Etiket arşivi: Yavuz Bahadıroğlu

Osmanlı İnsanı Cahil Miydi?

Halkının ekseriyeti “cahil” olan bir milletin o kadar uzun süre zirvede kalması şöyle dursun, hatta yaşaması bile mümkün değildir. Osmanlı’nın ise 600 yıllık şanlı bir tarihi var!

osmanlı halk camiden çıkarkenİlkokula başlama yaşı meselesi çok tartışıldı. Hâlâ da tartışılıyor. İş bu noktada kalsa yine susacağım, çünkü eğitim meselesine vakıf pek çok uzman var ülkemizde.

Fakat hem bu, hem de harf inkılâbı bahanesiyle Osmanlı’ya saldırılmaya kalkışılması ve Osmanlı’da yaygın eğitim olmadığı, zaten Osmanlı alfabesinin okuma-yazmayı zorlaştırdığı, dolayısıyla Osmanlı insanının cehalete mahkûm bulunduğu şeklinde yalan yanlış şeyler söylenmesi, hakikat namına ortaya çıkmayı gerektirdi.

Önce, “beş yaşında çocuk eğitimden ne anlar?” diyenlere bir hatırlatma yapayım: Osmanlı’da ilkokula başlama yaşı dört ilâ altıdır. Bu zamana kadar çocuk ruhen eğitime hazırlanır, okula başlama günü geldiğinde de merasimle evinden alınır, bütün öğrencilerle, velilerle birlikte şarkılar, marşlar eşliğinde okula gidilirdi…

Buna “Âmin Alayı” denirdi.

İlkokul süresi dört yıldı. İlköğretim fakir çocuklara ücretsiz (artı iki öğün yemek, elbise ve cep harçlığı), varlıklı ailelerin çocuklarına ücretliydi.

Genel bir eğitim programı elbette ki vardı, ama her okul istediği konulara ağırlık vermekte özgürdü. Kimi musikiye, kimi lisana, kimi sanata, kimi din bilgilerine ağırlık verir, okullar vakıflar tarafından açıldığı için müfredat, vakıf sahipleri tarafından belirlenirdi.

Meselâ, bizim Feridun Bey olarak tanıdığımız edebiyatçımız Ahmed Feridun Paşa, vakfettiği “Muallim-hâne-i Sübyan”da (ilkokul) Türkçe, Arapça ve Farsça öğretilmesini şart koşmuştu.

Kabiliyetler ilkokullarda belirlenir, çocuklar buna göre eğitilirdi. Musikiye kabiliyeti olanlar musiki konusunda, hat sanatına yatkın olanlar hattatlığa yönlendirilir, ağırlıklı olarak bu derslerle ilgilenmesi sağlanırdı.

Meşhur bestekârlarımız Hamamizade İsmail Dede Efendi ile Hacı Arif Bey böyle bir okulda keşfedilmiştir.

Çocuklar, bize telkin edildiği gibi “cahil adam“lar tarafından eğitilmez, iyi yetişmiş bilge hocalar tarafından yetiştirilirdi.

Bunu ben söylemiyorum, Hellert söylüyor:

İlkokul öğretmenleri umumiyetle iyi yetişmiştir. İstanbul, dünyanın bütün başkentlerinden daha fazla eğitim ve öğretim kurumlarına sahiptir.”

Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı Devleti’ni gezen Fransız gezginlerden Belon şöyle diyor:

Her köyde mutlaka bir mektep vardır ve yalnız erkek çocuklar değil, kızlar da okumaktadır.”

17. yüzyıl ortalarında İstanbul’da 2.000 civarında, Amasya’da 200, Erzurum’da 110 sübyan mektebi (ilkokul) vardı.

Bu sayıları şehirlerin o zamanki nüfusuna orantılarsanız, Osmanlı Devleti’ndeki okullaşmanın ne kadar yaygın olduğunu görürsünüz…

O kadar ki, Türkiye Cumhuriyeti, okullaşma ve eğitimdeki çocuk sayısı bakımından Sultan II. Abdülhamid dönemine ancak 1950’lerde ulaşabilmiştir.

