Kategori arşivi: Hatıralar

Said özdemir Ağabeyimin Cenaze Merasimi

Said özdemir Ağabeyimin Cenaze Merasimi

 

Said ÖZDEMİR Ağabeyimizi vefatından bir hafta evvel 60 yıllık hayat arkadaşı olan Rahime teyzemizin cenaze taziyesinde gördüm. Ağabeyimizi görmek ve hasbihal etmek için yola çıktım. Kendisini öz Elif sitesinin altında taziye kabul yerinde gördüm.

 

Eyüp EKMEKÇİ Ağabeyimi de gördüm. Gündüz ise Nurcuların ağabeyi Abdullah YEĞİN Ağabey ve Hüsnü BAYRAMOĞLU Ağabey ve daha nice nur talebesi Said Ağabeyimize moral olmak ve taziye sunmak için gelmişti.

 

Said ağabeyimle ve daha nicelerle görüştük orada. Said ağabeyimin dizinin dibine oturdum hal hatır.. mesrur olmuştum Ağabeyimi görmekle. Gecenin geç saatlerinde 00:30 gibi evinde tekrar gördün akaribi ile hem haldi. Küçük ve hususi odasında idi..

 

Ben rahatsızlık vermek istemedim selam verip ayrıldım. Meğerki son görmem olacakmış bu ağabeyimi. Ertesi gün yapacağım bir hizmet var mı diye sordum ama benlik bir şey yoktu. Yola koyuldum geldim. Otobüste mi yoksa başka zaman mı hatırlamadığım bir rüyamda bizler Ankara yönüne giderken Said ağabeyim (r.h.) bizim geldiğimiz istikamete teleferikle gidiyordu. Net bir surette ağabeyimi gördüm. Uyandım bir mana veremedim bu rüyaya ve halende tam mana veremiyorum.

 

Birkaç gün sonra said ağabeyimin rahatsızlandığını duydum ve hatta yalan haber yapan bir sitede ağabeyimin vefat ettiğini duyuran bir kazip haber yayınlandı. Ben de tahkik ederek yalan haber olduğunu yazdım ve sanal ağda Said Ağabeyim hayatta olduğunu ve herkese bunu yaymasını rica ettim.

 

Said Ağabeyimin sağlık durumu hakkında gün aşırı haberler aldım. Cuma sabahı 05:45 gibi telefonum çaldı. Isparta üstadımın evinden Hurşit ağabey aradı ve “Said Ağabeyimin vefat ettiğini duyduk doğru mu?” dedi.

 

Ben de tahkik ettim ve haber doğru.. kalktım abdest aldım ve o gün iki göz iki çeşme olarak ortalıkta idim. Gönlüm hemen yola revan olmak istedi ama muhtelif esbap sebebi ile o gün gidemedim. Watsap gruplarından hatim zinciri bşalattım ve ertesi gün sabahtan 4 araba dolusu Said Ağabeyimi teçci etmeye gittik.

 

İndiğimizde yoğun güvenlik önlemlerini ve her yerden bizim gibi gelenleri gördüm mesrur oldum. Abdest almak istediğimde Hüsnü BAYRAMOĞLU Ağabeyim de geldi onu da gördük. Hacı Bayram Camii bahçesinde ağabeyim oturdu ve cemaat taziye sunmaya başladı. Kendisine taziye yeri hakkında malumat verdim ve Said Ağabeyimin yanına geldim. Kur’anlar, cevşenler okunuyordu. Bende ağabeyimin yanında yerimi alıp okumaya başladım. Çok tanıdık simaları gördüm. Namaza 15 dk kalmıştı. Bu kalabalığı cami almaz diye düşünüp dış minberin orada yerimi aldım. Diyanet işler Başkanı geldi ve namazları kıldırdı. Kendisi Hüsnü BAYRAM Ağabey’e de taziye sundu. Devlet ricalinden eşhasta vardı. Namazı tıklım tıklım bir şekilde kıldıktan sonra Said Ağabeyimi teşyiciler aldılar. Yaklaşmam mümkün olmayacağını anlayınca izdihama girmedim. Bu esnada latif bir yağmur rahmeti başladı ve tebessüm edip dedim ki “sema dahi ağlıyor.” “Hem çok eski, hem çok sadık, hem çok muktedir, sebatkâr Medrese-i Nuriye kahramanlarından Marangoz Ahmed’in o medresenin üstadı olan merhum Hacı Hâfız’ın kerametli vefatına dair güzel, hazîn mektubunda, o Medrese-i Nuriye’nin şakirdlerinin, o merhum üstadlarına karşı gösterdikleri dindarane vaziyet ve yağmurun zahmet vermemek ve onları ıslatmamak ve üşütmemek için durması, iş bittikten sonra başlaması, o merhum zâtın ruhuna büyük rahmetlerin nüzulüne emare… Cenab-ı Hak o rahmet katreleri adedince ona ve onlara rahmet etsin, âmîn.” [1] bu mektupta geçen hadise cami bahçesinde tahakkuk etti. Bu arda kabristana gitmek istedim ama kafileden kopmuştum.

 

Sabahaddin AKSAL Ağabey’i bu esnada gördüm karşısına geçip selam verip kendimi taktim ettim ve beni tanıyarak musafaha ettik. Koluna girip bir abimizle beraber kabristana gittik. Yolda bir mikdar Sabahaddin Ağabeyimle hasbihal ettik. Kendisi Yozgatta ciddi ve kayda değer hizmetleri olmuştur. Allahım razı olsun kendisinden.

 

Cebeci asri mezarlık 4. Kapı girişi kısmında Medfun olacak ağabeyimin yanına geldik ve defn işlemi bitince sağanak halde rahmet başladı. Sanki defin bitmesini bekledi. “(Ehl-i dalaletin ölmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.) Ve mefhum-u muhalif ile delalet ediyor ki: “Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlıyor.” Yani: Ehl-i dalalet, madem semavat ve arzın vazifelerini inkâr ediyor. Manalarını bilmiyor. Onların kıymetlerini iskat ediyor. Sâni’lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adavet ettiğinden elbette semavat ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalif ile der: “Semavat ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar.” Zira ehl-i iman ise (çünki) semavat ve arzın vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarını tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri manaları iman ile anlıyor. “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar.” diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenab-ı Hak hesabına onlara ve onlar âyine oldukları esmaya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semavat ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın zevaline mahzun oluyorlar.” [2] Sabahaddin ağabeyle mezarlıkta ayrıldık ve o sağanak rahmeti başlayınca semaya baktım. Sadece bizim üzerimizde rahmet var. Dört taramızda hava açıktı. O sağanakta kimse kaçmıyordu. Ağabeyimi uğurlamak için bekliyordu. Bir poşet elime geçti o anda açtım 4 kişi altında bekledik olduğumuz yerde. O kadar ıslanmıştık ki gece yozgata döndüğümde halen üstüm ıslaktı.

