Kategori arşivi: Röportajlar

Cami İmam-Hatibinden Örnek Faaliyet

image

Çocuklar ve gençleri namaza alıştırmak için yaptığı faaliyetler ile örnek teşkil eden Göçbeyli Camii İmamı İbrahim Aslan ile sohbet roportajımız.

Hocam kendinizi tanıtırmısınız?
– İsmim İbrahim Aslan memleketim Hatay yayladağı. İlk görev yerim olan İstanbul Pendik ilçesi Göçbeyli Köyyeri Camiinde dört senedir vazife yapmaktayım. Bulunduğum köy güzel ve insanları mütedeyyin.

Çocukları namaza alıştırmada nasıl bir yol takip ediyorsunuz?

– Görev yerime geldiğimde  cemaatimiz yaşlı insanlardan ibaretti. Orta ve genç yaştaki insanları davet etmeye çalıştık fakat bunun uzun vadede gerçekleşeceğini anladık. Çocuklara haydi çocuklar namaza isimli bir yarışma başlattık ve mahallemizdeki otuzdokuz çocuğun otuzu iştirak etti. Namazları puanlandırdık. Akşam 2 puan, sabah 5 puan gibi. Dereceye girenlere tablet,  fotoğraf makinası, mp4, mp3, gibi çeşitli hediyeler dağıttık.
Bunun yanında hafta içi kurs düzenledik elif-ba, namaz sureleri ezberi, Risale-Nurdan vecize ezberi, tesbihat, aşirler vs. Puanlamaya bunları da dahil ettik. Babasını akrabasını arkadaşını camiye getirenlere de puan verdik. Kısacası çocukların yaptığı hayırlı ne varsa puana dahil ettik. Ve yüzde doksan verimli oldu elhamdulillah.

Hediyeleri nasıl temin ediyorsunuz?
– İşadamlarından, cuma cemaatinden, öğrenci velilerinden bazan da köy kahvesinden topladık.

Hediye olmadığı zamanlar gelen oluyor mu?
– Maalesef. Biz de her zaman hediye alamadık ve şu çözümü bulduk; kaliteli bir oyun konsolu aldık ve projeksiyon ile perdeye yansıttık, dev ekranda çocuklara oyun oynattık. Bahsettiğim puanlama sistemini, ‘her artı bir oyun’ şeklinde düzenledik aynı şakilde verim aldık. Böylelikle kesintisiz cami çocuk bağını kurduk.

Şu an vereceğiniz hediye faaliyeti var mı?
– Kış sezonunun ve yaz tatili sonunda birinci olana bisiklet hediye edeceğiz. Bunlara ilaveten yaz Kuran kursunda çocukları havuza götürüyoruz.

Çocukların aileleri nasıl bakıyor bu faaliyetinize?
– Çok güzel geri dönüşler alıyoruz. Memnuniyetlerini her fırsatta dile getiriyorlar dua ediyorlar. Bazan da çocuklarıyla birlikte camiye geliyorlar.

Biraz da gençlere yönelik faaliyetlerinizden bahseder misiniz?
– Gençlerle de diyaloğumuz çok iyi. Zaman zaman halısaha maçlarına gidiyoruz. Ayda bir camimizin dershanesinde çiğköfte ikramlı sohbetimiz oluyor. Her hafta bir gencimizin evine misafir oluyoruz tabi diğer gençler de iştirak ediyor. Yasin okuyup dua ettikten sonra dersimizi okuyoruz. Bu programı ev ziyaretlerinde de uyguluyoruz.

Efendim bu meyanda sosyal medyayı kullanıyor musunuz?
-Tabiiki. Facebook’ta camimizin sayfası var faaliyetlerimizi ve duyurularımızı ordan paylaşıyoruz. Ayrıca whatsapta grubumuz var oradan da haberleşiyoruz.

Hocam son olarak meslektaşlarınıza tavsiyeniz var mı?
– Meslektaşlarıma acizane tavsiyem; mesuliyetimiz çok ağır. Ezanın duyulduğu her evden mesuluz. Görev mahallimizde girip çıkmadığımız ev ve işyeri kalmamalı.
Önce kendi imanımızı güçlendirmeli sonra da cemaatin imanını nasıl artırmaya yardımcı olurum diye düşünmeli, dert edinmeli.
Çocuklara ve gençlere önem vermeli bunun yanında diğer insanları da unutmamalı onları da camiye davetin yollarını aramalı vesselam.

