Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

ABES

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ABES

Eşya ve hadiselerdeki İlahî gayeleri görememek, abesiyet nazarına sebeb olur. Bu nazar, marifetullaha zıddır. Halbuki, kâinat kitabını okuyarak marifetullahı kazanmak Kur’anın mesleğidir. Bu bahis bu cihetle nazara alınmalı.

1- Âlemde abesiyet yoktur:

“Evet şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o mutasarrıf, kendi masnuatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın.1 Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına) ıttılaı bulunduğu halde ona karşı lâkayd kalsın, ehemmiyet vermesin. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm; onun dualarına lâkayd kalmadığı halde, o duaları kabul etmesin.2 

Evet Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) nuruyla âlemin şekli değişti. Insan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü ki: Şu kâinatın mevcudatı; esma-i Ilahiyeyi okutan birer mektubat-ı Samedaniye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve manidar birer mevcuddurlar. Eğer o nur olmasa idi, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, manasız, faidesiz, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı.3 İşte şu sırdandır ki: İnsanlar Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) duasına âmîn dedikleri gibi, arş ve ferş ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcudat onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar.” S:71

“Evet her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır:

Birincisi ve en ulvîsi, Sâni’ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san’at murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyale yaşamak kâfi gelir.4 Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. Işte seri-üz zeval latif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül vermeyen birer hârika-i san’at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi5 bitamamiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez.6 Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni’inin mu’cizat-ı kudretini ve âsâr-ı san’atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelal’in nazarına arzetmek birinci gayesidir.

İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani herşey, Sâni’-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibret-nüma bir mütalaagâhtır.7

Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni’ine ait doksandokuzdur. Işte bu taaddüd-ü gayattandır ki; birbirine zıd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd u seha ve bilhassa nihayetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd u seha hükmeder, ism-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile seha ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a’dâ gibi sair vazifeler için, bu mevcud ancak kâfi gelir. Kemal-i hikmetle müvazenededir. Işte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir.” S:75

“Gerek cûdda, gerek rızıkta ifrat derecesinde mebzuliyet vardır. Bu ise, hikmetten uzak, abesiyete yakın görünür. Evet eğer yaratılan şey bir gaye için yaratılıyorsa hakkın var; amma gayeler pek çoktur. Binaenaleyh bir gayeye nazaran abesiyet hissedilse bile, gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.8 ” Ms:217

2- Enaniyetin manevi karanlığı abesiyete yol açar:

Evet, “Mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا (91:9) beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dûrbîniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktaki ene, vazifesini şu suretle îfa etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder. اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الْحُكْمُ و . der. Hakikî ubudiyetini takınır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar.

Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse; o vakit emanete hıyanet eder, وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا  (91:10) altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki; semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar.” S:537

“İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.9 ” S:538

3- Abesiyeti izale eden nübüvvet nazarı ise,

“وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (17:44) sırrıyla: “Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafi’ine aittir” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede?10 ” S:542

4- Cenab-ı Hak bir zerreyi de israf etmiyor.

Evet, “Madem Hallak-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlukların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında istimal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ  (14:48) sırrıyla, وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ (29:64) şaretiyle şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin elbette taşı, ağacı, herşeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünki harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Hikmet”in ucu görünüyor.” S:556

Bu gelen parağrafta, Kur’anın en kâmil imanî anlayış dersi veriliyor. Evet, Kur’an diyor ki:

“Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal’in memluküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; çünki hayatı veren odur, idare eden de odur. Hem dünya sahibsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; çünki onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma. Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değilller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm’in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.” S:635

5- Cihazat-ı insaniyeyi nefis hesabına kullanmak, abesiyete medar olur:

“İnsanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe’, hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.” M:34

Dinden kopuk anlayış olan felsefenin, yani Kur’anî nokta-i nazarı bilmemenin, çeşitli dalaletlere yol açtığına bu gelen parçada dikkat çekiliyor. Şöyle ki:

“Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuatın gayelerine dair gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düşer veya Sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni’i inkâr eder veya Hâlık’a “mûcib-i bizzât” der.” M:286

6- Bütün kâinat, zîşuurla abesiyetten kurtulur:

“Madem Hakîm-i Mutlak israf etmiyor, abes şeyleri yaratmıyor. Ve madem mahlukatın vücudları, zîşuur içindir ve zîşuurla kemalini bulur ve zîşuurla şenlenir ve zîşuurla abesiyetten kurtulur. Ve madem bilmüşahede o Hakîm-i Mutlak, o Kadîr-i Zülcelal, hava unsurunu, su âlemini, toprak tabakasını hadsiz zîhayatlarla şenlendiriyor. Ve madem hava ve su, hayvanatın cevelanına mani olmadığı gibi; toprak, taş gibi kesif maddeler, elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mani olmuyorlar. Elbette o Hakîm-i Zülkemal, o Sâni’-i Bîzeval, Küre-i Arzımızın merkezinden tut, tâ meskenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zahirîye kadar birbirine muttasıl yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve hâli bırakmaz. Elbette onları şenlendirmiş.

O âlemlerin şenlenmesine münasib ve muvafık zîşuur mahlukları halkedip orada iskân etmiştir. O zîşuur mahluklar, mademki melaike ecnasından ve ruhanî enva’larından olmak lâzım gelir. Elbette en kesif ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. Hattâ zeminin merkezindeki müdhiş ateş dahi, o zîşuur mahluklara nisbeti, bizlere nisbeten Güneşin harareti gibi olmak iktiza eder. O zîşuur ruhanîler nurdan oldukları için, nâr onlara nur gibi olur.11 ” L:65

Muhteva:

1- Âlemde abesiyet yoktur.

2- Enaniyetin manevi karanlığı abesiyete yol açar.

3- Abesiyeti izale eden nübüvvet nazarı ise,

4- Cenab-ı Hak bir zerreyi de israf etmiyor.

5- Cihazat-ı insaniyeyi nefis hesabına kullanmak, abesiyete medar olur.

6- Bütün kâinat, zîşuurla abesiyetten kurtulur.

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Gaye ve Hikmet maddeleri; Hikmet derlemesi )

 

Selam ve dua ile..

Rüştü TAFRALI

 

Yani, Allah, kullarının düşünce, niyet, hissiyat ve hareketlerini eksiksiz olarak görüp bilmesin… Allah’ın kayyum sıfatına sahib olduğu bildiriliyor.

Yani, fıtrî ihtiyacat dualarını görüyor ve veriyor.

Tahkiki imanın varlığı ve derecesi nisbetinde, hikmet nuru veya abesiyet karanlığı bulunacağı anlatılıyor.

Yani, eşya yaradılacaksa, ilm-i ezelisinde vardır ve görüyor. Varlıkta az veya çok kalması farketmez.

İlahî nazarda görünme gayesini.

Şu harika hikmetler, bu son asırda, Risale-i Nur’da ihsan olundu. Kıymetini takdir etmek gerek… “Bu Nurcular, neden çekirdekten, ağaçlardan behsederler diyenler” hata ediyorlar.

Eğer denilse, “Bu ince manaya ekseriyet sahib olamaz, duhan var.” O halde sahib olamadığımızı bilmek lâzım…

Demek istikametli nazar ve anlayış için bu ilimler gerekiyor. Yani, Risale-i Nuru ciddî okumak veya dinlemek lazımdır. Evet Rıza-yı İlahiyi celbeden nazar ve düşünce sahibi olmak basit bir hadise değildir.

 İnsandaki ene dereceli olduğu bedihi olduğundan, enenin bu gafletli haline enenin derecesine göre hissedarlık olur.

10 Asrımızda Avrupa’dan gelip aşılanan ve alışılan menfaat nokta-i nazarına karşı müteyakkız olmak gerekiyor.

11 İşte çok az bir mikdarı okunan “abesiyet” tabirinin, diyanet ve marifetullah cihetindeki ehemmiyeti kısmen anlaşıldı.

