Kategori arşivi: Güncel Haber

Taunlara Bakış Açımız Nasıl Olmalıdır?

Bu konu için öncelikle “Taun” kelimesine bir bakalım. “Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalıktır. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan yumruların herbirine verilen isimdir.” (bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Tâun maddesi) Bu kelimenin özel anlamından ziyade genel anlamını alıp “dehşetli bulaşıcı hastalık” olarak kullanacağız ve bu konuyu ele alacağız.

Kur’ân-ı Kerîm’de Rum Sûresi 41. Âyet-i Kerîme’nin Meâli şöyledir: “İnsanların ellerinin kazandığı (günahlar) yüzünden, karada ve denizde fesad çıktı ki(Allah), yaptıklarının bir kısmını(n cezâsını), kendilerine (dünyada) tattırsın; tâ ki (kötülüklerden) dönsünler.” (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Rum Sûresi, 41. Âyet-i Kerîme Meâli)

«Bu âyetin, karada ve denizde bozulmanın ortaya çıkmasıyla ilgili kısmı hakkında tefsirlerde yer alan belli başlı yorumlar şunlardır: Karada ve denizde tufan çıkması endişesi; bazı arazilerin bitki bitirmez duruma gelmesi ve tatlı suların tuzlu su haline dönüşmesi; gerek şehirlerde gerekse kırsal kesimde bozulmanın yaşanması (Arap dilindeki mecazi bir kullanıma dayanılarak buradaki “deniz” anlamına gelen bahr kelimesi “yerleşim merkezleri ve şehirler” şeklinde yorumlanmıştır); kaynak sularının azalması; kıtlık, yangın, sel gibi felâketlerin ve ölümlerin çoğalması; geçim sıkıntısının artması, her şeyin bereketinin kaçması» (Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 322-325’ten naklen; Taberî, XXI, 49-50; Zemahşerî, III, 205-206; Râzî, XXV, 127-128)

Demek ki, yapılan zulümler, fesatlar ve fitneler, salgın hastalıkların da gelmesine neden olabiliyor.

Konuyla ilgili Hadîs-i Şerîf ise şu şekildedir; “Taun hastalığı, Allah Teâlâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir çeşit azaptı. Allah onu mü’minler için rahmet kıldı. Bu sebeple tauna yakalanmış bir kul, başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek bulunduğu yerde ikamete devam eder ve başına ancak Allah ne takdir etmişse onun geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.” (Buhârî, Tıb 31; bk. Buhârî, Enbiyâ 54; Kader 15; Müslim, Selâm 92-95)

Bu Hadîs-i Şerîften de anlaşılacağı üzere “Allah onu (yani Taun hastalığını) mü’minler için rahmet kıldı.” Dehşetli bulaşıcı hastalığın mü’minler için nasıl “rahmet” olduğunu da devamında bizzat Resul-i Kibriya Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz açıklamıştır; “…başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek bulunduğu yerde ikamete devam eder ve başına ancak Allah ne takdir etmişse onun geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.” İşte mü’minler için rahmet olma ciheti, ona “şehit sevabı” verilmesidir.

“Ve fırtına ve zelzele, taun gibi hâdiseleri, birer musahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisatı; sureten haşin, manen çok latîf hikmetlere medar görüyor. Hattâ mevti, hayat-ı ebediyenin mukaddimesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sair cihetleri sen kıyas eyle. Hakikati temsile tatbik et.” (Sözler, s. 348)

Buradan da anladığımıza göre bu bulaşıcı hastalıklar, Cenâb-ı Hakk’ın “musahhar memur”udur. Musahhar yani emri altında bulunan, Allah’ın emrine itaat eden bir memurdur; bu bulaşıcı hastalıklar. Koronavirüs hastalığı da bulaşıcı hastalık olması hasebiyle, biz de mü’minler olarak onun “Allah’ın emri ile hareket eden bir memur” olduğunu bilmeli ve ruhen, fikren, psikolojik olarak rahat olmalıyız.