Kıymetli vaktinizi ayırdınız Allah razı olsun. Allah hizmetinizi daim etsin.
-Amin. Sizden de Allah razı olsun. Rabbim bizleri dünyada ve ahirette muvaffak eylesin. İhlaslı kullarının zümresine dahil etsin. Amin.
Furkan Fudayl

Mimarimize Nereden Başlayalım?

Konuğumuz, Mimar Necip Dinç. Dinç sorularımızı cevaplandırdı ve Nuraniyat okuyucuları için Osmanlı mimarisi üzerine okunabilecek bir kitap listesi hazırladı.

Nuraniyat: Mimarlık nedir? Bu sanatın kültür tarihimiz açısından önemi nedir?

Necip Dinç: Mimarlık güzel sanatların plastik bölümüne dahildir. Plastik sanatları vücuda getiren öğeler, form, ışık, gölge ve renktir. Güzel sanat eserleri muhataplarının ruhlarında bedii heyecanlar uyandırdıkları gibi aynı zamanda, onlara beyanda bulunurlar, dinî, tarihî, kültürel mesajlar verirler. Bir milletin diğer sanatları gibi mimarlık sanatı da onun seciyesinden, manevî ve ruhî yapısından örülmekte, o milletin mensup olduğu medeniyet ve kültür zümresinden gelen unsurları barındırmaktadır.

Mimarlık sanatı, bizim kültür birikimimizin temel esaslarındandır. Dolayısıyla bizim mimarlık sanatımıza da, inanç esaslarımız, değer sistemimiz ve zihniyetimiz hayat vermektedir. Aynı zamanda dünya görüşümüz, günlük yaşayışımız, çevre anlayışımız, temizlik alışkanlıklarımız, örflerimiz, âdetlerimiz, komşuluk münasebetlerimiz de mimarlık sanatımızın esaslarını teşkil eden en mühim unsurlardandır.

Nuraniyat: İnançlarımız, değerlerimiz, gelenek ve göreneklerimiz Osmanlı mimarîsinde kendisini nasıl gösteriyordu?

Necip Dinç: Meselâ, özellikle İslâm mimarisinin kemalini bulduğu Osmanlılarda mabetlerin inşasında tevhid inancı hakim olmuştur. Zeminde kubbeye doğru kademe kademe yükselirken, âdetâ kesretten vahdete ulaşılmaya çalışılmış, bütün elemanlarla kubbeye ulaşırken insicamın, âhengin, tenasübün, dayanışmanın en güzel örnekleri verilmiştir. Mekân ve kitle anlayışında yekparelik temin edilmiştir.

“Komşusu aç iken, kendisi tok olarak sabahlayan bizden değildir” hadis-i şerifi mimarlık sanatımızda imaretler, aşevleri, kervansaraylar, tabhaneler (misafirhane) olarak tezahür etmiştir.

İslâmiyette temizliğe verilen fevkalâde ehemmiyetin tezahürü hamamlardır.

Ticarete verilen önem, bu konuda gösterilen titizlik arastalarımızın, çarşılarımızın düzenlenmesinde bir çekirdek görevi yapmıştır.

Evlerin, camilerin, dükkânların, han ve hamamların cephelerine yapılan kuşevleri, hem toplumun zarif estetik anlayışını yansıtmış, hem de hayvanlara gösterilen sevgi ve merhametin müşahhas bir ifadesi olmuştur. Kendisiyle ve bütün kâinatla barış ve uyum içinde olan, böylece İslâm kelimesinin hakikatini merkezine almış olan medeniyet, kuşları bile düşünmüş ve fırtınayı, yağmuru ve kavurucu güneşi hesaba katarak, kuşlara korunmaları ve barınmaları için muhteşem kuşköşkleri, kuşevleri ve kuşsarayları inşa etmiştir.

