapardım” dedi”( el-Muvatta, mukaddime, 1/77).

Görüldüğü gibi, bu hikâyede hadis rivayetlerinin Kur’anla karşılaştırılmış durumundan hiç bahsedilmemiştir. Yani İmam malik, “Kur’an bize yeter” düşüncesinde olduğu için değil, -İlimde tekelcilik, başka âlimlerin hukukuna tecavüz, başka  yorum ve içtihatların hakkına saygısızlık olacağını düşündüğü için Kitabının tamimini istememiştir.

Sonuç:

Bütün bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, Sünnet teşriin ikinci kaynağıdır. Hadisler ise sünnetin birinci kaynağıdır. Hadisleri inkâr etmek, sünneti inkâr etmek anlamına gelir. Sünneti inkâr etmek ise, dinin üçte birini inkâr etmek manasına gelir. Rabbim bize hakkı hak olarak gösterip ona tabi olmayı; batılı da batıl olarak gösterip ondan uzak durmayı nasip müyesser eylesin. ÂMİN..!

Doç. Dr. Niyazi Beki

nurdanhaber.com

Kur’an Bize Yeter Mi? – I

(Sünnete/hadislere ihtiyaç yok mu?)

Bir televizyon kanalında seyrettiğimiz iki ilim adamının –hadisler konusunda yaptıkları- bazı değerlendirmelerini seyirciler adına tashih etmeyi uygun gördük. Maksadımız, bağcıyı dövmek değil, üzümü yemek olduğundan, ilgili kanal ve şahısların isimlerini açıklamakta bir maslahat görmemekteyiz.

Asıl konuya girmeden önce şunu belirtmeliyiz ki; bu zatların ifadelerinden şunu iyice anladık ki; insanlar kendi meşreplerinin taassubundan kurtulamazlar. Kendi görüşlerini destekleyen en ufak bir emareyi bile büyük bir delil gibi kabul edip yansıtabilirler. Buna mukabil, fikirlerine ters düşen çok kuvvetli delilleri göz ardı etmekte bir sakınca görmezler. Oysa böyle bir tutum ilmî objektifliğe taban tabana zıttır.

Hatta bazen ince bir kurnazlıkla bazı âlimlerin ifadelerini esneterek kendi lehlerine olacak bir renge büründürebilirler. Bu tavır gerçekten –sadakat şuuru bakımından- dehşet vericidir.

Bir de şunu gördük ki; sünnet/hadis konusunda müspet ve menfi iki tavır vardır. Müspet tavır takınanlar, öncelikle hadislerin sahihliğini esas alır, sonra zayıf, mevzu/uydurma olanların ayıklanmasının gereğine işaret ederler. Menfi tutum içine girenler ise, sünneti-hadisleri öncelikle deforme kabul ederler, sonra da “varsa şayet sahih olanları kabul edebileceklerini” söylerler. Bu ikinci tavır, yüzlerce ilim ve takva sahibi İslam büyüklerinin kemiklerini sızlatan bir kadirbilmezliktir.

Bu kısa girişten sonra artık o kanaldaki zatların görüşlerini ve cevaplarını arz edebiliriz.

Kur’an sünnete/hadislere işaret etmektedir:

Hz. Peygamberin Kur’an vahyi ile ilgili temel iki görevinin olduğu Kur’anda beyan edilmiştir. Bunlardan birincisi Tebliğ; ikincisi ise Tebyindir.

Tebliğ: Kur’an vahyini,-ne fazla ne eksik- aldığı gibi insanlara ulaştırmaktır.

Tebyin ise: Kur’an’ın mesajını sözlü ve fiili olarak insanlara açıklamaktır.

Örneğin: “Peygamberin görevi yalnız tebliğdir”(Miade:99) mealindeki ayette tebliğ görevine vurgu yapıldığı gibi, “(Resulüm!) Sana bu zikri/Kur’an’ı indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar”(Nahl:44) mealindeki ayette de tebyin görevine işaret edilmiştir. Ayetlerin açıklaması, ya sözlü, ya fiili ya da takriri olarak yapılır. Bunlar sünnetin ta kendisidir.

