Etiket arşivi: Yavuz Bahadıroğlu

Engelsiz Tarihimiz!

“Bir âmâyı kırk adım götürene cennet vacip olur” hadisini hayata tatbik eden ceddimiz engelli vatandaşları için sayısız vakıflar kurmuş. Görme engelliler için Sivas’ta vakıf var mesela. Görme engelliler medreselerde hafız yapılmış ve iaşesini devlet karşılamış. Camilere müezzin tayin edilmişler, mevlidhan olmuşlar ve nafakalarını çıkartmışlar.

Biliyorsunuz, Şuayb ve Yakup aleyhisselam âmâ idiler. Görme engelli kişilerin nübüvvet makamına çıkarılması ne kadar ilginç ve geleceğe mesaj açısından ne kadar manidar…

Demek oluyor ki, insanın engeli, onun peygamber olmasına bile engel değil.

O zaman hiçbir şeye engel olmamalı.

Zaten Allah insanların şekline değil, kalbine bakar.

Ashabdan görme engelli bir Abdullah bin Ümmi Mektûm var. Peygamber Efendimiz yirmi yedi defa Medine dışına çıkmış ve on üçünde Abdullah bin Ümmi Mektûm’u kendi yerine vekil tayin etmiş.

Hadis-i şerifte, “Bir âmâyı kırk adım götürene cennet vacip olur” buyruluyor. Bir âmâyı, bir engelliyi kırk adım götüren ya da ona yardımcı olan insana cennet vaat ediliyorsa, o engeli yaşayana kim bilir ne nimetler var?

Yazık ki günümüzde çoğumuz bu açıdan bakamıyoruz. Ama Osmanlı bu açıdan yaklaşmış sanırım. Özürlü vatandaşları için sayısız vakıflar kurmuş… Arşivlere girdiğimizde bunları görüyoruz. Görme engelliler için Sivas’ta vakıf var mesela… Siirt’te vakıf var. Ayrıca Osmanlı, görme engellileri medreselerde hafız yapmış ve iaşesini devlet karşılamış. Bu alan görme engelliler için bir meslek alanı olmuş. Camilere müezzin tayin edilmişler, mevlidhan olmuşlar ve nafakalarını çıkartmışlar.

Evliya Çelebi’nin notlarından, 1500-1700’lerde Osmanlı mahkemelerinde hizmet veren bir sağırlar topluluğu olduğunu anlıyoruz.

Dilsizlerin eğitimi için ilk mektep 1889 yılında Sultanahmet’teki Hamidiye Ticaret Mektebi bünyesinde özel bir bölüm olarak açılmıştır.

İlk İşitme Engelliler Okulu, II. Abdülhamid tarafından, 1902’de kuruldu: Yıldız Sağırlar Okulu. Bu okulda, günümüz Türk İşaret Dili’nin muhtemel alt yapısını oluşturan Osmanlı İşaret Dili, öğretmenler tarafından okullarda sözel dille beraber kullanılıyordu. Tıpkı yazılı dilde olduğu gibi, bu okulda kullanılan işaret alfabesi de şu anda kullanılan alfabeden farklıydı. Bu okullarda Batı’da kullanılan işaret dillerinin kullanıldığına dair de hiçbir kanıt yoktur.

Osmanlı’da engellilerin tedavisi

Bedensel engellilere yönelik yardım çalışmaları Osmanlılara hatta Selçuklulara dayanıyor. Selçuklular devrinde bir yardım kurumu olarak faaliyet gösteren Ahilik teşkilatının engellilere de hizmet götürdüğünü çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz.

II. Abdülhamit tarafından kurulan Darülaceze bünyesinde kimsesiz, fakir, çalışamayacak olanların yanısıra bedensel engelliler de barındırılmıştır.

Türkiye’de ilk rehabilitasyon çalışmalarına Bursa’da başlanmıştır. Harp sakatlarına protez sağlamak amacıyla 1918 yılında bir atölye açılmıştır. Bugünkü adı Bursa Kara Kuvvetleri Komutanlığı Fizik Tedavi Hidroklimatoloji ve Rehabilitasyon Hastanesi olan Bursa Askerî Hastanesi,1922 yılında Kurtuluş Savaşı’nda yaralananlar ve sakatlar için kurulmuş ve bunların bakımı, tedavisi ve tertipleri yapılmıştır.

