Kategori arşivi: Güncel Haber

SİYASETİN NERESİNDE NUR TALEBELERİ

Siyaset, devlet işlerini tanzim ve terbiye edip, eğitmek manalarına gelmektedir. Her devletin bir politikası –kullandığı yöntemi- ve bir siyaseti –tanzim ve terbiyesi- var. Bunlar değişkenlik göstermektedir. O kadar ki bölgeden bölgeye, mahalleden mahalleye kadar . .

Bediüzzaman Said NURSİ ve Talebeleri siyasetin neresinde ?

Bu sualden evvel kısaca siyasal tarihe göz atalım sonra buna cevap verelim.

Siyasal tarih içerisindeki hadiseleri tahlil eden Bediüzzaman, tek parti dönemlerinde yani Van, Burdur, Barla, Kastamonu, Afyon hayatı sürecinde siyasete temastan imtina etmiş, kaçınmıştır. Hatta o zamanlarda telif ettiği eser ve mektuplarında da talebelerine siyasetten uzak kalmayı tavsiye etmiştir ısrar ile. Külliyat-ı Nuriyede bunun nice emsali var.

Takvimler 1950’lere gelip çok partili siyasal hayatın kendisini iyice hissettirdiği dönemlerde Bediüzzaman Said NURSİ talebelerini eski zihniyet veya farklı zihniyetlerin partileşmiş hallerine karşı muhafaza etmek için mektuplar neşretmiştir. Bilahare bu mektuplar ”Beyanat ve Tenvirler” namıyla bir araya getirilip neşredilmiştir Sözler Neşriyat vasıtasıyla.

Bediüzzaman Said NURSİ, siyasal arenayı tahlil ederek temelde dört zihniyet olduğu ve gerisi ise bunların fürüatı olduğunu beyan etmiştir. (*) Emirdağ Lahikası 2’de siyasi tahliller görülecektir. Adnan MENDERES’e mektupları ve bu mektuplarında, Ayasofyanın ibadete açılması, Tevafuklu Kur’an-ı Kerimin tab’ı, Ezan-ı Muhammedinin (asv) aslına döndürülmesi olmuştur. Ezan-ı Muhammedinin (asv) aslına döndürülmesiyle Demokratların on kat daha kuvvet bulduğunu ifade etmiştir. (1)

Bediüzzaman Said NURSİ, “âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum” (2) gibi mektuplar neşrederek Dinsizlik ve komünistlik fikirlerinin parti halinde karşımıza çıkmış olmasıyla nur talebelerinin vahdet ve intizamını muhafaza etmek için say u gayret etmiştir. Siyaset cazip olması ve herkeste nefs-i emmare bulunması ve bu emmare olan nefsin aldatıp aldanmasına mani olmak için yaptığı da aşikardır Bediüzzaman Said NURSİ’nin bu işleri.

Bediüzzaman Said NURSİ, daima Demokratları destekler beyanlar ve izahlar vermiştir. Hatta daha dindarlarında da kurmuş olduğu partiler varken onlara destekleyici beyanları olmamıştır. Mesela, İttihad-ı islam partisinin kurucusu Cevad Rifat ATİLHAN, Bediüzzaman Said NURSİ ile görüşmüş ve fikirlerini beyan etmiştir kendisine. ATİLHAN’ın ziyaretinden sonra “dört parti mektubu” yayınlanmıştır.

Bediüzzaman Said NURSİ, hizmetin intişarı ve talebelerinin vahdetini muhafaza ederken daima müsbet hareket etmiştir.

Şimdi gelecek olan mehazlara bakıldığında sualimize cevap gelecektir.

“Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nur’un men’ine dair zulümleri yapmadıklarından, Demokratın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. ” Emirdağ-2 – 215

” İttihad-ı İslâm’dan olan Nurcular büyük bir yekûn teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır. ” Emirdağ-2 – 25

“Demokrat’a karşı eski partinin müfrit ve mason veya komünist manasını taşıyan kısmı, iki müdhiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar. Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) efradının çoklarını astılar. Ve Ahrar denilen Demokratları, kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de: Şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları din aleyhine sevketmek veya kendileri gibi tahribata sevketmek istedikleri kat’iyyen tebeyyün ediyor. Hattâ ulemanın resmî bir kısmını kendilerine alıp, Demokratlara karşı sevketmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek; tâ Nurcular vasıtasıyla ulema, Demokrata iltica etmesinler. Çünki Nurcular hangi tarafa meyletseler ulema dahi taraftar olur. ” Emirdağ-2 – 25

“Maatteessüf bazı müfrit ve mason ve komünistler, Demokrat aleyhinde olduğu halde kendini Demokrat gösteriyorlar ki; Demokratları tahribata sevketsin ve din aleyhinde göstersin, onları devirsin.” Emirdağ-2 – 25

“Zemin ve semavatı hiddete getirecek ve mevcudatı ağlatacak bu müdhiş kararın Demokratlar aleyhinde Halk Partisi’nin müfrit adamları tarafından tertib edilen bir plân olduğundan kat’iyyen şübhemiz yoktur. Zira Nur talebelerinin Demokratları muhafaza ettiğini ve Demokratların kuvvetli bir istinadgâhı olduğunu müfrit şeytanlar anlamışlar. ” Emirdağ-2 – 29

“Bu vatanda dinsizlikle ve istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulme karşı yirmiyedi yıldır perde altındaki hususî neşriyatla hârikulâde bir feragat-i nefisle mücahede eden Bedîüzzaman Said Nursî’nin vücuda getirdiği muazzam Nur Talebeleri câmiasının Demokrat Parti’yi muhafaza ettiğini Halk Partisi’nin müfrit dessasları anlamış..”Emirdağ-2 – 29

“Yüzbinlerle Nur talebelerini Demokratlar aleyhine çevirip, Demokrat Partisi’nin sessiz, sadâsız, gösterişsiz, fakat dindarlıklarıyla gayet muhkem bir istinadgâhını yok etmek ve Demokrat hükûmetini yıkmaktır. Bu müdhiş ve şeytanî plânın akîm kalması için… ” Emirdağ-2 – 30

Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Nasıl Ezan-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. ” Emirdağ-2 – 164

“Bu mes’elenin ihyasıyla hasıl olan nur ve feyiz, Demokrat hükûmetin en büyük ve cihandeğer bir hizmeti olarak ebede kadar misli görülmemiş bir parlaklıkla lemean edecektir ve beynelmilel bir itibarı temin edecektir.”Emirdağ-2 – 186 “Nur Talebeleriyle Nur Risaleleri ve onların bu büyük hizmet-i Kur’aniyeleri Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübarek âlem-i İslâm’daki hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyeyi takdir ve tahsinle karşılıyor. ” Emirdağ-2 – 171

Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri, şimdi Kur’an ve İslâmiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle Demokrat Parti’nin iktidarda kalmasını muhafazaya çalıştığına, biz Demokrat Parti mensubları ve Nur Talebeleri kat’î kanaatimiz gelmiştir. Üstadımızdan, ne için Demokrat Parti’yi muhafazaya çalıştığını sorduk, cevaben: “Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihadcıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı a’zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyyen iktidara getirmeyecek. Çünki Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dedi.” Emirdağ-2 – 206

“Üstadımız Bedîüzzaman gibi mübarek ve muhterem bir zâtın Demokrat Parti’ye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, iktidar partisi yapıyormuşçasına çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımızı Demokrat Parti’den soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatımız gelmiş.” Emirdağ-2 – 207

“Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nur’un men’ine dair zulümleri yapmadıklarından, Demokratın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. ” Emirdağ-2 – 215

“Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” Emirdağ-2 – 206

“biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. ” Emirdağ-2 – 208

“Evvelki defa gibi bu defa da Nurcuların epey faidesi, Demokrat lehine oldu. Üstadımıza ve Nurlara en ziyade faidesi dokunan eski Adliye Vekili Hüseyin Avni ve Senirkent meb’usu Tahsin Tola herkesten ziyade kazanmaları lâzım iken kazanmamaları bizi çok müteessir etti ..” Emirdağ-2 – 215

“Tahsin Tola’nın ehemmiyetli çalışmasıyla Sözler mecmuası resmen Ankara’da tab’edilmesiyle hem asayişe, hem Demokrata, hem bu vatan ve millete yüz sene meb’usluk etmek kadar faidesi oldu. ” Emirdağ-2 – 215

“Halkı Demokrat hükûmet aleyhine geçirmek plânlarını takib eden muhtelif gazetelerin diğer bir zahir yalanları ise,…” Emirdağ-2 – 218

“Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehvenü’ş-şer olarak bakınız. Daha a’zamü’ş-şerden kurtulmak için onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.” Emirdağ-2- 245

“Zerratı günahkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. ” Münazarat – 17

“Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi; birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı, Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halîm’e vurmam. Nazarımda, vuran da sefildir.” Sünuhat – 55

“Benim Nur âhiret kardeşlerim, ehven-üş şerr deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler.”  Emirdağ 2 – 245

Bütün bu mehazlardan ders alan Nur Talebeleri azam-üş şere karşı ehveni tercih ediyor. %0 siyaset diyerek nur talebeleri içinde bulunan bazı aklı evveller cemaati aldatmak için, ehvenin kusurlarını serrişte ederek azam-üş şer’i adeta kutsamak ve insanları ona destek etmek için var güçleriyle çalışıyorlar.

Bediüzzaman Said NURSİ’nin yolunda sadakatle yürüyen insanları sadece imani meselelerle meşgul edip, içtimai meselelerde tepetaklak etmek istiyorlar. Bediüzzaman Said NURSİ’nin varisleri mazide de şimdi de ve istikbalde de daima RİSALE-İ NUR HİZMETİNDE RİSALE-İ NUR PRENSİPLERİYLE HAREKET EDEREK, ŞERE ASLA TARAFTAR OLMAYACAKLARDIR İNŞAALLAH.

“Allah kimseyi şaşırtmasın, şaşırtırsa süründürmesin, süründürürsede fahişçe etmesin, fahişçe ederse, kabartmasın. Şişirip kabartırsa da perişan etmesin. Perişan ederse sersem ve serhoş, âvâre etmesin.” (3) amin amin amin

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak Linki : https://www.nurdanhaber.com/tr-tr/haberler/71655/siyasetin-neresinde-nur-talebeleri/

Ruh Hakkında Sorular ve Hakikate Uygun Cevapları-1

Bütün asırların hakikati arayan, hayatın manasını ve gayesini sorgulayan, ruhun hakikatini keşfetmeye çalışan insanları tarafından sorulan ortak sorular bulunuyor. Bu makalede bu soruları sıralayarak, soruları din ve bilim bütünlüğü, hakikat ve hikmet ışığı, mantık ve felsefe tutarlılığı içinde cevaplamaya çalışacağım. Sorular şu şekilde:

      Soru 1) Dünyaya gelinmese olmaz mıydı? Ruhlar âlemi bir ruh için yeterli değil miydi? Dünyadaki bu çelişkili, çarpışmalı ve sıkıntılı yapı niçin? İmtihan şart mı?

          Soru 2) Deniliyor ki: “ Biz dünyaya Cennet’ten geldik. ” Tekrar kabir, Cennet veya Cehenneme varış şeklimiz nereden ve nasıl?

            Soru 3) Ruhun madde ile ilişkisi nasıl? Kişinin şuur seviyesine göre bu nasıl algılanıyor?

            Soru 4) Ruhların dünya yolculuğunda peygamberlerin fonksiyonu nedir?

            Soru 5) Ruhani bir hayatın göstergesi ve belirtileri nelerdir?

 Soru 1: Dünyaya gelinmese olmaz mıydı? Ruhlar âlemi bir ruh için yeterli değil miydi? Dünyadaki bu çelişkili, çarpışmalı ve sıkıntılı yapı niçin? İmtihan şart mı?

 Cevap 1) Ruhlar dünyaya ve herhangi bir maddi âleme gelmek zorundadırlar. Çünkü bir şey ya potansiyel haldedir; ya aktif… Gözle görüldüğü üzere hayat, hararetli daimî bir faaliyet ve tahakkuktur. O halde hayatın manevi kaynağı olan ruh, bir potansiyeldir. Potansiyel yapılar, aktif hale geçerek kendilerindeki özellikleri gerçekleştirir ve kemal seviyeye yükselirler. O halde, ruhların kendi kemallerine bir yolculuk mahiyetinde madde ile bir ilişki içine girmeleri savaşçı fıtratlarının ispatı, kendilerinin kendilerine gösterilmesi, kendi hakikatlerini keşfetmeleri, kendilerini yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’u bilebilmeleri için en ideal ve mükemmel haldir. Bu manasıyla maddi hayat ruhun madde ve kudret ile imtihan yaşadığı bir süreçtir. Evet ruhlar, potansiyel yeteneklerini açabilecek bir yere muhtaçtırlar. Bu yer ise, maddi dünyadır. Potansiyelleri açmak ise, nerede olursa olsun imtihan hakikatiyle olur. Eğer bir potansiyel birbirine zıd ve birbirini tamamlayan sayısız hakikatlerle örülmüşse imtihan kaçınılmaz olduğu gibi çetrefilli ve çok boyutlu bir hal de kazanır.

Din ve bilimin ortak tespiti şudur ki: İnsan ruhu mükemmelliğe ayna olabilecek, görünen en büyük potansiyeldir. Bu potansiyel yapı maddi ve manevi, geçici ve sürekli her türlü lezzeti tadabilecek özelliktedir. Maddi ve manevi bütün âlemler bu insan denilen hakikatin önünde bir sofra gibi serilmiştir. İnsanın nefsi, madde âlemiyle beslenirken; akıl ve kalbi manevi âlemlerle beslenir ve doyar.[1] İmtihan realitesiyle, elmas ile kömür, altın ile bakır, temiz ve habis ruhlar ayrışırlar. İmtihan, sözlükte, bir madenin ateşe atılarak toprak ile cevher kısmının ayrıştırılması manasına gelir.