Hal böyle iken, “Osmanlı insanı eğitimizdi, cahildi, okul yoktu, okur-yazar sayısı azdı” gibi ifadelerin, Cumhuriyet sonrasında başlatılan “kara propaganda“nın parçası olmaktan öte bir anlam ifade etmediği görülecektir.

Zaten halkının ekseriyeti “cahil” olan bir milletin o kadar uzun süre zirvede kalması şöyle dursun, hatta yaşaması bile mümkün değildir.

Dünyanın ilk “Kamu Yönetimi Okulu” sayılan Enderun ile ilk “Yatılı Kız Mektebi” harem bir Osmanlı buluşudur (Abbasilerde, Emevilerde ve Selçuklularda da harem olmakla birlikte, bunlar mahiyet itibariyle Osmanlı hareminden farklıdır).

Amerikalı uzman Leslie Peirce, harem hakkında arşiv belgelerine dayanarak on yılda hazırladığı doktora tezinde, “Hanedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı, Sultan ailesinin hizmetkârları (cariyeler) için ise bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir” diyor.

Amerikalı ünlü eğitimci Andreas Kazamias’ın “Platon’un ‘İdealimdeki okul’ dediği okul Enderun’dur” derken, Lewis Terman (Stanford-Binet adlı zekâ testini bulan kişi), “Öğrencilerin zekâ seviyesini ölçmek için ilk defa test sistemi Enderun’da uygulanmıştır” diyor.

Malum: Yabancılar söyleyince “bilim”, biz söyleyince “övgü” oluyor.

Yavuz BAHADIROĞLU

Mutluluk Nasıl Yakalanır?

Mutluluk, her insanın arzusudur. Kadın, erkek, çocuk herkes mutlu olmak ister. Elbette mutluluk herkesin hakkı. Ama bu o kadar da kolay değil. Çünkü mutlu olma kriterlerinizi iyi tesbit etmeli ve daha kolaylaştırmalısınız!

Geçirdiği kaza sonucu dostumun bir gözü kör olmuştu. Sürekli yakınıyor, tek gözle yaşayamayacağını, işini bile yapamayacağını söylüyordu.
Dünyaya küsmüş, evden dışarı çıkmaz olmuştu.

Ziyaretine gittiğimde yana-yakıla şikâyetlerini sıraladı. Sabırla dinledikten sonra sordum:

“Âmâ olarak dünyaya gelseydin ve geçirdiğin kaza sonucu gözlerinden biri açılsaydı ne hissederdin?”

Düşünmeden cevap verdi: “Herhalde çok mutlu olurdum.”

“Öyleyse” dedim, “şimdi de ol, çünkü bir gözün görüyor.” Bir şaşkınlıktan sonra, aylardır ilk defa gülümsedi.