Osmanlı dönemi incelendiğinde ruhsal ve zihinsel engellilerin tedavilerine büyük önem verildiği ve tedavileri için her türlü imkânın seferber edildiği görülmektedir.

Aynı dönemlerde Avrupa’da akıl hastaları “içlerinde şeytan var” denilerek yakılırken, Osmanlı’da ruhsal ve zihinsel engelliler müzik ve suyla tedavi edilmekteydi.

Osmanlı döneminde sadece ruhsal ve zihinsel engellilerin tedavi edildiği yerlere “bimarhane” denilmekteydi. Bimarhane kelimesinin zaman içerisinde anlam kayması sonucu “tımarhane” gibi sadece akıl hastanelerinin tedavi edildiği yer anlamına geldiği kabul edilmektedir.

İmparatorluğun en parlak devrinde Mimar Sinan tarafından İstanbul’da inşa edilen, bugüne sağlam durumda ulaşan Haseki Hastanesi (1538-1550), Süleymaniye Külliyesi’ndeki şifahane ile tıp medresesi (1550-1557) ve Atik Valide Hastanesi (1583-1587) her türlü hastanın yanısıra akıl hastalarının da tedavi edildiği ünlü Osmanlı hastaneleridir.

Edirne’deki II. Bayezid Darüşşifası, gerek ilk defa az personelle yüksek randıman almayı amaçlayan merkezî sistemi ve gerekse o döneme göre çok ileri hatta 18-19. yüzyıllardaki hastane yapılarına ışık tutacak kadar mükemmel hastanelerden biridir.

Osmanlı’da “bizebanlar”

Bizebanlar, Osmanlı devlet örgütünde sarayda ve Babıâli’de görevli dilsizler… Farsça “dilsiz” sözcüğünün karşılığı olan “bizeban”dan gelmektedir. Gizli konuşmaların dinlenilmemesi, birtakım sırların dışarı sızmaması için Fatih zamanından beri var olan bir kurum… Kurumda istihdam edilen dilsizler, başdilsizin yönetiminde çalışırdı. Kıdemleri arttıkça, “soyunuk eski” ve “bıçaklı eski” gibi unvanlar alırlardı.

Önceleri yalnızca saraylarda padişahların hizmetinde görevlendirilirken, giderek sadrazamların ve öteki üst düzey yöneticilerin gizli oturumlarında hizmet etmeye de başladılar. Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar bu gelenek sürdü.

Devletin sırları, konuşma ve işitme engellilere emanetti…

Osmanlı Sarayı’nda padişahın çalışma ofislerinin bulunduğu iç kısımda sağır ve dilsizler görev yapardı; devlet adamları bunlarla anlaşabilmek için dillerini öğrenmek zorundaydı. Bunların anlaşmak için kendilerine mahsus işaretleri ve el hareketleri vardı. Bunlara “dilsiz dili” denirdi. Bütün saray halkı bu dili öğrenmişti.

Padişahın huzurunda konuşmak ayıp sayıldığı için saraylılar bu dille anlaşırlar, hatta başka zamanlarda bile bu dille birbirlerine hikâyeler anlatırlardı. Dilsiz dili sarayda neredeyse moda olmuştu. Sağır-dilsiz görevliler Tanzimat’ın ilanından sonra kurulan meclislerde ve heyet-i vükelâ denilen bakanlar kurulunda kullanıldı.

Saray cüceleri

Genel olarak bu sınıfın saraydaki konumu şöyle açıklanabilir: Tarihte bütün dünyada görülebilen saray soytarısı bulundurma geleneği Osmanlı’da bir başka şekilde ortaya çıkmış ve sarayda cücelerin istihdamı başlamıştır.

Dünyada birçok ülkede görülen saray soytarısı bulundurma geleneği Osmanlı’da pek fazla yer tutmamıştır. Ama cücelere yer verilmiştir. Daha ziyade bedenî mükemmeliyet gerektirmeyen işlere bakarlardı. Mesela Enderun’da hafızü’l-kütüplük, yani kütüphane memurluğu yaparlardı. Kabiliyetli olanları “Pars Kethüdalığı”na yükselerek ülkedeki hastahanelerin gelir ve masraflarına bakarlardı.

Hoş sohbeti, tatlı dili, hatta umumî kültürüyle padişahın nedimi demek olan musahipliğe kadar çıkanları bile vardı.