Hadislerin yazılması:

Özetle şöyle dediler: “Hz. Peygamber buyurdu ki, ‘Kur’an’dan başka kimse benden bir şey yazmasın. Benden bir şey yazan varsa onu imha etsin.’  Bu hadis, İslam’da dini kaynağın yalnız Kur’an olduğunu gösteriyor.”

Cevabımız:
Evvela, bu hadisin varlığı hadisleri devre dışı bırakma çabalarına manidar bir cevap teşkil etmektedir. Çünkü eğer hadislerin yazılması gerçekten -kayıtsız ve kesin olarak- yasaklandıysa bu hadis nereden çıktı? Bununla nasıl istidlal edilebilir, nasıl delil olarak kabul edilebilir?

Bununla beraber, Ebû Saîd el-Hudrî’den gelen “Benden [Kur’an’dan başka] bir şey yazmayınız! Kim benden Kur’an’dan başka bir şey yazmışsa onu imha etsin” (Müslim, Zuhd,72) mealindeki bu hadis rivayeti tartışmalı bir rivayettir. Başta Buhârî olmak üzere, bazı âlimlere göre bu hadis mevkuftur; Ebû Saîd’in kendi beyanıdır. (İbn Hacer, 1/208); dolayısıyla Peygamber’e yanlışlıkla atfedilmiştir. Fakat âlimlerin çoğunluğunun kanaati, bunun Rasûl-i Ekrem’den rivayet edilen bir hadis olduğu yönündedir.

Âlimler bu yasaklamayı ifade eden hadis rivayeti ile, hadislerin yazılmasına izin veren ve fiilen yazıldığını gösteren sahih hadis rivayetlerinin arasını bulmak için, yasak ve ruhsatın gerekçelerini şu birkaç ihtimale dayandırmışlardır:

Birincisi; yasak emri, Kur’an’ın nazil olduğu ilk döneme aittir.  Yazmaya verilen ruhsat ise, daha sonraki zamanlara aittir.

İkincisi;  Hz. Peygamberin bu yasak emri, Kur’an’la birebir aynı sahife ya da levha üzerine hiçbir şeyin yazılmamasını hedeflemektedir. Çünkü aynı sayfada satır aralarına veya kenarlara yazılacak kelime ve cümleler, insana Kur’ân-ı Kerîm’denmiş gibi bir yanlış bir algı meydana getirebilir. Ruhsat ise, Kur’an’la aynı sayfada yazılmama durumuyla ilgilidir.

Üçüncüsü; yasak, hadisleri ezberlemeden sadece yazıya dökenler içindir. O zaman hem yazı yazanlar az, hem doğru yazanlar nadir olduğu için hadisleri ezberlemeden sadece yazıyla kaydedenlerin yanlış yazacakları endişesiyle yasak konmuştur. Ruhsat ise, ezber ile yazmayı birlikte yapanlara yöneliktir.

Dördüncüsü, hikmeti ne olursa olsun, Hz. Peygamberin yasak emri önceki zamanlara aittir, daha sonra verilen ruhsatla yasak hükmü nesh edilmiş, ortadan kalkmıştır.

Şu aşağıdaki bilgiler asr-ı saadette hadislerin yazıldığının belgesidir:

İslâmî kaynakların verdiği bilgiye göre, hadisleri Hz. Peygamber’den ilk duyup hıfzeden sahâbe neslinin bir bir aradan çekildiğini ve yerlerine kendileri gibi sünneti bilen hafızların bırakılmadığını, ayrıca bid‘atlerin de yayılmaya başladığını gören halîfe Ömer b. Abdulaziz (ö.101/719), bütün vâli ve âlimlere mektup göndererek hadislerin yazıya geçirilmesini emretmiştir. Emrin gereğini ilk gerçekleştiren ünlü âlim imam Zührî (ö.124/741) olmuştur (İbn Hacer, Fethu’l-Barî, 1/208).