Dikkat!.. Mutluluk aradığımız yerlerde değil, aramadığımız yerlerde saklı olabilir.
Belki mutluluk, sadece görmektir…
Belki sadece işitmektir…
Belki hayatı koklamaktır…
Belki yalnızca dokunmaktır, tutmaktır…
Belki elimizdekini fark edip şükretmektir…
Belki mutluluk, hayatın olumlu yönlerini keşfetmektir…
Belki de yalnızca nefes almaktır…
Bir hasta için en büyük mutluluk sağlığına tekrar kavuşmaktır…
Peki, acaba sağlıklı günlerinde neden mutlu değildi?
İflas eden iş adamı için en büyük mutluluk, tekrar zengin olmaktır…
Zenginken neden mutlu olmadı?
Ağrılar içinde kıvranan biri için ağrılardan kurtulduğu an en mutlu andır…
Öyleyse ağrısız geçen onca yıl neden mutlu olamamıştı?
Gözleri kör biri için mutluluk, hayatı görmektir:
Oysa bu, her zaman görenleri mutlu etmeye yetmiyor.
Sağır biri için mutluluk, sesleri duymaktır…
Oysa bu, her zaman duyanları mutlu etmeye yetmiyor.
Elsiz-kolsuz biri için mutluluk, dokunmaktır, tutmaktır, sarılmaktır…
Oysa bunlar, her zaman dokunabilenleri, tutabilenleri mutlu etmeye yetmiyor.
Bacakları olmayan biri için mutluluk, yürümek, koşmaktır.
Oysa bu, her zaman yürüyebilen, istediği zaman koşabilenleri mutlu etmeye yetmiyor.
Çünkü kendimizi fark etmiyoruz. Kendini fark edemeyen tabiatı fark edemez, tabiatı fark edemeyen kâinatı fark edemez, kâinatı fark edemeyen hayatı fark edemez…
Bunları fark edemeyenin mutluluk kaynaklarını fark etmesi imkânsızdır.
Evlâtlarımızın sadece sıkıntılarını yaşıyoruz. Yalnızca bizi nasıl kızdırdıklarını, nasıl yorduklarını, nasıl incittiklerini anlatıyoruz.
Evlâtlarımızın aynı zamanda mutluluk kaynaklarımız olduklarını düşünmüyoruz bile!
Hayatı kendimize kendi ellerimizle zehir ediyoruz.
İşte bütün bunları aşmak, hayatla kucaklaşmaktır. Belki de mutluluk, hayatın sadece olumsuz yönlerine bakmak yerine olumlu yönlerine de bakmaktır.
Bunun için öncelikle hayatı her şart altında gülümseyerek yaşamayı öğrenmek lâzım. Gülümseme en büyük güçtür. Bu yetenek ve özellik tüm yaratılanlar arasından yalnızca insana verilmiştir. Allah’ın büyük ikramıdır.
Yavuz BAHADIROĞLU

“Ramazan Yürekli” İnsan Olabilmek!

Ramazan, hayatın akışını değiştirir. Hayata bir yardımlaşma, sevgi ve merhamet hâkim olur. Keşke Ramazan yüreklerimize de gelse… Ramazan yüreklerimize de gelse, sağanak sağanak rahmet yağsa üstümüze… Ramazan yüreklerimize de gelse, tüm günahlarımız tövbe iksiriyle yıkansa… Ramazan yüreklerimize de gelse, yüreklerimiz “kardeşlik” duygusuyla birleşse…

Kültürümüzde insan “merkez değer”dir. “Ahsen-i takvim” üzere halk edilmiş “eşref-i mahlukat”tır.

Her şey insana “musahhar”dır, onun yardımına verilmiştir.

Kur’an’ın bu yaklaşımı sebebiyle, Osman Gazi’nin maneviyat önderi Şeyh Edebali, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” sözünü ebediyetin alnına çakmıştır.

Osmanlı Devleti, bu sözü yüreğinin rehberi yaptığı dönemlerde gelişmiş, büyümüş, zenginleşmiş, bu sözün rehberliğini unuttuğunda ise tökezlemiş, duraklamış, nihayet hedefini (insanı) yitirip yıkılmıştır. Avrupa ise, “bizden biri”nin belirlediği insan eksenli yapılanmayı alıp kendini geliştirmiştir.

Her neyse… Ben galiba eski insanımızı özlüyorum.

Fazilet sahibiydi, şefkatliydi, sabırlıydı, hoşgörülüydü, gözleri sevgiyle bakardı, yardıma muhtacın yardımına karşılıksız koşardı.

Aradan çok zaman geçmedi; çok zaman geçmedi, ama çocukluğumda tanıdığım “insan”la bugünün insanları arasında büyük farklar var.

İNSAN PLANINDA ÇOK ŞEY DEĞİŞTİ

Değişimden korkan biri değilim, hatta değişimden yanayım. Ama bozulmuşluğu, kokuşmuşluğu, sapmışlığı ve kaybolmuşluğu “değişim” olarak kabullenmeye de asla niyetim yok.

Mademki varoluş sebebimiz “insan” olmaktır, elbette çocukluğumda tanıdığım “insanlar”la, şimdi tanıdığım “insanlar”ın “insanlık”larını karşılaştıracağım.

Bir çırpıda, ama üzülerek belirtmek zorundayım ki, geçmişte tanıdıklarım (Müslümanı, Hıristiyanı, Musevisiyle) daha “insan”dılar.

