Kategori arşivi: Hikayeler

Hikayeler

Kalbin İbadeti Muhabbetullah

Kalbin İbadeti Muhabbetullah

Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan Rasûlullah (s.a.v)şöyle buyurdu: “Allah bir kulu sevdiğinde Cebrail’i çağırır: “Ben filanı seviyorum, sen de onu sev” der. Bu sebeble Cebrail aleyhisselâm onu sever. Sonra sema ehline nida eder ve der ki: “Muhakkak Allah filan kulunu seviyor. Siz de onu sevin. (Bu sebeble de) sema ehli onu severler. Sonra da yerde kabul görür. Yer ehlide onu severler”Hadis, (Buharî)

Muhabbet, kâinatın hem nuru, hem hayatıdır. Muhabbet dünyanın rengi, kainatın ahengi, kalplerin feyzidir…

İnsan, kainatın en şerefli mahluku olduğu için kâinatı kapsayacak muhabbeti, Allah-u Zülcelal insanın kalbine yerleştirilmiştir.

Seveceğiz, istesek de istemesek de. Allah-u Zülcelal, kalbimize sevgi, muhabbet koymuş. Sevgi kuvveti; insanın kalbinin derinliklerine yerleştirilmiş köklü bir histir.

Sevmek, insana Allah-u Zülcelal’in ilahi bir lütfu olduğu gibi, asli bir ihtiyaçtır. Önemli olan muhabbetin dengesini ve adresini iyi ayarlamak.

İnsan, dünyevi ve nefsani duygularla sevgisini yönelttiği bir kimsenin kendisini üzmesi veya terk etmesi halinde, hiç bitmeyeceğini sandığı sevgisinin, bir anda büyük bir nefrete dönüşmesini neyle izah edebilir?

Bir insanı “Allah belanı versin, Allah seni kahretsin YAR!” diyecek hale getiren duyguya, nasıl “sevgi” diyebiliriz? Peki, insan bu kadar sevgi yoğunluğunu yaşadığını düşünürken, bu ani dönüş nasıl olabilmektedir?..

Cevabı çok basit! Çünkü sevmeyi bilmiyoruz!.. Muhabbetteki dengeyi kuramıyoruz. Neyi, ne kadar sevmemiz gerektiğini bilemiyoruz?

Korku-Sevgi Dengesi

Allah-u Zülcelal insana korku ve sevgi gibi iki temel duygu vermiş. İnsanın yaşamı boyunca bu iki duygu, ya insanlara ya da Allah-u Zülcelal’e dönük olacaktır.

İnsanlardan korkmak bizim için bir beladır. Çünkü, insan dünyada öyle şeylerden korkar ki, korkulan ona merhamet etmez, korkanın ricalarını kabûl etmez. İşte, o haldeki korku, insan için beladır.

Korkuyu öyle birine yöneltmeliyiz ki, bizim korkumuz lezzetli bir boyun eğme olsun. Allah-u Zülcelal’den korkmak, O’nun rahmetine ve şefkatine iltica etmek demektir. Allah’tan korkmakta büyük bir lezzet vardır. Bir yavrunun korktuğunda koşup anne kucağına sığınması gibi.

Korkuyu anne verir “Bak sana şu olacak, sen şu zarara uğrayacaksın!..” der uyarıcı ve şefkat veren bir edayla. Hatta çocuğuna “Gel kucağıma, öcü var orda” dediğinde, çocuğun annenin kucağına koşmasını düşünün. Böyle bir korku, o yavruya gâyet lezzetlidir. Halbuki, bütün annelerin şefkatleri, İlahi Rahmet’in ufak bir yansıması, sadece küçücük bir parıltısıdır. Allah-u Zülcelal’den korkmakta bu kadar lezzet varsa, O’nu sevmekteki lezzeti nasıl tartabilir ve ne ile izah edebiliriz?..

Faniye Muhabbet Beladır

Fani şeylere sevgi ise hem bela hem musibettir. Dikkat edilirse, mecâzî âşıkların yüzde doksan dokuzu sevdiğinden şikayet eder. Çünkü sevgi duyulan şey fanidir, seveni tanımaz, esirgemez, ahde vefa göstermez. Gençlik gibi, dünya gibi, sağlık gibi, güzellik gibi mecazi sevgililer de bir gün arkasına bakmadan ‘hoşça kal’ bile demeden, çeker gider. Hatta bu yetmemiş gibi kendisine duyulan muhabbet için seveni aşağılar, horlar.