 

www.NurNet.org

ABD – ABİD – KUL

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ABD

1-Allahın emirlerine bağlı ciddî bir âbidin tarifi ve sahib olduğu tevekkül kuvveti şöyle beyan ediliyor:

“Âbid, namazında der: اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ اَشْهَدُ اَنْ لاَ Yani: “Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar. Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir. Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?” der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terkettiler.)” S:19

Evet, yukarıdaki ibarede geçen Allah lafzı, ism-i câmi’ olduğundan bütün esma-i İlahiyeyi tazammun eder. Şöyle ki:

 “”Lâ ilahe illallah” kelâmı, esma-i hüsnanın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delalet ettiği sıfatlar itibariyle bir kelâm iken bin kelâm oluyor. “Lâ Hâlıka illallah”, “Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyume illallah” gibi… Binaenaleyh terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor.” Ms:236

2- Allah’ın Rububiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd olan insanın muhtelif evsafını beyan eden şu veciz ifadeye dikkat gerek:

“Hiç mümkün müdür ki: Cenab-ı Hak ve Mabud-u Bilhak, insanı şu kâinat içinde rububiyet-i mutlakasına ve umum âlemlere rububiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd ve hitabat-ı Sübhaniyesine en mütefekkir bir muhatab ve mazhariyet-i esmasına en câmi’ bir âyine ve onu ism-i a’zamın tecellisine ve her isimde bulunan ism-i a’zamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mu’cize-i kudret ve hazain-i rahmetinin müştemilâtını tartmak, tanımak için en ziyade mizan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve fenadan en ziyade müteellim ve bekaya en ziyade müştak ve hayvanat içinde en nazik ve en nazdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadça en ulvî ve en yüksek surette, mahiyette yaratsın da, onu müstaid olduğu ve müştak olduğu ve lâyık olduğu bir dâr-ı ebedîye göndermeyip, hakikat-ı insaniyeyi ibtal ederek kendi hakkaniyetine taban tabana zıd ve hakikat nazarında çirkin bir haksızlık etsin!” S:87

3- Abd-i azizin hususiyetleri de şöyle tarif ediliyor:

“Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zamî menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.” S:132

“İşte ey insan! Eğer yalnız ona abd olsan, bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubudiyetten istinkaf etsen, âciz mahlukata zelil bir abd olursun. Eğer enaniyetine ve iktidarına güvenip tevekkül ve duayı bırakıp, tekebbür ve davaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zaîf düşersin. Şer ve tahrib cihetinde; dağdan daha ağır, taundan daha muzır olursun.” S:319

“Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergâhında acz ve za’fını, istimdad lisanıyla; fakr ve hacatını, tazarru’ ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster.” S:328

 “Evet ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sagir bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahluk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlahiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip; insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-ı Rahîm’im dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi, o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı, bana hizmetkâr yaptı. Ve nebatatı, o hanemin zînetli levazımatı yapmıştır.” S:328

4-Abd tabirinin üstünlüğü:

عَبْدِنَا : Abd lafzının nebi veya Muhammed (A.S.M.) lafızlarına cihet-i tercihi; abd tabiri, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın azametine ve ibadetin ulüvv-ü derecesine işaret olduğu gibi, اُعْبُدُوا emrini te’kiddir ve Resul-i Ekrem hakkında vârid olan vehimleri def’etmektir ki, o zât bütün insanlardan ziyade ibadet yapmış ve Kur’anı okumuştur.” İ:93

5- Allah’a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz hükmünün hakikatı:

Evet “İmandan gelen hürriyet-i şer’iye, iki esası emreder:

اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَمَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا

مِنْ دُونِ اللّٰهِ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ

Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah’tan başka- kendinize Rab yapmayınız!… Yani Allah’ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer’iye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.” H:61

“Evet “Şeriat-ı garra, kelâm-ı ezelîden geldiğinden ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablülmetine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira Sâni’-i Âlem’e hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır.” H:85

Selam ve Dua ile..