Daha sevecen, daha acıyan, daha duygusal, daha sempatik, daha yardımsever…

RAMAZAN TOPLUMU

Azınlıkların henüz tümüyle İstanbul’u terk etmedikleri yıllarda Halıcıoğlu’nda otururduk. Çok sevdiğimiz, çok iyi görüşüp konuştuğumuz Rum komşularımız vardı. Yılbaşlarında biz onlara armağan verir, kandil gecelerinde onlar bize “kandil simidi” getirir, Müslümanca Ramazanlarla Hıristiyanca yortuları birlikte kutlardık. İftar sofralarına birlikte oturur, iftar sonrası yapılan yemek duasına birlikte “âmin” çekerdik.

Bu tavrımızı ne Hıristiyan ruhbanlardan, ne de Müslüman hocalardan hiç kimse “küfür” olarak damgalamaz, hatta iki tarafın ruhanileri bu konuda cemaatlerini teşvik bile ederlerdi.

Çok iyi kaynaşmışken, aramıza önce Kıbrıs girdi. Sonra “Atatürk’ün Selanik’teki evinin Rumlar tarafından bombalandığı” yalanı manşetlere çıktı. Kışkırtılan kalabalıklar sokağa döküldü. Rum evleri ve dükkânları yağmalandı.

Bu olay iki tarafın (Türkler ve Rumlar) arasına kasten sokuşturulmuş bir fitne idi, ama karşılıklı anlayış ve sevgiyle ve zaman içinde aşılabilirdi. Çünkü toplumlar, aralarındaki farklılıkları, tarihten gelen alışkanlıkla renk cümbüşüne dönüştürmüşlerdi.

Fakat barışmalarına fırsat verilmedi. Bazı Hıristiyan fanatikler düşmanlığı körükleyici tavırlar sergilerken, kimi (Bediüzzaman’ın ifadesiyle) “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” dindarlarla, kendisinden daha ucuza mal satan Rum rakibini bir şekilde bertaraf etmek isteyen uyanık tüccarlar, “Müslüman kardeş, Müslümanlardan alışveriş et!” yazılı levhaları dükkânlarına asma gafletini gösterdiler. (Bu din tacirliğinin sonradan envai çeşidi çıktı.)

Bu arada da ortalığı karıştırmak isteyen uzaktan kumandalı bazı gazeteler, sözde din gayretiyle, Hıristiyan komşuları incitici yayınlar yaptılar. Müslüman-Hıristiyan diyaloğu koptu. Aralarındaki sevgi ve anlayış köprüsü uçtu. Hatlar keskinleşti. Yunanistan’a göçmek zorunda kalan komşumuz Vasilya Teyze’nin (ya da buna benzer bir isimdi de bizim kolayımıza böyle demek geliyordu) Müslüman komşularına sarılarak dakikalarca ağladığını bilirim.

İki taraf da politikacıları ve sorumsuz yayınları suçluyorlardı. Ama film bir kez kopmuştu: Giden renklerden hiç biri geri dönmedi. Uyanık Müslümanlar İstanbul’dan zoraki giden Rumların mallarını ucuza kapattıkları için sevinirken, gerçek Müslümanlar sevdikleri komşularını kaybetmenin acısını yaşıyorlardı. Renksiz kalmıştık.

SEVGİYİ YAŞATMAK ZOR, ÖLDÜRMEK KOLAYDIR

Sevgi bir kez öldürülürse, yeniden dirilmesi çok zordur. Emek ve gayret ister. Farklı toplumların uyum içinde yaşamasını sağlayan unsur sevgiydi; politik ve ekonomik sebeplerle öldürüldü. Onun öldürüldüğü yerde ise düşmanlıklar yeşerdi.

Rumlar eskisi kadar yoğun şekilde İstanbul’da yaşasalardı, kuşkusuz Kıbrıs sorununun çözümü daha rahat olur, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi çok daha kolay gerçekleşirdi.

Şimdi zaman zaman yüreğimiz, yakın tarihte ürettiğimiz ve öncelikle başka renklere yönelttiğimiz düşmanlıklara takılıyor.

Zaman zaman sevgisizlikten boğuluyoruz!

