Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

Recep Ayında Oruç Tutmak 

  • Recep Ayında Oruç Tutmak

Mübarek üç aylar geldi. 12 Ocak 2024 (1 Recep 1445) Cuma günü başlayan Recep ayı, üç ayların ilkidir. İkincisi Şaban, üçüncüsü ise Ramazan’dır. Recep ayında oruç çok faziletli ibadetlerdendir. Recep ayı orucu 11 Ocak 2024 gecesi niyetlenerek Recep’in ilk günü tutulur.

Recep Ayı Orucunun Fazileti

Recep ayı orucunun faziletini Hz. Peygamberimizin bu ayda oruç tutulmasını tavsiye etmesiyle anlıyoruz.

Hadis-i Şeriflerde zikredildiği üzere; “Allah-u Teala, her kim Recep’in birinci gecesinde oruç tutarsa üç sene ibadet sevabı verir” buyuruluyor. 

İkinci gecesi oruç tutulursa iki sene,

üçüncü gecesi tutulursa 1 senelik ibadet sevabı olmakla birlikte “Recep’in ilk gününün orucu üç senenin (günahlarının) kefaretidir.

İkinci günün orucu iki senenin, üçüncü gününki ise bir senenin kefaretidir.

Sonra her gün bir aylık bağışlanmadır.”

Selame ibni Kays (r.a): “Recep’in ilk günü oruç tutan kimseden, günahları gökle yer arası kadar uzaklaşır.”

Enes İbni Malik (r.a): “Recep’in ilk günü oruç tutandan, Allah iki senelik günahlarını sildirir.”

Enes ibni Mâlik (Radıyallâhu Anh)dan rivayete göre, Resulullah’ın (SAV), Recep’in tutulmasına dair teşviklerini duyan Pir-i fani bir zatın: “Ya Resulullah! Ben onun tamamını tutmaktan acizim” şeklindeki beyanına karşılık, Resulullah (SAV): “Ondan ilk günü, ortasındaki günü ve kendisinden son günü tut ki, o zaman muhakkak sana, tamamını tutanın sevabı verilecektir. Çünkü gerçekten güzel bir amel, on misliyle mükafatlandırılacaktır.” buyurmuştur.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan özel

 

Medeniyet-i Fazıla Nasıl İnşa Edilir?

Her toplumun ve hizmet hareketinin esaslarında, düsturlarında kaymalar söz konusu olabilir. Hakka hizmet etmek iddiasında olan insanlar İslamiyeti dinimizin menbaları olan Kitabullah ve Sünnet-i seniyyeden sağlam bir şekilde ders alarak toplumu bu esaslarla tahkim ve teçhiz edilmelidir.

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”[1]

Burada dikkat çeken birçok şey var. Ama bu yazıda dikkat çekmek istediğim “ef’alimizle izhar” etmek üzerine olacaktır. Çünkü “Vefa, gavr-ı in’idama çekildi.. tufan-ı gadr feverana başladı. Kavl veamel ortasında uzun bir mesafe açıldı…”[2]

Vefa, insan âleminde adem çukuruna çekilince vefasızlık ortalığı boş bulup her alanda kendini göstermeye ve ipleri eline alıp her şeyi dizginlemeye çalışmaya ve adeta buralar benden sorulur gibi bir eda ile külhan beyi olmaya çalışmaya başladı. Neticede hainlik, merhametsizlik, haksızlık, zulüm, hile hurda, üçkâğıtçılık tabelaları da etrafta görünmeye başladı.

Tabikî burada şunu da görmemiz çok ve çok elzemdir ki, vicdanımızla muhasebe ettiğimizde hangi şeylere vefasızlık ettik ki, başımıza gelen merhametsizlik, hainlik, haksızlıklar ve zulümler oldu.

Müslümanlar olarak, kitap ve sünnetten ayrıldık ki kader-i İlahi vefasızlıkla bizi imtihan ediyor. Çünkü esasatımızdan inhiraflar zikzaklarımız var. Medeniyet fantezileri dünyanın cazibesi farkında olsak da olmasak da insanları hallaç pamuğu gibi yaptı.