Aynı mânâyı ifade eden bir başka yer ise şu şekildedir; “Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.” (Sözler, s. 712) Yani bu bulaşıcı hastalıklar “Rahîm-i Hakîm’in elinde”dir ve her işini hikmetle yapan “Hakîm” olan Cenâb-ı Hakk, abes iş yapmaz, hikmetsiz bir iş -hâşâ- O’nun (cc) yaptığı hiçbir işte yoktur. Zira O Allah ki; “Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur.” Ve “Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var”dır. Bizlerde o “lütufları” görmeli ve dehşete kapılmamalıyız.

Ve Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler eserinin sonundaki Lemaat eserinde de şu tabirler geçmektedir; “Tufan, taun misali, şu harbin zelzelesi; gâvura yapıştırdı semavî bir silleyi. Demek ki şu musibet, bütün beşer musibetiydi…” (Sözler, s. 794) Bu başa gelen “hastalıkların” aynı zamanda “semavî bir sille” olduğunu bilmek ve herkesin kendi iç aleminde bunu mütalaa etmesi gerekir.

Aynı zamanda tarih boyunca da birçok “taun” yani “dehşetli bulaşıcı hastalıklar” olduğunu ve bunlardan binlerce, yüz binlerce insanın vefat ettiği de unutulmamalıdır. Bu “Covid-19 Koronavirüs” hastalığı ne bunların ilkiydi ve ne de sonu olacaktır. Tarihte bununla ilgili bir misal şudur;

«Hem –nakl-i sahih ile– “Beytü’l-Makdis’in fethinde büyük bir taun çıkacak.” Ferman etmişti. Hazret-i Ömer zamanında Beytü’l-Makdis fetholundu. Ve öyle bir taun çıktı ki üç günde yetmiş bin vefiyat oldu.» (Mektubat, s. 123)

Görüldüğü üzere Kudüs’teki meşhur ve mukaddes mescid olan Mescid-i Aksa’nın Hz. Ömer döneminde fethedileceği zaman da bir taun yani dehşetli salgın bir hastalık çıkmıştır. Ve bir mu’cize olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz bunu da olmadan önce haber vermiştir. Ve bu mu’cizesi de fetih olduğu zaman “üç günde yetmiş bin vefiyat ol”ması ile ortaya çıkmıştır. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Koronavirüse Karşı Bir Tedbir Daha; Sosyal Mesafe

Bu koronavirüs için “sosyal mesafe” konusunda ‘Cenâb-ı Hakk’ın indinde tek hak din olan İslâmiyet’in (bkz. Âl-i İmrân Suresi 19. Âyet-i Kerîme ve Meâli) bakışı nasıldır?

Her konuda bize “Rehber-i Ekmel” yani en kâmil rehber ve “Üstâd-ı Küll” yani herkesin Üstâd’ı, Hocası Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’dir. Söz hakkı onundur ve onu dinleyelim; “Cüzzam hastalığı olanla seninle onun arasında bir veya iki mızrak mesafe olduğu halde konuş.” (bkz. Ebu Nuaym el-İsfahanî, Et-Tıbbu’n-Nebevi, c. 1. s. 355. H.No: 292.)

Bu ölçü ile baktığımız zaman Hadîs-i Şerîfte bahsi geçen “cüzzam hastalığı”nı günümüzdeki salgın hastalıklara ve “bir veya iki mızrak mesafe” bırakarak konuşmayı da sosyal mesafe olarak yorumlamak yerinde olacaktır.

“Cüzamlı hastalara bakışınızı devam ettirmeyin. Onlar ile konuştuğunuzda da sizinle onlar arasında bir mızrak boyu mesafe olsun.” (bkz. Ebu’l-Hasan, Nureddin, Ali b. Ebi Bekir b. Süleyman el-Heysemi, El-Maksadu’l-Ali fî Zevaidi Ebi Ya’la el-Mevsılî, c. 4. s. 299. H.No: 1558.) Bu Hadîs-i Şerîfte de sosyal mesafeye dikkat çekilerek “bir mızrak mesafe” bırakılması gerektiğine dikkat çekilmiştir.