Hep böyle olur: Sizden olmadıklarını varsaydıklarınızdan başlattığınız nefret seferiniz, git gide sizden olanların limanına ulaşır.

Nihayet sıra size gelir, size de bulaşır ve yüreğiniz çöle dönüşür.

Ramazan çöle dönüşmüş yürekleri yumuşatma günleridir.

Bir kamuoyu yoklamasına göre, nüfusumuzun yüzde seksen beşlik (sürekli olmasa bile Ramazan’da arada bir oruç tutanlarla birlikte) ekseriyetle Ramazan’ı yaşıyoruz.

Yaşıyoruz, ama acaba tüm derinliği, manası, ruhi ve bedensel yansımaları, kavrayıcılığı ve kuşatıcılığıyla yaşayabiliyor muyuz? Bu tür bir Ramazan’ı yaşayabilmek, biraz daha “yürek Müslüman’ı” olup “Ramazanlaşma”ya bağlı gibime geliyor.

RAMAZAN YÜREKLİ OLMANIN ANLAMI

Eskiden tam yıl “Ramazan yürekli Müslüman’ı” idik. Bu yüzden daha fazla merhametliydik. İnsan hem Müslüman olup hem de inancını yüreğinden yaşarsa, Allah onu tepeden tırnağa merhamete dönüştürür.

İnsan “merhamet”e dönüşünce, ne mi olur?

1. Kendine merhamet eder. İçki, kumar, uyuşturucu, hatta sigara gibi zararlı alışkanlıklardan kendini de, yakınlarını da uzak tutmaya çalışır… Ebediyetini tehlikeye düşürmemek için “Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” (Allah’ın emrini tutup yasaklarından sakınma ülküsü) mantığıyla yaşar…

2. Ailesine merhamet eder. Eşine, çocuklarına ve tüm aile efradına sevgiyle yaklaşır.

3. Akrabalarına merhamet eder. İmkânları nispetinde onları korur, gözetir, ihtiyaçlarına koşar.

4. Komşularına merhamet eder. Komşuları açken, muhtaçken, “Rabbena hep bana” anlayışı içinde salt kendine yaşamaz. Komşularıyla salt maddî varlığını değil, manevî varlığını da paylaşır. Dertlerini dinler, sırlarını tutar, onları teselli eder, çözüm üretmeye çalışır.

5. Fakirlere merhamet eder. Tüm kazandığını kendine harcamaz. Sadece mecbur olduğu fitreleri, zekâtları değil, “gönlünden kopan”ları da verir.

6. Kâinata merhamet eder. Ne havayı kirletir, ne çevreyi. Kâinatın gelecek nesillerden ödünç alınmış bir emanet olduğunu, ayrıca tüm varlıkların Allah’ı tespih ettiğini bilir, ona göre davranır, asla tahrip etmez.

7. İnsana merhamet eder. Kendi hakkının-hukukunun yanı sıra, başkalarının hakkını-hukukunu da korur.

8. Varlığa merhamet eder. Öncelikle “kul hakkı” gözetir. Yalnızca “farz” ibadetlerle inancını sınırlamaz, sınırsız bir idrak ile sosyal hizmetlerde de bulunur. Kitap dağıtır, öğrenci okutur, parasızlıktan evlenemeyen sevdalıları evlendirir vs.

9. Herkese karşı nazik olur. Trafik kuralları konusunda hassas davranır. Elbisesi, çorabı, dişleri, saçları ve bedeni daha temiz olur, daha düzgün yaşar.

10. Yerken, içerken, çevresindeki insanları da dikkate alır; onları iğrendirecek hareketler yapmaktan sakınır. İnandığı dinin, insanı “hayatın merkezi” saydığını bilir ve nasıl bir inanca sahip olursa olsun, her insana “insan” olarak saygı duyar…

11. Başkalarını yargılayacağına kendi olumsuzluklarını yargılar. Başkalarını suçlamak yerine kendi nefsini suçlamayı seçer. Başkalarını yadırgamaz, kendini yadırgar. Başkalarını çekiştirmekten uzak tutar nefsini; cihadı “kendi nefsiyle mücadele” olarak algılar. “Mü’minin mü’mine gülümsemesi sadakadır” hükmü çerçevesinde her bakışını tebessümle süsler.

