Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

Said Nursi Ölmek için Neden Urfa’yı Seçti?

Çantacı Necmi Ağabey Urfa’da gerçekleştirilen Bediüzzaman Mevlidi ile ilgili konuştu.

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin Urfa’yı seçmesinde bir hikmet bulunduğunun altını çizen Çantacı Necmi Ağabey şunları kaydetti: “Bu mevlidi Urfalılar yapıyor ancak biz burda İbrahim Aleyhisselam’ın misafirleriyiz. Üstadımız Urfa’da fazla kalmamış; Van’da, Siirt’te, Bitlis’te, Isparta’da kalmış ama Urfa’ya geliyor neden? Çünkü peygamberler diyarı… Mesleğimiz haliliye diyor. Burası işte Halil-u Rahman olduğu için Üstadımız son günlerini burada geçirmek istiyor. Ayrıca ağabeyler anlatıyor: Eğer Üstad Urfa dışında başka yere gitseydi orada kimse sahip çıkamazdı. Urfa ve Urfalılar beş bin kişiyle otelin etrafını sararak Bediüzzaman’a sahip çıktı. O insanlar; ‘Bizleri öldürmedikçe o zatı burada götüremezsiniz’ dediler. Polisler Bediüzzaman’a; ‘Hocam, emir var, Urfa’dan gitmeniz gerekiyor’ deyince Bediüzzaman ise; ‘Ben Urfa’dan gitmeye değil, ölmeye geldim, sizin vazifeniz suyumu ısıtmak ve mezarımı kazmak!’ diyor. İşte bugünkü bu toplanmayı bir sadakat ve bir vefa olarak değerlendiriyorum.”

Ömer Çelebi / Risale Haber

M. Said ÖZDEMİR Ağabeyden Leyle-i Kadir Mesajı

RİSALE-İ NURDA LEYLE-İ KADİR HAKİKATİ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu parça hem Lâhika’ya, hem İ’caz-ı Kur’an’ın âhirine yazılacak. Birkaç gün sonra ehemmiyetli bir parçayı da göndereceğiz.

Mübarek Ramazan’ın Leyle-i Kadir sırrıyla, seksenüç sene bir ömr-ü manevî kazandırması sırr-ı hikmetiyle ve Risale-i Nur’un şakirdlerindeki sırr-ı ihlasla tesanüd ve iştirak-i a’mal-i uhrevî düsturuyla herbir sadık şakird, o fevkalâde manevî kazancı elde edeceğine gayet kuvvetli bir delili budur ki: Bu daire içinde kırkbin, belki yüzbin hâlis, hakikî mü’minlerin içinde hakikat-ı Leyle-i Kadr’i elde edecek bir-iki, on-yirmi değil, belki yüzlerin elde etmesi ihtimali kavîdir.

Sırr-ı ihlasla ve iştirak-i a’mal-i uhrevî düsturunun sırrıyla biz ve siz bu hakikata müteveccihen, bu Ramazan-ı Şerif’te herbirimiz umumun hesabına ve umum arkadaşları içinde kendini farzedip, nun-u mütekellim-i maalgayr, yani daima
gibi kelimelerde  içinde umum kardeşlerini niyet etmektir. Ve bilhâssa en zaîf olan bu kardeşinizi, ağır vazifesinde o hususî niyetle yardım etmektir.Kastamonu lahikası

Râbian: Şu mübarek Şehr-i Ramazan, Leyle-i Kadr’i ihata ettiği için, kendisi de ömür içinde bir leyle-i kadirdir ki, muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür. Saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-ü bâkidir. Barla lahikasından

Altıncı Nükte: Ramazan-ı Şerifin sıyamı, Kur’an-ı Hakîm’in nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Kur’an-ı Hakîm, madem Şehr-i Ramazan’da nüzul etmiş; o Kur’anın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hacat-ı süfliyesinden ve malayaniyat hâlattan tecerrüd ve ekl ü şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’anı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem (A.S.M.)dan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’anın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.

Evet Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor; öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin kûşelerinde o Kur’anı, o hitab-ı semavîyi Arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan   âyetini, nuranî parlak bir tarzda gösteriyor.