Bunun sebebi Allah-u Zülcelal’in insan kalbinin derinliklerine yerleştirdiği ve yaratılışında var olan, kendisine duyulan sevginin çekirdeğinin hiç yok olmamasındandır. Kişi ne halde olursa olsun, kalbin derinliklerinde kalmış olsa da gizli bir sevda ile Allah-u Zülcelal’i sever.

İnsan, kalbini dünyevî sevgililere tahsis edip, onlara adeta taparcasına, “kulu, kölesi” olmak şeklinde ifrata çıkardığında, “sahte sevgililerin” nazarında da aşağılık bir duruma düşer. Zira onun kalbinin derinliklerinde de ilahi sevgi cılız da olsa, tüm kalbi aydınlatamıyor da olsa Allah-u Zülcelal’e ruhtan gelen bir aşk vardır. O bunu fark edemese de, sebebini anlamasa ve izah edemese de böyle bir kişiyi aşağılar ve reddeder.

Zira insan fıtratı, fıtrî olmayan her şeyi reddeder. Sevginin sınırsızlığı, sevilenin de ezeli ve ebedi olmasını gerektirir. Ezeli ve ebedi olan ve sevgiyi yaratan Cenab-ı Hak olduğuna göre, sınırsız sevilmeye layık olan da yalnız Allah’tır. İşte muhabbeti öyle birine yöneltmeliyiz ki, muhabbetimiz zilletsiz bir mutluluk olsun. Muhabbeti ‘muhabbetullah’ olanın, muhabbeti ayrılıklı ve elemli olmaz.

Peki ‘muhabbetullah’ halini, kalbimize, içimize ta ruhumuza nasıl yerleştireceğiz? Kulun Allah’ı sevmesi için Allah’ın da kulunu sevmesini icab eder. Ayet–i kerimede “Allah onları, onlar da Allah’ı severler” buyrulmaktadır. (Maide: 54). O halde, Allah-u Zülcelal’in sevgisini kazanmanın yollarını aralamalıyız.

Muhabbetullahta Samimiyetin Ölçüsü

Kişinin Muhabbetullah’a giden yolda atacağı ilk adım, haram ve helal sınırlarına riayet etmektir. Allah’ı seven bir insan, Allah’a kavuşmayı da sever. Allah’ı çok zikreder, Allah’ın emirlerine riayet etmekte tereddüt göstermez, Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı ve Allah’ın sevdiklerini sever. Allah’ın peygamberini ve evliyalarını sever. Allah’ın sevdiklerinden bahsetmek, ona haz verir, mutluluk verir.

Bunlar kişinin Allah sevgisinde samimi olduğunun işaretleridir. Böyle bir insanın kalbinde şu hadis-i şerif tecelli eder: “Kimde şu üç haslet varsa o gerçek imanın tadını almıştır: Allah-u Zülcelal’i ve O’nun Resulünü her şeyden çok sevmek, sevdiklerini Allah rızası için sevmek, ateşe düşmekten korkar gibi küfre düşmekten korkmak.”

Muhabbetin, ‘muhabbetullah’a dönüşebilmesi için, insanın Allah-u Zülcelal’i bilmesi ve tanıması lâzım! Kişi, bilmediğini, nasıl sevecek?..

Hatice  başkan

Mızrağın ucunda bir kefen

SELÂHADDİN EYYUBİ, ölüm döşeğinde idi. Kendisinden sonra, yerine geçecek olan oğlu Melik Efdal’i yanına çağırdı ve ona şunları nasihat etti:
“Evlâdım sana, bütün iyiliklerin kendisinden geldiği Allah korkusu ile doğrudan ve doğru yoldan ayrılmamayı vasiyet ederim. Allah’ın emirlerini yerine getirmekte elin gevşek olmasın ve kusur işlemeyesin. Bilesin ki, kurtuluş ancak bundadır. Kimsenin kanı ile, ellerini kirletme. Halkının emniyeti ve saadeti için çalış. Onları Allah’ın sana bir emaneti bil. Komutanlarına değer ver. Arkadaşlarını koru. Herkesin bir gün öleceğini aklından çıkarma. Kimsenin hakkını zayi etme. Kul hakkı, kul affetmedikçe kalkmaz.”
Bu nasihatlardan sonra, vaziyet olarak da şunu istedi: Kefenimi bir mızrağın ucuna bağlayıp, tellalın eline vereceksin. O, sokak sokak gezecek ve halka şöyle bağıracak:
“İşte ey ahali! Bu Kudüs fatihi Selâhaddin’in kefenidir… Dünyadan, sadece bu kefenle gidecektir. Bundan gayrı mal, mülk, mevkii ve makam, ölüm kapısından öteye geçmeyecektir. Bakın ve ibret alın!”
Selim Gündüzalp
Zafer Dergisi

Popstarlar ve Çocuklar

Hayranı olduğum pop şarkıcı, son yolculuğuna çıkmadan önce, günlüğünün son satırına şöyle yazmış:

“Bir reklâm tabelası kadar yalnızım, oysa herkes bana bakıyor!”