12. Anne-babasının değerini bilir, onları yalnızca “Anneler Günü”nde, “Babalar Günü”nde değil, tüm zamanlarda hatırlar.

13. Şeyh Edebali’nin, “İnsanı yaşat ki, devletin yaşasın” öğüdünde, “Her insan kendi varlığı içinde bir devlettir” anlamını okur, hikmetine ulaşır, sırrını çözer ve her insana “devlet” gibi davranır.

YÜREKLERE GELEN RAMAZAN

Keşke Ramazan yüreklerimize de gelse…

Ramazan yüreklerimize de gelse, sağanak sağanak rahmet yağsa üstümüze…

Ramazan yüreklerimize de gelse, tüm günahlarımız tövbe iksiriyle yıkansa…

Ramazan yüreklerimize de gelse, yüreklerimiz “kardeşlik” duygusuyla birleşse…

Ramazan yüreklerimize de gelse, hem yüzümüz, hem de yüreğimiz gonca gonca çiçek açsa…

Ramazan yüreklerimize de gelse, Ramazanlaşsak, insanlaşsak, vicdanlaşsak da, kendi içimizden taşıp birbirimize karşı zaman zaman hissettiğimiz nefretleri aşsak…

Tüm hayatımızı “adam gibi” yaşasak; yaşasak ve yaşatsak!

O zaman ortamımız Osmanlı insanının birbirleriyle ilişkileri seviyesinde ilişkilenecek…

İnsan ve devlet dengesi mükemmel seviyede kurulacak…

Temel hak ve özgürlükler hem birey, hem devlet çapında işlerlik kazanacak…

O zaman Avrupa Birliği’ne filan ihtiyaç duymadan yaşayıp gideceğiz!

Osmanlı insanının “yürek Müslüman’ı” olduğu dönemlerde, Osmanlı Devleti de yürekleşmiş, “yürek devleti” olmuştu. “Yürek devleti”ne olduğu ölçüde büyümüş, gelişmiş, zenginleşmiş, güçlenmiş, geniş bir hayır müessesesine dönüşüp her inançtan insanı sevgiyle kucaklamıştı.

Şimdi ise yüreğimiz, yakın tarihte ürettiğimiz ve öncelikle başka renklere yönelttiğimiz düşmanlıklara takılıyor. Zaman zaman sevgisizlikten boğuluyoruz!

Hep böyle olur: Sizden olmadıklarını varsaydıklarınızdan başlattığınız nefret seferiniz, git gide sizden olanların limanına ulaşır.

Nihayet sıra size gelir, size de bulaşır ve yüreğiniz çöle dönüşür.

Ramazan-ı Mübarek, ramazanlaşıp “Ramazan yürekli Müslüman”a dönüşmek için büyük bir fırsattır.

Mübarek olsun.

Yavuz Bahadıroğlu

Av. Bekir Berk’in sırrı inancıydı

Vefat yıldönümünde Avukat Bekir Berk

Gördüğüm ilk büyük şehir (tabii çocuk dünyamın ölçülerine göre büyüktü) Samsun’dur. Babamın çalıştığı “taka” ile gitmiştim. Babamla birlikte makine dairesine iner, saatlerce onu izlerdim. Bu bir nevi hasret gidermekti: Diyebilirim ki babamı bu sefer sayesinde daha yakından tanıma fırsatı buldum. Haşin görünüşünün içinde yumuşacık bir kalb saklıyordu. Fakat deniz tuttu beni, yolculuğun tadına pek varamadım.

İlk kez büyücek bir şehir görüyordum. Ne Pazar’a (bizim ilçe), ne Rize’ye (ilimiz) benziyordu. Caddeler araba karmaşasıydı. Çok şaşırmıştım.

Ben ki, ayda-yılda bir kamyon geçecek de göreceğim diye, saatlerce Kvacoli (Lazca bir yer ismi) yolunda bekleyen nesle mensubum; arabaların vızır vızır (şimdi düşünüyorum da o kadar da vızır vızır değilmiş) geçmesi karşısında şoke olmuştum.