Vefa; tesis edilmiş olan sevgiyi sürdürme, yeni sevgi ve dostluk bağlılığı kurmak gibi anlamlarına gelmektedir. En büyük vefa ise ezelde bezm-i elestte Rabbimize verdiğimiz söze ve misaka yemine bağlılıktır. Yani fıtratımıza geri dönmektir.

“Cihet-ül vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Mademki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü’min i’lâ-i Kelimetullah ile mükelleftir.”[3]

Bir ayette Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“…Bana verdiğiniz sözde durunuz ki, size verdiğim sözde durayım…”[4]

Yapılan akitlere verilen sözlere bağlılığın bulunmadığı toplumlar daima güvensizlik ortamında nefes alır verir ve daima içinde bir acabalar olur.

(Kavl) Söz ve amel ortasındaki uzun mesafelerin olması da vefanın toplumdan kalkması sebebiyledir. Ahlaki davranışın zirvesi ve temeli üzerinde “vefa” yazılı olan anahtarda saklıdır.

Sözlerin ve amellerin arasında tersliklerin olduğu bir toplumda vefadan söz edilemeyeceği de su götürmez bir hakikattir.

“Vefa, gavr-ı in’idama çekildi.”: Vefa yokluk çukurunu inzivagah olarak tercih edince,

“Tûfan-ı gadir feverana başladı.”: Hainlik, merhametsizlik, haksızlık ve zulmün her türlüsü feveran etmeye başlıyor.

“Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı.”: Söz–fiil tutarsızlığı oldu.

Risale-i Nur hizmetiyle insanlıktan vefasızlığı silmek ve vefayı o inzivagahtan çıkarıp insanları iman, İslam hamuruyla mezcetmeyi şiar edinmekteyiz. Bu hizmetimizin semeresini hemen beklemek elbetteki acelecilik olacaktır. Çünkü bir ağaçtan bir milyon kibrit çıkar fakat bir kibrit bir milyn ağaçtan daha fazlasını yakabilir.

Bu sebeple Tahrib, tamirden pek çok defa eshel…”[5] olduğunu unutmayarak daima ve daima tamir ve ıslah hizmetlerini sabır ve itina içinde yaparak esastan taviz vermeden ruh-u asliyi rencide etmeden hareket etmemiz elzemdir. Tamir, tahripten her zaman zor ve müşkülatlı olduğunu unutmamalıyız. Zamana zemine yayılan bu hizmetimizde azami dikkat etmeliyiz.

Risale-i Nurla hem hal olup latifelerimize sindirip kavl ve amelimizde rehber etmeliyiz. Kavl ve amelimizi işlerimize, hayatımıza tecelli ettirerek “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”[6] Sözünü hayatımla gösterip “işte bir Müslüman!” sözünü her şeyimizle göstermeliyiz.

Bunun neticesinde Risale-i Nur ile baş başa kalmasıyla aradığı şuuru bulur ve artık o, okuduğunu yaşayan bir Nur Talebesi olur, şuurlu bir mü’min olarak Allah’ın emirlerini Resulünün sünnetlerini huşû ile tatbik eder. Zaten maksad da budur. Böyle ki, toplumda Rasulü Ekrem (asv)’ın bir varisi, vekili olacaktır.

Risale-i Nur sohbetlerinin en dikkat çeken vasıflarının başında ihlâs, uhuvvet ve samimiyet gelmektedir. Risale-i Nur dersleri ruha, kalbe, akla kapı açar, iradeyi bloke etmez.

Vefayı toplumda hükümferma etmek ve kavl ile amelin arasını kapatıp medeniyet-i fazıla inşa edilebilir.

Selam ve dua ile.