 

Said Ağabeyimin Ankaraya getirdiği Ubeyd Ağabeyimi gördüm sesi çıkmıyordu, musafaha yaptık. Laakal 20 sene Said Ağabeyimle Ankarada hizmet ettikten sonra istanbulda hizmet etmek için gitti ve Ahmet AYTİMUR Ağabeyimle beraber 10-15 sene kadar hizmete devam etti canla başla tam bir ihlas ve fedakarlıkla..

 

Bir ay içinde iki ana kolonu çökmüş aleminde iki değer vefat etmişti. Kendimi yerine koydum ve düşündüm benimde sesim kesildi. Ubeyd ağabeye van hayatın mı aklına gelid dedim. Tebessüm etti ama gene de sesi çıkmadı. Ubeyd ağabeyimle taziye evine gittim. Çok tanıdık simalar vardı. 10 senedir görmediğim kardeşleri, 15 senedir görmediğim ağabeyleri gördüm.

Hüsnü ağabeyimiz de geldi ders okudu ve başka eşhas da vardı. Abi ve kardeşlerimiz gelenlere yemek ikram etmek için yarışıyorlardı. Yozgattan gittiğimiz kardeşler bu ikram vs hizmetlerde ortalıkta şahbaz gibi pervane oluyorlar dönüyorlardı.

 

Said ağabeyim için hediye cevşenler dağıtıldı. Kardeşler bu işte de gene pervane gibi idi. Buradan medresemize gittim. Kalabalık bir cemaati gördüm kısa bir an sonra yola revan olduk. Gece yozgata gelmiştik. Ama yorgunluktan uyumuştum.

 

Birkaç gün sonra 692 hatimin duasını yaptık. Ağabeyimiz vesilesi ile dağıttığımız hatimlerin..

 

Elime telefonu aldım Said Ağabeyimi aramak istedim.. ama artık Said Ağabeyim ahirete irtihal etmişti.

 

Nice projesi vardı ağabeyimin.

 

Mesela: Risale-i Nurun Neşir Tarihi sürecini müdafaalar olarak neşretmek..

Risale-i Nurun Okullarda ders kitabı olması..

Neşir nüshalarının Osmanlıca aslını, yeni yazı ile beraber mukayeseli neşretmek..

 

Hülasa: Balık susu, Said Ağabeyim hizmetsiz yaşayamaz.

 

Abdülkadir BADILLI ve Rüştü TAFRAL Ağabeylerim mefta olduğunda demiştim omuzumdaki yük arttı. Şimdi iki varis ve naşir ağabeyim olan Ahmet AYTİMUR ve Said ÖZDEMİR Ağabeylerimin vefatı ile o ağırlığı daha da hissediyorum. Biliyorum ki bir sinek gibiyim, o kartalların makamlarından bahsederim. Makamları değil yaptıkları hizmete talibim. “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin… Talebe ise, Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebettardır.”[3]

 

Rabbim nice nice Bu ağabeylerimiz gibi cevval nur talebeleri halk eylesin. Ruhları için El Fatiha..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Emirdağ Lahikası-1 ( 213 )

[2] Sözler ( 638 )

[3] Mektubat ( 344 )

 

www.NurNet.Org

Kalbin İbadeti Muhabbetullah

Kalbin İbadeti Muhabbetullah

Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan Rasûlullah (s.a.v)şöyle buyurdu: “Allah bir kulu sevdiğinde Cebrail’i çağırır: “Ben filanı seviyorum, sen de onu sev” der. Bu sebeble Cebrail aleyhisselâm onu sever. Sonra sema ehline nida eder ve der ki: “Muhakkak Allah filan kulunu seviyor. Siz de onu sevin. (Bu sebeble de) sema ehli onu severler. Sonra da yerde kabul görür. Yer ehlide onu severler”Hadis, (Buharî)

Muhabbet, kâinatın hem nuru, hem hayatıdır. Muhabbet dünyanın rengi, kainatın ahengi, kalplerin feyzidir…

İnsan, kainatın en şerefli mahluku olduğu için kâinatı kapsayacak muhabbeti, Allah-u Zülcelal insanın kalbine yerleştirilmiştir.

Seveceğiz, istesek de istemesek de. Allah-u Zülcelal, kalbimize sevgi, muhabbet koymuş. Sevgi kuvveti; insanın kalbinin derinliklerine yerleştirilmiş köklü bir histir.

Sevmek, insana Allah-u Zülcelal’in ilahi bir lütfu olduğu gibi, asli bir ihtiyaçtır. Önemli olan muhabbetin dengesini ve adresini iyi ayarlamak.

İnsan, dünyevi ve nefsani duygularla sevgisini yönelttiği bir kimsenin kendisini üzmesi veya terk etmesi halinde, hiç bitmeyeceğini sandığı sevgisinin, bir anda büyük bir nefrete dönüşmesini neyle izah edebilir?

Bir insanı “Allah belanı versin, Allah seni kahretsin YAR!” diyecek hale getiren duyguya, nasıl “sevgi” diyebiliriz? Peki, insan bu kadar sevgi yoğunluğunu yaşadığını düşünürken, bu ani dönüş nasıl olabilmektedir?..

Cevabı çok basit! Çünkü sevmeyi bilmiyoruz!.. Muhabbetteki dengeyi kuramıyoruz. Neyi, ne kadar sevmemiz gerektiğini bilemiyoruz?

Korku-Sevgi Dengesi

Allah-u Zülcelal insana korku ve sevgi gibi iki temel duygu vermiş. İnsanın yaşamı boyunca bu iki duygu, ya insanlara ya da Allah-u Zülcelal’e dönük olacaktır.

İnsanlardan korkmak bizim için bir beladır. Çünkü, insan dünyada öyle şeylerden korkar ki, korkulan ona merhamet etmez, korkanın ricalarını kabûl etmez. İşte, o haldeki korku, insan için beladır.

Korkuyu öyle birine yöneltmeliyiz ki, bizim korkumuz lezzetli bir boyun eğme olsun. Allah-u Zülcelal’den korkmak, O’nun rahmetine ve şefkatine iltica etmek demektir. Allah’tan korkmakta büyük bir lezzet vardır. Bir yavrunun korktuğunda koşup anne kucağına sığınması gibi.

Korkuyu anne verir “Bak sana şu olacak, sen şu zarara uğrayacaksın!..” der uyarıcı ve şefkat veren bir edayla. Hatta çocuğuna “Gel kucağıma, öcü var orda” dediğinde, çocuğun annenin kucağına koşmasını düşünün. Böyle bir korku, o yavruya gâyet lezzetlidir. Halbuki, bütün annelerin şefkatleri, İlahi Rahmet’in ufak bir yansıması, sadece küçücük bir parıltısıdır. Allah-u Zülcelal’den korkmakta bu kadar lezzet varsa, O’nu sevmekteki lezzeti nasıl tartabilir ve ne ile izah edebiliriz?..