Şuur sahibi ruhların dünya imtihanında ayrışması ilk önce “İlim”de olur. Yani doğruyu bulma ve bilme, eğriyi görme ve öğrenme… İlim zorlu bir yolculuktur. Onda çok meşakkat ateşi vardır. Hanefi mezhebi kurucularından İmam Ebu Yusuf şöyle der: “İlim öyle bir şeydir ki, sen ona kendini tamamen vermezsen o sana yarısını bile vermez.”

İmtihanın ikinci aşaması ise, “İlmi yaşama”da olur. Yani doğruyu yapma (sâlih amel) ve eğriyi yapmama (takva)… Amel ve takva ile o ilim, şuur (bilinç) haline gelir. Dinin kutsal pratikleri, ruhsuz birer ritüel değildir. Bilakis her biri birer manevi metabolizmadır. Hem her biri bilgiyi, bilinç haline yükselten birer mekanizmadır. Bu yolculukla kişinin gittikçe yükselen bir şuuru olur. İnsanlık kalitesi ve keyfiyeti yükselir. Öyle ki her şeydeki hikmetler, güzellikler, manalar ve mükemmellikler ona görünür hale gelir. Yüz bin insanın çözemediği meseleleri kibrit yakma kolaylığında çözer. Bu noktada Arthur Schopenhauer’in Peygamber Efendimiz (ASM) için söylediği şu söz peygamberlerin şuur seviyesi için bir şahitliktir: “Problemleri tereyağından kıl çekme kolaylığında çözen Hz. Muhammed’e dünya ne kadar muhtaçtır!

Ayrışmanın üçüncü aşaması ise, “Hakikati kendine âlet etme” veya “Kendini hakikate hizmetkâr bilme” imtihanıdır. Bu aşama, ahlak boyutudur. İhlas anahtarı ile bu zindandan kurtulmak mümkündür. Allah için bir hakikati yaşayan kişide güzel bir ahlak ve iç ferahlatan bir sima oluşur. Fakat maddi menfaatler için yaşayan kişi, hakikati katleder. Halkın takdir ve beğenisi gibi manevi kazançlar için konuşan ve yaşayan kişi, hakikati kendine kurban eder.

Dikkatle düşünülürse çok net olarak görünür ki: İnsanı değerli kılan hakikattir; insanın kendisi değil… Mesela dürüstlük bir hakikattir. Bu hakikat bir insanın dünyasında olmazsa, o vakit bu kişiden bütün insanların nefret edip kaçtığı düzenbaz ve sahtekâr bir karakter ortaya çıkar. Fakat dürüstlük hakikati kişinin bütün benliğini sarıp kuşatsa o vakit o kişi herkesin aşk derecesinde sevdiği ve hayran olduğu bir şahsiyeti sergiler. Sevilen acaba nedir? İnsan mı yoksa dürüstlük hakikati mi? Bu sorunun cevabı çok kesin ve nettir: Elbette ki dürüstlük…

Diğer hakikatleri de aynı şekilde ele alırsak görürüz ki, insan bir kandildir. Hakikat ise, o kandildeki zeytinyağıdır. İnsanın şuuru ise, fitildir. Meşakkat, sıkıntı ve gayretler ise bu kandili yakan kutsal ateşlerdir. Ahlak ise, bu kandilden yayılan İlâhî nurdur.

Bu 3 aşamayı geçen kişilere Kur’an “Muhlâs” (bütün bağlardan kurtarılmış kişi) diyor.[2] Bir ruh için, zirve nokta burasıdır. Allah’ın Resulü (ASM) bir hadisle bu 3 aşamayı bildirir: “İnsanların geneli maddi kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; âlimler hariç… Âlimlerin çoğu da aklî kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; ilmini yaşayanlar hariç… İlmini yaşayanların çoğu da kalbî kuvvetlerini boşa harcarlar, tükenirler; ihlas sahipleri hariç… Onlar ise her an manevi büyük tehlikeler ile karşı karşıyadırlar.[3]

 Soru 2: Deniliyor ki: “Biz cennetten geldik, dünyaya…” Tekrar kabir, cennet veya cehenneme geliş şeklimiz nereden ve nasıl?

 Cevap 2) Ruhlar âlemi, Cennet değildir. Cennet, ruh ile bedenin birleşik olduğu bir dünyadır. O yüzden ruhlar âlemi, Cennet olamaz. Fakat ruhlar âlemi, Cennet gibi güzel manevi bir âlemdir. Ruhlar âlemi, berzah âlemine verilen isimdir. O âlemle, yaşadığımız âlem arasında misal âlemi bulunuyor. Orası da temiz ruhlar için dünyadan daha güzel bir âlemdir. Misal âlemi ile bu âlem arasında rüya âlemi var. Orası da temiz ruhlar için bu dünyadan daha güzeldir.

İnsan uyuyunca rüya âlemine girer. Rüya içinde rüya görürse misal âlemine girer. Lucid rüyalar gibi… Onun içinde de uyursa, berzah ve ruhlar âlemine girecektir. Uyku, ruhun madde ile bağının incelmesidir. Ölüm ise, bu bağın tamamen kopmasıdır. Uyku derinleştikçe, ruh özgürleşir. Berzah âlemine varan bir uyku, tam bir ölüm konumudur. Uykusunda Cennet’e girmek ise, ruhun bütün bağlardan sıyrılması ve kurtulmasıdır. Meselenin hakikatine vâkıf olan Hz. Peygamber (ASM), “Uyku, ölümün küçük kardeşidir”[4] diyerek bu sırrı açar. Hz. Peygamber’in (ASM) hocası olan Kur’an ise, uykuda ruhun kabzedildiğini, eğer kişi uykusunda ölecekse ruhun geri verilmediğini, eğer ölmesi sonra olacaksa tekrar beden ile bağının kurulduğunu belirtir.[5] Evet, Allah’ın dostları uykuda doğrudan misal âlemine girerler. Seviyeleri daha da yüksek olan peygamberler ise uykusunda misal, berzah ve Âhiret âlemlerine girerler. Birçok hadis-i şerif der ki: “Bu gece cennete girdim.[6]

Elhâsıl imtihan sürecini reddedenler maddi dünyaya odaklanır ve Âhirete karşı kör olurlar. Tek gözlü deccâl gibi… Maddi âleme odaklanan kişi, ruhlar âlemine karşı gaflet hâli sergiler. Fakat imtihan sürecinde kendi hakikatini keşfetmeye başlayanlar, ölümün hakikatini ve uykunun sırrını anlamaya başladığına yüz binlerce peygamber, milyonlarca ârif ve alim müttefiktir. Bunların bir kısmı bu âleme karşı uyuyarak, gözlerini tamamen yumarak ruhlar âlemine uyanırlar. Muhyiddin-i Arabî gibi hep o âlemi görür ve yaşarlar.