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Tarihçe-i Hayat (90)
[2] Muhakemat (96)
[3] Tarihçe-i Hayat (59)
[4] Bakara, (2/40)
[5] Sözler (168)
[6] Tarihçe-i Hayat (16)

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

1938 YILINDA DERSİM’DE HALK PARTİ ZULMÜ VE SAİD NURSİ

1938 YILINDA DERSİM’DE HALK PARTİ ZULMÜ VE SAİD NURSİ

On dördüncü Şua Risalesinde “Mahremdir” diye neşredilmemiş olan Dokuz ve Onuncu maddelerinden Dokuzuncu Maddeyi, günümüzde gündeme gelen Dersim’li bir zatın o zaman o zulümleri yapan bir partinin genel başkanı olması münasebetiyle tekrar yayınlıyoruz. Kaderin bir garip cilvesi olarak aynı bölgeden bir zatın o zulümleri yapan partiye genel başkan olması, acaba o hataları telafi mi ettirecek yoksa sahiplenecekler mi? Yoksa Kemal’le tarihin karanlıklarına mı gömülecekler?

Bu gelen kısım yayınevimiz olan İttihad Yayıncılık tarafından 1993 yılında, “Ahirzaman Fitneleri” kitabında ve daha sonra aynı kitabın yeni baskısında 2003 yılında ve 2001 yılında “Rumuzat-ı Semaniye” kitabında yayınlanmıştır. Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları 10. Basım, Nisan 1990, adlı kitabının Doğu Faciası bölümünde de hadise hakkında geniş bilgi bulunmaktadır.

Bediüzzaman Hazretlerinin o zaman yayınlanmamasında, “şimdilik yazmadım” kaydıyla ileride yayınlanacağına bir iş’ar vardır. Bu kısım Şualar kitabında şöyle geçmektedir.

 

 

“Temyiz Mahkemesi Riyasetine

Afyon Mahkemesinden hakkımızda sadır olan haksız hükmün temyizen bozulması üzerine yapılan duruşmamızda beni yine konuşturmadılar. Hakkımızda üçüncü bir şiddetli iddianameyi bize dinlettirdiler. Hem yanıma kimseyi bırakmadılar ki, gelsin yazıyla bana yardım etsin. Yazım noksan olmakla beraber hasta halimle beraber yazdığım bu şekvamı bu zamanda hakkımda iki defa tam adalet eden makamınıza bir layiha-i temyizim olarak takdim ediyorum.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

[Haşirdeki mahkeme-i kübraya bir arzuhaldir ve dergâh-ı İlahiyeye bir şekvadır. Ve bu zamanda Mahkeme-i Temyiz ve istikbaldeki nesl-i âti ve dâr-ül fünunların münevver muallim ve talebeleri dahi dinlesinler. İşte bu yirmiüç senede yüzer işkenceli musibetlerden (on tanesini) âdil Hâkim-i Zülcelal’in dergâh-ı adaletine müştekiyane takdim ediyorum.]

……

Dokuzuncusu: Çok mühimdir. Fakat bizi mahkûm edenlerin, Risale-i Nur’u mütalaalarının hatırı için, onları kızdırmamak fikriyle yazmadım.

Onuncusu: Kuvvetli ve ehemmiyetlidir. Fakat yine onları küstürmemek niyetiyle şimdilik yazmadım.

Tecrid-i mutlakta mevkuf Said Nursî” (Şualar – 454)

Mahremdir En Has Nurculara Mahsustur

Mahkeme-i Kübraya Şekvanın Dokuzuncu Maddesinden bizi mahkum eden heyet Risale-i Nur’u okumalarının hatırı için Üstadımız mahrem tutup yazmamış. Fakat madem en muannid Avrupa feylesofu ve en enaniyetli müteassıb Mısır ve Şam’ın uleması bir defa Zülfikar ve Asa-yı Musa’yı okumasıyla onlara taraftar olup tahsin ettikleri halde bu insafsız heyet, onları iki sene dikkat ile okudukları halde gizlenmesine çalışmaları ve serbestiyet vermemelerine binaen “onların hatırı daha tutulmaz” diye o mahrem ifade şöyle izhar edildi.

DOKUZUNCU MADDE: Said ve Nurcular aleyhindeki kararnamenin elliyedinci sahifesinde bizi mahkum etmek için son fıkralardan BİRİSİ bu fıkradır.