Faniye Muhabbet Beladır

Fani şeylere sevgi ise hem bela hem musibettir. Dikkat edilirse, mecâzî âşıkların yüzde doksan dokuzu sevdiğinden şikayet eder. Çünkü sevgi duyulan şey fanidir, seveni tanımaz, esirgemez, ahde vefa göstermez. Gençlik gibi, dünya gibi, sağlık gibi, güzellik gibi mecazi sevgililer de bir gün arkasına bakmadan ‘hoşça kal’ bile demeden, çeker gider. Hatta bu yetmemiş gibi kendisine duyulan muhabbet için seveni aşağılar, horlar.

Bunun sebebi Allah-u Zülcelal’in insan kalbinin derinliklerine yerleştirdiği ve yaratılışında var olan, kendisine duyulan sevginin çekirdeğinin hiç yok olmamasındandır. Kişi ne halde olursa olsun, kalbin derinliklerinde kalmış olsa da gizli bir sevda ile Allah-u Zülcelal’i sever.

İnsan, kalbini dünyevî sevgililere tahsis edip, onlara adeta taparcasına, “kulu, kölesi” olmak şeklinde ifrata çıkardığında, “sahte sevgililerin” nazarında da aşağılık bir duruma düşer. Zira onun kalbinin derinliklerinde de ilahi sevgi cılız da olsa, tüm kalbi aydınlatamıyor da olsa Allah-u Zülcelal’e ruhtan gelen bir aşk vardır. O bunu fark edemese de, sebebini anlamasa ve izah edemese de böyle bir kişiyi aşağılar ve reddeder.

Zira insan fıtratı, fıtrî olmayan her şeyi reddeder. Sevginin sınırsızlığı, sevilenin de ezeli ve ebedi olmasını gerektirir. Ezeli ve ebedi olan ve sevgiyi yaratan Cenab-ı Hak olduğuna göre, sınırsız sevilmeye layık olan da yalnız Allah’tır. İşte muhabbeti öyle birine yöneltmeliyiz ki, muhabbetimiz zilletsiz bir mutluluk olsun. Muhabbeti ‘muhabbetullah’ olanın, muhabbeti ayrılıklı ve elemli olmaz.

Peki ‘muhabbetullah’ halini, kalbimize, içimize ta ruhumuza nasıl yerleştireceğiz? Kulun Allah’ı sevmesi için Allah’ın da kulunu sevmesini icab eder. Ayet–i kerimede “Allah onları, onlar da Allah’ı severler” buyrulmaktadır. (Maide: 54). O halde, Allah-u Zülcelal’in sevgisini kazanmanın yollarını aralamalıyız.

Muhabbetullahta Samimiyetin Ölçüsü

Kişinin Muhabbetullah’a giden yolda atacağı ilk adım, haram ve helal sınırlarına riayet etmektir. Allah’ı seven bir insan, Allah’a kavuşmayı da sever. Allah’ı çok zikreder, Allah’ın emirlerine riayet etmekte tereddüt göstermez, Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı ve Allah’ın sevdiklerini sever. Allah’ın peygamberini ve evliyalarını sever. Allah’ın sevdiklerinden bahsetmek, ona haz verir, mutluluk verir.

Bunlar kişinin Allah sevgisinde samimi olduğunun işaretleridir. Böyle bir insanın kalbinde şu hadis-i şerif tecelli eder: “Kimde şu üç haslet varsa o gerçek imanın tadını almıştır: Allah-u Zülcelal’i ve O’nun Resulünü her şeyden çok sevmek, sevdiklerini Allah rızası için sevmek, ateşe düşmekten korkar gibi küfre düşmekten korkmak.”

Muhabbetin, ‘muhabbetullah’a dönüşebilmesi için, insanın Allah-u Zülcelal’i bilmesi ve tanıması lâzım! Kişi, bilmediğini, nasıl sevecek?..

Hatice  başkan

“Mevlid, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğumu”

 

Mevlid, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğumuna, doğum yeri ve zamanına, Peygamber Efendimiz’in doğumu münasebetiyle yapılan mera­simlere verilen isimdir. Aynı şekilde yine Peygamber Efendimiz’in doğumunu anlatan manzum veya nesir eserlere de mevlid denir. Bu bağlamda Peygamber Efendimiz’in doğumuna ve bununla ilgili yapılan faaliyetlere “mevlid”, doğ­duğu aya “mevlid ayı” doğduğu geceye de “mevlid gecesi” denmiştir. Aslı “mevlid” olan bu kelime dilimizde “mevlüd” şeklinde de kullanılmıştır.

 

“Mevlid gecesi”ne, yani Peygamber Efendimiz’in dünyaya geldiği geceye, “Kadir gecesi, Mirâc gecesi, arefe gecesi, cuma gecesi” gibi mübarek gün ve geceler içerisinde ayrı bir önem atfedilmiştir. Hattâ Kadir gecesinden dahi üstün bir gece olarak kabul edenler vardır.

 

Peygamber Efendimiz’in doğum günü konusu, her şeyden önce Peygamber Efendimiz’in kendisinin bazı ifadelerinde, yani hadîs­lerde de yer almaktadır. Meselâ, kendisine pazartesi günü oruç tu­tulması konusu sorulunca “Ben o günde doğdum ve Kur’ân bana o günde indirildi.” şeklinde cevap vermiştir. Benzer soruyu Hazreti Ömer sorunca, ona da aynı cevabı vermiştir. Aynı şekilde İbn Abbas’tan, “Peygamber Efendimiz’in pazartesi günü doğduğu, peygamberliğin pazartesi günü geldiği, Mekke’den pazartesi günü hicret ettiği, Medine’ye pazartesi günü girdiği, vefâtına işaret sayılan âyetin pazartesi günü indiği ve pa­zartesi günü vefât ettiği” şeklinde bir hadîs de rivâyet edilmektedir.[1]

 

Peygamber Efendimiz’in doğum tarihi, tarihçilerin ve hadîsçilerin ortak görüşü olarak, “Fil Vakası” diye bilinen Ebrehe’nin Kâbe’yi yık­maya teşebbüs ettiği yılda, Ebrehe’nin Mekke’ye gelişinden elli gün önce; Kisrâ’nın saltanatının kırkıncı yılında; İran Kıralı Enûşirvân’ın saltanatının 42. yılında; Rebiülevvel ayının 12’si, Pazartesi günüdür. Bunun için daha ilk dönemlerden itibaren, “12 Rebiülevvel Pazartesi günü” her yıl düzenli olarak Peygamber Efendimiz’in doğum yıl dönümü olarak kutlana gelmiştir.