Sağ elinin verdiğini sol elin görmemesi gerektiği düsturiyle hareket eden toplum, sadaka taşlarını meydanlarda herkes için, ihsan kapılarını da cami girişlerinin iki yanında camilere gelenler için zarif bir şekilde yaparak, ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını, kimseye bildirmeden, gizlice gidermeleri imkânını sağlamıştır. İmanın, ince ve zarif bir ruhun hayatın her sahasına hakim olduğu bu toplumda ihtiyaç sahipleri de ihtiyaçları kadarını almışlar, kanaat etmişler ve bu sayede de bu müstesna gelenek yüzyıllarca yaşayabilmiştir. Böyle incelikler ve edepler Osmanlı mimarisinin görünmeyen fakat esasını teşkil eden çekirdekleri olmuştur.

Nuraniyat: Osmanlı zamanında şehirlerin kuruluşunda nelere dikkat ediliyordu?

Necip Dinç: Özellikle Osmanlılar bir şehri kurarken öncelikle topografik yapısı üzerine ciddi bir çalışma yapmışlardır. Silueti tamamlayacak şekilde şehrin en yüksek tepelerine Allah’ın evi olan mabedleri yerleştirmişlerdir. Onların etrafında kademe kademe medreselerini, mekteplerini, hastahanelerini, imaretlerini, tabhanelerini, hamamlarını, çarşılarını ve diğer ünitelerini ana merkezlerde, talî merkezlerde de ihtiyaca göre bunların bir kısmını inşa etmişler, meskenlerini bunların etrafında uygun bir düzenle yerleştirerek mahalleler oluşturup, ara ve anayolları ile birlikte, o günkü ihtiyaca cevap veren altyapı ve üst yapılarını oluşturmuşlardır. Fetih yoluyla elde ettikleri şehirlerde mevcut tarihî eserlere dokunmayarak, gerekli tadil ve revizyonları, takviye ve tamirleri yapıp, kendi şehircilik anlayışlarının biçim ve formlarını olabildiğince uygulamışlar, eskiyle yeniyi uyum içinde kaynaştırmışlardır. İstanbul bunun en güzel örneğidir. Burada şunu ifade etmek gerekir ki, umumî olarak Müslüman şehirleri, cami merkezli şehirlerdir. Genellikle camilerin inşasında, yerleşiminde Mescid-i Nebevi’nin plan tarzı esas alınmıştır.

Nuraniyat: Sanat eserleri incelendiği zaman çoğunlukla sanatkârının isminin bulunmadığını görüyoruz. Bunun sebebi nedir?

Necip Dinç: Müslüman sanatkârlar ve baniler bir sanat eserinin ortaya çıkışında kendi tasarruflarına, o eserin vücuda gelmesinde müessir olan sebepler arasında o kadar küçük bir rol biçmişlerdir ki, diğer sebepleri irade eden ilâhî tasarrufun yanında kendi tasarruflarını bir hiç mesabesinde görmüşlerdir. Kendi emeklerini ve gayretlerini kendilerine Allah tarafından bahşedilen bir ihsan olarak telâkki etmişler, şükretmişler ve isimlerini yazmaktan imtina etmişler, “amel-i abdullah,” “amel-i üstaz” gibi ifadeler kullanmışlardır. Meselâ, Aksarayî Tarihinde yazdığına göre, Celâleddin Karatay, meşhur kervansarayının açılışına giderken bir konak mesafe kala geri dönmüş, yerine vekil göndermiştir. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda, nefsine bir büyüklenme ve riya gelmesinden edişe ettiğini ifade etmiştir.

www.yazarumitsimsek.com

***

KİTAP LİSTESİ

Sorularımızı cevaplayan Mimar Necip Dinç, ziyaretçilerimiz için Osmanlı mimarîsi üzerine okunması gereken kitapları seçti:

  • “Türk Sanatı Tarihi Menşeinden Bugüne Kadar Mimarî, Heykel, Resim, Süsleme ve Tezyinî Sanatlar” Celâl Esad Arseven
  • “Mimar Sinan” Abdullah Kuran (Hürriyet Vakfı Yayınları)
  • “Sinan’ın Sanatı ve Selimiye” Doğan Kuban (Tarih Vakfı)
  • “Makaleler” Ekrem Hakkı Ayverdi (İstanbul Fetih Cemiyeti)
  • “Anadolu’nun Selçuklu Çehresi” Sema Ögel (Akbank)
  • “Büyük Konutlar” Sedat Hakkı Eldem (Yaprak Yayınevi)
  • “XX. yy. Mimarlığına Estetik Açıdan Bakış” Prof. Dr. Enis Kortan (Yaprak Yayınevi)
  • “Binçeşit İstanbul ve Boğaziçi Yayınlar” Gürel Sözen (Ak Yayınları)
  • “Le Corbusier Gözüyle Türk Mimarlık ve Şehirciliği” Prof. Dr. Enis Kortan (ODTÜ)
  • “Kendi Mekânının Arayışı İçinde Türk Evi” Prof. Dr. Önder Küçükerman
  • “Osmanlı İmparatorluğu Dönemi İstanbul’undan Kuşevleri” H. Örçün Barşta (Kültür Bakanlığı)
  • “Anadolu Selçuklu Mimarisi ve Moğollar” Oran Cezmi Tuncer (Ağaç)
  • “Şehir ve Mimarî” Turgut Cansever (İz)
  • “Ev ve Şehir” Turgut Cansever (İnsan)
  • “İslâmda Şehir ve Mimarî” Turgut Cansever (İz)
  • “Kubbeyi Yere Koymamak” Turgut Cansever (İz)
  • “Türk Evi” Sedat Hakkı Eldem

Abdullah Yeğin Ağabey’den Çok Önemli Açıklamalar!

RİSALE-İ NUR’U DEĞİŞTİRME SADELEŞTİRME GİBİ ŞEYLER OLMAYACAK

Geçtiğimiz günlerde yayınlanan teşekkür ilanında imzası bulunan Ağabeyler arasında bulunan Yeğin ağabey, açıklamalarında “Elhamdülillah, Cenab-ı Hak Muaffak etti ve bütün Risale-i Nur hakikatleri madem ki Kur’an-ı Hakim’in dersidir; Elhamdülillah, Diyanet neşretmeye başladı ve tek bir kitap halinde Risaleler yayınlanacak. Risale-i Nur’a ait değiştirme, sadeleştirme gibi şeyler olmayacak. Risale-i Nur’un devlet tarafından muhafaza altına alınması hoşumuza gitti bizim. Çok teşekkür ediyoruz” ifadelerini kullandı.

Abdullah Yeğin ağabeyin açıklamalarınn devamı şu şekilde:

”Risale-i Nur’ların “Devlet tekeline alındı, Risale Nur’a sansür” gibi iddialar yanlıştır. Üstadımız, Risale-i Nur’a bir kelime ilave edilmesine razı olmadığını herkes biliyor. Onu ilan ettik, mektuplar yazdık fakat cevap verme tenezzülünde bulunmadılar. Sadeleştiriyorlarmış. Sadeleştirmeye ne lüzum var? Madem ki Osmanlıca öğrenilecek, millet Osmanlıca okuyor dini hakikatleri aynı kelimelerle öğrenmesi daha iyi değil mi? Yani milleti cahil mi bırakmak istiyorlar. Kendi isimlerini koymuyorlar yaptıkları sadeleştirmeye, sanki Üstad yapıyormuş gibi Üstad’ın ismini koyuyorlar. Bu, Üstad’a en büyük hakarettir. Onları biz kabul etmiyoruz.

Onların hiçbir zaman Risale-i Nurları neşretmeye kanunen salahiyetleri yoktur. Cenab-ı Allah doğruların yardımcısıdır, yalancıların yardımcısı şeytandır. Allah muhafaza etsin cümlemizi. Yanlış haberlerden, yanlış iftiralardan Allah  muhafaza etsin.”

Yeni Akit

Said Nursi Hırsızlığa Fetva mı Verdi?

Yazar Ümit Şimşek Risale-i Nur’un sadeleştirilmesine ruhsat arayanlara, Nuraniyyat isimli kişisel web sitesinden dikkat çekici bir örnek ile cevap verdi. Sadeleştirme yaparken bir ayeti de nasıl tekzip ettiklerini açıkladı.Ümit Şimşek’in açıklaması şöyle..Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin, bir eserini sadeleştirmek isteyen bir talebesine“O zaman eser benim olmaz; benim ismimi silip kendi ismini yazarsın”şeklinde verdiği cevap, Risale-i Nur’a karşı girişilen geniş çaplı bir tahrifat hareketine mesnet yapılmak isteniyor.
 