Rüştü TAFRALI

 

Muhteva:

1- Allahın emirlerine bağlı ciddî bir âbidin tarifi ve sahib olduğu tevekkül kuvveti

2- Allah’ın Rububiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd olan insanın muhtelif evsafı

3- Abd-i azizin hususiyetleri

4- Abd tabirinin üstünlüğü

5- Allah’a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz hükmünün hakikatı

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Abd maddesi)

 

Demek mezkûr kelime-i şehadeti söyleyen, pek çok esma-i İlahiyenin tevhidini söylemiş gibidir.

Demek hakiki abd, ebedi saadete namzeddir.

Bu sebebledir ki, enaniyetli ve mağrur insan abdiyet sıfatından uzak kalıyor.

Demek hakiki abdiyeti bilen insan, çok külli bir mahiyet kazanıyor.

Yani, insan insana hâkim olamaz ve hakiki insan dahi kendini insana mahkûm görmez. Hâkimiyet yalnız Allah’ındır. İnsan eğer kâmil ise, İlahî isimlere mazhar olur ve bu mazhariyetine hürmet edilmelidir. Meşru resmî makamlar ise, İlahî hâkimiyeti icra etmek vazifedarlığı olup, ona itaat, Allah’a itaat sayılır.

www.NurNet.org

 

Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz?

Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz?

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber…[1]

İnsan hayatı ve insanlık kum saatinin içindeki kum taneleri gibi akıyor gidiyor. Gözle görülüyor tanelerin düştüğü fakat insan tutamıyor, taneleri de geri getiremiyor. Kum saatini ters çevirse de artık ne o kum taneleri aynı zamanı temsil eder ne de insan o zamana geri dönebilir.

İnsan ve insanlık neredeyse aldığı her zaman tanesinde, anında burada misafir olduğunu anlıyor. Çünkü istediği, sevdiği bir şeyi sonsuza kadar elinde tutamıyor. Bundan anlaşılıyor ki biz bu dünyada daimi, kalıcı değiliz yani kazık çakmamışız. Gerçi kazık çaksak bile, zelzeleler, seller, pandemiler o çaktığımız kazığı da söküp atıyor. Bu hadiseler gösteriyor ki, insan bu alemde bir misafirdir ve sermayemiz olan istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirmek için dünyaya gönderildik.

“Murakabe ile, nefis muhasebesi yapıp, hayatımızı gözden geçirdiğimizde; meşru dairede istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirip, iki cihan saadetini kazanacak ticareti yapabiliyor muyuz?” diye kendimize sormamız lazımdır.

Fırsat varken murakabemizi tekrar gözden geçirip, aslî vazifelerimize yönelme vaktinde olduğumuzu fark etmeliyiz. Şahsımıza, cemaatimize ve tüm insanlığa bakan yönlerini ihmal etmeden kum saatinden düşen o kum tanelerinin ifade ettiği kıymetli zamanımızı çarçur etmemeliyiz.

“Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takib edip, boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’andan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi [dünya hayatını] güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek [için her şeyi bir fırsat telakki ederek] a’mal-i sâliha ile [güzel ahlakla, bu anımızı değerlendirmeliyiz.][2]

Hak ve hakikate hizmet etmek çok mühim bir vazifedir ve bu vazife de “gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye[dir.] Omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş.[3]

Her şeyde olduğu gibi kalifiye eleman ihtiyacı manevi hizmetlerde de çok mühim bir ihtiyaç ve eleman açığıdır. Çünkü elinden tutulması gereken milyonlarca insan var; fakat kalifiye eleman açığı olduğu için maalesef herkesin elinden tutulamamakta. Bu sebeple rafineriden çıkmış kalifiye dava adamları yetiştirilmeli ve işbaşı eğitimle hizmet sahasında pişirilmelidir.