Burada altı çizilmesi gereken nokta şudur: Zührî’nin gerçekleştirdiği faaliyet –devlet eliyle yaptırılan- resmi tedvîndir; daha önceleri fertler bazında gayri resmi kitabet/hadisleri yazıyla kaydetme ve tedvin etme işi hep var ola gelmiştir. Örneğin Amr b. el-‘As’ın (ö.63/682) bin hadisi ihtiva eden “es-Sahifetu’s-sâdıka”sı ile Hemmâm b. Münebbih’in (ö.101/719), hocası Ebû Hureyre’den aldığı hadisleri içeren 138 hadislik sahifesi bunlar arasında en meşhur olanlarıdır. (bk. Çakan, İsmail Lütfü, Hadis Edebiyatı, s.12)

Kaldı ki, Hz. Peygamber tarafından bizzat yazdırılmış olan bazı vesikalar, mektupların varlığı, yine –yukarıda iki örnek verildiği üzere- onun zamanında bazı sahabilerce yazılmış hadis sahifelerinin bulunduğu bu gün ilmî olarak ispatlanmış ve neşredilmiş bulunmaktadır. (bk. M. Hamidullah, el-Vesaiku’s-siyasiye; Çakan, a.g.y)

Bin hadis ihtiva eden “es-Sahifetu’s-sâdıka” sahibi Abdullah b. Amr b. As’ın anlattığı şu olay hadislerin yazıya geçirilmesine dair verilen izin bakımından manidardır:

“Resulullah’dan duyduğum her şeyi ezberlemek maksadıyla yazıyordum. Kureyş beni bundan nehyetti ve ‘Resulullah (a.s.m) hem kızgınlık hem sükunet hallerinde konuşan bir insan iken, sen ondan duyduğun her şeyi nasıl yazarsın?’ dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Resulullah’a arz ettim. Eliyle ağzına işaret ederek; ‘Yaz; canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz’ buyurdu.”(Ebu Davud, ilim,3)

Hz. Ebu Hureyre’nin şu ifadeleri de Hz. Peygamber zamanında hadislerin ezberlenmesi yanında yazıldığını da göstermektedir: “Resulullah’ın ashabı içinde Abdullah b. Amr hariç, benden daha fazla hadis rivayet eden kimse yoktur, Abdullah yazar, ben yazmazdım.” (Buharî, ilim, 39)

Başlangıçta –hadisin yazılması ile ilgili- görülen bazı tereddütler neticede ortadan kalkmış ve hadislerin yazıya geçirilmesinin cevazına fikir birliği sağlanmıştır. (İbn Salah, Ulumu’l-Hadis, s.161)

(Devam edecek)

Doç. Dr. Niyazi Beki

nurdanhaber.com

Sakalından Bir Tel, Dünyalara Bedel

Sakal-ı Şerif, Lihye-i Şerif, Lihye-i Saadet… Bütün bu ifadelerde iki ana aktör bulunuyor. Birincisi, sakal teli. Ancak, kesinlikle sıradan ve değersiz bir tel değil. İşte bu özellik ve ikinci ana aktör, hepimiz için son derece sıradan bir sakal telini, nice meliklerin ve sultanların bile paha biçemediği derecelere çıkarıyor. İşte o yüzden birer saygı ifadesi olan “Şerif” ve “Saadet” gibi nitelemelerle birlikte anılıyor. Asırlardır bir tek tel bile olsa, özenle muhafaza ediliyor. Balmumuyla kapalı şişelere konuluyor; kırk kat bohçaya sarılarak saklanıyor. Ya altın çerçeveli akikten yapılmış ufak bir kutu, ya da özel yapılmış ufak silindir biçiminde billur bir zarf içine konuyor. En iyi cins şaldan veya üzeri sırma işli, kenarlarına sırma saçak dikilmiş, birbirinden farklı boyutlarda otuz kadar bohçaya, önce en ufağından başlamak üzere sarılıyor. Özellikle Kadir gecelerinde ziyarete açılıyor. Evlerde, köşk veya konaklarda “Lihye-i Saadet Dairesi” açılıyor. Bu odalar duvarından kapısına çok büyük özenle boyanıyor ve donatılıyor. İşte bütün bunlar, Resulullah (a.s.m.) sevgisinin, Resulüllah’a (a.s.m.) bağlılığın en dikkat çekici örnekleri arasında yer alıyor. Bir sakal telinde sembolleşen bu muhabbet ve sadâkat, nesiller boyunca bir manevî miras olarak elden ele, gönülden gönüle aktarılıyor.