Görme engelli mimar Carlos Mourao Pereira “İstanbul’a ve Osmanlı mimarisine hayranım, çünkü tarihî mekânlar engelliler hesaba katılarak inşa edilmiş, tüm duyulara hitap ediyor” diyor. “Artık mimarî yapılarda avlu kullanmıyorlar. Oysa avlular görme engellilerin sesleri daha iyi algılayıp rahatsız olmadan bulunabilecekleri mekânlar; Süleymaniye bu anlamda muhteşem.”

İstanbul’da tarihî mekânların birçok duyuya hitap edecek şekilde yapıldığını anlatan Mourao, “İstanbul’daki tarihî mekânlarda bulunmaktan keyif alıyorum. Mimarî öyle olağanüstü ki akustik ve kokular sayesinde mekânı algılayabiliyorum” diyor.

Yavuz Bahadıroğlu / Moral Dünyası Dergisi

Kahramanlar niçin yok edilmeye çalışılıyor?

Tarihimizde efsaneyle dönüşmüş ne kadar sembol isim ve olay varsa, adım adım nisyana (unutulmaya) fırlatıyorlar. Maksat, gençliği örneksiz ve kahramansız bırakıp hem gurur kaynaklarını, hem de ilham kaynaklarını yok etmek… Çünkü hiçbir millet kahramansız yaşayamaz.

“Fetih ekseni” birbirini tamamlayan üç “sembol insan”dan oluşuyor…

Bunlardan biri Fatih Sultan Mehmed, biri Akşemseddin, üçüncüsü Ulubatlı Hasan’dır.

Bu terkipte Fatih adaleti, asaleti, liyakati ve devleti; Akşemseddin (diğer hocalarla birlikte) ilmi, hikmeti, marifeti, himmeti; Ulubatlı Hasan ise izzeti, cesareti, gayreti, fedakârlığı temsil ediyorlar.

Millet bu terkibi yeniden bir araya getirebilirse, başka biçimde fetih yolları önünde tekrar açılacaktır.

Sanırım “Ulubatlı Hasan diye biri yok” diyenler, onu tarihten silmeye çalışanlar tarihsel bir gerçeği yakalama peşinde değil, nesilleri ondan mahrum bırakmak suretiyle o muhteşem terkibin dirilişini engelleme derdindedirler.

Sadece onu değil, efsaneyle dönüşmüş ne kadar sembol isim ve olay varsa, adım adım nisyana (unutulmaya) fırlatıyorlar.

Maksat, gençliği örneksiz ve kahramansız bırakıp hem gurur kaynaklarını, hem de ilham kaynaklarını yok etmek…

Çünkü hiçbir millet kahramansız yaşayamaz.

Amerika bile onca teknolojik ve ekonomik gelişmesine rağmen, kahramansız yapamamış, sığır çobanlarını (kovboyları) kahramanlaştırıp çocuklarına “örnek” göstermiştir.

Ulubatlı kimdir?

Bir taraftan, “Ulubatlı Hasan yok” diyorlar…

Bir taraftan, fetih esnasında gemilerin karadan yürütülmediğini, havan topunun savaş meydanında Fatih tarafından icat edilmediğini savunuyorlar…

“Ulubatlı Hasan diye biri yok” diyenlere küçük bir hatırlatma yapayım…

Kemalpaşazâde’nin “Tarih-i Feth-i Kostantınıyye”sinde (Süleymaniye Kütüphanesi, Şehit Ali Paşa, nr. 2720/14, vrk. 217/a; Clot, Fâtih, 63-65); Aksun’un “Osmanlı Tarihi”nde (c. I, sh. 141-142); Uzunçarşılı’nın “Osmanlı Tarihi”nde, (c. I, sh. 487-488, II, 9-11); Bizans tarihçisi meşhur Ducas’ın “Bucarest”inde ve daha pek çok yerli yabancı tarihçilerin tarihlerinde Ulubatlı Hasan var.