Bazı kardeşlerimiz de, maalesef, yürütülen propagandanın tesirine kapılarak, bu sözden, “kendi imzalarını attıktan sonra sadeleştirme işinin meşruiyet kazanacağı” vehmine kapılıyorlar.
 
Mecaz ilmin elinden cehlin eline düştüğü zaman hakikat telakki edildiği gibi, art niyetlilerin eline düştüğü zaman da işte böyle hakikat muamelesine tabi tutulup en olmayacak hükümler onun üzerine bina edilebiliyor.
 
Oysa aklı başında olan ve okuduğunu anlamakta güçlük çekmeyen herkes, bu ifadeyle Üstadın yapılan işi kesin bir dille reddettiğini ilk bakışta anlar. Üstad Hazretleri “Böyle yapma” da diyebilirdi; fakat sadeleştirme ile ortaya çıkan şeyin kendisiyle bir ilgisi kalmadığını belirtmek suretiyle, meramını çok daha veciz, kesin ve müessir bir şekilde anlatmıştır.
 
Yoksa, başkasına ait bir eseri bazı değişikliklerle kendisine mal etmek ve kendi imzasıyla neşretmek apaçık bir hırsızlıktır, yüz kızartıcı bir suçtur; buna “intihal”derler. Üstadın, “Ben bile kalem oynatamıyorum” dediği eserlerini yağmalanacak bir mal gibi hırsızların önüne attığını farz etmek hangi akla sığar?
 
Kıssadan hisse: Bir hadis-i şerifte “Utanmadıktan sonra dilediğini yap”buyurulur; hatta bu sözün, ilk insandan itibaren bütün peygamberler tarafından söylendiği hatırlatılır. Bugüne kadar hiç kimse bu hadisten “utanmamak şartıyla her işin helal telakki edileceği” hükmünü çıkarmamıştır.SADELEŞTİRMECİLER “SADELEŞTİRİRKEN” AYETİ TEKZİP ETMİŞLER!
Sadeleştirmeci arkadaşların Risale-i Nur üzerinde bir kasap maharetiyle yaptıkları operasyondan bir küçük örneği karşılaştırmalı olarak verelim.
 
Yirmi Altıncı Sözün başındaki bir cümlenin orijinali:
 
“Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin ca-yı istimali var.”
 
Bu da aynı cümlenin “sadeleştirilmiş” hali:
“Evet, manevi yönden ilerlememiş avam tabaka tarafından her şey kadere verilir.”
 
Oysa her şeyi kadere veren avam değil, Kur’an’ın bizzat kendisi! Sadeleştirmecilerimiz işte bunu hesaba katamamışlar (üstelik aşağıdaki örneklerin ikincisinde, takdim-tehir suretiyle “her şey” üzerinde ayrı bir vurgu var):
 
Her şeyi bir ölçüyle yaratıp kaderini belirleyen Odur.” (Furkan, 25:2.)
 
Muhakkak ki Biz her şeyi bir kaderle yarattık.” (Kamer,54:49.)
 
Artık burada duruyor ve söyleyecek bir söz bulamıyoruz!
Ümit Şimşek
RisaleAjans

Bediüzzaman Konusunda Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’den Mustafa İslamoğlu’na Cevap!

Evvela şunu ifade edelim ki, Mustafa İslamoğlu bir İslam âlimi değildir. Kur’an Meali ile hüküm çıkaracak kadar perişan eserleri vardır. En büyük özelliği selef-i sâlihîn dediğimiz eski büyük müçtehitlere ve âlimlere (Kadı Iyaz ve İmam Süyuti gibi) dil uzatmak ve imanın altı rüknünden biri olan kaderi inkâr edecek şekilde fütursuz açıklamalar yapmaktır. Son zamanlarda cehlini gösterir derecede Bediüzzaman’a ve onun eserlerine çatmaya başlamış ve baltayı taşa vurmuştur. Biz bazı iddialarına cevap vereceğiz.