“Said-i Nursi, devletin kanunlarını tatbik ile muarız ve muhalifleri adaletin pençesine teslim eden çok amir ve memurları yılan, zındık, gizli komünist, vatan düşmanı, mülhid ve münafık tabir etmesi onunla tam suçlu oluyor ki: mahkum ediyoruz.”

Bunların bu fıkrasına karşı hapse giren Nurun bir kısım talebeleri böyle cevap veriyorlar: “Bindokuzyüzotuzsekiz senesinde Dersim faciası ki Doğu Mecmuasının 17. sayısında “Doğu Faciası” serlevhasıyla bu vakıanın tam tamına aynını yazdı ki: Hiç dünyada emsali vuku’ bulmamış, öyle bir zındıklık, münafıklık ve vatan ve millete hadsiz bir düşmanlık olduğunu kat’i isbat ediyor. Elbette öyle fevkalade cani canavar memurlara bin defa zındık, gizli komünist, dinsiz demekle suçlu olmak, bilakis tasdik ile takdir ile mukabele lazım.”

İşte, Said umuma değil, yalnız böylelere zındık, münafık demiş.

İKİNCİSİ: Yine kararnamenin aynı sahifesinde Said-i Nursi’nin mahkumiyetinin bir sebebi olarak yazmışlar ki: “Bütün ömrünü Türk vatanının dahili ve harici türlü tecavüzlerden kurtulmasına hasr ve vakf eden Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ve Türk istikbal ve istiklaliyetinin sadık ve fedakar hadimi olan Atatürk’ü, Süfyan ve İslam Deccalı, tağut, dalalet, zındık komitesinin fir’avn-meşreb reisi, ehl-i dalaletin dehşetli şahsiyeti diye vasıflandırmak ve bu suretle her Türk’ün kalbinde kökleşen Atatürk sevgisini kökünden sarsarak ve ona alet olan has adamlarına münafık, mülhid demesi büyük bir suçtur diye mahkum ediyoruz.”

CEVAB: Yine Nurun hapse girmiş bir kısım talebeleri diyorlar ki: Bu vatan ve milletin istikbalini ve istiklalini mahv eden onun icraatı olduğuna bir delil şudur. Bu vatandaki milletin bin seneden beri Hristiyanın dehşetli umum devletlerine karşı üçyüzelli milyon manevi ihtiyat kuvveti hükmünde olan alem-i İslam, bütün ruh-u canıyla bu vatandaki millete uhuvveti ve irtibatı ve düşmanın bu vatana hücumu vaktinde o muazzam manevi ordu ağlaması ve itiraz etmesi içindir ki; yetmiş, seksen, bir zaman yüzyirmi milyon Osmanlı Devleti, o dindar raiyetiyle, dörtyüz milyon Hristiyan devletlerine karşı istiklalini, istikbalini muhafaza ediyordu.

İşte, o reis bu ihtiyat kuvveti bu vatan ve milletin aleyhine çevirmesi ve bir cihette istiklalini, istikbalini mahv ettiği halde nasıl “istikbalini muhafaza ediyor ve kurtarmış” denilebilir. Hem, Bağdat’tan ta Hind’e ve Mısır’dan, Cezayir’den ta Endülüs’e ve Yemen’den ta Habeşistan’a kadar adeta iki Avrupa kıtası kadar Osmanlı hakimiyeti ve Türk milletinin amiriyeti tahtında iken kırk seneden beri o reisi ve onun gibi dinsizliği dindarlara tercih edenler, yetmiş milyon Arab’ı elinden çıkardığı gibi en mukaddes şeylerini dahi rüşvet verdirmeğe; ve istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka ile ancak bir muvakkat idareye mecbur eden ve bu biçare masum ve mazlum ve dindar ve mücahid milletin hem istikbalini hem istiklalini dehşetli ve çok acınacak bir vaziyete sokan ve hakiki Türk hamiyetçiler ve vatanperverler ve dindar mütefekkirlerinin kalplerinde dehşetli bir nefret ve itirazına hedef olan bir bedbaht reisin hakkında:

“Her Türkün kalbinde sevgisi kökleşmiş olduğu halde Said o sevgiyi çıkarmasıyla suçludur, mahkum olur” demeleri ne kadar haktan, hakikattan, insaftan, vicdandan uzak olduğunu her vicdan sahibi anlar. Ve yirmi ay hem tecrid-i mutlakta hapis, hem iki sene göz hapsi altında mahkum etmek dünyada hiç emsali vuku’ bulmamış zalimane bir muameledir.