Anlatıldığı kadarıyla hayat hikâyesi, gerçekten de “hikâye tadında”dır…

Kitaplarda dağınık şekilde anlatılanları birleştirdiğimizde, ortaya çıkan o ki, Hasan, zaman zaman haber alma servisinde çalışan genç, güvenilir bir yeniçeri subayıdır…

Fetih sırasında, kumanda ettiği birlikle en ön safta yer almak için çırpınmış, sonunda emeline nail olup bayrağı burca ilk dikme şerefine eriştikten sonra rütbelerin en büyüğüne ulaşmıştır: Şehitlik…

İstanbul’un fethi, Ulubatlı Hasan’sız eksik kalır. Maksat zaten budur: Feth-i Mübin’in eksik kalması…

Önce Urban Usta’yı icat ettiler: “Bizans surlarını tarumar eden büyük topları Urban Usta döktü” dediler…

Yani “Avrupalılardan biri işin içinde olmasaydı, Osmanlılar Bizans’ı fethedemezdi” demeye getirdiler…

“Bizans’ın fethini bile Avrupalı beynine borçluyuz” mesajı verdiler.

Ardından Fatih gibi bir Peygamber müjdesine içki içirdiler. Yetmedi, bir de “cinsî sapık” ilan ettiler…

Arkası geldi: “Gemiler karadan yürütülmedi, havan topu savaş meydanında Fatih tarafından icat edilmedi…”

Derken, sıra Kanuni’ye geldi: “Muhteşem Yüzyıl” denen öyle bir diziyi piyasaya (ekrana) sürdüler ki, sonunda Başbakan bile isyan etmek zorunda kaldı.

Hürrem Sultan başta olmak üzere, tüm devir ve hanedan karalandı…

Kanuni, ömrünü Harem’de geçirmiş umursamaz bir padişah olarak takdim edildi…

Osmanlı Sarayı, Roma Sarayı’ndan beter entrikaların döndüğü bir “entrika merkezi”ne dönüştürüldü…

On iki yaşında Osmanlı şehzadelerine, bugün “sanat çevreleri” denen çevrenin yaşadığı “sapma”ların envai çeşidi yaşatıldı…

Hanedan, “Çıkarından ve zevk u sefasından başka bir şey düşünmeyen” insanlar olarak tanıtıldı…

Kısacası, Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlatılan “geçmişi karalama kampanyası”, tüm iletişim kanalları kullanılarak daha etkili şekilde gündeme getirildi…

Sırada Seyit Onbaşı var

Yani “yok etme kampanyası”ndan sadece Ulubatlı Hasan değil, tüm kahramanlar nasibini aldı. Nihayet sıra Çanakkale kahramanı Seyit Onbaşı’ya da geldi.

Önce Zaman Gazetesi’nde yer almış olan bir haberi özetleyelim…

“Emekli Deniz Albay (…), Seyit Onbaşı’nın sırtladığı 276 kiloluk mermiyle Fransız zırhlısı Ocean’ı batırmasının gerçek olmadığını iddia etti. Gelibolu Tarihî Millî Parkı Müdürlüğü’nün alan kılavuzları için düzenlediği seminerde konuşan Çağlar, Ocean’ın nereden geldiği belirsiz bir mermiyle battığını öne sürdü.”

Fark etmişsinizdir: Olay çok yakın bir tarihte cereyan ettiği için, toptan yok edemedikleri Seyit Onbaşı’nin işlevini yok etmeye çalışıyorlar…

Emekli Deniz Albay (bilmem kim), baklayı ağzından çıkarıyor ve Seyit Onbaşı’nın sırtladığı 276 kiloluk mermiyle Fransız zırhlısı Ocean’ı batırmasının gerçek olmadığını iddia ediyor.

Peki, 18 Mart Deniz Savaşı sırasında Ocean battı mı?

Neredeyse, “Batmadı, Seyit Onbaşı o top mermisini kaldırmadı” diyecekler, ancak ortada fotoğraflar var. Bu yüzden o kadarına artık dilleri varmıyor…

Yani Ocean Zırhlısı battı…

Kim batırdı, o zaman?

Seyid’i aradan çıkardıkları için, tabiatıyla, “şu” diyemiyorlar…

“Belirsiz bir top mermisi batırdı” diye geveleyip topu taca atıyorlar:

Topun nereden geldiği “belirsiz”miş! Bu kadar yakın bir tarihte “belirsizlik” olur mu?

Oluyor…

İşin daha da facia tarafı, ilgililer bu “belirsiz”liğe dayanarak, Seyit Onbaşı’yı, Gelibolu Tarihî Millî Parkı Müdürlüğü’nün alan kılavuzları için düzenlediği kitaptan çıkarıyorlar.

Bize de kala kala, kitaplardan Seyid Onbaşı’yı çıkaranların, Çanakkale’den çıkarılmasını beklemek kalıyor.