Ömrünün son dakikalarında bile olsa, kalınca bir sahtelik perdesini bu kadar çarpıcı biçimde yırtması, itiraf etmeliyim ki beni kendisine çok daha hayran bıraktı. Belki bizim yıllar boyunca kendisi için hiçbir şey ifade etmeyişimize içerlemeliyim. Ama sonuçta onun hayranı olmak, ondan daha çok, bizim tercihimizdi. Burada uyuyan biri varsa, bunlardan birinin biz olduğumuzu inkâr edemezdik. Düşünüyorum da, niçin ona hayran olmuştum? Neden kendisine hayran olmamızın yalnızlığında hiçbir azalmaya sebep olmadığı birisine bu kadar hayranlık duyguları beslemiştim?

Onu ilk gördüğümde televizyon önünde vakit öldüren bir çocuktum. “Bak oğlum!” demişti babam, “Büyüyünce sen de böyle olmalısın.” Babam, kendi gibi değil de neden onun gibi olmamı istemişti ki benden? Şimdi anlıyorum ki, bunu o zaman anlayacak yaşta değilmişim. Babam başına bir iş gelse kimsenin ruhu duymayacak köhne odasının köşesindeki televizyonun önündeydi. Oysa o, televizyonun bizzat içinde, herkesin gözü önündeydi. Göz önünde olmak ve babaların parmakla işaret ettiği bir yerde durmak fikri, yüreğimi hoplatmaya başladığında gençliğe ilk adımlarımı atıyordum.

Bir başkasının hayalleri ile büyümenin ne demek olduğunu ilk o zamanlar öğrenmiştim. İlk o zamanlar tüm gerçeklerime inat, kendimi elinde mikrofon sahnelerde düşlemiştim. Ve yine ilk o zamanlar babamın köhne odasında oturmakla hayallerimin gerçekleşmeyeceği gerçeği ile yüzleşmiştim. Kaçmalı, gitmeliydim; starların yetiştiği sokaklarda ben de adım adım yürümeliydim. Kasetçiler çarşısına varıp dükkan dükkan sesimi dinletmeliydim. Beni keşfedecek biri olmalıydı. Birileri bunu başarabiliyorsa ben de yapabilirdim; hem sesim de fena değildi.

Ne var kiİ, köyden kaçıp İstanbul’a varınca daha ilk günden anyayı konyayı görmüştüm. Cebinde beş paran yoksa adam diye yüzüne bile bakmıyorlarmış meğer. Meğer paran yoksa kasetçi dükkanına adımını bile atamazmışsın. Sesinin güzelliğini göstermeye fırsat bile bulamazmışsın. Döndüm geriye hayallerimi İstanbul sokaklarında sabahlara dek yıldızları seyreden sokak çocuklarına bırakarak. Zira, avuçlarımda kala kala birkaç zavallı gerçek kalmıştı. Meğer hayalleri ile yaşayanlar gerçekleri ile gömülürlermiş. O dönüş baba ocağına değil de kendimeydi sanki. Kendime, yani gerçeklerime…

Artık adımlarımı daha sağlam atacaktım, daha fazla çalışacak üniversite sınavını kazanacaktım. Yeni hayalim daha mantıklı gelmişti; büyüyordum galiba… İstanbul bir kez daha kapılarını açıyordu bana. Bu kez anlı şanlı bir üniversite öğrencisi olarak geçiyordum boğazdan. Kulaklarımda o meşhur şarkıcının haraketli müzikleri çınlıyordu. O an şarkıcının beni eğlendirdiğini düşündüm. O beni neşelendirmek için vardı sanki. Bir gün onun konserine de gidecektim. Televizyondan gördüğüm o insana çok yakındım artık; ama sanki yine de aramızda dağlar vardı. Fakat şimdi okumakta olduğum gazete kağıdını tutarken ellerim titriyor. O dağların zirvesinde mesken kurmuş adamın ölüm haberine bakarken, hayretle irileşen gözlerime bakın ne takılıyor: “Bir reklam tabelası kadar yalnızım, oysa herkes bana bakıyor.” Bu onun günlüğündeki son cümleymiş. Garip bir şekilde intihar etmiş. Meğer o karlı dağın zirvesindeki göz alıcı buzul, etrafındaki milyonlarca kar tanesine rağmen yalnızmış. Bir süredir de uyuşturucu alıyormuş. Ve birden telefonum çalıyor. ”Oğlum nasılsın?” diyor heyecanla. Cevap veriyorum: ”Babacığım ben iyiyim de… Senin hayallerin nasıl?”