Yaşlı abilerimizin tecrübeleri ile gençlerin enerjisini birleştirmemiz lazım. Yani tecrübe ve hamiyet ittifak etmelidir.[4] Onlar tecrübeleri ve duaları ile yollarımızda istikameti gösteren bir mihmandar, bir deniz feneri vazifesini yaparak hamiyeti olanları hizmete teşvik etmelidir.

Gençlerimiz nerede ve ne haldeler? Onları bir araya getirebileceğimiz, yetiştirebileceğimiz ne gibi programlarımız, faaliyetlerimiz, mekanlarımız var?

Tabiki, hamiyeti olan gençlerin halinden anlayan abilerin, gençlerle mutlak surette ilgilenmesi lazım. Onlara fırsatlar tanıyıp, tecrübelerini aktarırken ufak tefek hatalarını görmezden gelerek hizmette istihdam etmeleri gerekiyor. Yoksa kendi kemalatını karşısındakinden beklemek bir fecaattir.

 

İMAN HİZMETİNDE

Hedefler belirleyerek, 5-10 yıllık projelerle, manevi hizmetlerde ve şahsi hayatımızda ideallerimize yönelik çalışmalar yapmalıyız. Yani “5 sene sonra Risale-i Nur hizmetinde nerede olmayı, hangi meseleleri alemimizde halletmiş olmayı düşünüyorum?” şeklinde murakabe yapmalıyız.

Kırgınlıkları, bizi hizmetten alıkoyan meseleleri, ihtilaf u tefrikayı bir tarafa bırakıp, kısa zamanda toparlanmamız lazım…

Yoksa istibdad[5] daima hükümferma olacaktır. İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar.[6] Her şey hür oldu. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Yeis, mani’-i herkemaldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın[7] yadigârıdır.”[8]

Biraz daha gayret, anlayış, hoş görü, gönül ferahlığı, şevk, azim, hikmet, ihlas, uhuvvet ve fedakarlıkla başaramayacağımız iş yok Allah’ın izniyle.

Sahi sizce de böyle değil mi haksız mıyım?

Şuhur-u Selâsemiz Mübarek olsun inşallah. Uhuvvete, muhabbete, ittihada, tesanüde vesile olmasını ve mazlum coğrafyalara ve insanlara inşiraha vesile olsun.

BOYKOTA DEVAM

İsrail markalarını ve onlara destek veren markaları boykot etmeye devam ediyoruz.

Selam ve dua ile.

Muhammed Numan ÖZEL

 

[1] Lem’alar (224)– “Kus‐i rihlet çaldı mevt ammâ henüz cân bî‐haber” şiiri
[2] Asa-yı Musa (19)
[3] Lem’alar (159-160)
[4] Bkz: https://www.risalehaber.com/tecrube-ve-hamiyet-ittifak-etmeli-19504yy.htm
[5] Lehviyat, ahlaksızlık, itikadsızlık şeklinde de anlayabiliriz.
[6] Abdullah olan insanı kendi anlayışımızı dayatmak da hukukullaha bir nevi itiraz demektir.
[7] Lakaytlığın ve laçkalığın şeklinde de anlayabiliriz.
[8]Tarihçe-i Hayat (59)

Kaynak: Kum Tanelerine Mana Yüklüyor Muyuz? – Muhammed Numan ÖZELa

ZINDIKAYA KARŞI MERDANE HAREKET

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

 

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

ZINDIKAYA KARŞI MERDANE HAREKET

 