Buna mukabil daha ileri seviyeli olan sahabeler ve vârisleri ise, dünyanın ruhlar için bir fırsat olduğunu Kur’an, vahiyler ve hadislerden keşfettiklerini eserlerinden görebiliyoruz.[7] Onlar Kur’anın verdiği mucize hayat tarzıyla hakiki şuura erişerek, her iki âleme karşı da uyanık bir seviye elde ettiler. Onlar akıl ve kalplerini, fikir ve zikir içinde cem eden ruhani bir hususiyet kesbettiler. Maddi ve manevi âlemleri aynı anda görebiliyor ve hissedebiliyorlardı.[8]

[1] Psikoloji ilmi, nefs-kalb-akıl üçlüsünü sırasıyla id-ego ve süperego olarak isimlendiriyor.

[2] Saffat Sûresi 5 defa “İlla ibâdallâhi’l-muhlasîn” (Ancak Allah’ın muhlas kulları hariç…) der.

[3] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:415, İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, 3:414.

[4] Tirmizî, Sünen.

[5] Zümer suresi, 42.

[6] Kütüb-ü Sitte.

[7] Vahdet-i Vücud ehli, aşklarının ateşiyle bütün varlık âlemini yakarlar; “ Hakk’tan gayrı yoktur ” derler. Mevlana Câmi gibi… Vahdet-i Şuhud ehli ise, aşkın verdiği göz ve müşahede ile “ Hakk’tan gayrı görünmüyor ” derler. İmam-ı Rabbani gibi… Ehl-i Tevhid ise “ Görünen her güzellik Ondandır. Her şey Onun ile vardır. Her bir şey Onun cemal ve kemaline bir ayna, Onun varlık ve birliğine şâhid olmak için yaratılmıştır ” derler. Sahabeler gibi…

[8] Âl-i İmran suresi, 190-191.

Hizmet Rehberi İngilizce Olarak Neşredildi

Sözler neşriyat eliyle Risale-i Nurun sesi gürleşiyor. Risale-i Nur hizmetinin esaslarını ders veren ve Zübeyir GÜNDÜZALP Ağabeyimiz tarafından hazırlanan Hizmet Rehberi ingilizce olarak neşredildi. Hizmet rehberinin mahiyeti ve Risale-i Nurun hizmet metodunu ders veren MUKADDEMESİNİ aşağıya derc ediyoruz.

Kitap temin etmek için: www.sozler.com.tr


اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Mukaddime

Risale-i Nur şahs-ı manevîsinin mümessil-i muhteremi, ebedî Kur’an hakikatlerinin dellâlı, mübelliği ve nâşiri olan ve bütün şahsiyetini Risale-i Nur vasıtasıyla –biiznillah– ebede kadar istifade ve istifazaya medar bir şekilde devam ettiren Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin meslek ve meşrebine dair Kur’an’dan ders aldığı çok muazzam bazı hakikatleri, hizmet-i imaniyede bulunan Nur şakirdleri için daima tazelenen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz değişmez düsturumuz, maddî manevî her türlü engeller karşısında muvaffakıyete, rıza-yı İlahîye îsal edici en ehemmiyetli rehberimiz manasıyla neşrediyoruz.

Çünkü Risale-i Nur’un dairesi çok genişlemiş; çok muhtelif efkâr ve mizaç sahipleri, bu hizmet safında yer almışlardır. Elbette bütün efkâr, kanaat, meslek ve meşrepler üstünde makam-ı sıddıkıyette yer tutmuş ve şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt’in mümessili olarak hizmet-i Kur’aniyenin başına geçmiş Üstad Bedîüzzaman’ın a’zamî ihlas, a’zamî sadakat ve a’zamî fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Ta ki hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an şakirdleri kıyamete kadar bu düsturlar muvacehesinde hareket etsinler. Muvaffakıyetin ve rıza-yı İlahîye nâiliyetin ancak bu suretle mümkün olacağına kat’î kanaat getirsinler.

Şimdi câmia-i İslâmiye umumiyetle Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-i Kur’aniyeye sarılmış bulunmaktadır. Hem nev-i beşerin dahi cazibedar siyaset hâdiselerinin tevakkufu neticesinde, rahmet-i İlahiye ile hakaik-i Kur’aniyeye yapışacağı emareleri görünüyor. Hem Kur’an’ın hak ve hakikate, akıl ve mantığa dayanan delil ve hüccete istinad eden ve bütün meselelerini akla tesbit ettiren bir Kitab-ı Mukaddes olduğunu, zeminin her tarafında ve kâinat safahatında neşreden, ilan ve ispat eden Risale-i Nur bugün âlem-i İslâm ve insaniyetin nazar-ı takdir ve tahsinini celbetmiş bulunuyor. Bu itibarla Risale-i Nur’un mazhar olduğu küllî muvaffakıyet ve mahiyetinin ve Hazret-i Üstadın mazhariyetinin esaslarını ifade etmek icab ediyor.

Risale-i Nur hizmetinde tecelli eden rıza-yı İlahî ve tevfik nurlarının tevali ve devam etmesi için herhalde Hazret-i Üstad Bedîüzzaman’ın takip ettiği meslek ve meşrebi, yarım asra yaklaşan uzun bir hizmet devresinde muhtelif hâdiseler, şiddetli tazyikat ve hücumlar karşısında maddî ve manevî engeller içerisinde takındığı tavır, niyaz ve yaşadığı halet-i ruhiye ve gösterdiği azim ve sadakat gibi ahvali olan “Sıddıkıyet mesleğidir.” ki Nur talebeleri için ehemmiyetle bilinmek, anlaşılmak ve yaşanmak icab eder.

Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edilmesi gereken bedihi bir hakikat vardır ki o da şudur: Risalelerde, mektuplarda, lâhikalarda defalarca yazıldığı gibi mübarek Üstadımıza müracaat edenler ve ziyarete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumiyetle daima görüyorlardı ki:

Üstadımız onların nazarlarını Risale-i Nur’a tevcih ediyordu. Acaba bunun sırr-ı hikmeti ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tahşidat yapıyordu?

Evet bu, muazzam bir hakikattir ve Hazret-i Bedîüzzaman’a kâfil bir muazzam hakikatin ifadesidir ki dersimizi hakaik-i Kur’aniye ve envar-ı imaniye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldığımız gibi birbirimizle manevî münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düsturlarımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.

Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihan-şümul hâdiseler hengâmında Kur’an şakirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i Nur’la tahsil edeceklerdir. Çünkü Kur’an’ın bu asra bakan vechesini ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bu zamandaki vezaif-i diniye tavrını küllî bir mana ile şimdi bu suretle Risale-i Nur’la görmüş, anlamış bulunuyoruz.

