Etiket arşivi: vazife

Dikkat! Yaz mevsimi geliyor..

Bediüzzaman Hazretleri (R.A.) yaz mevsimi ile beraber gelen maddi ve manevi rehavete karşı bizleri uyarmış ve vazifelerde atalet göstermememiz için  vazifemizin ehemmiyetini ihtar eden, gayemize hasr-ı nazar ettiren şu izahları yapmış:

Aziz, sıddık kardeşlerim!

[Bir suale mecburî cevabın tetimmesidir.]

Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-aver mes’elelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve’nin Dördüncü Mes’elesini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.

Evet ehl-i dünyanın bütün muazzam mes’eleleri, fâni hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle; kader-i İlahî onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları; fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î isbat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikatı göstermişiz.

Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’an ile cidaldeyiz. Onların en büyük mes’elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes’elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes’elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük mes’elelerini merakla takib ediyoruz. Bu âyet لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi’ etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.

Emirdağ Lahikası-1 ( 43 )

——————————————————————————————————————————————————

Biliniz ki; şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. Benim gibi, zaîf, fikri çok cihetlerle inkısam etmiş bir bîçareye yükletmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel ve mutlak hakaik; biz, zahirî vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise; kıymetdar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekaleten tafsilâta, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.

Bilirsiniz ki; yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütura düşüp, ta’til-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaik ile tam meşgul olamıyor. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden iki senedir ciddî hakaike nisbeten yemişler, fakiheler nev’inden tevafukat-ı latife ile ezhanımızı taltif etti, zihnimizi neş’elendirdi. Kemal-i merhametinden o tevafukat-ı latife meyveleriyle, ciddî bir hakikat-ı Kur’aniyeye zihnimizi sevketti ve ruhumuza o meyveleri gıda ve kut yaptı. Hurma gibi, hem fakihe, hem kut oldu. Hem hakikat, hem zînet ve meziyet birleşti.

Barla Lahikası ( 138 )

——————————————————————————————————————————————————

Sâniyen: Muvakkat bir fütur, bir tenbellik sizde ârız olduğunu yazıyorsunuz. Baharda kanın galeyanından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluğundan neş’et eden ve müstemi’lerin kalbleri işlere teveccüh etmelerinden tevellüd eden rehavet ve füturdan başka, meyanımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtasıyla, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in’ikası ve sirayet etmesi mümkündür.

Merhum Abdurrahman’ın vefatı zamanında bilmediğim halde, o münasebet-i ruhiye cihetiyle fazla bir sarsıntıyı Ramazan-ı Şerifte hissettim. Şimdi anladım ki, şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in’ikasat vardır.

Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin: Biri, kardeşim Hulusi Bey’in vazifesini; biri de, evlâd-ı maneviyem ve biraderzadem ve bir dehâ-i nuranî sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakikî bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telakki ederdi, öyle de sahib oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahib ol. Hakkı Efendi’ye söyle ki, o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.

Barla Lahikası ( 249 )

 

Dünyayı Kurtarmak Mı?

“Kâinatta en mühim vazife gönüllerle Allah’ı buluşturmaktır.” diyor büyüklerimiz.

“Zira Allah (celle celâlühû) en seçkin kullarını bu vazifeyle göndermiş. Daha büyüğü olsaydı o kullarını onunla serfiraz kılardı. Fakat böyle kudsî bir vazifenin imtihanları da elbette ağır olur.”

“Mağnem nisbetinde mağrem” yani “mükâfât oranında sıkıntı” sözleriyle ifade edilen bir hakikat elbette insanlığa hizmet vazifesinde de geçerlidir. Çünkü hayırlı şeylere zarar vermek için pusu kurmuş bir çok mâni vardır.

Bedîüzzaman Hazretleri bu yolda insanların karşılaşabileceği en önemli imtihanları “hücumât-ı sitte” isimli risalesinde değerlendiriyor. Şeytanın bu asırda insana yaklaşabileceği en tehlikeli alanlardır onlar. Şeytan, bu alanları değerlendiremediğinde daha masumca ve daha gizli düşüncelerle kendini insanlığa adamış Hak erlerini engellemeye çalışır. Zannediyorum bunlardan bir tanesi de gerek insanın kendi nefsinden gerekse çevresinden gelen “dünyayı sen mi kurtaracaksın!?” sözleridir.

Belki çoğumuzun başına gelmiştir; beraber bulunduğumuz insanlarla birlikte bir fedakarlık zemininde biraraya geldiğimizde ailemizden veya akrabalarımızdan bazı nasihatlar işitmişizdir.

Vaktini niye böyle şeylere harcıyorsun? Paranı niye gereksiz şekilde hem de karşılıksız olarak veriyorsun? Senden başka insanları kurtaracak yok mu? El-âlem nasıl yapıyorsa sen de öyle yap!” gibi nasihatlarla âdeta imdadımıza yetişmek istemişlerdir. Bazen böyle düşünceler nefsin hırıltıları olarak da karşımıza çıkmaktadır.