Unutmamak gerektir ki; sosyal mesafe kurallarına riayet etmemek başkalarının hakkına girmek olur ve bu bir kul hakkı ihlalidir. Bu durumunda hastalığı yayan her bir taşıyıcı, hastalanan kişilerin hastalanması durumunda insanlara zarar vermek vebalini ve hastalık bulaştırdığı kişinin ölmesi durumunda can kaybına sebep olmak vebalini de girmiş olur. Bu sebeplerden dolayı bu konuya dikkat etmek gerekir. Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Silahlı saldırıya uğrayan Nakşibendi Şeyhi vefat etti

Bugün uğradığı silahlı saldırıda şehit edilen Norşinli Seyda Şeyh Abdulkerim Çevik, bölgenin çok sevilen bir din alimiydi.

Medreseler Güneydoğu Bölgesinin en etkili eğitim kurumları arasında yer alıyor. Terörün en şiddetli dönemlerinde bile eğitimlerine ara vermeyen medreseler adeta huzurun kaynağı. 

Merhum Şeyh Abdülkerim de medreselerin önde gelen temsilcilerindendi.

Merhum Çevik, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur eserlerini okuyor ve okutuyordu.

Şeyh Çevik, yıllar önce kendisine sorulan Bediüzzaman Hazretleri hakkındaki bir soruya sosyel medya hesabından şöyle cevap vermişti.

Said Nursi Hazretleri neden bir mürşide tabi değildi

Soru: 

Beddiüzzaman yani Said Nursi Hazretleri neden bir mürşide tabi değildi bunun bir sırrı var mı? Tarikatları övdüğü sözleri var ama kendisinin bir mürşidi neden yoktu? Ayrıca Kendisinin Tarikatlar hakkındaki yaptığı açıklamaları kaynaklı olarak paylaşırmısınız?

Cevap:

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ehli tariktir. İlk tarikatini Gavs Seyyid Sebgetullahi Arvasi’nin oğlu Seyyid Nur Muhammed’den almıştır. Sonra Hazret Diyaeddin en Norşini’den aldığı rivayet ediliyor. Ama sonradan iman konusuna dair hizmet etmiştir.

Kendisinin döneminde batıdan gelen dinsizliğe karşı iman kurtarma mücadelesini vermiştir. Kendisi Türkiye’nin batı tarafında hep sürgün ve hapis yattığı için o bölgelerde devamlı kalınca o bölgelere gelen tehlikeyi tesbit etmiş ve ona göre cihad etmiştir.

Ama bu tehlike yani küfür korkusu Doğu bölgelerinde yoktu. Doğu meşayihi, tasavuf ve medreseleri hizmetini yapmışlardır. Bediüzzaman doğu meşayihlerine göndermiş olduğu mektuplarda, medrese ve tasavvufu teşvik etmiştir.

Bediüzzaman hazretleri Risale-i Nur’un çok yerlerinde tasavufun ehemmiyetini anlatmıştır.

Mesnevî-i Nuriye’de Nakşibendi ve Kadiri tarikatlarini methederken şöyle buyurur.

Nakşibendi tarikati zikri hafi ile nefsinin arzusunu yok eder, ona içi kavrulmuş buğdaya benzetmiş. Nasıl ki bir tohum, tohum olarak kaldığı zaman yeşermez. Kalbi zikirle nefsi etkisiz hâle getirir, günaha gitmez. Kadiri meşrebi zikri cehri ile kibri yok eder.