Bu Hizmet Rehberi’ndeki yazılar, bahisler; Risale-i Nur’un Mektubat, Lem’alar, Şuâlar, Müdafaalar ve Lâhika Mektuplarından alınan ve hizmet-i Nuriyeye kısmen meslek-i Nuriyeye temas eden kısımlardan ancak birer cüzüdür. Risale-i Nur baştan başa bütün hakaik ve bahisleriyle mektubat ve müdafaat, hepsi de bu asırda bir cadde-i kübra-i Kur’aniye olan bu sırat-ı müstakim âyine-i mücellasını beyan ve ifade ederler. Risale-i Nur müellifi muazzez Üstadımız uzun yıllar boyunca hizmet-i Nuriyenin muhtelif safhalarında talebeleriyle birlikte maruz bırakıldığı çeşitli hallerde zaman ve zemine münasip ve o hallere muvafık ders, ikaz ve irşadlarda bulunmuştur.

Risale-i Nur’daki hakaik, nasıl ki doğrudan doğruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakaik-i imaniyedir, zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlerdir. O kudsî hakaikin ders ve taliminde, neşir ve ilanatında da hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gelecek meseleler de herhalde değişmez dersler ve esasattır ki Nur talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkülatlarını giderirler. Daha geniş istifade için bu Hizmet Rehberi’nin menbaı olan Külliyat-ı Nuriye ve mektubatı mütalaa etmelidirler. Bu Hizmet Rehberi ancak o küllî ve muazzam hakikatin bir küçük numunesidir.

Bu Rehber’deki bazı kısa bahisler ve cümlelerden derhal o bahis ve cümlelerin alındığı risalelere müracaatla meseleleri geniş ispat ve izahatla elde etmek, derk etmek lâzımdır.

Hizmet Rehberi’nde esas umde ve hakaik, İhlas Risaleleri ile Uhuvvet Risaleleridir. İhlas Risalesi’nin on beş günde bir defa okunmasının emredilmesiyle, sırr-ı ihlas ve uhuvvetin Nur talebeleri mabeyninde bizzat istimalinin azameti ve ehemmiyeti anlaşılmaktadır. Bu Hizmet Rehberi, Külliyat-ı Nur’dan ve mektuplardan, İhlas ve Uhuvvet Risalelerindeki düsturları ve esasları teyid ve takviye eden bahislerden müteşekkildir.

Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’den bütün esma-i hüsnasını şefaatçi yapıp niyaz ederiz ki bizleri sırr-ı ihlasa muvaffak eylesin, âmin!

Nur Talebeleri

***

www.NurNet.Org

Sıffın Savaşı ve Âhiret’e Ait Sonuçları…

Sıffın savaşı, İslam tarihindeki 2. iç savaştır. Allah resulünün halifesi Hz. Ali (KV) ile Şam vâlisi ve maktül halife Hz. Osman’ın (RA) akrabası Muaviye ve taraftarları arasında gerçekleşir. Savaşın sonunda Müslümanlar 3 gruba ayrıldılar. Bu ayrılık günümüzde de devam etmekte…

Bu gruplar: Takvalı, hakka birebir uyan Hz. Ali ve taraftarları; biraz daha gevşek, hakiki adaletin uygulanmasını mümkün görmeyip izafi adaleti savunan Muaviye taraftarları ve bunların dışında kalan manasında Hariciler… Hz. Ali tarafında sahabelerin en faziletlilerinden Ammar bin Yasir, Tabiîn’in en kıymetli Veyse’l-Karani de bulunur ve savaşta şehid olurlar. Muaviye tarafında ise, cömertliği ve hayırseverliğiyle meşhur Zü’l-Kela ve Havşeb de savaşır ve öldürülürler.

Savaş sonrasındaki yıllarda o dönemin en faziletli kişilerinden ve Müslüman 2 grubun savaşmasına taraftar olmayan Amr bin Şurahbil bir rüya görür:

 Rüyamda görüyorum ki, sanki ben Cennet’e dahil edilmişim. Bir de ne göreyim! Dikilmiş kubbeler…

  • Bunlar kim içindir? ” dedim. Dediler ki:

– “ Zü’l-Kela ile Havşeb’indir. ” Bu ikisi Muaviye ile beraber iken öldürülmüştü. Dedim ki:

  • Ammar ve arkadaşları nerede? ” Dediler ki:
  • Senin önünde. ” Bunun üzerine:

– “ Bu nasıl olur? Bunlar birbirleriyle savaşmış ve birbirlerini öldürmüştü ” dedim. Denildi ki:

– “ Onlar Allah’a kavuştular. Onlar geniş mağfiret sahibi bir Rabbi buldular. ” Bunun üzerine Hz. Ali ile Nehrüvan’da savaşan Hâricîleri merak ettim.

  • Nehir ahalisi ne yaptı? ” dedim.
  • Şiddetli azapla karşılaştılar ” denildi.[1]

Bu rüyanın sâdık olduğunun 2 alameti var: Birincisi, rüyayı gören kişi, normal hayatında Müslümanlar arası savaşa karşı biridir. Diğer yön ise, rüya içinde yaşadığı şaşkınlıklar ve meseleyi detaylıca anlamak için her şeyi sorması ve Müslümanların bütün grupları hakkında bilgi almaya çalışmasıdır.

Bu rüya Muhammed ibn-i Sa’dın Tabakat-ı Kübra isimli kitabında geçmektedir. Bu rüyanın şahsî hayatım açısından önemi büyüktür. Bu rüya beni irşad etti. Çünkü bu sâdık rüyayı okuyana kadar, gerek Hz. Ali sevgisi, gerekse hakka taraftarlıktan dolayı, Muaviye bin Ebu Süfyan ve taraftarları hakkında olumsuz düşünüyor ve şüphelerim oluşuyordu. Çünkü Sıffın savaşı, İslam dünyasını 3’e bölmüştü. Ayrıca birçok sahabe bu savaşta şehid olmuştu. Bu savaşla Halifelik sona ermeye yüz tuttu. Fakat bu sâdık rüya, bize Allah’ın onları bağışladığını ve Onların ehl-i cennet olduğunu bildiriyor. Allah’ın bağışladığını, elbette kulları da bağışlamalı ve haddini bilmeli!

Îkaz edici yönüyle bu sâdık rüyaya bakılırsa bu rüya Şii-Sünnî kavgasını bitiren bir fonksiyon icra ediyor. Şiilerin asıl kızması gereken kişilerin Sünnîler değil, Hz. Ali’yi (K.V.) şehid eden Hariciler olması gerektiğini bildiriyor. İçlerindeki fıtrî nefret duygusunun akacağı havuzu onlara gösteriyor.

[1] Muhammed ibn-i Sad, Tabakat-ı Kebir, Cild 1, Amr bin Şurahbil Maddesi.