Çünkü Emekli Deniz Albayın, “Nereden geldiği belirsiz” dediği o mermi, Seyid’in ateşlediği topun namlusundan gelen mermidir!

Yavuz Bahadıroğlu / moraldunyasi.com

Yavuz Selim’in Alevi katliamı kuyruklu yalandır!

Tarihçi yazar Yavuz Bahadıroğlu, Yavuz Sultan Selim döneminde Alevi katliamı iddialarının kuyruklu bir yalan olduğunu söyledi. Bahadıroğlu, “Yerli ve yabancı hiçbir kaynakta böyle bir belge yoktur. Bu iddiaların çoğu İran Safevi Devleti kaynaklıdır. Bir de İdris-i Bitlisi, Yavuz Sultan Selim’e biat etmiş ve ondan sonra ideal birliği sağlanmıştır.” dedi.

Moral FM’de Fethi Çağıl’ın sunduğu Radyobüs programına katılan tarihçi yazar Yavuz Bahadıroğlu, İstanbul’a yapılacak 3. köprünün isminin Yavuz Sultan Selim verilmesi üzerine bazı yazar ve yayın organlarının ‘Yavuz 40 bin Alevi’yi idam etti’ iddialarını değerlendirdi. Bahadıroğlu, Yavuz Sultan Selim’in 40 bin Alevi’yi katlettiği iddialarının bir zan ve fikirden öteye gitmediğini belirterek “Bunu yapanlar kendilerini muhalefet yapmakla yükümlü sayan bir gruptur. Sosyal medya ya da tweet diye tarihte bir kaynak yok. Bunlar ciddi meseleler. Burada uzmanlık gerektirir.’’ diye konuştu.

Bahadıroğlu, bu iddiaların gerçek olabilmesi o dönemin şehir ve toplum yapısının çok iyi bir şekilde araştırılarak şu bilgileri verdi: O dönemin şehirleri 3-5 bin kişiliktir. En büyük şehirler 10 bin kişilik falan. O dönemin köyleri ise 40 kişilik guruplar halinde. Şimdi 40 bin Alevinin kesilmesi 15 tane şehrin yok edilmesi anlamına geliyor.  Peki, o dönemden bugüne kadar o bölgelerde kaç tane yol ve inşaat yapıldı. Bu öldürüldüğü iddia edilenlerin  kemiklerine ulaşılabildi mi? O kadar kemik nereye gitti? Yavuz Sultan Selim’le ilgili bu iddialar zan. Zaten Türkiye’yi batıran da zandır. Bilimin olduğu yerde senin fikrinin ve zannının bir anlamı yok ki! Bilim konuştuğunda senin susman gerekir. Ciddi kaynaklarımızda ve tarihçilerin belge saydığı hiçbir kaynak böyle bir şeyi doğrulamıyor. 40 bin kişinin 10 bin kişinin öldürüldüğü bir belge yok. Ama iddia var. Vergi gelirlerinin düşmesi ve toplu mezarlarının bulunması var.”

Bahadıroğlu, “Kendilerini muhalefet yapmakla yükümlü sayan bir gruptur. Sosyal medya ya da twet diye bir kaynak yok.” ifadesini kullanarak tarihi kaynaklarla değil de zan ve fikirler üzerine yorumlayanlara “Bunlar ciddi meseleler. Uzmanlık gerektirir. Bilip bilmeden herkesin yorum yapması doğru değil. Tarihi de tarihçiler belgelerle tartışmalı.” diyerek sert çıktı.