 

İlk önce şunu belirtmek gerekir ki, Peygamber Efendimiz döneminde, aynı şekilde Hulefâ-i Râşidîn ve Emevîler döneminde Peygamber Efendimiz’in doğumuyla ilgili olarak me­râsim niteliğinde herhangi bir faaliyet söz konusu değildir. Fakat Peygamber Efendimiz’in “doğum gününün” daha sahabî döneminde dillerde dolaştığı, buna dayalı olarak birtakım işlerin yapılmak istendiği düşüncesine rastlanmaktadır. Meselâ, takvim belirleme için yapılan müzakerelerde belirlenecek takvi­min Peygamber Efendimiz’in “doğum günü” ile başlatılmak istenmesi, “doğum günü” kavramının toplumun hafızasında nasıl yer ettiğini gösteren ve bunun bir önemi olduğunu ispatlayan ehemmiyetli bir husustur. Bunun için Mevlidin izleri Hazreti Ömer dönemine kadar dayandırılmaktadır.

 

Yine Hazreti Ömer dönemine ait olarak nakledilen şu bilgi oldukça önemlidir: Hızla artan Müslüman nüfu­sun ve özellikle çocukların eğitimi için okullar yapılmış, resmî öğret­menler atanmış ve Suriye’nin fethiyle birlikte haftanın her günü eğitim yapılmaya başlanmıştı. Şam’dan Medine’ye dönen Hazreti Ömer, aralarında eğitim gören çocukların da bulunduğu bir topluluk tarafından karşılanmıştı. Bu gün çarşambaydı. Hazreti Ömer, kendisini karşılayanlar arasında çocukları da görünce, karşılama günü olan o günü, yani çarşamba günü ile birlikte perşembe ve cuma gününü de tatil ilân etmişti. Ayrıca çocuklar için her yıl, Kurban Bayramında dört gün ve “mevlid gecesi” dolayısıyla da bir hafta tatil günü belirlemiş ve bunu devam ettirenlere hayır duada, kaldıranlara da bedduada bulunmuştur. Bu gelenek son asırlara kadar devam etmiştir.[2] Bu hususu destekleyecek, başka bilgiler de bulunmaktadır. Meselâ: Ebû Abdillâh Muhammed el-Lahmî es-Sebtî (öl.633/1236) adında Endülüslü bir tarihçi mevlidle ilgili bilgi verirken bahsi geçen tatil konusuna da değinmektedir. Mevlid faaliyetlerine karşı çıkan hocasına şöyle cevap vermektedir: “…Bu büyük günde, mevlid gününde, çocukların cami ve mekteplerdeki eğitimlerinin tatil edilmesini inkâr etmekte ve başka yerlerde insanların bu tatili yapmadıklarını sanmaktadır…”[3] Ebu Abdillah Muhammed es-Sebtî bu sözleriyle, Endülüs’te yapılan bu faaliyetlerin, Hicaz bölgesini kastederek Endülüs dışındaki ülkelerde de yapıldığını ve bu münasebetle mekteplerin tatil edildiğini hocasına hatırlatmak istemiştir. Ayrıca Hacca gidenlerin ve güvenilir seyyâhların Mekke’deki kutlamaları nakletmelerini de kendi görüşleri için delil göstermektedir. Zira Hazreti Ömer’e dayandırılan ve bu dönemlerde Endülüs’te uygulanan mekteplerin tatil edilmesi konusunun Mekke ve Medine’de uy­gulandığını belirten başka kaynaklar da bulunmaktadır.

 

Mevlid gününün sevinç günü olduğu gerekçesiyle II./VIII. asırda özellikle Bağdat yöresinde bazı tasavvuf erbabının Ramazan ve Kurban Bayramında olduğu gibi mevlid gü­nünde de oruç tutmadıkları nakledilir. Yani mevlid günü bir bayram olarak kabul edilmiştir.

 

Bunların dışında, günümüzdeki anlamda mevlid merâsimlerini ilk başlatanın kim olduğu, ne zaman, nerede ve nasıl başla­dığı konusunda fazla bilgi bulunmamaktadır. Ancak, III./IX. yüz yıldan itibaren İslâm dünyasına yayıldığı, resmî kutlamalar hâlinde her yıl düzenli olarak yapılan bu merasimlerin, Irak, Hicaz bölgesi, Yemen, Horasan (İran), Hindistan, Mısır, Mağrib (Fas, Tunus, Cezayir) ve Endülüs gibi Müslümanların yaşadığı hemen hemen her bölgeyi kapsayacak kadar geniş bir coğrafyaya yayıldığı anlaşılmaktadır.

 

Bu kutlamalar içerisinde Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere’nin ayrı bir yeri olmuştur. Zira Peygamber Efendimiz’in doğduğu ev (mevlidü’n-nebî) yapılan merâsimlerin başlangıç noktası ve merkezi hâlinde idi. Mekke’de “Mevlid Sokağı” olarak bilinen sokakta bulunan ve Haccâc ibn-i Yûsuf tarafından el-Beyzâ diye isimlendirilmiş olan bu ev, daha sonra Hârun-i Reşîd’in annesi el-Hayzurân tarafından mescide dönüştürülmüştür. Bu mescit mevlid günü ziyarete açılır, mevlid geceleri burada vaaz ve nasihat verilirdi. Ünlü ilim adamlarından Alî el-Kârî Mekke’deki bu törenlere bizzat katıldı­ğını ve mevlid mahallini ziyaret ettiğini belirtir.[4] Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimiz’in Ravzasının önünde, mevlidlerin okunduğu da aktarılan rivâyetler arasında yer almaktadır.

 

Mevlid kutlamalarının en meşhuru Erbil kutlamalarıdır. Bu kutlamalar mevlid kutlamalarını düzenleyen ilk sultan, “Arap ve acemin mevlid ziyafetini yapan ilk sultan” olarak meşhur olan Erbil atabeyi Muzafferüddîn Gökbörü (öl.630/1232) tarafından ilk defa resmî hâle getirilmiştir. Önce başşehir Erbil, daha sonraları Musul’da da yapılmış olan bu kutlamalar ol­dukça görkemli bir şekilde düzenlenirdi. Bu kutlamalara uzak yakın her bölgeden fakihler, sûfiler, vâizler, kırâat âlimleri, edip ve şâirler katılırdı. Halk ve devlet adamlarının da katıldığı bu topluluğa ziyafet verilir ve özellikle yoksul halka büyük yar­dımlarda bulunulurdu. Bu arada vaizler veya hatipler konuşma yapar, askerler de gösteriler düzenlerlerdi. 12 gün süren bu faaliyetlerle halkın gönlünü kazanan Muzafferüddîn Gökbörü, aynı zamanda pek çok ilim adamının, yazar ve şairin teveccühünü kazanmıştır.

 

Endülüs’te Sebte ve Gırnata’da; Cezayir’de Tilimsan’da Zeytûniyye Câmii’nde düzenlenen mevlid merâsimleri pek meşhurdur. Özellikle Endülüs’teki kutlamalar aynı zamanda bir edebî yarışa dönüşmüştür. Mevlid için söylenen şiir veya kasideler ertesi yıl bir daha söylenmez ve birinci seçilen şiir veya kasidelere büyük ödüller verilirdi.