Ruhun Kemale Yolculuğu ve Din

Ruhun kendine has bir misalî bedeni ve nurani cesedi vardır. Bunların yapısı, uzayı dolduran ve havanın zerreleri arasında da bulunan esir maddesine yakındır. Hind irfanı bu akışkan maddeye “ akaşa ” adını verir. Ruhlar, esir maddesi de denilen akaşa içinde çok hızlı hareket ederler. Melekler, hadislerde vurgulandığı üzere zerrelere, yıldızlara, göktaşlarına, yağmur ve kar taneleri gibi hareketli cansızlara binip gezdikleri gibi ruhlar da uçuşan yapıda olan canlılara binerler.[1] Bu sayede kâinattaki ve berzah âlemindeki İlahî sanat ve hikmetleri Allah’ın izni ile seyre çıkarlar.

Eğer bir ruh dünyaya gelecekse Allah onu mutlaka bir zerreye yerleştirir. Sonra o zerreyi bir bitki veya hayvanın vücuduna nakleder. Bizler o bitkisel veya hayvani gıdayı yediğimiz zaman vücudumuza o ruh ve ruhani yapı da girer. Sonra onunla üreme hücremiz yapılır. Ruhun manevi canlılığı hücreye hâkim olur ve onda görünmeye başlar. Babadan ana rahmine geçince döllenme olur. O ruha, anne-babaya ait fiziksel ve ruhani yapı da, bir elbise gibi giydirilir. Bedeni ve huyuyla anne-babaya benzemesi bu sırdandır. Bu noktada Resulullah (ASM) “Kadın ve erkekten hangisinin döl suyu baskın gelirse ve daha güçlü çekerse çocuk ona daha çok benzer”[2] diyerek gen takasındaki bir sırrı açar.[3] Fakat ruhun kendi hakikati, anne-babanınkinden ayrıdır. Ondan sonra orijinal ve eşsiz bir insan olarak dünyaya doğar. Ruhların dünyaya gelmesinin izahı budur.

Kur’an bu dünyaya geliş hadisesini çok güzel ulvi bir merasim ve muhteşem bir askerî geçit olarak gösterir. Olayın manasını ve perde arkasını açar. İnsan hayatının Allah’ın elinde olduğunu ifade eder. Kur’an bütün zamanlarda olan ruhun maddeyle birleşmesi faaliyetini tevhid hakikati gereği tek bir külli icraat olarak sunar. O fiil içinde Allah’ın her bir ruh ile birebir konuştuğunu haber verir. Bu konuşmayla ruhların dünyaya geliş sırrını, Rabb (terbiye edici) ismi ile açar. Nasıl ki güneş, ışığı vasıtasıyla yeryüzündeki sayısız yaprak ve çiçeklerle aynı anda konuşur. Hem bu konuşmayla goncaları güllere dönüştürür. Aynen öyle de Ezel-Ebed Güneşi olan Allah her bir ruh goncasıyla birebir ilgilenir ve konuşur.

Evet Allah için zaman-mekan söz konusu değildir. Allah için dün-bugün-yarın, milyon yıl öncesi ve sonrası eşittir. Çünkü maddeden mücerred, mekandan münezzeh ve zamandan mualladır. Allah her bir ruhu ana rahmine düşme gecesi maddeten yaratır. Her bir üreme hücresi bir ruh taşır. Üreme hücresinde bulunan ruh anne ve babasının ruhuyla aynı değildir, fakat onlara çok yakındır. Allah her bir üreme hücresine sorar: “Senin Rabbin, terbiye edicin değil miyim?” Her üreme hücresi içindeki ruh, fıtratındaki aşk ve iştiyakla, “Evet” der. Sperm ve yumurtanın birleşmeleri, “Evet” cevabının aşkla göstergesidir. Ruh, maddeye âşık ve muhtaçtır. Bu aşkla yöneliş ve birleşmeden sonra döllenme olur. Mayoz bölünme ile ruh, bir çekirdek gibi zuhur eder. Annenin yediği ve içtiği gıda zerrelerinden, ruh çekirdeğindeki programların rehberliğinde lif lif dokunan beden elbisesi ruha giydirilir. Muhyiddin-i Arabi ruh çekirdeğinin, insan denilen ağaca dönüşecek şekilde büyüme safhasına dair şöyle der: “ Ruhun mahlukiyeti ( yaratılmışlığı ), inkişafından ( potansiyellerinin gül yaprağı gibi açılmasından ) ibarettir.[4] Bu süreç neticesinde bir ruh dünyaya gelir.[5]

Ruhların Allah’a cevabı, hisleri ve zayıf şuurlarıyladır. Fıtratını bozmayan her insan dünyadan memnuniyetiyle bu soru-cevabın varlığına delil olur. Hem her insanın maddi ve manevi gelişmesi bu yüce konuşmanın diğer bir şâhididir. Hem kâinattaki her şeye hükmeden terbiye kanununun varlığı bu konuşmayı gerektirir. Hem kabirde Rabb ünvanıyla sorgu yapılması da, ruhların zaman ve mekân itibariyle terbiye hakikati ile kuşatıldığını bildirir.

Evet, Allah kendi güzellik ve mükemmelliğine ayna kılmak ve yaşattırmak için Câil ismiyle ruhları manen inşa eder. Sonra onları terbiye etmek için, Hâlık ismiyle maddeten yaratır. Bu sonsuz terbiye hakikati ve sistemi her ruhu, sonsuz kârları katlanarak elde eden bir seyyah ve yolcu olarak hayal gözüne gösterir.

Ruhun seyahati ezelden başlar, ebediyete uzanarak devam eder “Ruhlar bölük bölük ordulardır. O âlemde birbirlerine alışanlar, bu âlemde de alışırlar. Orada alışamayanlar burada da alışamazlar[6] hadis-i şerifi ruh meselesinin evveliyatını, ruhların fıtratını ve dünyaya geliş hikmetini veciz olarak açıklıyor. Bu hadis-i şerif bize, her ruhun savaşçı bir asker fıtratında yaratıldığını bildiriyor. Bu hadis, askerî bir temsile işaret ederek dünya hayatını bizim için çerçeveliyor:

Ruhlar âlemi, her bir ruhun vatanıdır. Dünya ise, bir askeriyedir. Doğum, askere alınmadır. Ölüm, askerden terhis ve vatana dönüştür. İbadetler ruhun, içi manevi gıdalarla dolu çantasıdır. Takva ve dua ise, ruhun keskin ve vurucu silahlarıdır. Tâlim ve cihad, onun hayat vazifesidir. Günahları engellemek, sapık fikirleri öldürmek, şeytanları susturmak, ahlaksızlığı bitirmek ise ruhun en büyük zevkleridir.”

Ruh yarı-manevi bir yapı olduğu için büyüklük-küçüklük onda söz konusu değildir. Çekirdeğin içindeki manevi ağaç maddeten küçük gözükür. Fakat dağ gibi muazzam bir maddi ağacı o çekirdekteki ruh idare eder. Maddi ağacın her zerresi ve hücresinde o ağacın ruhu hükmündeki programı ve kanunu bulunur. Ölüm ile, bedenin bütünlük ve birliği bozulup dağılsa da ruhun kabirdeki cesed ve zerrelerle bağlantısı devam eder.