Bediüzzaman’ın tarikat ve Nakşibendi şeyhleri üzerine söylediği konular

Bediüzzaman’ın nakşibendi şeyhi Seyda-i Taği hakkında yazdığı yazı:

“Hem o nahiyemiz olan Hizan kazasına tabi İsparitte birdenbire meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahmani Taği’nin himmeti ile o kadar çok talebe ve hocalar ve alimler çıktılar ki, bütün Kürdistan onlarla iftihar eder, bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazari ilmiyye ve pek büyük bir himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim ve tarikat için de öyle bir vaziyet hissediyordum ki, güya yeryüzünü fethedecek bu hocalardır…” (Emirdağ Lahikası c.l, sh: 53)

Tarikat üzerine yazdığı yazı

“Tarikattan hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik alimde olsa, bu zamanın zındıklarının desiselarine karşı kendisini tam muhafaza etmesi zorlaşmıştır.” (Tasavvuf Risalesi)

Bediüzzaman, Münazarat isimli eserinde, Seyda-i Taği (ks) için; Bu zâtın mübarek silsileden olup, hürmet ettiği şeyhlerden olduğunu ifâde etmiş, Seydâ gibi evliyalar için, “Onların temiz kalplerinin göz-bebeğinde Rabbani boya, gönüllerinde de hakikat ışığı nakşolmuştur” demiştir.

Hayalî Ziyâeddini sevmek

Molla Said’in bir yere bağlanmaması üzerine büyük velilerden Hazret-i Ziyâeddin’in (k.s.) has müridi olan ağabeyi Molla Abdullah, şeyhi hakkında ifrata varan sevgi ve hüsn-ü zan ile Molla Said’e şöyle dedi:

“Hz. Ziyâeddin bütün ilimleri biliyor. Kâinatta kutb-u âzam gibi herşey hakkında bilgisi var.”

 

Bu sözleriyle kardeşini de ona bağlamak istiyordu. Bediüzzaman onun bu mübalağasına karşılık şöyle dedi:

“Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebelirim. Hem sen, benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül [hayal] ettiğin bir Ziyâeddin’i seversin; yani o unvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse [bu ilimleri bilmediği görülse], senin muhabbetin ya zail olur veyahut dörtten birisine iner.

“Fakat ben o zât-ı mübâreği, senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü sünnet-i seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilakis daha ziyâde hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyâeddin’i, sen de hayalî bir Ziyâeddin’i seversin.”

Norşin’i örnek gösterir

Bediüzzaman Risale-i Nur’ da İslam medeniyeti ile Batı medeniyetini ve medeni Mü’min ile medeni Kafir’in Suret ve siret, Zahir ve batın farklarını adeta körlere bile gösterecek bir şekilde gayet mükemmel olarak anlatarak, İslam medeni anlayışına örnek, Norşin’i gösterir. Ve der ki,

“Eğer istersen hayalinde Norşin karyesindeki Şeyda’nın meclisine git, bak: Orada fukara kıyafetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melâikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir. Göreceksin ki, akrepler insan libası [elbisesi] giymişler ve ifritler adam suretini almışlar, ilâ âhir…” (Mesnevi-i Nuriye)

”Nakşilerin hatmede söyledikleri ”Ya Baki Entel Baki” sözü cerrahi bir ameliyat hükmündedir.” (Lem’alar)

Kaynak: RisaleHaber 

www.NurNet.org

Ordumuz ve milletimiz için külli bir dua

•ALLAHIM! Her şeyi hikmetle yaratan, nizam ve intizamla donatan ve faydalı hedeflere yönelten Hakim isminle, öyle bir heybet ve celal elbisesi giydir ki düşmanların elleri, bizden, vatanımızdan, İslam Aleminden uzak dursun!

•Allahım! bize karşı toplanıp hazırlanmış küfür ordusunu hezimete uğrat!

•Bizleri zarara uğratmak isteyenlerin, bütün hile ve tuzaklarını bertaraf eyle.

•Ey geçmiş ümmetlerden beri, darlık, sıkıntı ve musibet anında her varlığın yegane ümit kaynağı olan Me’mul!

•Sabit, Samed, Şehid ve Selam isimlerinin tecellisiyle, bizi düşmanın küfür ve fitne ateşinden kurtararak, selamete çıkar Ya Rabbi!

•Düşmanlarımız azgınlık ve taşkınlıkta haddi aştılar. Sen bize kafisin! İnayet ve Yardımını bize İhsan eyle!