Acibdir ki, savcı müddei iftiralı ittihamnamesinde en ziyade iliştiği ve Said’in ittihamına medar yaptığı Siracunnur’un ahirindeki Beşinci Şua’nın Mes’ele’lerinde “Said demiş ki: Başa şapka koymaya cebreden Süfyan, öyle bir dehşetli istibdatla hareket eder ki: Bir cani yüzünden yüz köyü harab eder, bir asi yüzünden binler masumu mahv eder” dediği fıkra için Said’in mahkumiyetine pek musırrane çalışıp demiş ki: “Atatürk’ü tahkir edip inkilablar aleyhindedir.”

CEVAP: Yine o cevabı veren Nur Şakirdlerinden Abdürrezzak namında birisi diyor ki:

İşte, o davanın doğruluğuna delalet eden yüz emmareden tek bir emmaresi, Bin Dokuzyüz Otuzsekizdeki Dersim faciasında binler masumları, ihtiyar kadınları hem öldürüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden yaktırması, Beşinci Şua’nın o hükmünü kat’i hakikat olarak gözlerine sokuyor.

Acaba bin seneden beri bir milyar şühedayı, hakikat-ı Kur’an ve iman yolunda feda edip şehid veren ve bütün mefahiri İslamiyetle tahakkuk eden ve alem-i İslamın en büyük ordusu ve kahraman milleti olan Türk’e bütün bütün mahiyetlerine zıt ve bütün ecdadlarını darıltan, inciten, manen ihanet eden ve neslen hiç Türklükle münasebeti olmayan bir adama Türklerin ceddi ve büyük babası namını vermek ne derece Türklüğe bir adavet ve ihanet olduğu anlaşılmıyor mu?

(Dördüncü Remz tashihli nüsha)

Nur Talebelerinden

Abdurrezzak ve saire

www.NurNet.org

TAYYİBAT VE MANEVİYATIN AVALİM-İ ULVİYEYE URUCU

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

 

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

TAYYİBAT VE MANEVİYATIN AVALİM-İ ULVİYEYE URUCU

 

“Evet eğer namazların arkasında hususan bayram namazlarında bir anda Allahü Ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse, Küre-i Arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahü Ekber’e müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadı ile bir anda Allahü Ekber demeleri, Küre-i Arz’ın büyük bir Allahü Ekber’i hükmüne geçiyor. Âdeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikr ü tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar u etrafıyla Allahü Ekber deyip, kıblesi olan Kâ’be-i Mükerreme’nin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahü Ekber diyerek, o tek kelime etraf-ı Arz’daki umum mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahü Ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahü Ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sadâ veriyor.” L:118

 

“Evet bu kâinat, nihayetsiz bir hüsn ü cemal-i sermedînin âyinesi ve cilveleri ve kâinattaki bütün cemal ve kemal ve güzellikler, o sermedî hüsünden gelir ve ona intisabla güzelleşir, kıymeti yükselir. Yoksa karmakarışık bir virane, bir hüzüngâh olur. Ve o intisab ise, saltanat-ı uluhiyetin dellâlları ve ilâncıları olan ins ve melek ve ruhanîlerin marifet ve tasdikleriyle anlaşılır. Hattâ o dellâlların güzel ve tatlı hamdlerini ve senalarını ve mabuduna medihlerini ve onların kelimelerini her tarafa neşir ve arş-ı a’zamın canibine sevketmek için hava unsurunun zerreleri emirber neferler, küçücük diller ve kulaklar gibi o güzel kelimeleri dergâh-ı uluhiyete takdim etmek için o pek hârika vaziyet-i acibe havaya verildiğine kuvvetli bir ihtimal var diye kalbime geldi.” Ş:589

 