Bütün bu anlattıklarımızı Kur’an-ı Kerîm Târık sûresi ile bize şöyle anlatır:

1) And olsun o göğe ve Târık’a!

2) Târık nedir bildin mi?

3) O, karanlığı delen yıldızdır.

4) Hiç bir nefis yoktur ki üstünde bir koruyucu bulunmasın.

5) İnsan neden yaratıldığına bir baksın.

6) Atılan bir sudan yaratıldı.

7) O su, omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkar.

8) Elbette Allah’ın onu geri döndürmeye gücü yeter.

9) O gün bütün sırlar yoklanır, açığa çıkarılır.

10) O gün insanın ne bir kuvveti ne de bir yardımcısı vardır.

11) And olsun o dönüşlü göğe!

12) Ve yarılıp çatlayan yere!

13) Hakikaten bu Kur’an ayırıcı bir sözdür.

14) O asla bir şaka ve saçma bir söz değildir.

15) Haberin olsun ki kâfirler bir tuzak kuruyorlar.

16) Ben de tuzaklarına karşılık tuzak kurarım.

17) Onun için sen kâfirlere mühlet ver, onlara azıcık zaman tanı!

 Sûrenin tamamına dikkat edilirse, ruhun dünyaya gelişi, madde ile bağlantısının kuruluşu, peygamberler vasıtasıyla iman-küfür imtihanına girişi ve Âhiret’te hesaba çekilişi anlatılıyor. Necm sûresi’nin işâreti ve “Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisini imam kabul ederseniz o sizi hidayete eriştirir”[7] hadisi ve benzer hadislerin bildirdiği pencereden bakarak bu sureye dair şu tespitlerde bulunabiliriz:

 Sure üzerine yemin edilen sema, insanın ruhu; Târık, insanın şuur ve benliği, arz ise insanın bedenidir. İnsanın şuur ve benliği, yıldız gibi parlayan astral bedeni kullanır.[8] Evet her bir ruhtaki şuur, karanlığı delen bir yıldızdır. Çünkü maddi dünyaya bakarsak insanoğlu yaratılana kadar kâinat bir bilinmezlik karanlığı içindeydi. İnsanın şuuru, bu karanlık içinde parlayan bir yıldız oldu. Her bir ruh, kendi küçük ışıkçığı ile bu sebepler dünyasının örgülerini çözmeye çalışıyor. Bu kalın perdenin arkasına geçip Hakikati bulmaya uğraşıyor. Bu manada her insan, mecazen bir Târık’tır. Bu kelime, “tarikat” (yol) kelimesi ile de aynı köktendir. Bu cihetten her insanın Hakikate ve Allah’a giden kendine has bir yolu vardır. Kimi zikirle, kimi fikirle, kimi aşkla, kimi şükürle Allah’ını bulur, diyebiliriz. Sûrenin ilk bölümü burayı anlatır. (1-3. Âyetler)

Fakat tefekkür ehli kişilerce malumdur ki Hakikat yâ enfüste ya âfâkta aranır. Yani kendimizde veya kâinatta… Kur’an bu arayışın en kısa ve kolay yolu olarak kendini okumayı gösterir. İlk inen sûre olan Alak suresi “Oku!” dedikten sonra hemen insanın yaratılışını okumaya geçer. Aynı usul bu surede de var. Hatta bu sûre tefekkürün 4 kademesini de adım adım verir, kilometre taşlarını koyar. (4-7. Âyetler)

Sonraki kısım ölümü, mahşeri, yapılan işlerdeki niyetlerin ve gizli-açık her şeyin kaydedilişini ve ortaya konuluşunu haber veriyor. Hem insanın mahşer günü hiç bir şeyi kontrolü altında tutamayacağını bildiriyor. Sonra da Kur’anın hem dünya hayatında hem mahşerde hak ile batılı, eğri ile doğruyu, habis ve tayyib ruhları ayırıcı bir söz olduğunu vurguluyor.[9] Peygamberlerin gelmesinin aklını kullananlar ile kullanmayanlar, hakikati arayanlarla aramayanlar arasında bir ayrıştırma için olduğunu belirtiyor.

Evet peygamberler geldikten sonra insanlar ikiye ayrılırlar: Mümin ve kâfirKüfür, lügatta, tohum ve çekirdeğin üstünü toprakla örtmek demektir. Bu yüzden Arapça’da çiftçilere, keffâr denilir. Bu manada hakikati bile bile gizleyen kişilere Kur’an, “kâfir” (örten) diyor. Hakikati sözleriyle ilan eden kişiye ise, mümin (güven verici) diyor. Evet daima hakikati söyleyen kişi çevresine güven verir. Böyle kişi zaman içinde, dosdoğru olur. Demek ki inançsızlık, bir yalancılıktır. Peygamberler cihad denilen fikir savaşıyla hakikatsiz, sapık ve kof fikirlerle savaşırlar.[10]

Evet ancak Hakikat kılıcıyla sapık fikirler öldürülebilir. Mantık ve deliller ise, bu cihadın olmazsa olmaz güç kaynaklarıdır. İhlas ise, dile getirilen hakikati keskinleştiren sırdır. Bu savaşı kaybeden ve bile bile hakikati reddeden bir ruh, hırçın bir tavır sergiler. Mecbûren kaba kuvvete ve tuzaklara başvurur. Sûrenin sonunda belirtildiği gibi…

Ruhlar açısından Târık seviyesi, istenilen seviye değildir. Çünkü o, karanlıklar içinde Hakikati aramaktır. Oysa karanlık, korku ve endişe vererek şuurları ezer. O vakit şuur büyüyemez ki Hakikate erişsin.[11] Buna mukabil her şuur sahibi fıtraten güvene muhtaçtır. Tâ ki güven verici bir ortamda rahatlasın ve şuurunu büyütebilsin. Tıpkı bir bebek ve çocuk gibi… Bu kaçınılmaz yönden dolayı peygamberlerin gelmesi insanlığın varlığı gibi zaruridir. Onlar bütün insanlığın Hakikat duasıdır. Onlar doğrudan doğruya Hakikat Güneşi’ni gösterirler; arattırmazlar. Onlar Tevhid sırrıyla kişiyi, sebepler ve tabiatın oluşturduğu karanlık geceden kurtarırlar. Onlar keskin zekâ ve fetânetleriyle bir adımda kişiyi zâhirden hakikate geçirirler. Onlar canlı-cansız her şeyin Allah’ın elinde olduğunu kesin delillerle ve çeşitli yönlerle bildirir, gösterir ve hissettirirler.[12]

Sûrenin sonu Târık seviyesinde kalan kâfirlerin hırçınlığını, Hakikat Güneşi karşısında bir yarasa kuşu konumuna düştüklerini bildiriyor. Hem bir zümrüd-ü anka olan Hz. Peygamber’e (ASM) ise, sabır ve tahammülü tavsiye ediyor. Sûrenin işâret ettiği gibi vahye tâbi olmayan bir ruh, habisleşmeye ve hırçınlaşmaya mahkûmdur. Böyle bir ruhun hırçın bir martı, nankör ve inkârcı bir yarasa olmak kaderidir.