Bahadıroğlu, Yavuz Sultan Selim’in çok idealist bir padişah olduğunu belirterek “Sırf Anadolu elden gidiyor, diye babasına iç darbe yapmıştır. O dönemde Şah İsmail Anadolu’da çok fazla hakim olmaya başlayınca devletin elden gideceğini düşünmüştür. Sırf ittihadı İslam yüzünden bunları yapmıştır. Ayrıca Büyük İskender’in geçemediği çölü 13 günde geçmiştir. 8 senelik padişahlık hayatına 80 seneyi sığdırmıştır. Padişahlığı ateşten bir gömlek olarak giymiştir.” diye konuştu. “Sürekli Yavuz Sultan Selim’i konuşanlar neden Şah İsmail hakkında bir şeyler söylemiyor?” sorusunu soran Bahadıroğlu, açıklamalarına şöyle cevap verdi: “Şah İsmail’in öldürdüğü on binlerce Sünni’den kimse neden söz etmez? Annesini öldüğüne dair çok ciddi iddialar var. Kafatasından şarap iddiası var. O dönemde Şah İsmail mezhepçilik yapıyor. Hem şeyh hem de hükümdar. Neymiş çok güzel Türkçe şiir yazmış. Ama o dönemde Şah İsmail’in aklı fikri Anadolu’da. Bir de Şah İsmail’in Müslümanlığı bizim bildiğimiz gibi bir Müslümanlık değil. Allah kavaramı da bizim bildiğimiz gibi değil. Şah İsmail kendisini O’nun yanına koymuş. Niye Osmanlı uleması İbn-i Kemal ve Hamze Bey gibi çok ciddi bir âlem ‘Bunlar kâfirdir’ emri verdi. Bunun yanında ‘Osmanlılar kâfirdir’ hükmünü kendisi veren Şah İsmail’de Anadolu’ya gelmiştir. Kendisinin getirdiği bir din var. O kadar ordunun içine girmiş ki Çaldıran yolunda Yavuz Sultan Selim’in çadırına kurşun yağdırdılar. Eğer Yavuz Sultan Selim, gözü kara bir padişah olmasa ve askerin içine atını sürmese farklı olabilirdi.”

Moralhaber.Net

Başarılı Olmanın İki Sırrı: “Sabır ve Sebat”

O kadar çok “kişisel gelişim” ve “başarı” kitabı pompalandı ki, herkes ister istemez etkilendi… Tabii gençler daha fazla etkilendiler. Sadece Amerikan menşeli “gelişim” kitapları değil, devlet de gençlerini başarıya zorluyor, sınavdan sınava koşturuyor.

Sanki hayat “başarı”dan ibaret! Sanki hayatta başarıdan daha önemli şeyler yok: İman gibi, ebediyet gibi, mutluluk gibi, sevgi gibi, aşk gibi, huzur gibi, aile gibi, duygu gibi…

Ve daha pek-çok şey…

basariBaşarı “makam”, “para” ve “güç” getirebilir, ama bunlar “mutlu” ve “huzurlu” bir hayat için yeterli değil.

Bir sürü ortaokulda, lisede, üniversitede konferanslar verdim. Gelen sorular arasında “Nasıl başarılı olunur?” sorusu başı çekiyor.

Kimse huzur ve mutluluğun yolunu keşfetmeye meraklı değil. Sanırım yetişme tarzından kaynaklanıyor.

Biz çocuklarımızı “adam” olmaya değil, “başarılı” olmaya yönlendiriyoruz. Ancak nasıl başarılı olunacağını söyleyemiyoruz.

Oysa bunun da bir mantığı var ve biz bu mantığı “başarılı” olmuş insanların hayatlarında bulabiliriz…

Öncelikle peygamberlere bakın: “Artık bitti” denilen yerde, sadece imanlarına dayanarak yeniden dirilişi gerçekleştirdiler.

Osman Gazi’ye bakın: “Yapılamaz” denileni yaptı ve hiç yoktan bir devlet kurdu…

Fatih Sultan Mehmed, “alınamaz” denileni (İstanbul) aldı ve devletini imparatorluk burcuna yükseltti…

Selçuklu ve Osmanlı hükümdarlarını bu açıdan bir daha inceleyin: Göreceksiniz ki, başarıya ulaşmanın yolu “sabır” ve “sebat”ı içselleştirmekten geçiyor.

Bunun dünya tarihinde de pek çok örneği var: Meselâ dünyayı değiştirenlerden biri olarak kabul edilen Thomas Alva Edison’un (1847-17 Aralık 1931) hayatına bakın: “Yağ ve fitil olmadan ışık olmaz” diyenlere karşı, “olacak” dedi, “ben dünyayı ampulle aydınlatacağım!”

Herkes onunla alay ederken, o laboratuarına kapanmış, gecesini gündüzüne katıp çalışıyordu. Fakat aksilikler de peşini bırakmıyordu. Bir ara laboratuarında yangın çıktı ve tüm notları yanıp kül oldu.

Herkes Edison’un, “Artık her şey bitti, bu iş olmuyor, zaten ben de yaşlandım” demesini beklerken, o yapacağı yeni başlangıçların heyecanını yaşıyordu.