•Düşmandan gelen şiddetli hücuma karşı koymak ve korunmak; ancak SEN’in ihsan ettiğin güç ve kuvvetledir. Küfür ve inkar karanlıklarının dağılması da ancak Sen’in yüce kapına iltica iledir.

AMİN AMİN AMİN
*
Not: Hz Ali (r.a.)nın, CELCELUTİYYE adlı eserinden derlenmiş ‘DUA’sıdır.

Cihad ve Gazamız hayırlı ve mübarek olsun!

İrade Hürriyeti, Mutluluk ve Kader-1


( Said Nursi’nin Kader Risalesi’nin Şerhi )

3. Mebhas: Kadere îmân, îmânın erkânındandır. Yâni: “ Herşey, Cenâb-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delâil-i kat’iyye        ( kesin deliller ) o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile şu rükn-ü îmânîyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz.
Mukaddeme: Herşey vücûdundan evvel ve vücûdundan sonra yazıldığını ” Velâ ratbin velâ yâbisin illâ fi kitâbin mübîngibi, pekçok âyât-ı Kur’aniyye tasrih ediyor ( açıklıyor ) ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizâm ve mizan ve intizâm ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyyesiyle tasdik ediyor. Evet, şu kâinat kitabının manzum ( şiir gibi düzenli ) mektûbâtı ve mevzun ( ölçülü ) âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır. Amma, vücûdundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekadîr ve sûretler, birer şahiddir. Zira, herbir tohum ve çekirdekler, “Kâf-Nun” tezgâhından çıkan birer lâtif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki, kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizât-ı kudreti bina ediyor. Demek, bütün ağacın başına gelecek; bütün vâkıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur. Hem, herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan ( açıkça ) gösterir. Evet, hangi zîhayata ( canlıya ) bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sûreti, o şekli almak; ya, hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı ma’nevî ile kudret-i ezeliyye, o sûreti, o şekli biçip giydiriyor.
Meselâ: Sen, şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki; câmid (ölü), sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında ( büyüyüp gelişmesinde ) hareket eder. Bâzı eğri büğrü hudutlarda, meyve ve faidelerin yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder ( durur). Sonra, başka bir yerde, büyük bir gayeyi tâkib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı ma’nevînin ve o mikdarın emr-i ma’nevîsiyle zerreler hareket ederler. Mâdem, maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla ( zamanaşımıyla ) giydikleri sûretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizâm-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyyenin ( yaratma emirlerinin ) ünvanı olan “Kitab-ı Mübîn”den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübîn”den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var.
Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek.
Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tâbir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizâmlı birer kaderî mikdarı vardır. Mâdem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücûdundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.
Şimdi; vücûdundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı ( hayat macerasının ) yazıldığına delil ise; âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün meyveler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren ve işaret eden insândaki bütün kuvve-i hâfızalar ( hafıza güçleri ) birer şahiddir, birer emâredir.
Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı ( hayata dair takdirler ), onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsânın sergüzeşt-i hayatıyla beraber kısmen âlemin hâdisat-ı mâziyyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir sûrette yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insânın sahife-i a’mâlinden küçük bir sened istinsah ederek, insânın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem, tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde ( karışıklığında) beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor ( bakileştiriyor). Hem, beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânilerin mânâlarını onlarda yazıyor…
Elhasıl: Mâdem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtat hayatı, bu derece kaderin nizâmına tabidir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insânîyye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet, nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar ( sızıntılar ) su menbaını gösterir; senedler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücûduna işaret ederler. Öyle de: Şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizâm-ı maddî olan bedihî kader ve intizâm-ı ma’nevî ve hayatî olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senedleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler (spermler), tohumlar, çekirdekler, sûretler, şekiller; bilbedâhe “Kitab-ı Mübin” denilen irade ve evâmir-i tekviniyyenin defterini ve “İmam-ı Mübin” denilen ilm-i İlâhînin bir divanı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.
Netice-i meram: Mâdem bilmüşâhede görüyoruz ki, herbir zîhayatın neşv ü nema zamanında; zerreleri, eğri büğrü hudutlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hudutların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe, o şeyin mikdar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte: meşhud, bedihî kader, o zîhayatın ma’nevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntâzam meyvedâr hudutları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret; o maânî kitabını, o mistar üstünde yazar.
Mâdem maddî ve ma’nevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir hudutlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat’iyyen anlıyoruz. Elbette herbir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünki: Sergüzeşt-i hayatı, bir intizâm ve mizan ile cereyan ediyor. Sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Mâdem böyle umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır. Elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi ve emanet-i kübrânın hâmili olan insânın sergüzeşt-i hayatiyyesi, herşeyden ziyâde kaderin kanununa tâbidir.