PEYGAMBER SEVGİSİNİN KAYNAĞI

hz. muhammed ve gulİnsanlar, yaratılışlarından kaynaklanan bir özellikle, güzel, mükemmel ve erişilmez olan her şeye karşı müthiş bir sevgi ve muhabbet besler. En dar dairede de en geniş dairede de bu özelliği her an kendisini gösterir. Hattâ, karşılaştığı güzelliğin ve mükemmelliğin derecesi arttıkça, o şeye karşı duyulan sevginin derecesi ve şiddeti de artar. Küçük bir çiçekteki güzelliğe duyduğu hayranlıkla, bütün kainatta gizli sayısız güzelliklere duyduğu sevgi elbette bir değildir. Sevgi ve muhabbetin harekete geçtiği yer insanın kalbidir. İnsandaki bu küçücük merkez, küçüklüğüne ters orantılı olarak, bütün kâinatı sevecek, bütün kainattaki güzelliklere aşk derecesinde muhabbet duyacak kadar geniştir. Kâinat genişliğinde bir aşkı kuşatabilecek bir kalbe sahip olan insan, bu potansiyeliyle bir adım daha ileri giderek, kâinatın Sahibi ve Yaratıcısına karşı eşsiz ve sınırsız bir muhabbeti de kalbinde barındırabilir. Zira Cenab-ı Hak, aslında kalbe o yeteneği de vermiştir. Çünkü insanın asıl görevi Allah’a kulluk olduğuna göre, bu kulluğun özü ve ruhu olan Muhabbetullahı, yani Allah sevgisi ve aşkını elde etmeye elverişli yaratılmış olması gereklidir. Zaten öyledir.

Diğer yönden Cenab-ı Hak, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkları eşsiz bir sevgiyle sevdiğini yarattığı her şeyle göstermiştir. Yarattığı her bir güzellik, akıl almaz mükemmellikteki sanat eserleri ve harikulâde mucize işlerle bu İlahî sevgi bütün alemi kuşatmıştır. Böylesi eşsiz ve benzersiz bir muhabbete elbette muhabbetle mukabele etmek gerekir. Bunu yapan, bunu gerçekleştirebilen kullarını Allah, her şeyden daha fazla sevecektir. Cenab-ı Hak, kullarının kendisini nasıl seveceğini, bu sevgilerini en önemli ve en güvenli bir yöntemle nasıl sergileyebileceklerini şu âyet-i kerimede bize bildirir “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”1 Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar isimli eserinde bu ayeti yorumlarken şöyle der; “Şu ayet diyor ki: Allah’a (celle celâlühu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”2