1.       BEDÎÜZZAMAN ÜNVANI

Evvela İslamoğlu, Allah’ın hangi isimlerinin sadece Allah için (Allah ve Rahman gibi) ve hangi isimlerinin hem kullar ve hem de Allah için ama farklı manalarda kullanıldığını bilmemektedir. Zira ehl-i sünnetin kelam derslerini okumadığını tahmin ediyoruz. Yahut okuyup da ona itibar etmediğini zannediyoruz. Bedîüzzaman kelimesinin ma’nâsı şudur;

1. Zamanın harikası.

2. Asrın mükemmel insanı.

Yani insanlar için kullanıldığında, lûgat ma’nâsı itibariyle, kendi zamanının eşsiz şahsiyeti, benzeri görülmemiş garîbi, emsâli olmayan hârikası ve saire demektir. Terim olarak ise, Bedîüzzaman ünvânı, insanlar arasında emsâli bulunmaz derecede zeki ve kuvve i hafızası şaşılacak derecede yüksek olan kimselere verilmiştir. Bedîüzzaman i Hemedanî,  Bedîüzzaman-ı Cezerî  de tarihde bu ünvanı alanlardandır. Tarihde bir kaç Bedîüzzaman gelmiş geçmiş. Fakat hem zekâ ve hıfzda, hem idrak ve kavrayışta, hem hal ve davranışta, hem kıyafet ve harekette, hem tarz ı beyân ve üslub cihetlerinde hiç birisi Bedîüzzaman Sa’îd i Nursî’ye benzememektedir. Yani Sa’îd i Nursî gerçekten ve vakı’a olarak herşeyi ile zamanın Bedi’idir. Hatta meslek ve meşrebi de, davası ve mücahadesi de bambaşkadır, garibtir, bedi’dir.

Bedîüzzaman Hazretleri, kendisine zamanın din Âlimlerinin büyükleri, hatta ehl i siyâset ve mekteb muallimleri bile “Bedîüzzaman” ünvânını verdikten sonra, kendisi de bazen te’lifatında bu ünvânı imza yerinde kullanmasına bazı itirazlar geldiği zaman, şöyle izah edip cevab vermiştir:

Sual: Sen imzanı bazen Bedîüzzaman yazıyorsun. Lâkab medhi imâ eder?

Cevab: Medih için değildir. Kusurlarımın sened i özürünü bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi’, garîb demektir:

Benim ahlâkım suretim gibi, üslûb u beyânım elbisem gibi garîbtir, muhâliftir. Görenekle revaçta olan muhâkemât ve esalibi, üslûb ve muhâkemâtıma mikyas ve mihenk i itibar yapmamayı bu ünvânın lisân ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım Bedi’, acîb demektir.

الَىَّ لَعَمْرِى قَصْدُ كُلِّ عَجِيبَةٍ * كَاَنِّى عَجِيبٌ فِى عُيُونِ الْعَجَائِبِ (Acayip varlıkların nazarında ben bir garip varlığım. Ömrüme yemin ederim ki, benim de tek gayem garip şeylerdir) beytine mâsadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul’a geldim, yüz senenin inkılâbatını gördüm. 

Yine bu ma’na için başka bir eserinde şöyle demiştir:

Şimdi anlıyorum ki: Eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bedîüzzaman lakabı benim değildir. Belki Risâle i Nur’un manevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş.

2. MEVLÂNÂ ÜNVANI

İslamoğlu sadece kelam ilmini değil İslam tarihini de bilmemektedir. Zira Mevlânâ ünvanı başta Mevlânâ Celaleddin olmak üzere büyük âlim ve kutuplar için hep kullanılagelmiştir. Kaldı ki, Bediüzzaman bu ünvanı pek kullanmamıştır. Kullar için kullanılan Mevlânâ tabiri ile Allah için kullanılan Mevlânâ tabiri mana itibariyle farklıdır. Bu iftirasıyla, hem eski âlimler, kutuplara ve hem de İslam tarihine hakaret etmekte ve kendi cehaletini ispat eylemektedir.

Mevlânâ ünvanı, efendimiz anlamına gelen ve bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesidir. Daha çok, Hâlid-i Bağdâdî, Celaleddin-i Rumî, Abdürrahman-ı Cami gibi bazı âlimler için kullanılmaktadır.