İsa Yılmaz/Zafer Dergisi

Sünnet-i Seniyye -Manevî yaralara devadır

Sünnet-i Seniyye -Manevî yaralara devadır

Mesâil-i şeriat ile Sünnet-i Seniyye düsturları, emrâz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emrâz-ı içtimâiyede gayet nâfi birer devâdır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risâlelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum.

 

Sekizinci Nükte: “Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter” (Tevbe Sûresi, 9:129.) âyetinden evvelki olan “Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki… (ilâ ahir)” (Tevbe Sûresi, 9:128.) âyeti, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemâl-i şefkat ve nihayet re’fetini gösterdikten sonra, şu “Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa…” âyetiyle der ki:

 

“Ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve mânevî yaralarınız için, kemâl-i şefkatle, getirdiği ahkâm ve Sünnet-i Seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zâtın bedihî şefkatini inkâr etmek ve gözle görünen re’fetini itham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz.

 

“Ve ey şefkatli Resûl ve ey re’fetli Nebî! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme. Semâvat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan, Arş-ı Azîm-i Muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zât-ı Zülcelâl sana kâfîdir. Hakikî mutî taifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir.”

 

Evet, Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu dâvânın ispatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risâle-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediyenin ve Şeriat-ı Muhammediyenin (asm) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risâle, o hikmetleri bitiremeyecek.

 

Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübâtım var ki, mesâil-i şeriatla Sünnet-i Seniyye düsturları, emrâz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emrâz-ı içtimaiyede gayet nâfi birer devâdır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risâlelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum. Bu dâvâmda tereddüt edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.

 

İşte böyle bir zâtın Sünnet-i Seniyyesine elden geldiği kadar ittibâa çalışmak ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.

Lem’alar, 11. Lem’a, s. 183

Ona (Hz. Muhammed’e) inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.”

A’raf/157.

“Madem Resûl–i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Hâtemü’l–enbiyâdır (peygamberlerin sonuncusudur) ve umum nev–i beşer (insanlık) namına muhatab–ı ilâhîdir (ilâhî vahye muhataptır). Elbette nev–i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarûridir.”

 

“…Ne zaman Sünnet–i Seniyye’ye ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet (hafiflik) buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, ‘Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır’ diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyorduk tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet acizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı (karanlık). Ne vakit Sünnet’e yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat (baskı) kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum.”