Ramazan, Kur’an ayı olduğunu isbat ediyor. O cemaat-ı uzmanın sair efradları, bazıları huşu’ ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar. Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatına tâbi’ olup, yemek içmek ile o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatın manevî nefretine ne kadar hedef ise; öyle de Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de, o derece umum o âlem-i İslâmın manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.

Yedinci Nükte: Ramazanın sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeğe gelen nev’-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a’mal, bire bindir. Kur’an-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin, on değil bin ve Âyet-ül Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cum’alarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuzbin hasene sayılır. Evet herbir harfi otuzbin bâki meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-ı Şerif’te mü’minlere kazandırır. İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki: Bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla!

İşte Ramazan-ı Şerif âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılât için, gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünema-i a’mal için, bahardaki mâh-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hacatına ve malayani ve hevaperestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hacatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek; savmı ile, Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir.

Evet Ramazan-ı Şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır.

Evet birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’an ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i katıadır.

Evet nasılki bir padişah, müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayûn namıyla veyahut başka bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususî ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini, has teveccühüne mazhar eder. Öyle de: Ezel ve Ebed Sultanı olan yirmisekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelal’i; o yirmisekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur’an-ı Hakîm’i Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş.

Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. Madem Ramazan o bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meşagılden insanları çekmek için oruca emredilecek.

Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani: Muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevketmektir.

Meselâ: Dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kur’an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek…

Meselâ: Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men’edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’an dinlemeğe sarfetmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zâten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruç ile ona ta’til-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir. Mektubat

 

                          Birinci Sualiniz: Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?

Elcevab: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünki bazı şerait dâhilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir. Ezcümle: Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünki iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur. Hem  yani “gıyaben ona dua etmek”; hem hadîste ve Kur’anda gelen me’sur dualarla dua etmek. Meselâ

gibi câmi’ dualarla dua etmek; hem hulûs ve huşu’ ve huzur-u kalb ile dua etmek; hem namazın sonunda, bilhâssa sabah namazından sonra; hem mevâki’-i mübarekede, hususan mescidlerde; hem Cum’ada, hususan saat-ı icabede; hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede; hem ramazanda, hususan leyle-i kadirde dua etmek kabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kaviyyen me’muldür. O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez; belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir. Mektubat

Hem meselâ: İnsafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri hattâ muhal bir mübalağa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bazı surelerin faziletleri hakkında gelen rivayetlerdir. Meselâ: “Fatiha’nın Kur’an kadar sevabı vardır.” “Sure-i İhlas sülüs-ü Kur’an”, “Sure-i İza Zülziletil-ardu, rubu’” “Sure-i Kul ya eyyühel-kâfirûn rubu’”, “Sure-i Yâsin on defa Kur’an kadar” olduğuna rivayet vardır. İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünki Kur’an içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için manasız olur.”

Elcevab: Hakikatı şudur ki: Kur’an-ı Hakîm’in herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlahîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yediyüz (Âyet-ül Kürsî harfleri gibi), bazan binbeşyüz (Sure-i İhlas’ın harfleri gibi), bazan onbin (Leyle-i Berat’ta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuzbin (meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadir’de okunan âyetler gibi). Ve o gece bin aya mukabil işaretiyle, bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olur anlaşılır.

İşte Kur’an-ı Hakîm, tezauf-u sevabıyla beraber elbette müvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevab ile bazı surelerle müvazeneye gelebilir. Meselâ: İçinde mısır ekilmiş bir tarla farzedelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sünbül vermiş farzetsek, herbir sünbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ: Birisi de on sünbül vermiş, herbirinde ikiyüz tane vermiş, o vakit birtek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkeza kıyas et.