 

Mevlid kutlamalarının en fazla yaygınlaştığı bölgelerden biri de Mısır’dır. Burada Şia Mezhebi’ni benimsemiş olan Fâtımîlerin hâkimiyet sürmesi ve bu kutlamalar arasına Şîa Mezhebi’nin oldukça önem verdiği Hazreti Ali, Hazreti Fâtıma ve Hazreti Hüseyin’in adına da mevlid törenlerinin ihdas edilmesinin büyük etkisi vardır. Ama mevlid kutlamalarının tamamen Fatımî geleneklerinden doğmuş olduğunu ileri sürmek doğru değildir.

 

Bu kutlamalar, Osmanlı­ Devleti’nde Süleyman Çelebi’nin “Vesîletü’n-necât” adındaki meşhur mevlidi ile kendini göstermektedir. Sultan 3. Murad zamanında resmî kutlama hâline getirilerek Osmanlılardaki teşrifât (protokol) içerisinde “Mevlid Alayı” adıyla yerini almış olan mevlid merâsimleri, Sultan 2. Ahmed döneminde zirveye ulaşmıştır. Osmanlı ilim adamları veya şeyhülislâmlar bağış yapma veya vakıf kurma gibi değişik şekillerde bu faaliyetleri desteklemişlerdir. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin Rebîülevvel ayından Ramazan ayına kadar her hafta dergâhında mevlid okutması ve ziyafet vermesi, Şeyhülislâm Çerkez Halîl Efendi’nin mevlid okunması için büyük miktarda para vakfetmesi, Şeyhülislâm Hoca Sadeddîn Efendi’nin Sultan 3. Murad’ın vefatının yıl dönümü dolayısıyla Ayasofya Camii’nde okutulacak hatim ve mevlide katılması, ayrıca Mekke-i Mükerreme’de mevlid merâsiminde mevlidin okun­duğu kürsüye örtülmek üzere her yıl işlemeli değerli bir örtünün gönderilmesi, Osmanlılar’ın mevlid faaliyetlerine verdiği önemi gösteren en güzel örneklerdir. Mevlid dolayısıyla daha önce temas ettiğimiz tatil olayını Osmanlılar’da da görmekteyiz. Safer-1328/ Mart-1910’da Meclis-i Vükelâ’nın al­dığı bir kararla mevlid günü resmî tatiller arasına alın­mıştır.

 

Mevlidin Maksadı ve İçeriği

 

Müslüman toplumlarda gittikçe gelişen bir faaliyet olarak mevlidin maksadı konusunda önemli değerlendirmeler vardır. Genel kanaate göre mevlid ibadet olmaktan çok, dinî niteliği olan, birtakım iyilik­leri (hayır ve hasenâtı) ihtivâ eden içtimaî bir faaliyettir, yan­lışlara düşmemek kaydıyla bu faaliyetlerin sürdürülmesi toplum açısından faydalıdır. Bu maksada dayalı olarak pek çok hadîsçi, tefsirci, fıkıhçı, kıraat âlimi ve tarihçi bu kutlamaları yerinde ve güzel bir gelenek olarak görmüş ve teşvik etmişlerdir. – Bunlar da aynı şekilde bu kutlamalara sıcak bakmışlar, hattâ bunları teşvik etmişler ve bu faaliyetlere gösterilen tepkilere karşı, bunları savunan veya bu faaliyetleri teşvik eden eserler yazmışlardır. Özellikle İbn Hacer el-Heytemî, “Mevlid, Kur’ân okuma, Peygamber Efendimiz’e salât ve selâm getirme, şiir vs. okuma ve fakirlere iyilik ve ihsanda bulunmaktan ibarettir.” diyerek bu maksadı “yazılı kurallar” hâline getirmeye çalışmıştır. Mevlidi çok önemli bir içtimaî değer olarak değerlendiren İbn Hacer’e göre, bu faaliyetlerin iyi taraflarının ön plâna çıkarılması ve esallallâhu aleyhi ve sellema aykırı hususların da yapılmamasına dikkat edilmesi gerekir. Böyle olduğu takdirde güzel bir şey olur. Bu görüşleri aynen aktaran Celâlüddîn es-Süyûtî bu konuyu hararetli bir şekilde savunmakta ve karşı çıkanlara, kısa fakat kesin ve açık ifadelerle şöyle cevap vermektedir: “Bunlar Peygamber Efendimiz’e olan sevgi ve saygının ifadesi, bir sevinç göste­risi olduğundan yapanın mükâfat alacağı bir yeniliktir, bunlardan fazla bir şey yoktur.” Mevlidin maksadının, Peygamber Efendimiz’e olan sevginin yaygınlaştırılması olduğunu belirten Süyûtî, bu kutlamaları yaygınlaştıran Muzafferuddîn Gökbörü’yü de minnetle anar.

 

Osmanlı mutasavvıf ve ilim adamlarından Abdurrahmân İbn-i Yakûb Çelebi, mevlidin maksat ve muhtevasını daha sistematik bir şekilde izah etmeye çalışmıştır: “Mevlid, konusu itibariyle, Peygamber Efendimiz’in hayatını konu alan siyer (tarih) ilminin bir parçasıdır. Rebîülevvel ayında Müslümanların dünyevî ve uh­revî iyilikler elde etmek maksadıyla toplanıp Kur’ân okuma, salât ve selâm getirme, Peygamber Efendimiz’in üstünlüğünü anlatan şiir vs. okuma; iyi­lik ve ihsanda bulunma, sevinç gösterileri yapma, yemek ve tatlı yedirmeden ibarettir.” Ona göre mevlidin “hükmü” yani esası ve gayesi Peygamber Efendimiz’in doğumu münasebetiyle sevinmek; “rüknü” yani icra şekli ise Kur’ân okuma, Peygamber Efendimiz’e salât ve selâm getirme, Peygamber Efendimiz’in doğuşuyla ilgili şiir ve methiyeler okuma, iyilik ve ihsanda bulunmaktır. Buna göre mevliddeki asıl maksat, Peygamber Efendimiz’in doğumu vesilesiyle sevin­mektir.

 

Endülüs kutlamalarında da aynı maksadı görmekteyiz: “Mevlid gecelerini ihyâ etmemiz gerekir, bu konudaki sözlerimiz ve yaptıklarımız güzeldir; Biz muhtaçları do­yurur, çıplakları giydirir ve bunların ailelerine yardım ederiz.” şeklindeki ifadeler, mevlidin maksadını açıkça belirtmektedir.

 

Osmanlılar dönemindeki pek çok ilim adamı da konuya olumlu açıdan bakmıştır. Edirne müftüsü olarak tanınan Mehmed Fevzi Efendi, mevlid okutmanın güzel bir âdet olduğunu ispat etmeye ve karşı çıkanlara cevap vermeye çalışmıştır. İbn Hacer el-Heytemî, Süyûtî ve İbn Kesîr gibi ileri gelen ilim adamlarının görüş birliği içerisinde bulunmalarını kendisi için önemli bir delil sayarak mevlidin koyu bir savunucusu olmuştur. Ayrıca masraflarını bizzat kendisi karşılayarak Medine-i Münevvere, Kayseri ve Edirne’de mevlid okunmasını sağlamıştır.