3. CİFİR İLMİ VE İŞÂRÎ TEFSİR MESELESİ

Bu konuda İslamoğlu’nun tamamen cahil olduğu ve iddiasının aksine Nurları anlayarak okuyamadığı, ithamlarından hemen anlaşılmaktadır. Bu iddiayı evvela Albdülhakim Arvâsî diline dolamış ve ehl-i ilimden cevabını almıştır. Biz konuyu, Bilinmeyen Bir Dâhî Bediüzzaman Said Nursî adlı eserimiz ile Bediüzzaman ile alakalı kitabımızın III. Ciltte de ayrıntılarıyla açıkladık. Ayrıntıları bu iki kitaba bırakarak neticeyi aktarıyoruz:

Bedîüzzaman, cifri kullandığı yerlerde hiç bir zaman “Âyetin açık mânâsı budur.” dememiştir. Söylediği şudur: “Ayetin sarîh manasının altında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da, İşârî ve remzî manadır. İşârî mana da bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları bulunur.” Ve devam ediyor: “İşte mâdem bu tevâfuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve mâden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekvîniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrâsı ve lisan-ül-gayb olan Kur’ân-ı Mu’ciz-ül-Beyan, o kanun-u tevâfukîyi, işârâtında istihdam, istimal etmesi i’cazının muktezasıdır.

Tekrar da olsa şu üç hakikatı buraya almak istiyoruz:

Evvelâ; Resûlullah’ın da beyânına göre, Kur’an âyetle¬rinin zahirî, bâtınî, İşârî, sarih ve remzî çok mânâları ve her asra hitab eden hakikatları vardır. “Her âyetin dalı var, budağı var; her dalın da başı var, sonu var, çetikleri var” şeklindeki hadis, bu mânâya işaret etmektedir. Zira Kur’ân’ın muhatabı bütün insanlardır. Kur’ân, kâinat kitabının tercümesidir. Kâinatın rengini değiştiren her meseleyi vuzuha kavuşturmuştur. Hâdiselerin satırları altında gizlenen hakikatları ortaya çıkaracak olan da yine Kur’ân’dır. Dolayısıyla İslâm ittihadını yakından ilgilendiren Risale-i Nur’a da, İstanbul’un fethine de ve Mısır fethine de herhalde işaret edecektir. Ancak sarâhat demiyoruz, işâret diyoruz. Bu ifadeye dikkat etmek gerekir.

İkincisi: Bütün ilim tarihçilerinin -özellikle müslüman âlimlerin- ilimlerin tasnifinde kendisinden bahsettikleri “cifir ve câmia ilmi” diye bir ilim vardır. Bu ilim, bazı câhiller tara-fından suiistimal edilmiş olsa bile, tamamen inkârı da mümkün değildir. Cifir, kaza levhası; câmia ise kader levhası demektir. Kısaca Allah’ın kader ve kazâ levhlerinde olmuş yahut olacak bazı şeyleri, yine Allah’ın koyduğu işaret ve gösterdiği yollarla ortaya çıkarma ilmine cifir ilmi denir. Bu ilmin nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. Çünkü İmâm-ı Gazâlî ve İbn-i Kemâl gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tarafından da kullanılmıştır. Hz. Ali’nin, bu ilmi Resûlullah’dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kullananlardan biri de, Bedîüzzaman’dır. Kur’ân, “Beldetün Tayyibetün” ifadesiyle İstanbul’un fethine işaret ettiği gibi, Mu’avvizeteyn sûresiyle de 1971 hâdiselerine işaret etmiştir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka câhilliktir. Konuyu fazla uzatmak istemiyoruz .

Üçüncüsü: İbn-i Kemâl bu ilmin ehemmiyetini “Er-Risâlet’ül-Münîre” adlı eserinde şöyle belirtmektedir: “Büyük evliyâların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihrâcı gibi. Yani evliyâlar, Kur’ân âyetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resûlullah’ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihrâç etmişler¬dir. Bu onlara ilhâm nuruyla müyesser olur (sh.8)”.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduztwitter.com/AhmetAkgunduz