Şimdi Kur’an-ı Hakîm’i nuranî, mukaddes bir mezraa-i semaviye tasavvur ediyoruz. İşte herbir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sure-i Yâsin, İhlas, Fatiha, Kul ya eyyühel-kâfirûn, İza zülziletil-ardu gibi sair faziletlerine dair rivayet edilen sure ve âyetlerle müvazene edilebilir. Meselâ: Kur’an-ı Hakîm’in üçyüzbin altıyüzyirmi harfi olduğundan, Sure-i İhlas besmele ile beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmışdokuz, ikiyüzyedi harftir. Demek Sure-i İhlas’ın herbir harfinin haseneleri, binbeşyüze yakındır. İşte Sure-i Yâsin’in hurufatı hesab edilse, Kur’an-ı Hakîm’in mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerif’in herbir harfi takriben beşyüze yakın sevabı vardır. Yani o kadar hasene sayılabilir. İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar latif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın. Sözler

                                Leyle-i Kadir’de ihtar edilen bir mes’ele-i mühimme

    Evvelâ: Leyle-i Kadir’de kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikata pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev’-i beşer bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve istibdad ile ve merhametsiz tahribat ile ve bir düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlubların dehşetli me’yusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli telaş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve ebedperest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla, ve gaflet ve dalaletin, en sert, sağır olan tabiatın, Kur’anın elmas kılıncı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyasetin rûy-i zeminde pek çirkin, pek gaddarane hakikî sureti görünmesiyle elbette ve elbette hiçbir şübhe yok ki: Şimalde, garbda, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen nev’-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtraten beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak.

Ve elbette hiç şübhe yok ki: Bin üçyüzaltmış senede, her asırda üçyüzelli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve davasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiç bir kitabda emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten onbinler defa dava edip haber verip sarsılmaz kat’î delillerle, şübhe getirmez hadsiz hüccetlerle hayat-ı bâkiyeyi kat’iyyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev’-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anın kabulüne çalışan meşhur hatibleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli cem’iyeti gibi rûy-i zeminin kıt’aları ve hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar.

Çünki bu hakikat noktasında kat’iyyen Kur’anın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.

Sâniyen: Madem Risale-i Nur o mu’cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hattâ hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’aniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me’haz ve mercii olmayan bir mu’cize-i maneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor ve aleyhinde dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalaletin en sert ve kuvvetli kal’ası olan tabiatı, “Tabiat risalesi”yle parça parça etmiş ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Musa’daki Meyve’nin Altıncı Mes’elesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş.

Elbette bizlere lâzım ve millete elzemdir ki; şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususî dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir mes’elesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlarının izahı olduğu için; hem ilim, (Haşiye) hem marifet, hem ibadettir.

Eski medreselerde beş-on seneye mukabil, inşâallah Nur medreseleri beş-on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor. Ve hem hükûmet ve millet ve vatan, hem hayat-ı dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faidesi bulunan bu Kur’an lemaatlarına ve dellâlı bulunan Risale-i Nur’a değil ilişmek, tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki; geçen dehşetli günahlara keffaret ve gelecek müdhiş belalara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.
Sikke-i tasdik-i gaybi

                                                       Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: Yarın gece Leyle-i Kadir olmak ihtimali çok kuvvetli olmasından bir kısım müçtehidler o geceye Leyle-i Kadr’i tahsis etmişler. Hakikî olmasa da, madem ümmet o geceye o nazarla bakıyor, inşâallah hakikî hükmünde kabule mazhar olur…Şualar   

Selam ve dua ile

Bediüzzaman Said Nursi Talebesi

M. Said ÖZDEMİR

Kaynak: Nur.Gen.Tr

www.NurNet.org

Bediüzzaman’dan Kadir Gecesi Tavsiyesi

1943 yılı ramazanı başında Ayetül kübra’nın tab’ı meselesi bahane edilerek Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ve talebeleri tevkıf edilerek Kastamonu’dan Denizli hapishanesine gönderilir.

Üstad’ın  Kastamonu’dan ayrılışı o yılın Kadir gecesine tevafuk eder. Yolculuk esnasında Üstad Hazretleriyle beraber yolculuk eden Ziya Dilek bey anlatıyor:

”Şoför efendiye söylerseniz acaba makineyi durdurur mu? Dinde cebir yoktur. Arabadakilere bir nasihatim var” deyince şoför arabayı durdurdu. Bediüzzaman Hazretleri hemen arabadakilere hitaben konuşmaya başladı:

”Bu gece ağleb-i ihtimal (büyük ihtimalle) leyle-i Kadirdir. Diğer günlerde Kur’an okunursa harf başına olan sevap, ramazanda okunursa bin sevap ve leyle-i kadirde okunursa otuz bin sevap verilir. Size şimdi şu işi yaparsanız beş sarı lira var, bunu kazanmak ister misiniz?”