 

Arapça veya Farsça yazılmış yüzlerce mevlid yanında, Erzurumlu Mustafa Darîr’den Beyzâde Mustafa Efendi ve Edirne Müftüsü Mehmed Fevzi Efendi’ye kadar, pek çok ilim adamı, şair ve edip tarafından pek çok Türkçe mevlid yazılmıştır. Ancak bunlar içerisinde Süleyman Çe­lebi’nin kaleme aldığı “Vesîletu’n-necât” adlı mevlid diğer diller de dâhil olmak üzere bütün mevlidler içerisinde mühim bir değere sahiptir.

 

Düzenlenen mevlid tören­lerine yasak hususların karıştırılmaması kadar, mevlid olarak okunan metinlerin sıhhati ve kaynağı da önemlidir. Mevlide konu olan bilgilerin kaynağı birinci derecede hadîs külliyatına, siyer kitaplarına ve daha sonra da tefsir kitaplarında aktarılan güvenilir rivayetlere dayanmalıdır. Zira mevlidde yanlış ve mesnetsiz bilgileri aktaranlar veya bunları mevlid olarak takdim edenler şiddetli bir şekilde eleştirilmişler, hattâ “yalancı, uydurmacı” diye vasıflandırılmışlardır. Peygamber Efendimiz, daha doğduğu andan itibaren övülmeye başlanmıştır: “Bana bu güzel ve zarif çocuğu veren Allah’a hamd olsun!” diyen dedesi Abdulmuttalib’in, ve “Sen doğunca dünya ışığa büründü ve Sen’in nûrunla ufuklar aydınlandı.” diyen amcası Hazreti Abbas’ın deyişleri bunlardan sadece birkaçıdır.

 

İslâmiyet’in gelişinden sonra ise pek çok Sahâbî şâir O’nu övme için yarışmışlardır. Bu methiyelerin bir kısmında Peygamber Efendimiz’in doğumu, kasidenin bir kısmı, parçası olarak dile getirilir, yani bununla sınırlıdır. Ancak zamanla Peygamber Efendimiz’in nûrunun yaratılışıyla başlayıp vefâtıyla son bulan mevlid konusuna, fizikî ve ahlâkî özelliklerini tasvir eden “şemâil” konuları da dahil edilmiştir. Safiyyuddîn el-Hıllî’nin “Sen’in doğumun hürmetine ateşler söndü ve sevinçten saraylar çöktü.” diyerek başladığı veya ünlü mutasavvıf şair Busîrî’nin Kasîde-i Bur’e adlı ünlü kasidesinde dile getirdiği gibi pek çok şair, Peygamber Efendimiz’in doğumunu ve doğumu anındaki harikulâde olayları büyük bir ustalıkla anlatmaya çalışmışlardır.

 

Mevlide genelde “Daha levh-i mahfûz ve kalem yok iken ve gökyüzü daha yükseltilmemiş iken O, vardı.” veya “Muhammed’in nûru, yıldızların burçlarında dolaştığı gibi, annesinden zuhur edinceye kadar, tertemiz, yüce ve şeref sahibi kişilerde dolaşmaya devam etti.” şeklinde Peygamber Efendimiz’in “nûru”nun dile getirildiği bir girizgâhla başlanır. Güneşe, dolunaya veya yıldızlara benzetilen bu “nûr” karanlıkları ve cehaleti yok eden, bütün kâinatı aydınlatan bir sembol olmuştur. “O öyle bir Habîb’dir ki, güneş, ay ve yıldızların nûru O’nun nûrundan yaratılmıştır.” ve “Şüphesiz Peygamber Efendimiz kendisiyle aydınlığa ulaşılan bir nûrdur.” “Hidâ­yet sabahı” doğan ve bütün kâinatı kuşatan bu “nûr” ile yeni bir zaman başlamıştır. Peygamber Efendimiz’in doğuşu, güneşin doğuşuna veya sabahın o ilk parlaklığına, yüzü dolunaya veya güneşe benzetilerek bununla aynı zamanda İslâmiyet’in doğuşuna işaret edilmiştir.

 

Hazreti Âmine’nin hâmile iken, hamileliğinin her ayında bir peygamberin “Çocuğunun ismini Muhammed koy!” şeklindeki telkin ve müjdelere; meleklerin sevincine şahit olması gibi hususlar özenle işlenen konular arasında yer almaktadır. Aynı şekilde doğumun gerçekleştiği esnada (vilâdet kısmında) anlatılan bilgilerin tamamı Hazreti Âmine’nin doğum esnasında gördüğü rüyaya dayanır. Peygamber Efendimiz “… Ben, babam İbrâhim’in duası, İsâ’nın müjdesi ve annem Âmine’nin gördüğü rüyâ (üzere)yim.”[5] sözüyle de buna işaret etmiştir.

 

Peygamber Efendimiz, “İlkbahar” anlamına gelen “Rebîülevvel” ayında doğduğundan Rebîülevvel kelimesi de ayrı bir önem kazanmıştır. Ay ve mevsim için kullanılan bu ad, aynı zamanda Peygamber Efendimiz için de kullanılmıştır. “Üç ilkbahar”ın bir araya gelmesiyle, yani ilkbahar mevsiminde, ilkbahar ayında “İlkbahar”ın doğumuyla bütün güzelliklerin ve iyiliklerin buluştuğu ve bununla bütün kâinatın sevince büründüğü dile getirilir:

 

“Rebîülevvel ayında ve bahar mevsiminde kalbler için bahar olan (O) Zât doğdu,

O bir bahardır! Hem de nasıl bir bahar!

 

Güzel kokusu burcu burcu yayılır; insanlar arasında yürüyen bir bahar!

Sayesinde umut çınarlarının yeşerdiği bir bahar;

 

(Âhirette) eli küçükler (güçsüzler) için şefaatçi olan bir bahar!

Cömert toprakların fışkırmaya başladığı bir bahar;

 

Semanın bereket yağdırdığı bir bahar,

İşte O’nun ismi Hâmid, Ahmed, Mustafa;

 

O, Hamîd (övülmüş), (şanı) yüce, yücelerin yücesi olandır.”

 

Bir başka yerde:

“O gecede bütün insanlığı sevinç kapladı ve o gecede cennetin sarayları süslendi,

Bu bize sevinç getiren ilkbahardır; o, güzellikte bütün zamanlardan üstündür,

Zira onda, kendisinden yardım istenen ve Azîz olan Allah’ın Rasûlü Mustafâ’nın doğumu vardır.”[6]

 

Mevlidlerde, Peygamber Efendimiz’in doğumuyla bütün kâinatın sevindiği, meleklerin bu sevinci doğuya, batıya ve bir de Kâbe’nin üzerine diktikleri sancaklarla bütün kâinata ilân etttikleri dile getirilir. Bu arada fizikî güzelliği, ahlâkı, güzel konuşması, vefâkâr, kalben ve ruhen temiz, sabırlı, eziyetlere karşı son derece dayanıklı, Allah katında en yüce makama sahip oluşu, halk arasında “Emîn” birisi olarak tanınması ve sevilmesi, soyunun üstünlüğü, sırasıyla işlenen önemli konular arasında yer almaktadır.