Kur’an Vâkıa sûresi ile de ruhların dünyaya gelişini, imtihanlarını, 3 gruba ayrılışlarını, 3 tarzda ölmelerini, 3 şekilde Berzah âleminde karşılanmalarını bize anlatıyor.[13] Beled sûresi ve Kamer sûresi, bu grupların özelliklerini biraz izah ediyor. Kamer sûresi, “Ashâb-ı Yemîn” (Sağ yola, iman yoluna giden ruhları); Beled sûresi ise “Ashab-ı Meymene” (Sağ yolun uğuruna ve manevi zenginliğine imanla erişen ruhları) ve “Ashâb-ı Meş’eme” yi (Sol yolun uğursuzluğuna küfürle uğrayan ruhları) kısaca anlatıyor.[14]

[1] Bir hadis-i şerifte “Ehl-i Cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine ( karınlarına ) girerler ve Cennette gezerler” denilir. Bakınız,  Müslim, İmâre: 121; Ebû Dâvud, Cihad: 25; Tirmizi, Tefsiru Sûreti Âl-i İmrân: 19, Fedâilü’l-Cihâd: 13; İbn-i Mâce, Cenâiz: 4, Dârimî, Cihâd: 18; Müsned, 1:266, 6:386.

[2] Tabakât-ı İbn-i Sa’d, Cilt, 5, “Abdullah ibn-i Selâm” maddesi… Siyer Vakfı Yayınları Tercümesi.

[3] Bu hadisteki “ çekme ” Arapça’da “ nezea ” fiiliyle ifade edilmiş. Türkçe’deki kullanılan ve manası bir birine üstün gelecek şekilde çekişme olan niza kelimesi bu fiilden türemiştir. Döllenme esnasında, dişi ve erkek genetik yapılar arasında bir nizâ çıkmakta; sonuçta orijinal bir genetik yazı belirmektedir. Bilim dünyası bu nizaı, İngilizce’deki “ dominate ” ( hükmetmek ) fiilinden gelen “ dominant ” terimiyle ifade ediyor.

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 9. Lem’a.

[5] A’raf sûresi, 172-173. âyetler meseleyi böyle ele alır ve anlatırlar.

[6] Buhari.

[7] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:132, Hadis No: 381.

[8] Bu tespit sûrelerdeki konu bütünlüğünün zorunlu bir neticesidir. Ayrıca sûreler çok yönlü olduğundan bu sûrenin insan hayatı ve kökenine dair tefsir boyutu da bunu böyle gösterir. Evet nasıl ki “semâ” (gök), havadan meydana geliyor. Kur’an da ruhu, bir nefha-yı İlahî (Allah’ın üfürmesi) olarak göstermekle bu tespiti destekler. (Hicr sûresi, 29) Ayrıca rûh kelimesi, râyihâ (güzel koku) ve riyh (rüzgar) ile aynı kökten türetilmesi ile de bu tespite kuvvet verir. Ayrıca sema, lügat olarak, bir yapıyı idare eden yüksek merkez manasına gelmekle de bu tespiti teyid eder. Evet ruh, maddi bedeni idare edici İlâhî kanundur. Hem göğün yeri kuşattığı ve her santimetre karesine temas ettiği gibi ruh da bütün bedeni kuşatır ve etkisi altına alır. Ayrıca sûrenin devamında sema için, “zât-ı rac’i” (geri dönüşlü gök) diyor. Bu da ölümle ruhun, İlahî huzura rücuuyla birebir örtüşüyor. Sûredeki arz ise, yerküre ve toprak demektir. Ki topraktan meydana gelen insan cismini ifade ediyor. Zâten sûre arz için de, “zât-ı sad’ı” diyor. Sad’ ise, Arapça’da, parçalanabilir bir nesnenin zerrelerine kadar ayrılacak şekilde parça parça olması demektir. İnsanın ölüm sonrası cisminin durumunu ne kadar güzel tarif ediyor! Zâten sema ve arzın bu yönlerine edilen yeminden sonra Kur’anın madde ve manayı, ruh ve bedeni özellikleriyle tarif eden ayırıcı yönü vurgulanıyor. Hem sûre hakikatle semavileşen müminlerle arzlı kalan kâfirlerin yapısını açıyor. Hakikat ve mana, nurdur. Madde ve enerji, karanlıktır.

[9] Habis, kirli, kötü kokulu ve zararlı demektir. Tayyib ise, bir gül gibi hoş kokulu, temiz ve yararlı demektir. Bunlar iki Kur’an ıstılahıdır.

[10] Cihad, cehd (çaba) kökünden gelir. Mal ile de yapılabilir can ile de… Âlimlerden Kur’andan hüküm  çıkartabilecek seviyeye gelenlere “Müctehid” (Karakteri çaba göstermek olan kişi) denilmesi, esas olanın beyin gayreti olduğunu bildiriyor. Çoğu kişinin cihaddan anladığı manaya ise, Kur’an kıtal diyor. Ki, “katl” (öldürme) kökünden gelir. Lâ ilâhe illallah diyen kişiye kılıç çekilmesi, Kur’an ve sünnete göre yasaktır. Bakınız Tevbe suresi, 73. Münâfıka, kılıç çekilemez.

[11] Dünyayı saran ve ruhları sarsan depresyon illeti ruhun preslenmesinden başka bir şey değildir.

[12] Fetânet, insan beyninin en üstün çalışma seviyesidir. Zekâdan daha keskin bir zihin gücünü ifade eder. Bütün İslam âlimlerince peygamberlerin ortak bir özelliği fetânetleridir. Allah’a muhatap olacak ve halka rehberlik yapacak kişinin fetânet sahibi olması lazım ki yol gösterebilsin ve halk tarafından da aldatılmasın.

[13] Evet, 3 tarzdadır. Çünkü sûre iman hakikatini elde ederek dünyada kendini geliştiren ruhları da anlatıyor. Hem Vâkıa sûresi, 95. âyet her ruhun istisnasız bir kanun gibi bu 3 halden birini “hakka’l-yakîn” yaşayacağını  vurguluyor.

[14] Ruhun ve ruhani yapıların varlığı, özellikleri ve gelişme imtihanları için Üstad Bediüzzaman’ın Sözler kitabından 15, 17 ve 29. Sözleri tavsiye edebiliriz. Ruhların gelişme seyirlerini ve bunun aşamalarını görmek için de Sözler kitabından 1-8. Sözleri okuyabilirsiniz.