Yolcular, ”Evet isteriz” diye cevap verince Bediüzzaman Hazretleri konuşmasına devamla: ”Bu fani hayatta beş sarı lira kazanmak için bütün gücünüzü ve enerjinizi sarf ediyorsunuz. Sonsuz ebedi bir hayat için dağarcığınıza azık hazırlamak istemez misiniz?” Yolcular ”Evet isteriz” deyince,Bediüzzaman: ”Öyle ise her Müslüman üç ihlas, bir fatiha, bir ayet-el Kürsi okursa ebedi hayat için azık hazırlamış olur” dedi.

(Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursi)

Tebliğ Yaparken Ölçüyü Kaçırmamalı

Tebliğ için asıl ölçümüz, peygamberlerin tebliğ metodu olmalıdır. Çünkü Peygamberler insanlığın zübdeleri olmaları hasebiyle Allah’ın dinini neşredip yaymak noktasından en güzel şekilde örnek olmuşlardır. Mesela Hz. Musa (a.s.) firavuna giderken Cenab-ı Hakk’ın: “Fekula lehu kevlen leyyinen” “Yani ona vardığında güzel,yumuşak söz söyle” buyurması meselemiz açısından ehemmiyetlidir.
NEZAKETLE VE YUMUŞAK BİR DİLLE
Çünkü Cenab-ı Hakk bu ifadeyle İslam davetçilerine örnek teşkil edecek bir hususu nazara veriyor ve manen diyor: Dinimi anlattığınız kişi, en azılı bir İslam düşmanı da olsa, evvela nezaketle ve yumuşak bir dille meramınızı anlatın. Umulur ki kalbi yumuşar da inadından vazgeçer. Yine Resulullah (a.s.m.) İslamiyeti tebliğde nelere dikkat ederdi. Ona bir bakalım. Gerek ahlakında gerek konuşmasında ve yaşayışında yaptıklarına dikkat edelim. Zira esas itibariyle bunlara nazar etmemiz gerekmektedir. En başta Mekkelililer onu Muhammed ul Emin olarak tanımışlardı; bu belki de bir tebliğcinin aleminde yaşaması gereken esas umdelerden bir tanesi. Sonra onun sabrına gelince: Mesela cahillerin babası ünvanıyla meşhur Ebu Cehile İslamiyeti tebliğ ederken onun gayret, çaba ve metaneti ve sabrı dillere destandır. Çünkü rivayetlere göre altı yüz defa onu İslamiyet’e çağırmış ve her defasında da kovulduğu, hakaret gördüğü bilinmektedir.
ÖNYARGISIZ YAKLAŞIM
İşte bizim ölçümüz bu meyanda olmalı kanaatindeyiz. Bazen rastlamışsınızdır; biri arkadaşına birşeyler anlatıyor veya onu İslami bir sohbete çağırıyor. İki üç defa anlattıktan sonra, eğer o kişi davete icabet etmezse hemen şunu söylediğini işitirsiniz “Yahu bundan da adam çıkmaz. Zaten tahmin ettiğim gibi çıktı” deyip o kişiyle arasına bir mesafe koyup artık irtibatını kestiği bir vakıadır.
Sorularla Risale