“[Vehme maruz, fütura düşen bazı dostlarıma kuvve-i maneviyeyi teyid edecek yedi emarenin delaletiyle, sırf hizmet-i Kur’ana ait bir ikram-ı Rabbanîyi ve bir himayet-i İlahiyeyi beyan etmeye mecburum ki, o zaîf damarlı bir kısım dostlarımı kurtarayım. O yedi emarenin dördü; dost iken, sırf birer maksad-ı dünyevî için şahsıma değil, Kur’ana hâdimliğim cihetinde düşman vaziyeti almalarıyla, o maksadlarının aksiyle tokat yediler. O yedi emarenin üçü ise, ciddî dost idiler ve daima da dostturlar; fakat dostluğun iktiza ettiği merdane vaziyeti muvakkaten göstermediler, tâ ki ehl-i dünyanın teveccühünü kazanıp birer maksad-ı dünyevî kazansınlar ve başlarından emin olsunlar. Halbuki o üç dostum, maatteessüf o maksadlarının aksiyle birer itab gördüler.]” M:338

 

“İşte bu dört adam düşman vaziyeti almakla böyle tokat yedikleri gibi, üç dostum da ciddî dostluğun iktiza ettiği merdane vaziyeti göstermedikleri için, tokat değil, bir nevi ihtar nev’inde aks-i maksadlarıyla ikaz edildiler.” M:339

 

“Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde Melek-ül Mevti görmüş. Demiş: “Beni yatak içinde yakalıyorsun!” Kalkmış atına binmiş, kılıncını eline almış, ona meydan okumuş. Merdane, at üstünde vefat etmiş.” M:353

 

“Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en mühim bir şakirdi ve ulûmunun birinci naşiri olan Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, bidayet-i İslâmda Kur’anın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübarek ism-i a’zamı şefi’ tutup kahramanane ve merdane hakaik-i şeriatı ve esas-ı İslâmiyeti muhafazaya çalıştığı gibi, âhirzamanda bütün bütün Kur’ana muhalefet eden zındıka cereyanına karşı, aynı ism-i a’zamı şefi’ ve melce’ ve tahassüngâh ittihaz edip cerhedilmez Kur’anın i’cazından gelen ve hâtem-i mu’cizeyi gösteren Risale-i Nur’un sönmez nuruyla ve susmaz lisanıyla şecaatkârane mukabele ve mukavemet edip, yerin yüzünü yakıp çok çiçekleri kurutan zındıka nârını, ism-i a’zamın kibriyalı, azametli nuruyla ve İsm-i Rahman ve Rahîm’in şefkatli ve re’fetli tecellisinden nebean eden âb-ı hayat ile söndüren;…” L: 448

 

“Sahra ve çöl adamları basit ve saf insanlar olduğundan, medenîlerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler. Her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir.” İ:114

 

“Şimdi bundan on dakika evvel, cesurca fakat kalemsiz iki adam, Risale-i Nur dairesine biri birisini getirdi. Onlara dedim ki: “Bu dairenin verdiği büyük neticelere mukabil, sarsılmaz bir sadakat ve kırılmaz bir metanet ister. Isparta kahramanlarının gösterdikleri hârikalar ve cihanpesendane hidemat-ı nuriyenin esası, hârika sadakatları ve fevkalâde metanetleridir. Bu metanetin birinci sebebi: Kuvvet-i imaniye ve ihlas hasletidir. İkinci sebebi: Cesaret-i fıtriyedir.” Onlara dedim:

“Sizler cesaretle ve efelikle tanınmışsınız ve dünyaya ait ehemmiyetsiz şeyler için fedakârlık gösterirsiniz. Elbette Risale-i Nur’un kudsî hizmetinde ve cihana değer uhrevî neticelerine mukabil, merdane ve fedakârane cesaret ve metanet gösterip sadakatınızı muhafaza edersiniz.” dedim. Onlar da tam kabul ettiler.” K:144

“Üçüncüsü: Merhum Mehmed Zühdü’nün vefatı, Risale-i Nur’un hizmeti noktasında bizi çok müteessir etti. Fakat birden, geçen sene Hâfız Mehmed’in bütün müsadere edilen risalelerini, on gün zarfında köyündeki Risale-i Nur şakirdleri tarafından yazıp ona vermek, çok merdane taahhüdleri hatırıma geldi ve anladım ki; arslanlar yatağı olan Isparta ve havalisi, Mehmed Zühdü’nün hizmetini muzaaf bir surette yapacaklar ve o boşluğu dolduracaklar.” K:249