Bu âyet-i kerimeyi mantıkta kullanılan, çok kuvvetli ve kesin olarak kabul edilen bir metodla, “Kıyas-ı İstisnâî” yöntemiyle ele almak mümkündür. Bir örnek eşliğinde açıklayalım: “Güneş çıkarsa gündüz olur” cümlesi bir hükmü ihtiva eder. Bu hükümden hareketle, eğer “güneş çıktı” denilmişse anlaşılır ki, “şimdi gündüzdür.” Tam tersi olarak “güneş yok” denilmişse, peşinden hemen “gündüz değil” hükmü verilecektir. Bu kıyas yöntemi ve verdiğimiz örnekten hareketle mezkur âyet-i kerimeyi tekrar ele alalım: Bir insan için en mühim ve en yüce maksat, aslında Cenab-ı Hakkın muhabbetine mazhar olabilmektir. Bunun için Allah’ı sevmek, O’na muhabbet etmek şarttır. Eğer Allah’a muhabbet varsa, O’nun habibi, yani en sevgili kulu olan Hz. Muhammed’e (a.s.m.) tabi olunması gerekir. Eğer tabi olunmuyorsa Allah’ı sevme söz konusu değildir. O halde bir kul ne ölçüde Habibullah’a uyarsa, o ölçüde Allah’ı seviyor demektir.3

Sevgi yerine iman cihetinden de aynı bağlantı kurulabilir. Çünkü Allah’a iman eden kimse, elbette O’na itaat edecektir. O’na itaat yolları içinde en makbulü, en istikametlisi, en kısası ve en güvenlisi hiç şüphesiz Habibullah’ın gösterdiği ve bizzat takip ettiği yoldur.

HEDEF DEĞİL VESİLE

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İslâm tarihi boyunca Müslümanlar Allah ve Resulüne olan muhabbetini, sevgi ve hürmetini her alanda olduğu gibi, Resulüllah’tan kalan bir sakal teline dahi en üst seviyede sergilemişlerdir. Ancak bu noktada, Peygamber sevgisi ve bu sevginin bir yansıması olan Sakal-ı Şerifler hakkında bazılarınca dillendirilen veya akıllara takılan bir kısım soruları göz ardı etmemekte fayda vardır. Örneğin bir sakal veya saç teline bu kadar hürmet gösterilmesi bazılarınca abartılı veya hatalı görülmektedir. Belki bazı insanlarımız, bu saygının mahiyetini ve derinliğini idrak edemeyip, sadece zahirî bir bağlılıktan öteye geçmeyebilir. Belki bazılarının zihninde, günümüze kadar çok sayıda Sakal-ı Şerifin gelmesiyle ilgili bazı soru işaretleri belirebilir. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar isimli eserinde, bu konuda gayet önemli açıklamalarda bulunur. “Hadîsçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Lihye-i Saadetinden düşen saçların taneleri mahduddur (sınırlıdır). Otuz-kırk tane veya elli-altmış tane gibi az bir miktarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü” dedikten sonra, “Lihye” kavramıyla ifade edilen mânânın sadece “sakal”dan ibaret olmadığını, bu tellerin içinde saçların da bulunduğunu ifade eder.

Hz. Peygamber’in (a.s.m.) saçını ve sakalını traş ettirdiği zaman, Sahabe-i Kiram tarafından saklanarak muhafaza edildiğini ve bu tellerin nesilden nesile, büyük bir özenle aktarıldığını söyler. Said Nursî, bu açıklamanın ardından, bu kez kendi zihnine gelen bir soruyu aktarır. Binlerce camide ve ziyaretgâh özelliğini taşıyan yerlerde bulunun saç veya sakal tellerinin gerçekten Hz. Peygamber Efendimize ait olup olamayacağı üzerinde düşünür. Bu yöndeki sorgulamalarının ardından, genelde dikkatlerden kaçan bir noktaya temas eder. Ona göre, saç ve sakal telleri çok önemli bir mânâya ulaştıran bir “vesile” olma özelliğine sahiptir. Resulüllah’ı (a.s.m.) hatırlamaya, ona salâvat getirmeye, bir hürmet ve muhabbete medârdır. “Vesilelik ciheti o şeyin zatına bakmaz, vesilelik cihetine bakar” genel hükmünden hareketle, bir saç veya sakal teli gerçekten Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olmasa bile, zâhir hâle göre halk tarafından böyle telâkki edildiği; vesilelik vazifesini ifa ettiği; hürmete, teveccühe ve bağlılığa vesile olduğu için taşıdığı değerden hiçbir şey kaybetmeyeceğini dile getirir. Ancak bu konunun ve yaklaşımının bir istisnasına dikkat çeker. O da, Lihye-i Şerif telakkî edilen bir telin, gerçekte Hz. Peygamber’e (a.s.m.) ait olmayabileceğidir.