Kürt Sorununa Çözüm Risale-i Nur’da

Bölücülük bataklığının kökünden kurtulabilmesi ve bölücü terör sorununa kalıcı çözüm üretebilmesi için devletin ve halkın Bediüzzaman’a kulak vermesi ve Risale-i Nur’daki esaslara itibar edilerek yayılması ferdi ve toplumsal hayata ışık tutması gerektiğini düşünüyoruz.
Çünkü Bediüzzaman, ülkemizde halkın çok büyük kesimini teşkil eden Türk-Kürt ve Arap kökenli insanlarımızın itibar ettiği, saygı ve hürmet gösterdiği bir zattır. Zira Bediüzzaman, neseben Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin soylarından gelen bir seyyid yani Arap kökenli bir insandır. Ancak Bitlis’te kürt nüfusun yoğun olduğu bir bir memlekette dünyaya gelmiş ve kürt gelenekleri ve hayat tarzı ile yetişmiş, kürtolarak nitelendirilmiş ve kendisi bu nitelendirmeye itiraz etmeyerek kürt kimliğini benimsemiştir. Bediüzzaman’ın hizmeti- nin çok büyük bir kısmı Türk Milletine olmuş ve kendiside Türk Milletine çok büyük bir muhabbet duymaktadır. KısacasıBediüzzaman hazretleri Kürtler, Türkler ve Araplar için sevilen, sayılan, hürmet ve kendisine itibar edilen ortak bir isim ortak bir değerdir.Bediüzzaman, hem Türkleri hem de Kürtleri çok iyi tanımaktadır. Yani her iki milleti de tüm özellikleri ile çok iyi tanıyan mümtaz şahsiyetlerden birisidir. Onun için Türkler ve Kürtler arasında meydana gelebilecek ihtilaf ve nifak konularını da, birlik ve beraberliği tesis edecek bağları da en doğru şekilde tespit ve teşhis edebilecek bir zattır.
Bediüzzaman, her milletten talebeleri olan, eserleri her milletten insanlar tarafından okunup istifade edilen mümtaz bir şahsiyettir. Demek ki onun eserlerinde her milletten insana hitap eden ve tüm insanları ortak değerler etrafında toplayabilen birleştirici bir özellik var.
Bediüzzaman, hem Osmanlı hem de Türkiye Cumhuriyeti idaresinde yaşamış sosyal ve kültürel değişimi yakından takip etmiş ve hadiselerin içinde yaşamış; sosyal ve siyasal hayattaki kırılma noktalarının canlı şahidi olmuş, her devrin ve tüm gelişmelerin sebep ve detaylarını bilen, gelişmeleri doğru okuyup çözüm reçeteleri üreten; yaşadığı her devirde tehdit ve tehlikelere karşı halkı ve devleti uyaran ve yol gösteren mümtaz bir şahsiyet ve büyük bir mütefekkirdir. Risale-i Nur’da ırkçılığa, bölücülüğe ve terörizme karşı somut çözüm önerileri yer almaktadır.
Terörle mücadele konusunda devlet her yolu denediği halde şimdiye kadarBediüzzaman’ın fikirlerine kulağını tıkadı. Güneydoğu Anadolu’da bazı şeyhler bile PKK terör örgütüne sempatizan veya destekçi olduğu halde; kürt kökenli Risale-i Nur talebeleri asla bölücülüğe taviz vermediler ve terör örgütüne sempatizan veya taraftar olmadılar. Devlete bağlı kalıp birlik ve bütünlüğümüzün tesisi için çalıştılar. Bu gerçeği dikkate alan devlet kurumlarının Bediüzzaman’a kulak vermesi ve Risale-i Nur da ki çözüm önerilerine itibar etmesi gerekir.
Terörle mücadele konusunda gerek Bediüzzaman hazretlerinin hayatından ve gerekse Risale-i Nur Külliyatından tespit edebildiğimiz bazı hususları paylaşmak istiyoruz:
Bediüzzaman Kürt Devletine karşıdır
Mondros Mütarekesi sonrası İstanbul’un işgal altında olduğu günlerde devrin meşhur gazetecilerinden birisi olan Şeyhülmuharririn namıyla bilinen Konsolidçi Asaf Bey, o günlere ilişkin bir hatırasını şöyle nakleder:
Bir gün Divanyolu’ndaki matbaamızda otururken odaya bir adam girdi. Kıyafeti tuhafça idi. Başında külaha benzer bir şey vardı. Bu adamı görünce Mevlanzade ayağa kalktı, beni göstererek:
‘Efendim’dedi, ‘Başmuharririmiz Konsolidçi Asaf…’
Ve bana hitap ederek:
‘Oğlum’ dedi. “Bu zat en büyük din alimlerimizden Bediüzzüman Said Nursi’dir.”
Bende o zaman Bediüzzaman’la konuşmaya başladım. Hakikaten yüksek ilmi konuşmaları ile çok müstefit oldum. Bundan sonra, sık sık matbaamıza geliyordu. Onunla konuşuyorduk. Bazen birlikte dışarı çıkıp şehir içinde gezdiklerimiz bile oluyordu.
Bilmem ne kadar zaman sonra idi. Said Nursi İstanbul’dan ayrılmıştı. Memleketine mi yoksa başka bir yere mi gitmişti, şimdi hatırlamıyorum. Almanya ve müttefikleri büyük bir hezimete uğramışlardı. Memleket parçalanmış, vatanın her parçasında yeni hükümetler türemeye başlamıştı. Ermenistan da bunlardan biridir. Mevlanzade Rıfat Bey, bir gün bana dedi ki:
‘Oğlum Ermenistan hükümeti kuruluyor. Onların Ermenistan kurmalarına karşılık, impara- torluk dağıldığına göre bizde Kürdistan kuralım’
Ben hayretle yüzüne bakınca, o bana dedi ki:
“Ben vatan haini değilim. Onu yıkanların Allah belasını versin. Birer hırsız gibi kaçtılar. Filhakika bir Kuva-yı Milliye var, ama ümit pek zayıf. Mu’cize devrinde değiliz. Ben bu işi Said Nursi’ye yazacağım. Çünkü onun nüfuzu çok kuvvetlidir. Hatırı çok sayılır. Onun için bu zata bir mektup yazıp göndereceğim. Ve ondan teşrik-i mesai isteyeceğim.”
Mevlanzade mektubunu yazıp gönderdi. Bundan on gün kadar geçmişti, belki de on beş gün, hatırlamıyorum. Bir gün matbaamızda oturuyor- duk. Misafirlerimiz de vardı. O zamanlar Bahriye Nazırı olan Cakalı Hamdi Paşa ile Divan-ı Harb-i Örfi Reisi nezdimizde idiler. Şuradan buradan konuşuyorduk. Bu sırada posta müvezzii odaya girdi ve bir mektup bırakarak çıkıp gitti. Rıfat Bey mektubu okurken yüzünü ekşitiyor, hiddetlendiği aşikar görülüyordu. Rıfat Bey mektubu okuduktan sonra bana fırlatarak:
“Oku da gör” dedi. “Bediüzzaman benim tekliflerimi reddediyor. (Ben senin fikrine taraftar değilim) diyor.”
Mektubu gizli okumak çok ayıp olacaktı. Aşikar olarak okumaya başladım. Cakalı Hamdi Bey ile Divan-ı Harb-i Örfi Reisi Mustafa Paşa da dinliyorlardı.Bediüzzaman’ın bu cevabı mektubu aynen hatırımda olmamakla beraber,Bediüzzaman bu mektubunda, Mevlanzade’nin Kürdistan kurma teklifini reddediyor: “Rıfat Bey, Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı İmparatorluğunu ihya edelim. Bunu kabul edersen canımı bile feda ederek çalışırım” diyordu. Benim aşikar olarak okuduğum mektubu misafirlerimiz de dinledikten sonra Mustafa Paşa, Mevlanzade’ye:
‘Rıfat Bey, sen yanlış düşünüyorsun. Bediüzzaman doğru söylüyor. Kürdistan kurmak değil, Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kurmak lazımdır’ dedi….
Yine aynı dönemde “Kürt Teali Cemiyeti”nin reisi Abdülkadir’den gelen Kürdistan kurma tekliflerine de Bediüzzaman şu cevabı veriyordu: “Allahü Zülcelal Hazretleri, Kur’an ı Kerimde, ‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ diye buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlahi karşısında düşündüm, bu kavmin bin yıldan beri alem-i İslamın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine dört yüz elli milyon hakiki Müslümanın kardeşliğine bedel birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem.” (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi/Necmeddin Şahiner)
Sorularla Risale