Hele gece bastırıp etraf ışıl ışıl olunca, şaşkınlığım büsbütün katlandı. Gözlerimi sokak lambalarından alamadım. İskele babasına oturup saatlerce izledim. Babam gelip almasaydı, belki sabaha kadar seyredecektim.

İstanbul’u ilk görüşüm ise 1957 başlarına rastlar. İstanbul’a ilk yolculuğum, bizim akrabaların da ortak olduğu “Haydar” isimli bir motorla (Karadeniz’e has bu tür motorlara “çektiri”den bozma olduğunu sandığım “çektirme” denirdi) bir haftada gerçekleşti. Yine deniz tuttu, yine içim dışıma çıktı.

Seyahat boyunca ilkleri yaşadım. Gördüğüm her şey benim açımdan son derece şaşırtıcıydı. Kendimi büyülü bir masalın içinde gibi hissediyordum. Boğaz’dan girişte düştüğüm şaşkınlığı unutamam. Bu nasıl bir kanaldı? Balıkçı teknelerinin, boğaz vapurlarının arasından süzülüp gidiyorduk. İlk kez boğaz vapurunun bana son derece tuhaf gelen düdüğünü duydum. Bakışlarım büyük bir merak içinde bir noktaya yapışıyor, gördüklerimi çözemeden başka bir yere dönüyordu.

Din mazlumlarının avukatı Bekir Berk’le bu gelişimde tanıştım.

Bürosu Çarşıkapı’da Kiğılı Pasajı’nın içindeydi. Başka davalara bakmadığı için dış duvara büyük bir levha asmamış, sadece penceresine küçücük bir tabela koymuştu: “Bekir Berk, Avukat“…

Sinan Omur, Eşref Edip (hicran devrinin gazetecileri, yazarları), Sudi Reşat Saruhan (avukat, sonra milletvekili), Ayhan Songar (Psikiyatrist), Osman Yüksel (Serdengeçti) ve daha pek çok önderi o büroyu ziyaretlerim sırasında tanıdım.

İlk daktilomu rahmetli Avukat Bekir Berk armağan etmişti bana: “S” harfi basmayan bir Remington… Köyüme götürmüş, ilk amatörce yazılarımı o daktiloda yazmıştım. Bir süre sonra da kullanılamaz hale geldi.

Yeni Asya Gazetesi’nde yıllarca birlikte çalıştık. Daha sonra Yeni Nesil Gazetesi’ni kurduk: O sahibi, ben Genel Yayın Yönetmeni idim.

İnandığı gibi yaşamasına, asla pes etmemesine, doğru bildiği yolda ölümüne yürümesine defalarca şahit oldum. Öyle disiplinli çalışıyor ve işini o kadar ciddiye alıyordu ki, hayatında disiplin olmayanlar onu anlayamazdı. Nitekim anlayamadılar: “Uyumsuz” dediler, “sinirli” dediler.

Ben ise çeşitli vesilelerle hep derin şefkatine şahit oldum. Belki biraz sert, ama son derece mertti. Hata etse bile fark eder etmez hatadan dönüyor, tereddütsüz özür diliyor, kırdığı insana sarılıp helâllık istiyordu.

Enerjisine hayran kaldım. İleri derecede kanser olmasına rağmen, yılmamasının, yıkılmamasının sırrını çözdüm: Sırrı inancıydı: Ona tutunup diri kalıyordu.

Korkusuzluğu, pervasızlığı da inancının sağlamlığından geliyordu. Bir temyiz duruşması sırasında öfkelenip “Neyine güveniyorsun Avukat?” diye bağıran Yassıada Savcısı Egesel’e (Menderes’in idam hükmünü veren başsavcı) çantasından hızla çıkardığı kefeni fırlatmış, “Buna güveniyorum” diye bağırmıştı.

Mazlumlar için ölümün bir güvence olduğunu ondan öğrendim.

Vefat yıldönümünde (14 Haziran 1992) onu rahmetle, minnetle anıyor, her gün biraz daha özlüyor, artan bir ihtiyaç içinde arıyorum.