Edison’un kararlılığını (sebat) okuyamayan genç bir gazeteci yanına yaklaştı ve haline acıyarak, “Çok geçmiş olsun üstat” dedi, “maalesef tüm emekleriniz yandı.”

Çok şükür tüm hatalarım ve yanlışlarım yandı” diye karşılık verdi Edison, “artık sıfırdan başlayabilirim!”

“Yeni başlangıç”ların heyecanını yaşayan Edison, 67 yaşındaydı. Ne yakınıp dövündü, ne de matem tuttu. “Yandım-yıkıldım” nutukları da atmadı. Hiç vakit kaybetmeden yeni bir laboratuar tuttu ve büyük bir heyecanla yeniden çalışmaya başladı.

Öyle bir “yeni başlangıç” yaptı ki, her şeyini kül eden yangının üzerinden henüz bir ay geçmeden, ilk fonograf cihazını yapmayı başardı.

Özetle söylemek gerekirse: Başarının iki ayağından biri “sabır”, ikincisi “sebat”tır!

Yavuz Bahadıroğlu / moralhaber.net

“Ölüm Gerçeği” Karşısında İnsanın Çaresizliği..

Yaşayanları sınırsız övgüye zorlayan şey, sanırım, insanın ölüm karşısında duyduğu derin çaresizlikle ölüye sağken çektirdiklerinin bedelini ödeme arzusudur…

Bir nevi helâlleşme…

Çok büyüktü…

Çok başarılıydı…

Çok müthişti…

Çok çalışkandı…

Çok kararlıydı…

Çok istikrarlıydı…

Çok cesurdu…

Çok muhteşemdi…

Çok becerikliydi…

Çok güzeldi…

Çok yakışıklıydı…

Çok neşeliydi…

Dikkat edin, hepsi “di” ve “dı…

Yani bitti…

Yani öldü!

İnsan ölünce, dünyadaki makam ve mevkiler gibi, sıfatlar da biter…

Dünyevi olan her şey geride kalır…

Değerlendirme kriterleri de doğal olarak farklılaşır…

Meselâ, “iyi insan mıydı?” diye sorgulanır.

Ama bir insanın gerçek anlamda “iyi” mi, “kötü” mü olduğuna, öteki insanlar karar veremez.

Bu kararı ancak ve sadece Allah verir: Allah’ın belirlemesi ise, kendi buyruğunun gereği olarak, dünyevi kriterlere göre değildir…

Yani ne kadar başarılı, ne kadar becerikli, ne kadar istikrarlı, ne kadar ihtişamlı olduğuna bakmaz…

Hükümlerine göre yaşayıp yaşamadığına bakar.

Hükümler belli: En başta “Amentü”nün içinde ne varsa sorgusuz-sualsiz iman…

Bunları tasdik anlamında da “Kelime-i şahadet…”

Sonra namaz…

Oruç…

Hac…

Zekât…

Bir gün bile namaz kılmayan, bir gün bile oruç tutmayan biri şayet “iyi biri” olarak ilân ediliyorsa, bilin ki, kullanılan ölçüler ahrette hiçbir geçerliliği olmayan dünyevi ölçülerdir. Ne yaşayanlara, ne de ölene bir katkı sağlar.

Oysa ölüm en büyük ibrettir! İbret alabilmek açısından, ölçüyü kaçırmamak lâzım…

Övgü yerine “Fatiha” okumanın daha geçerli olduğu bir noktada bulunulduğunu da hatırlamak gerekiyor.

Ölen meşhurları yere-göğe sığdıramamak âdet oldu…

Bir tarafıyla bu yaklaşım güzeldir: Çünkü ölülerimizi iyi sözlerle hatırlamak, Peygamber-i Âlişan’ın tavsiyesidir…

Ayrıca da son derece insancıl bir yaklaşımdır.

İnsanın kıymeti sağken bilinmeli ve kıymetinin bilindiği o insana yansıtılmalıdır.

Bence doğru yaklaşım budur.

Ancak bunu da abarttık: Sağken yüzüne bakmadığımız ya da yüreğine defalarca bastığımız insanlar, ölünce birden “kıymet” haline geliyor…

“Kör ölür, şehlâ gözlü olur” sözünü hatırlatacak değilim, bunun yerine “ölüm gerçeği”ni hatırlatmakla yetineceğim…

Zira bu gerçekle iç içe yaşamak, hatalarımızı bir nebze azaltabilir.

Yavuz Bahadıroğlu / moralhaber.net