SÜNNETE BAĞLILIĞIN ÖNEMİ

Bediüzzaman’ın bu yaklaşım tarzı, aslında sadece bu konuya mahsus değildir. Özellikle “vesilelik” kriteriyle birlikte, içinde bulunduğumuz şartları dikkate alarak, Sünnet-i Seniyyeye tabi olma konusunda da çeşitli yorumlarda bulunur. “Ümmetin fesadı zamanında kim benim sünnetime sımsıkı sarılırsa, yüz şehidin sevabını kazanır”4 hadis-i şerifine getirdiği yorum, bu konudaki en açık ve dikkat çekici örneklerdendir. Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere basit de olsa Sünnet-i Seniyyeye tabi olmak, onun herhangi bir kuralına uymak hakikaten çok değerlidir. Özellikle İslâmiyetin özüne aykırı bir takım uygulamaların, yani bid’atların ortalığı adeta istilâ ettiği bir ortamda sergilenen bir bağlılık çok önemlidir. Hattâ Sünnetin en küçük bir adabını ve kuralını yerine getirmek dahi ileri seviyede bir takvâyı ve güçlü bir imanı gerektireceğinden, çok büyük önem taşıyacaktır. Zira bu en küçük uygulama, böylesi bir ortamda zihinlere Resul-ü Ekrem’i (a.s.m.) getirecektir. Böyle bir hatırlama ise, insan zihnini doğrudan doğruya İlahî emirlerle muhatap kılacaktır. Dolayısıyla basit ve sıradan, ama Sünnet dairesinde olan bir davranış sevap-günah kavramlarını gündeme getirecektir. Sünnetin küçük bir adabına riayet eden, bu hassasiyeti gösteren bir kimse ise Allah’ın emirlerine ve yasaklarına daha fazla dikkat edecektir.

SONUÇ

Cenab-ı Hakk’ın rahmeti nasıl bütün âlemi kuşatmışsa, muhabbeti ve sevgisi de bütün kâinatı ihata etmiştir. İlahî muhabbete mazhar olan sayısız varlıklar içindeki en yüksek makam ise Hz. Muhammed’e (a.s.m.) mahsustur ki, bu yüzden ona “Habîbullah” unvanı verilmiştir.5 Muhabbetullaha, yani Allah sevgisine vâsıl olabilmek, O’nun en sevdiği kulu ve Resulünü sevmeyi gerektirir. Resulüllah sevgisinin göstergesi Sünnet-i Seniyyesine tabi olmaktır. Habîbullah’ı sevmek, ondan gelen, ona ait olan her şeyi sevmektir. Ondan miras kalan bir saç veya sakal teline gösterilen sevginin kaynağı işte budur. Bu öylesine ulvî bir sevgi ve muhabbettir ki, o muhabbetle Müslümanlar gerektiğinde o mukaddes emanet için gözlerini kırpmadan hayatlarını fedâ etmişlerdir. İşte bu yüzden, bir tek sakal saç telini “Şerif” demişler ve “Saadet” kaynağı olarak görmüşlerdir. O bir tek telin ardındaki Muhabbetullâha erme emelini ve gayesini gütmüşlerdir. İşte o niyettendir ki, belki bir tek Lihye-i Şerif üzerine büyük devletler, muazzam medeniyetler kurmuşlardır.

1. Âl-i İmrân Suresi, 3:31 2. Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar 3. a.g.e. 4. İbn Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ 5. Mektubat

Veli Sırım / Zafer Dergisi