“Risale-i Nur’un Lâhika Risalesi’nde Feyzi ile Emin ehemmiyetli mevki kazanmışlar; acaba ne haldedirler? O ehemmiyetli mevkie muvafık vaziyete muvaffak oluyorlar mı? Kederleri yok mu? Hem hapishanede hakikaten merdane ve fedakârane istirahatıma çalışan ve on sene şahsıma hizmet kadar beni minnetdar eden Taşköprü’lü Sadık ve Hilmi ve İhsan ne haldedirler? Ve o civarda, hususan İnebolu’daki kardeşlerimi unutamıyorum; beni merak etmesinler. Risale-i Nur’un -bazı arasıra- bazı yerlerde tevakkufuna mukabil, pek tesirli ve ehemmiyetli bir tarzda perde altında fütuhatı var. Telaş etmesinler; ihtiyat ile beraber sebat, metanet ve yazıda devam etsinler.”  E:110

“Medreset-üz Zehra’nın kahramanları hiç telaş etmeyerek Zülfikar’a devamlarını ve hakikat-ı hali beyan etmelerini; ve çok alâkadar olduğum Atabey kahramanlarının ve Lütfü vârislerinin ve büyük merhum Hâfız Ali’nin vekil ve vâris ve hizmet-i Nuriyede muktedir arkadaşlarının, Tahirî ve Abdullah Çavuş’un tebrik mektublarını ve Aliköyü’nün imamı Ali’nin bu yeni taarruzda pek merdane ve Nur şakirdlerine lâyık bir tarzda ve hükûmette suallerine karşı manidar ve hakikatlı cevablarını aldım ve dedim: İşte hüdhüdün müjde sözü doğru çıktı.”   E:177

“Ben ehl-i siyasetin her nevi taziblerine karşı “Hasbünallahü ve ni’melvekil” deyip sabır ve tahammüle karar vermişim. Kâzım Karabekir ile eskiden münasebetim vardı. Acaba şimdi de o münasebetin sebebi olan merdane mesleğini muhafaza ediyor mu? Eğer eski gibi ise ve Nurlara zararı yoksa ve Nur’a faidesi muhtemel ise ve dost ise, benim selâmımı ona tebliğ edebilirsiniz. Fakat madem ehl-i siyaset, hayat-ı bâkiyesi için Risale-i Nur’a müracaata tenezzül etmiyor; o hayata nisbeten beş paralık olan bu hayat-ı fâniye için onlara müracaata ben de tenezzül etmem ve istirahatım için şekva ve rica etmem.”  E:180

“Ey efendiler! Beyhude yorulmayınız… Eğer aradığınız varsa, hiçbir ucunu bu kadar zaman bulamadığınızdan, biliniz ki; onu idare eden öyle acîb bir deha vardır ki, mağlûp edilmez ve mukabele edilmez. Çare-i yegâne, onunla müsalâhadır. Yoksa, bu kadar mâsumlara zarar vermek ve ezmek yeter! Belki Gayretullaha dokunur, galâ (kıtlık) ve veba gibi belâlara vesile olur. Halbuki benim gibi asabî ve en gizli olan sırrını yabanî adamlara çekinmeyerek söyleyen ve Divan-ı Harb-i Örfî’de meşhur ve pek merdane ve fedakârane müdafaatı yapan; ve ihtiyarlık zamanında en ziyade âkıbeti tehlikeli ve meçhul sergüzeştlerden sakınmağa meslekçe mecbur olan bir adama, böyle hiç keşfedilmeyecek komiteciliği isnad etmek, belâhet derecesinde bir safdilliktir, veyahut bir entrikadır.” T:237

“Eğer pek haklı ve kuvvetli bu feryadımı – farz-ı muhal olarak – adliyenin yüksek makamı işitip dinlemezse, şiddet-i me’yusiyetimden diyeceğim:

Ey beni bu belaya sevkedip, bu hadiseyi icad eden mülhid zâlimler!. Madem ve her halde mânen ve maddeten beni idam etmeye niyet etmiştiniz, neden umum mazlumların ve biçarelerin hukuklarını muhafaza eden adliyenin çok ehemmiyetli haysiyetini rahnedar edecek entrikalarla, dolablarla, adliyenin eliyle yürüdünüz? Doğrudan doğruya karşımda merdane çıkıp, “Senin vücudunu bu dünyada istemiyoruz” demeli idiniz.” T:256

“Anladım iş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa her vakit gibi, yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim hemşehriler gafil ve safdil; ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyü’ne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre mikdar dahlim olsa idi, zâten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işde pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos’a kadar tek başıma olsun Hareket Ordusuna karşı, mukabele ederek isbat-ı vücud edecektim, merdane ölecektim. O vakit dahlim bedihî olurdu. Tahkike lüzum kalmazdı.”   D:25

“S- Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhahımız gibi görünüyorlar.

C- Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.

S- Neden hüsn-ü zannımıza sû’-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükûmetler seni haktan çeviremedi. Jön Türkler sizi kendilerine râm ve müdaheneci edemediler. Zira seni hapis ettiler, asacaklardı; sen tezellül etmedin. Merdane çıktın.” M:25

“Çünkü sizin kaçmanız ve inkarınız, “demek bir şey var ki bunlar yanaşmıyorlar”  diye bir fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebriyenize çalıştım, sizden çoluk çocukları olmayan kısmı beni yalnız bırakmamak için merdane yanaşmak lazımdı. Fakat iş işten geçti. Yeniden yanaşmaya lüzum yok.” OL:676

 

Selam ve dua ile

Rüştü TAFRALI

Recep Ayında Oruç Tutmak 

  • Recep Ayında Oruç Tutmak

Mübarek üç aylar geldi. 12 Ocak 2024 (1 Recep 1445) Cuma günü başlayan Recep ayı, üç ayların ilkidir. İkincisi Şaban, üçüncüsü ise Ramazan’dır. Recep ayında oruç çok faziletli ibadetlerdendir. Recep ayı orucu 11 Ocak 2024 gecesi niyetlenerek Recep’in ilk günü tutulur.

Recep Ayı Orucunun Fazileti

Recep ayı orucunun faziletini Hz. Peygamberimizin bu ayda oruç tutulmasını tavsiye etmesiyle anlıyoruz.

Hadis-i Şeriflerde zikredildiği üzere; “Allah-u Teala, her kim Recep’in birinci gecesinde oruç tutarsa üç sene ibadet sevabı verir” buyuruluyor. 

İkinci gecesi oruç tutulursa iki sene,

üçüncü gecesi tutulursa 1 senelik ibadet sevabı olmakla birlikte “Recep’in ilk gününün orucu üç senenin (günahlarının) kefaretidir.

İkinci günün orucu iki senenin, üçüncü gününki ise bir senenin kefaretidir.

Sonra her gün bir aylık bağışlanmadır.”

Selame ibni Kays (r.a): “Recep’in ilk günü oruç tutan kimseden, günahları gökle yer arası kadar uzaklaşır.”

Enes İbni Malik (r.a): “Recep’in ilk günü oruç tutandan, Allah iki senelik günahlarını sildirir.”

Enes ibni Mâlik (Radıyallâhu Anh)dan rivayete göre, Resulullah’ın (SAV), Recep’in tutulmasına dair teşviklerini duyan Pir-i fani bir zatın: “Ya Resulullah! Ben onun tamamını tutmaktan acizim” şeklindeki beyanına karşılık, Resulullah (SAV): “Ondan ilk günü, ortasındaki günü ve kendisinden son günü tut ki, o zaman muhakkak sana, tamamını tutanın sevabı verilecektir. Çünkü gerçekten güzel bir amel, on misliyle mükafatlandırılacaktır.” buyurmuştur.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan özel