Şeytan, “üç-beş tane insana yardım edip onların elinden tutmakla insanlık ne kazanacak sanki?” gibi düşüncelerle, yapmış olduğu vazifeleri insana küçük ve değersiz gösterebilmektedir. Halbuki Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam), “bir kişinin hidayete gelmesini dünya ve içindekilerden daha önemli” görüyor. Buna işaret eden âyet-i kerîmelerde de “bir insanın ihyâ edilmesi bütün insanların ihyâsı gibi; bir insanın öldürülmesi de bütün insanların öldürülmesi” olarak değerlendiriliyor.

Her şeyden önce bütün insanlara fayda sağlayacak bir şeyler yapmak için mutlaka çok ses getiren veya herkesin haberdar olacağı şeyler yapmak gerekmemektedir. Topluma faydalı olmak sadece siyasî bir oluşumun içinde olmak demek de değildir. İnsanlara hizmet vazifesini hakkıyla yerine getiren insanların hayatlarına baktığımızda bunu daha iyi anlayabilmekteyiz.

Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yeni bir dini tebliğ ederken büyük oluşumlara girmiyor teker teker fertlere anlatıyordu. Önce Hazreti Hatice validemiz, sonra da Hazreti Ebu Bekir efendimiz O’na inandı. Sonra da O’nun etrafında ilk safı teşkil eden insanların çoğu Hazreti Ebu Bekir efendimiz’in vesilesiyle İslamla tanıştı. Hazreti Hatice validemiz de servetini Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)’a yardım için tüketmişti. Bütün insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmak için gönderilen bir zât bile senelerce bir kaç kişiyle davasını devam ettirdi. Demek ki önemli olan, eldeki fırsatları değerlendirmek ve gerek maddi imkanlarla gerekse bilgi, tecrübe ve rehberlikle, ulaşılabilinen insanların elinden tutmaktır.

Sahabe efendilerimizden asrımızın büyüklerine kadar birçok zât himmetlerini insan yetiştirtirmeye yoğunlaştırmış, eser telif etmiş ve bu vesileyle insanlığa faydalı olmaya çalışmışlardır. Ve biz bugün devletler kurup dağıtan insanlardan ziyade bu zâtların tesirini müşahede etmekteyiz. İmam-ı Âzam hazretleri yetiştirdiği bir çok talebenin yanında İmam-ı Muhammed, İmam-ı Ebu Yusuf gibi müctehit talebeler de yetiştirmiş ve bu gün milyonlarla insanın kabullendiği bir mezhebin oluşmasına vesile olmuştur. Onların gayretleri sayesinde bizler dinimizi daha iyi anlıyor ve yaşama imkanı buluyoruz. İslam tarihinde bu şekilde semere veren bir çok alim zât göstermek mümkündür.

Üstad hazretleri de insanların imanlarının tehlikede olduğu bir dönemde yazdığı eserler ve yetiştirdiği talebelerle insanlığın imdadına koşmuş ve toplumda baş gösteren hastalıklara derman olmaya çalışmıştır. O, az sayıdaki talebesini çeşitli yerlere göndermiş ve o yerleri iman hesabına nurlu olarak görmüştür. Onun zamanında maddi imkanı olan bu imkanıyla ona destek vermiş, olmayan da bizzat kendisi işin içine girerek çalışmıştır. O gün o zatlar yaptıkları işin bütün dünya adına bir hizmet olduğuna inanıyorlardı ve sadece kendilerine düşen vazifeyle meşgul oluyorlardı. İnsanların önem verdiği meseleler onları hiç ilgilendirmiyordu. Bu gün biz onların sayesinde imanımızı takviye edip tahkîkî hale getirecek eserleri okuyabiliyoruz.

Bugün insanlığa hizmet etme ortamı bulunmaktadır. Belki günümüzde buna her devirde olduğundan daha fazla ihtiyaç vardır. Önemli olan bize bahşedilen lütufları değerlendirmektir. Dünyanın dört bir yanına hicret edip gönüllere ulaşmayı arzulayan gönül muhacirleri belki dünya için en mühim şeyleri yapıyorlar.

Kendisine hak ve hakikatın anlatıldığı dört-beş insan belki de ileride kendi ülkeleri ve kendi milletleri için faydalı olacak bir çok şeye vesile olacaklardır. Dolayısıyla hem anlatanlar, hem maddi imkanlarıyla yardım edenler, hem gönüllerinde bu muhacirleri ağırlayanlar ve hem de dünya kazanmış olacak. Dünyayı kurtarma iddiasıyla değil de kendini insanlığa hizmete adamış insanların içinde bulunma arzusu ve gayretiyle vazifelerimizi kudsî görmeli ve hakkıyla yerine getirmeliyiz. Zannediyorum şeytanın vesveselerine karşı da ancak böyle dayanabiliriz.

Abdullah Kadiroğlu/herkul.org