“Sonra, herkesin hususî dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar herbir avuç havadaki herbir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni’lerine, Hâlıklarına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-ı Hakk’a, اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ diye takdim etmiştir.” Em:116

 

“İşte اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemalâtları Zât-ı Zülcelal’e nur unsuru diliyle kâinat takdim ettiği gibi, netice-i hilkat-ı kâinat ve sebeb-i hilkat-ı âlem olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi -namlarına- meb’us olduğu kâinattaki bütün mevcudat hesabına, Mi’rac Gecesinde o küllî mana ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.” Em:119

 

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hattâ ademe gittiklerini zannettiğimiz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi seri-üz zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek zevalden masun kalıp bazı yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i cedide, bu sırra vâkıf olmuş ise de, vuzuhuyla vâkıf olamamıştır. Ve aynı zamanda “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküb ve inhilal vardır” diye ifrat ve hata etmiştir. Çünki âlemde Cenab-ı Hakk’ın sun’uyla terkib vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad ve i’dam vardır.

 

يَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَاءُ وَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ Ms:128

 

“İkinci basamak: Arzın semavatla alâkası, muamelesi olup aralarında çok büyük irtibat vardır. Evet arza gelen ziya, hararet, bereket vesaire, semavattan geliyor. Arzdan da semaya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek aralarında cereyan eden ticarî muameleden anlaşılıyor ki; arzın sâkinleri için semaya çıkmaya bir yol vardır ki, enbiya, evliya, ervah cesedlerinden tecerrüd ile semavata uruc ederler.” Ms:204

 

Selam ve dua ile..

Rüştü TAFRALI

 

www.NurNet.org

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN DIŞ SİYASET DEĞERLENDİRMESİ

ATLANTİK PAKTI VE TÜRKİYE (NATO)

 

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN DIŞ SİYASET DEĞERLENDİRMESİ

16/Eylül/1950’de, Türkiye’nin Atlantik Paktı’na girmesine dair yaptığı müracaatına, İngilizler karşı çıktı ve o defa müracaat kabul görmedi. Ertesi sene 23 Temmuz 1951 tarihinde Amerikan filosu İstanbul’a geldi. Bu hareket ile Amerikan Hükûmeti; Türkiye’yi İngiliz ve Fransızların karşı olmalarına rağmen NATO’ya almaya dair bir kararı gibi idi… Ve nitekim 17 Ekim 1951’de Türkiye’nin Atlantik Paktı’na, NATO’ya iltihakına dair protokol Londra’da imzalandı.

Bu tarihten önce, Üstâd’ın Emirdağ’daki bazı talebeleri, İngilizlerin Türkiye’nin müracaatına ihanetkârane karşı çıkmalarına üzüldüklerini görmüş ve 26/6/1951’de şu gelecek değerlendirmeyi yaparak hakikat‑ı hali beyan etmiştir:

“Demokratlar içerisinde meb’us Gazi ve Gazi gibi dindarlar ve Isparta’da Rüştü ve akrabası ve Emirdağı’nda Mehmet Çalışkan ve Hamza gibi demokratların hatırı için yalnız bir saat dünyaya baktım.

Said Nursi

 

Aziz kardeşlerim! (Bu yazıyı Üstadımız yazdırdılar)

İngilizlerin bizi Atlantik Paktı’na almadıklarına müteessir olmuştuk. Bilakis Üstadımızın bize beyan ettiği bu hakikatlar karşısında alınmadığımıza ruh-u canımızla memnun olduk.

Mehmet, Hamza

 

  İNGİLTERE’NİN İSLAMİYET’E KARŞI DÜŞMANLIĞI

Ellibeş sene önce İngiltere’nin Hindistan Müstemleke Nazırı Matbuatta intişar eden bir makalesinde, müslümanların elinde Kur’an bulundukça İngiltere’nin İslâmlara tamamıyla hâkim olamayacağını tam hakimiyetin tesisi için Kur’an’ın sûkut ettirilmesi icab ettiğini yazmak suretiyle, hükümetinin İslamiyet hakkındaki gizli siyasetini açığa koymuştu. İngiltere hükümeti, İslamlar hakkında iki türlü hatt-ı hareket takip etmektedir.