Yavuz Bahadıroğlu / Haber Vaktim

Aah şu bozuk düzen! Peki biz çok mu düzgünüz?

Yıllarca “bozuk düzen”den yakındık. Ne kadar uygunsuzluk varsa “vurun abalıya” hesabı “bozuk düzen”e yükledik. Hattâ “bozuk düzen”i, iyi yetişmeyen çocuklarımızın suçlusu olarak gösterdik.

Tamam da, şu “bozuk düzen” içinde hiç mi “düzgün insan” yetişmedi? Yetiştiyse, neden o biz değiliz, çocuklarımız değil?

Bugünden yarına düzeni düzeltemeyiz. Ama düzen bozuk diye de oturup bekleyemeyiz. Hem düzene benzeyip bozulmamak, hem de çocuklarımızı düzenin olumsuz şartlarına kaptırmamak için bir şeyler yapmamız lâzım.

Yoksa alimallah, çocuklarımız, “bozuk düzen”in gıdası olur. Çünkü bu süreç çocuklarımızı yiyerek ve aile huzurumuzu kemirerek besleniyor…

Ortam, çocukları yoldan çıkarmak için oluşturulmuş gibi: Her sokak başında bir Nemrut ateşi yanıyor! Kimi televizyon programları, sözde “sanatçı”ların uygunsuzlukları, doyumsuzluklar, tahrikler, müstehcen yayınlar, diskolar, birahaneler, uyuşturucu, çocuk çeteleri, chat salonları, vesaireler… Aileler kurban üstüne kurban veriyor…

Özellikle büyük şehirlerimizin sokaklarında, hele İstanbul sokaklarında vahşet ve dehşet kol geziyor!

Uyuşturucu tacirleri ilköğretim okullarını bile “pazar” gibi görüyor. Polis bültenleri ağlamaklı: “Çocuklarınıza sahip çıkın” diyorlar, ama nasıl sahip çıkmamız gerektiğini bize kim söyleyecek?

Bir gencimizin alkol, ya da uyuşturucu belâsına kapılması, yalnızca ailesini ilgilendiren bir sorun değil, önce ailesini ilgilendiren, ama hepimizi ilgilendirmesi gereken bir sorundur. Bu, toplumsal bir faciadır!

İstanbul sokakları çocuk dolu: Çocuklar sahipsizlikten donup ölüyor. Gafletten yorganı öyle bir başımıza çekmişiz ki, çocuklarımız ölürken bile rahat uyuyoruz.

Bu çocuklar ve bu ölümler bozuk düzenle birleşen ailevî yanlışlarımızın topluma faturasıdır. Bu faturayı ödemeye de tüm aileler namzettir.

Çocuklarımıza yönelik tehdit ve tehlikeleri tümüyle bertaraf edecek sihirli bir formül bilmiyorum. Bildiğim şu ki, sevgimizi her vesile ile çocuklarımıza göstermeli, bir de maddi-mânevî dünyamızı çocuklarımızla paylaşmalıyız.

Muhabbet (sevgi ve bilgi katkılı sohbet) geleneğini aile ortamına hakim kılmalı, aile hayatımızı televizyondan bağımsız olarak yeniden inşa etmeliyiz.

Baba uzaktan kumanda aletini, anne oyasını, ütüsünü bir kenara bırakmalı, herkesin rahatlıkla düşündüğünü söyleyebildiği demokratik bir ortam içinde konuşulmalıdır.

Aman ne konuşacağız?” demeyin lütfen, konuşun da ne konuşursanız konuşun! Burada önemli olan zaten konu değil, iletişimdir: Aile bireylerinin gülümseyerek bir birlerine bir şeyler anlatmaları öyle sımsıcak bir atmosfer oluşturur ki, bir süre sonra herkes akşamın gelmesini özlemeye başlar.

Aile yuvası özlenmeye başlandığı ölçüde işlevine kavuşmuş olur.

Kısacası, “bozuk düzen”e teslim olmak istemeyen, kendi aile düzenini sağlam tutsun.

Yavuz BAHADIROĞLU