Bu Mebhasta Said Nursi, her şeyin vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığına dair bir ön giriş yapıyor. Her ağaçtan önce, onun plan ve projesi manasında bir çekirdek ve içine ruh konulur. Bu ilmî ve sabit yapıya “ Hakikat ” deniliyor. Hakikatin, kudret ve irade ile birleşmiş haline ise “ Hakk ” adı verilir.
Risale-i Nur ve mantık bilimi okumaları için bir anahtar bir bilgi olması ve alt yapı oluşturması için birkaç kavramı izah etmek gerekiyor:
İlim, sabit bir şekilde tecelli edince “ Hakikat ” ortaya çıkar.
Kudret, sabit bir şekilde tecelli edince “ Vücud ” ortaya çıkar. Değişken şekilde tecelli edince “ Kevn ” olur. Kâinat ( oluşanlar ) tabiri bu manadadır.
İrade, sabit bir şekilde tecelli edince “ Zâtiyet ” ve “ Zât ” ortaya çıkar.
Bu manada mahlukattan irade sahibi canlılardaki Hakikat, İlm-i İlâhîye; Vücud, kudret-i İlâhiyeye; zâtiyet ve zât boyutu ise İrade-i İlâhiyeye dayanır.
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz ” ( Tekvir suresi, 29 ) âyeti, insandaki zâtiyet boyutunun kaynağını ve sınırlarını gösterir.
Yaratan hiç bilmez olabilir mi? O her şeyin öz ve hakikatini bilen Latîf, vücuda gelmiş halinin farkında olan Habîr’dir ” ( Mülk suresi, 14 ) âyeti ise, mahlukattaki hakikat yönünün kaynağını bildiriyor.
Onlar hiçbir şey yaratamazlar bilakis kendileri yaratılıyorlar ” ( Nahl suresi, 20 ) ve “ Onlar kendi kendilerini mi yaratmışlar? ” ( Tur suresi, 35 ) ayetleri ise mahlukatın vücud yönlerinin kaynağını bildirir.
Mülk suresi 14. Âyetteki Latif ve Habir isimleri, vücudundan evvel yazılma ve vücudundan sonra yazılmayı 2 isimle anlatıyor. Ruhun yaratılmasını, Latîf ismiyle; hayatın yaratılmasını ise Habîr ismiyle bildiriyor. Her iki isim de ilim sıfatından kaynaklanıyor diye ilim erbabı kabul ediyorlar. Âyet şöyle de anlaşılabiliyor: “ Uyanın! Dikkat edin! Yaratan yarattığı şeyi bilmez olabilir mi? Yaratma bildiğini bildirmedir; tatbikî bir öğretmedir. ”
Said Nursi’nin gösterdiği âyette Kitab-ı Mübîn kullanılmış. Âyetteki “ ratb ” ( yaş ) ve yâbis ( kuru ) tabirleri şöyle eşleşiyor:
Ratb, kudret feyzi ile sulanarak büyüyen ve vücuda kavuşan, hakikat şeklinde proje halindeki ağaçtan hak şeklinde fiilî haldeki ağaca yükselen çekirdeğin halini ifade ediyor.
Yâbis ise, ilim nuru ile hazırlanan ve büyümek için emr-i İlâhîyi bekleyen ve irade-i İlâhiyenin uygun görmesiyle büyüyebilen ölü ve uyuyan hali ifade eder. Rahmet yağmuru yağınca yeşeren toprak gibi kuru bir çekirdeği göze gösterir.