 

Özellikle ilk dönemlerde ferdî okunan mevlidlerin daha sonraları mevlidhanlar tarafından topluluğun/halkın huzurunda âhenkli bir şekilde (nağmeli) okunduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla mevlidin okunuş şekli için de belirli usüller konmuştur. Mevlid merasimlerine Kur’ân okunarak başlanması usül hâline gelmiştir. İlk önce Kur’ân-ı Kerîm’den

 

اَوَلاَ يَرَوْنَ اَنَّهُمْ يُفْتَنُونَ فِى كُلِّ عَامٍ مَرَّةً اَوْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ لاَ يَتُوبُونَ وَلاَ هُمْ يَذَّكَّرُونَ * وَاِذَا مَا اُنْزِلَتْ سُورَةٌ نَظَرَ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ هَلْ يَرٰیكُمْ مِنْ اَحَدٍ ثُمَّ انْصَرَفُوا صَرَفَ اللّٰهُ قُلُوبَهُمْ بِاَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَ يَفْقَهُونَ * لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَريِصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنيِنَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ * فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظيِمِ *

 

“Görmüyorlar mı ki, onlar her yıl bir veya iki kere belâya çarptırılıp imtihan ediliyorlar. Sonra ne tövbe ederler, ne de ibret alırlar; Bir sûre indirildi mi, “Sizi bir kimse görüyor mu?” diye birbirlerine göz ederler, sonra da sıvışıp giderler. Anlamayan bir toplum olmalarından dolayı, Allah onların kalblerini çevirmiştir; Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir; Eğer yüz çevirirlerse, de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın sahibidir.”[7] âyetleri okunarak başlanır. Daha sonra diğer bölümlere geçilir. Peygamber Efendimiz’in soyu ve nesebi, yaratılışı, soyu ve soyunun üstünlüğü; babası Abdullah ile annesi Âmine’nin evliliği ve bu konuda cereyan eden bazı olaylar; Hazreti Âmine’nin hâmilelik dönemi, annesinin gayptan duyduğu sesler, aldığı müjdeler ve gördüğü rüyâlar ve son kısımda doğum hâdisesi (vilâdet) ve bu esnada meydana gelen olaylar, süt anneye verilişi dile getirilir. Mevlid kısa bir duâ ile son bulur.

 

Mevlidin en önemli hususlarından biri “ayağa kalkma” olayıdır. Mevlidin velâdet kısmı okunduğu esnada Peygamber Efendimiz’in dünyaya geliş ânını sembolize eden ve Süleyman Çelebi’nin “Doğdu ol saatte O Şah-ı Rüsül” şeklinde ifade ettiği sözler okunur okunmaz tazim için ayağa kalkılır. Bu ayağa kalkma işini ilk defa VIII./XIV. asırda Takıyyüddîn es-Sübkî adında mutasavvıf ve dindar bir ilim adamının başlattığı nakledilir. İleri gelen ilim adamlarının da bulunduğu Emeviye Camii’nde okunan mevlid esnasında mevlidhân, bir şâirin:

 

“En güzel yazı yazan eller, altın harflerle Muhammed Mustafa’ya methiye yazsa azdır,

İleri gelen kişiler, O’nun adını duyduklarında saflar hâlinde ve topluca ayağa kalksa azdır.”

mealindeki beyitleri okununca Takiyyüddîn es-Sübkî hemen ayağa kalkmış ve diğer dinleyiciler de ona uyarak hemen ayağa kalkmışlardır. Bundan sonra gelenek hâline gelen bu husus, böylece devam ettirilmiştir.

Mevlid oldukça sade ve anlaşılır bir şekilde, halkın anlayacağı bir üslûpta yazılmıştır. Bununla birlikte dinleyici için cazip olan hoş karşılanan üslûp ve sanat özelliğini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Meselâ Peygamber Efendimiz’in dünyaya gelişini, şu güzel ifadelerle bütün kâinata ilân etme gibi bir sesleniş vardır:

“Bu, kalbimi sevgisiyle doldurandır,

 

Bu, (sevgisinden dolayı) gözlerimin uyumadığı kişidir,

Bu gözleri sürmeli, Bu Mustafa’dır;

 

Bu, yüzü güzel, Bu biricik olandır,

Bu, nitelikleri üstün, Bu Murteza’dır,

 

Bu Habîbullah’tır, Bu Efendimiz’dir.”

 

Sonuç olarak, Peygamber Efendimiz’in doğum günü için özel bir kavram hâline gelen “mevlid” başlangıcından kısa bir süre sonra resmî kut­lama hâlini almış ve İslâmî geleneğe uygun muhtevası ve sınırları belli sosyal bir faaliyet olarak sürmüştür. Bu kutlamalar aynı zamanda ilmî ve edebî faali­yetleri de beraberinde getirmiştir.

Hatice Başkan

Dipnotlar

 

[1] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Sahihu Müslim, II, 819; Müsnedu Ahmed, V, 297; Sünenü’l-Beyhakî, IV, 300.

[2] Abdu’l-Hay el-Kettânî, et-Terâtîbu’l-idâriyye (Nizâmu’l-hüûmeti’n-nebeviyye), Beyrut, tsz. (2. Baskı), II, 200.

[3] Ebu Abdillah Muhammed, ed-Durru’l-munazzam fî mevlidi Nebiyyi’l-muazzam, vrk. 12/a.

[4] Alî el-Kârî, el-Mevridu’r-revî fî mevlidi’n-Nrbî, vrk.3/a.

[5] el-Müstedrek ala’s-sahîhayn, II, 453.

[6] Afîf b. Nûr Celâl, Mevlidu’n-Nebî, vrk. 173/a.

[7] Tevbe Sûresi, 126-129.

Asrın İmamını Tanımamak

Bazı hatıraların kayda değer hususlarından dolayı zaman ve zemini uygun oldukça hatırlanması faydalı olmaktadır. Zaman ve zeminini size bırakarak faydalı olacağını ümit ettiğimiz bir hatırayı paylaşmak istedik.

Namaz tesbihatının ardından mescidin karşısındaki işyerimden dışarı çıkan cemaati seyrediyorum. Uzun sakallı yaşlı bir amcaya etrafındakilerin hürmeti dikkatimi çekti. Baktım, rahmetli babam da aralarında. Kimdi bu amca? İçimden “Gelseler de bir ikindi çayı ikrâm etsem ve sohbet etsek.”geçti. O günlerde Yenice Köy’de “Baba” diye tanınan zatın oğlu çok anlatılıyordu.