Birisi: O zamanın İslamların önderliğini yapan Türklere karşı olup, Türkiye’de gizli bir ifsad komitesi kurarak Türkleri İslamiyet’ten uzaklaştırmaya ve Kur’an-ı Türkiye’de sûkut ettirmeye çalışmakta idiler.

Diğeri de: Türkiye’den başka memleketlerdeki müslümanlara tatbik edilen siyaset idi ki, bu siyasete göre de din hususunda müslümanlara geniş müsamaha gösteriyorlar ve onları okşuyorlardı. Türkiye’deki faaliyetlerinden, Türkleri İslamiyet’ten uzaklaştırmak ve bu gayede muvaffak oldukları takdirde Türkleri diğer müslümanların gözünden düşürerek Türklerin önderliğini bertaraf etmek amacını güdüyorlardı. Lozan Muahedesi’nde İngilizler, İslamiyet ve Kur’an aleyhinde olan siyasetlerine devam ederek, o zamanki Türk hükümetiyle İslamiyeti Türkiye’den kaldırmak esasında anlaşmaya varmışlardı. Eski İngiliz Başvekili Loid Corc ölünceye kadar bu siyaseti izhar etmiştir. Lozan Antlaşmasına göre zamanın hükümeti İngilizlere İslamiyeti peşkeş çekmişler,([1][1]) Türkiye’den İslamiyeti otuz sene zarfında kaldıracaklarını tahmin ederek ona göre teşkilatlar vücuda getirerek çalışmaya başlamışlardı. Otuz sene geçince, bu müddetin kafi gelmediğini görerek tekrar otuz sene daha çalışmak icab ettiğini o zamanın başvekili Meclis’te([2][2]) açıklamıştı. Şimdiki Demokratların bazı dindarları eski İttihad-ı Muhammedi gayesini tahakkuk ettirmek için çalışanlarla birlikte idiler.

Demokratların eski hükümet gibi dini ve şeair-i İslamiyeyi İngilizlere rüşvet vermeğe kalkmamaları icab eder. Zira artık buna hüküm kalmamıştır. İngilizler son resmi beyanatlarında, Türklerin Asyalı ve müslüman bulunmalarından dolayı onlarla işbirliği yapılamayacağını açıklamışlardır. Halen Ehli Salib fikrini devam ettirdiklerine bu aşikar bir delildir. İngilizler de zaten İkinci Cihan Harbinden sonra Amerika’nın gölgesinde kalarak, tali derecede bir devlet olmuştur.

Bu yüzden kendilerine fazla ehemmiyet verip, dostluğunu temin için dini rüşvet vermeğe ve onlara yaranmağa çalışmanın lüzumu kalmamıştır. İngilizler’in kendisi de bugün Amerika’nın yardımına muhtaç bir haldedir.

Demokratlar dörtyüz milyon müslümanın nefretini kazanmış olan İngilizler’in dostluğu yerine bilakis müslümanları intibaha getirip onlarla kardeşlik ittifakı yaparak, onların eskiden olduğu gibi önderliğini yapmağa çalışmalıdırlar.

Elbette bu daha çok hayırlıdır. Bu hayırlı nokta-i istinadı kazanmak için ezan-ı Muhammed-i gibi dinin diğer şeairini de yerine getirmek, yeni hükümetin en büyük vazifesi olmalıdır. Yeni hükümet İngiliz dostluğundan ziyade, Amerika’nın dostluğuna ehemmiyet vermelidir. Çünkü Amerika ve Amerikan halkının Alem-i İslamla dost olmaları daima menfaatleri icabıdır. Ve İngilizler gibi İslamiyet aleyhine bir siyasetleri yoktur.