Burada çekirdek ve ağaç her ikisi de kudret sıfatıyla yaratılır. Fakat çekirdeğin içindeki ağaç açısından bir potansiyel hal olduğundan büyüme gerekir. Bu açıdan Kur’an, Kitab-ı Mübîn tabiri kullanmış. Çekirdek de, ağaç da bir vücuda sahip oldukları için… Hatta “ Göklerin ve yerin yaratılış gününde ayların 12 olacağı ve 4 tanesinin haram ay olacağı Allah katında bir Kitab’da yazılmıştı ” ( Tevbe suresi, 36 ) demesi gösterir ki, kâinat da bir maddi çekirdekten inkişaf ettirildi. Eğer maddi vücud öncesinde bu çekirdek ve ağaçların yaratılacağının Kader tarafından yazılmış olmasından bahsedilecek ise, o durumda Kur’an, İmam-ı Mübîn tabiri kullanır.
Vücudundan evvel yazılı olmaya Bediüzzaman, cansızlardaki mebadi denilen altyapılar, canlılarda bütün çekirdekler, yumurtalar ve üreme hücreleri şahid olduğu gibi, onlardan ortaya çıkan mekadir ve suretler delildir, der. Mekadir, cansızların mebadisinden ortaya çıkan belirli bir ölçüdeki her nesne demektir. Güneş, ay, gezegenler, dağlar, bulutlar v.s. her şey belirli bir ölçü ve hesaplamaya dayanarak Mukaddir isminin şekillendirmesiyle bir biçim, büyüklük ve ağırlık sahibi oluyor. Eğer belirli bir ölçü, plan ve programa dayanmasaydı, kargaşa ortaya çıkardı. Bu durum gösterir ki, cansızların dahi bir Kader programı vardır. Buna da mebadi denilir. Canlılardaki ölçüyü ise, sureti yani görüntüsü gösteriyor. Her bir suret, menşeinde onun Kader tarafından takdir edildiğini ve o planın uygulaması olduğunu gösteriyor. Mühendislik diliyle söylersek, şu an gözle görünen bir Mercedes model arabanın önce en ince detayına kadar projesi çizilir; sonra sanayide o proje tatbikata geçirilir ve ortaya araba çıkar. İşte Kader, projedir; Kaza, tatbikattır. Proje halindeki araçtan binerek istifade edemeyiz; fakat gözle görünür hale gelince yıllarca istifade edebiliriz.
Vücudundan sonra yazılmanın alameti ise nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz… Said Nursibu delilleri yeterince izah etmiş ve açık.
Bu kısımda Bedihî Kader ve Nazarî Kader ayrımı var. Bu kısım insan açısından çok önemli.
Bedihî Kader, bizim kalıbımızın kaderidir; cismimizin ömür boyunca geçireceği şekillerin, tamamıyla belirli bir ölçü ve tartı dahilinde olduğunu bildirir.
Nazarî Kader, bizim kalbimizin ve maneviyatımızın kaderidir. Burada da istidadlarımız ölçüdür. Onları takdir eden Allah’tır. O istidada göre manen vazifelendiren de Allah’tır. Her şeyden vazifesini yerine getirdiği durumda râzı olan Odur. İstidadı üstünde bir vazife o kuldan istemez. Kulun istidadı onun yaratılış vazifesidir. Asıl iş, kendi istidadını keşfedip onun inkişafı için çalışmaktır.
Bedihi Kader, bizdeki Zâhir isminin tecellisidir. Nazari Kader ise, Bâtın isminin tecellisidir. Allah her iki Kader ile bizi bildiğini ve hayatımızın maddi-manevi her cihetini kuşattığını hissettiriyor. Mesela rüyalar, Nazari Kader’den gelen takviyelerdir. Mikail (AS) Rezzak isminin hizmetkârı olarak, mahlukatın ve bizlerin Bedihî Kaderimize hizmet eder. Cebrail (AS) ise, vahiy ve ilhamdaki hizmetleriyle mahlukatın ve bizlerin yaratılış vazifelerimizi ifade ederek, Nazari Kaderimize hizmet eder. Sahabelerden Hassan bin Sabit, şair fıtrattaydı. Efendimiz’in (ASM) şairiydi. Din düşmanlarını eleştiren şiirler söylerdi. Hz. Peygamber (ASM) Ona şöyle dua etmiştir: “ Ya Rabbi, Hassan’ı Ruhul-Kudüs ile takviye et ” Demek biz de fıtratımızın gereğini yapsak Cebrail’den de destek alırız, Azrail’den de; Mikail’den de İsrafil’den ( Aleyhimüsselam ) de…