Anlaşılan babam davet etmiş ki doğruca dükkâna geldiler. Çayların dağıtılmasını fırsat bilerek babama doğru eğilip usulca kim olduğunu sorduğumda, “Yenice Köydeki…” lâfını yarı kestim. Hemen:

Hocam, ziyaretinize gelmeyi arzu ediyordum ama burada nasip eden Rabbime hamdolsun. Size açmak istediğim bir derdim var, dedim.

Hoca merakla,

-Buyur evladım, dedi.

-Hasanoğlan Öğretmen Okulunda yatsı namazını koğuşta kılarken rahatsız olan birisi,Her şeyi Allah yaratıyor, diyorsunuz. Peki, Allah’ı kim yarattı?”dedi. Bu arkadaşa ne cevap vermemiz lazım?, dedim. Tövbe estağfurullah çektikten sonra,

Lem yelid ve lem yuled, dedi Hoca.

Hocam, dediğinizi bu gençlere nasıl anlatacağız? Arapçası yok, en kötüsü imanı yok.

-Ama evladım, Allah’ın ayetinde böyle yazıyor.

-Eyvallah Hocam, ama zamanın gençlerine bunları nasıl anlatacağız? Bunların dilinden bir şeyler anlatmak lâzım. Hem size bir şey daha sormak istiyorum.

-Buyur, deyince devam ettim:

Kur’an-ı Kerim’in her asırda tefsirini yapacak bir müfessirin geleceği söyleniyor. Bu asrın insanı olarak bize de gelmesi lazım. Biliyor musunuz böyle bir müfessiri, dedim. Yardımcı olabilir misiniz?

Hayır, evladım deyince uzatmadan,

Ben Risale-i Nur Külliyatı’nı ve Bediüzzaman Said Nursi’yi biliyorum, deyince

Evladım, sen zaten kaynağını bulmuşsun, beni niye yoruyorsun, dedi.

Allah rahmet eylesin, etrafındaki Müslümanlara faydası çok olan Hocamızla geçen bu hatıra benim nazarımda çok ibretlidir. Zamanın imamını tanımamanın ne kadar büyük eksiklik olduğunu yaşayarak anladım.

Mehmet Çetin

20.10.2015 Bostanlı İzmir

Dava adamı olarak yaşayabilmek

Çoğu insan emeğinin karşılığını alamamaktan şikayet eder. Bazen biz de bu kısım insanların gurubuna girebiliyoruz. Halimizden şikâyet ederiz. Ben çalışıyorum, yoruluyorum fakat çalışmamın karşılığını alamıyorum diye şikâyet ederiz. Bu düşünce genelde maddiyatla çok fazla haşir neşir olan insanın fıtratında vardır.

Fakat bazı insanlar da vardır ki; yaptıklarını dünyevi maksatlar için yapmazlar. Onlar mana aleminde beklentilerin en yücesi için çalışırlar. Hiç bir zaman yılmazlar, hiçbir zaman korkmazlar, hiçbir zaman verilen görevden kaçmazlar.

Hiç bir zaman şikâyet etmezler.Her yaptıkları işte Allah rızasını gözetirler. Dünyevi beklentileri olmaz. Uhrevi beklentileri ön plandadır.Hatta uhrevi olarakta bir şey beklemezler.Sadece Rıza-yı ilahiyi beklerler Onlar Kutsi bir davaya inanmışlardır. ’’Onlar dava  erleridirler.’’

Bu dava erlerine Mısırda yaşanmış örnek bir olayı aktarmak istiyorum.

1930’lı yıllar ve Said Havva anlatıyor:


“İhvan-ı Müslimin’i kurduğumuz 7 arkadaşımızdan biri de İsmail’di. İsmail, evlat hasretiyle yanan ve dokuz sene sonra kız çocuğu olan bir babaydı. Kızına ‘Canan’ anlamına gelen Ruhiye adını vermişti. İhvan-ı Müslimin, her akşam olduğu gibi yine gizli toplantılarına devam ediyor, Mısır’ın güvenlik güçlerine yakalanmamak için büyük bir titizlik gösteriyordu. 


Bir akşam yine İsmail’in evinde bir araya gelmiştik. İsmail, bize tatlı ikramında bulunuyordu. Toplantı gece 01.00’e kadar sürdü. Nihayet sona ermiş ve evlerimize dağılmak için kalkmıştık. Üstad Hasan El-Benna evden tam ayrılırken, İsmail kolundan tuttu ve dedi ki: 


-‘Üstadım, kızım öldü. Yarın cenazeye gelmeleri için arkadaşlara haber verir misin?’
Üstad da İsmail’e: ‘Hangi kızın öldü? Senin kaç tane kızın var?’ diye sorunca; İsmail, ‘Biz içeride toplantı yaparken öldü.’ dedi.
– ‘İsmail, kızın ne zaman öldü, bize neden haber vermedin, biz toplantı yaptık, tatlı yedik, niçin bize söylemedin?’ deyince;
İsmail de buna cevaben dedi ki:


“ÜSTADIM! KIZIM ÖLDÜ! DAVAM DEĞİL!”

Evet yukarıda aktarılan olayda anlatıldığı gibi dava adamı olmak kolay değildir.

Yeri geldiğinde aileyi,çoluk çocuğu davasından sonra görebilmektir..

Dava adamı olmak yerine gelince işkenceyi, hakareti, açlığı, susuzluğu, uykusuzluğu yerine gelince hicreti yerine gelince uzleti ve her şeyi göze alabilmektir.

Dava adamı olmak ölüm meleği geldiği zaman bile ‘’ah davam ‘’ diyebilmektir.

Dava adamı olmak bütün zorluklar karşısında bile “Eğer, inanıyorsanız üstünsünüz… „ ( Al-i İmran 139 ) ayetini hatırlayarak yılmamaktır.

Dava adamı olmak Hz Ebubekir gibi “Ya Rabbi! Benim vücûdumu cehennemde o kadar büyüt ki, başka kullarına orada yer kalmasın! Diyebilmektir.

Dava adamı demek Üstad Bediüzzaman gibi ’ Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım; çünki, vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur’’ diyebilmektir.

Dava adamı olmak kuldan değil Allah’tan korkmaktır. Ve bu korku ile hayatına yön vermektir.

Dava adamı olmak tohum olmaktır. Kendisi çürürken yerine meyveleri yetiştirmektir.

Dava adamı olmak hayatta kendisine zulm edenlere bile beddua etmemektir. Onların ıslahı için Allah’a dua etmektir.

Dava adamı olmak firavunlar kucağında büyüyen çocuk musa’ları safına almaktır.

Dava adamı olmak on sene sonrayı değil yüz seneyi görüp ona göre yaşamaktır.

Dava adamı olmak makamlar ve servetler karşısında  nefsini unutmaktır.

Evet, dava adamı olmak  Üstadın deyişiyle: Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur düşüncesi ile hem hal olmaktır.

Ne mutlu davasını hakkıyla yaşayan ve yaşatanlara. Selam ve dua ile…