İşte ben ellibeş seneden beri İngilizlerin bu gizli çalışan Kur’an düşmanlarına karşı Risale-i Nur’u ikameye çalıştım. Cenab-ı Hakk’a yüzbin şükür olsun ki, Risale-i Nurların bu sinsi siyasetine karşı geldi ve onları mağlup etti. Eski İttihad-ı İslam ve İttihad-ı Muhammedi’nin arkadaşı olan Demokratların bazı dindarları, herşeyden önce elmas bir kılınç gibi Kur’an-i hakikatlar olan Risale-i Nur’u ellerinde tutarak Alem-i İslamın kardeşliğini kazanmaya ve aynı zamanda İngilizlerin son beyanatlarıyla bize karşı takip ettikleri siyaset ellibeş sene önceki siyasetin aynı olduğu anlaşıldığına nazaran içimizde bulundurdukları ifsat komitelerini yok etmeğe çalışmalıdırlar. (Haşiye)

Hamza Mehmet, Nuri”

(Elyazma Emirdağ Lahikası‑ll Müntehap dosya sıra no: 53)

 

Hazret‑i Üstâd’ın üstteki acib açıklaması yapıldığı o günlerden az önce, “BÜYÜK DOĞU” Mecmuasının da 25.9.1950 ve 29. sayısında “LOZAN’IN  İÇ YÜZÜ” yazısında Lozan Antlaşması’nda İngilizler  tarafından ileri sürülmüş şartlarını, İnönü’nün bilerek kabullendiğini yazıyordu. (Mufassal Tarihçe-i Hayat)

Bugün de buna yakın hadiseler zuhur etmektedir. Bazı meselelerimize ışık tutması ümidiyle bu yazıyı tekrar neşrediyoruz. Bir tarafta Avrupa Birliğine girmek için yapılan çabalar, bir tarafta Amerikayla dostluk meselesi, ittifak şartları hala konuşulan meseleler olarak milletin ve yöneticilerin önünde duruyor.

Bu mektup hükümetin dış siyasetine yön verecek mahiyettedir. Bediüzzaman Hazretlerinin beyanları umum zamanlara hatta gelecek zamanlara daha çok bakmaktadır.

________________

([1][1]) 1923’de Türk Hükümeti Lozan Antlaşması gereğ’ince hilâfeti ilga etmesi üzerine, Hindistan Müslümanları işin İngilizlerin oyunundan geldiğini bildikleri için, çok sert tepki göstererek Türk hükûmetin reislerine mektuplar yazdılar. İstanbul Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey de hilâfetin ilgasına dair bir makale yazdı. Tanin gibi bazı gazeteler bu yazıyı neşretti. Bu yüzden İstanbul’da İstiklal Mahkemesi kuruldu. Fikri Bey idam talebiyle yargılandı.

24 Kasım 1923 Hint Müslüman Iiderlerinden Ağa Han ile Emir Ali, İsmet İnönü’nün hilâfeti koruması için ve hilâfetin muhafaza içinde bırakılması hususunda mektuplar yazdılar. Bu mektuplar 5 Aralık 1923’de bazı İstanbul gazetelerinde neşredildiği için. İstanbul’da kurulu İstiklal Mahkemesi bu gazetecileri de yargıladı… Ve bu haberi yayınlayan gazeteciler tutuklandı ve tâ Aralık 1923’de İstiklal Mahkemesi bu gazetecileri yargılamaya başladı. Bazı gazeteler kapatıldı. Bazıları hüküm giydi vesaire (Bkz. Elli Yılın Tutanağı S:13‑15).

([2][2]) 1946 yılı içinde, TBMM Kürsüsünde Başbakan Şükrü Saraçoğlu: “Din zehirdir. Türkiyeden dini tamamen atabilmek için bize 30 zene daha lazım” diyordu. 1948 de Adliye Vekili Fuad Sirmenin meclisteki konuşmasıda benzeri şeyleri söylüyordu. Hz. Üstâd bunlara işaret ediyor. (Bkz. Sebilür Reşad Sayı:103, Mayıs 1951) (Mufassal Tarihçe-i Hayat)

(Haşiye): Otuzbeş seneden beri “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyaseti” diyen ve siyasetle hiç alakadar olmayan Bediüzzaman, yalnız bugün 20/06/1951’de bir saat iç dünya ile meşgul olmuş ve bu hakikatleri yazdırmıştır.

 

www.NurNet.org