Vücudundan sonra her şey yazıldığının somut delilleri, bütün şuur sahiplerindeki hafızalar, ağaçlardaki meyvelerin içindeki çekirdekler, kainatta Levh-i Mahfuz denilen muhafaza kaynağıdır.
Kısacası insan hayatı, başlangıç ve son itibariyle, yani menşei ve meyvesi ile bir hıfz altında… Her şeyi önceden yapılabilecek şeyler manasında yazılmış, sonradan yapılan şeyler olarak tekrar yazılıyor. Kader defterimiz, Kaza defterine dönüşmeye burada başlıyor ve ebediyen devam edecek…
İnsanı mes’ul eden, Kader yazıları değil; Kader’e o yazıları yazdırtan tercihler ve tercihlerle oluşan takdirlerdir. Bu manada Allah, bizim irademizle neleri tercih edebileceğimizi, hatta neyi tercih edeceğimizi bildiği için onu Kader olarak yazar. Fakat biz bu yazıyı bilmeyiz. Bu yazıyı Allah gaybın gaybı manasında kimseye bildirmez. Tâ ki imtihan tam tahakkuk etsin. Bu açıdan Kader’e İman, İman rükünlerinin en zoru ve anlaşılması en zor olanıdır. Çoğu kişinin ayağı burada kayıyor. Diğer İman rükünleri oturmadan Kader bahsi anlaşılamaz. Allah’ı tanımadan, Onun ilmini bilmeden, Onun hikmet ve rahmetini kavrayamayan birisi Kader mantığını anlayamaz. Hep şunları söyler: “ Madem ne olacağını biliyor, o zaman niye yaratıyor? Madem günah işleyebileceğimizi, hatta işleyeceğimizi ve tercih edeceğimizi biliyor, neden günah işleme imkânı tanıyor? Madem günah işlememize imkan tanımış, o halde günah işlememizi mi istiyor? Madem işlememizi istemiyor neden böyle bir imkan veriyor v.s. ”
Evet Allah, hayra ve şerre açık bir irade vermekle, insan iradesini tam hür kılıyor. Aksi takdirde şerri tercih edemeyen bir irade tam hür olamazdı. Allah ateşi yaratır, istifade edilsin diye; fakat ateşten dikkatsizliğiyle, akılsızlığı ve cehaleti dolayısıyla zarar görüldüğü de bir hakikat… Allah ateşi yarattığında her iki ihtimal kapısının da açılmasını istediğini gösteriyor. Yanabilmeni ister ama yanmanı istemez. Cehennem’e girebilmeni ister fakat girmeni istemez. İstemediği için 124.000 peygamber gönderir; 124.000.000 evliya ve daha fazlasıyla alim gönderir. Kâinatı sanat harikaları, rahmet hediyeleri ve kudret mucizeleri ile doldurur. Fakat görmek istemeyen görmez, duymak istemeyen duymaz. Onlara duymama, duyamama, görmeme, görememe lüksü ve imkanı da tanır ki, gerçekten Hak ve Hakikate talip olanlar ortaya çıksın. Ve insan bütün tercihlerinden tam mes’ul olsun.