Hatice Başkan

Hidayet Parkı

Şehrin en mutena semtlerinden birinde, iki büyük alışveriş merkezi ile deniz arasında bir parktı. Şehrin en büyük çocuk parkıydı muhtemelen. Birbirinden cazip oyuncakları ile çocukların ilgisini çektiği kadar, denize nazır banklarıyla büyükleri de cezbediyordu kendisine. Özellikle hafta sonları, aileler, alışveriş sonrası bir buraya uğramadan edemezlerdi. Park, oyuncak bakımından zengindi, ama aynı çeşitliliğin ziyaretçiler için de geçerli olduğu söylenemezdi.
Parkın geleni gideni çoktu, ama bunlar neredeyse bir örnek insanlardı. Parkta yarım saat oturan biri, jestleri, mimikleri, hatta çocuklarına seslenme biçimi farksız onlarca aile görebilirdi. Bir tek, bu zengin semtin yüksek ve lüks apartmanlarının bodrum katında yaşamaya mahkum kapıcı aileler bunun bir istisnasıydı. Hepsi de cesaret edemezdi buraya gelmeye; zira, kat kat üstlerinde yaşayan insanların duygusal ağırlığını da taşıyan bu ezik insanların bu parkta varlığına, yasak değilse de, pek hoş bakılmazdı.
Parkın yeşillenmiş çimenleri, çimenler arasından boy vermiş sarı çiçekleri, beyazlara bürünmüş ağaçları ile denizin mavisinin doyumsuz bir renk cümbüşü sunduğu o bahar günü parkta görülen aile ise, parkın her iki ziyaretçi profiline de uymuyordu esasında. Ne görünümleri bir zenginlik çağrışımı uyandırıyor, ne de hal ve hareketleri ‘canım şu kapıcılardan biri olmalı’ deyip geçmeye imkân sağlıyordu. Tesettürlü anne bir banka oturmuş, beş yaşlarında gözüken kızlarını uzaktan izliyor; baba ise üç yaşını ancak geçmiş olması gereken oğullarıyla parkın kumlarında kaleler ve kuleler yapıyordu.
Çocuklu aileler bilir, handiyse çocukların sevgilisiydi kum. Hele onu biçimlendirmelerini sağlayan oyuncaklarla ve kum kamyonlarıyla kumda oynayan birilerini gördükten sonra, başka çocuklar da toplanmıştı oraya. Adam, başlarına toplanan bu çocukları ele almayı bilmiş, az zamanda parkta bir ‘inşaat takımı’ toplamıştı. Saçı ve sakalıyla ilk anda onun o parkta ne işi olduğunu akıllarına getiren, hele çocuklarının onun yanına gitmesinden huylanan birkaç aile, oturdukları banklarda onun çocuklarla ne kadar sıcak ve dengeli bir ilişki kurduğunu izliyorlardı şimdi. “Tamam, şimdi kamyon sırası sende. Tamam, şimdi kuleyi bu kardeşle yapacağız. Sonra da sıra sende…” derken, diğer çocuklar kadar, aralarına karışan bir spastik çocuğu dahi, üzmeden kırmadan idare etmeyi başarmıştı adam. Bankta oturan hanımıyla diyalog biçimi de sıcak ve sevecendi.
Bu karı-kocanın hali, hafta sonları evlerinden sahile, sahilden bir başka yol ile evlerine gitmeyi, bu arada bu parkta oturup nefeslenmeyi âdet edinen bir çifti hayli şaşırtmıştı. Kadının da, adamın da ‘dinci’ olduklarına kuşku yoktu. Görünüşleri ve kıyafetleri herşeyi söylüyordu zaten. Konuşmalarının arasına sinmiş bolca ‘maşaallah,’ ‘inşaallah,’ ‘elhamdülillah’lar da aynı şeyi söylüyordu. Ama, şehrin bu tarafında doğup büyümüş, kolejden sonra yurtdışında okumuş insanlar olarak, ilk kez bir ‘dinci aile’yi bu kadar yakından ve çıplak gözle izliyorlardı. Hayır, davranışlarındaki incelik, sözlerindeki sıcaklık, ilişkilerindeki nezaket, hele kendi aralarında sağladıkları âhenk, köşe yazılarında ve televizyon ekranlarında göregeldikleri ‘dinci’ portresine hiç mi hiç uymuyordu.
Bu aileyi biraz daha izleme pahasına eve dönüşlerini gecikteren karı-koca, bir ara “Çocuklara bu şekilde davranmayı nasıl başarıyorsunuz?” diye bir söz atıp daha uzunca konuşmaya da niyet etmişler, ama nedense cesaret edememişlerdi. O akşam ‘dinci’leri karalayıcı yeni haberlerle dolu haber bültenini izler halde akşam yemeğini yerlerken, akıllarında ve dillerinde yine bu aile vardı. Televizyonda gördükleri ile parkta gördükleri arasındaki müthiş fark, kocaman bir soru işareti olarak düşecekti bu akşam sofrasına. O günden sonra bu genç çift, aile ve iş çevresinde ‘dinci’lerin elbette olumsuz şekilde lâfının edildiği ortamlarda, “Ama hepsi de bir değil” demeye başlamışlardı artık. Bir yıla varmadan İslâm’a dair bazı kitapları ilk defa evlerine alıp az zaman sonra namaza da başlamışlarsa, bunda o bahar günü o parkta gördükleri insan manzarasının kesinlikle rolü vardı. Zaten o yüzden, bebekleri doğduktan sonra hafta arasında da gitmeye başladıkları parka kendi aralarında ‘Hidayet Parkı’ adını koymuşlardı.
Zaman içinde en azından bir aile için Hidayet Parkı’na dönüşen parkta, onun ‘Hidayet Parkı’na dönüşmesinde rolü olan ailenin orada olduğu günün ertesiydi. Parkın yanıbaşındaki alışveriş merkezinde daha çeşitli ve kaliteli mallar bulunduğunu öğrenen bir aile, yeni aldıkları son model arabaya atlayıp alışverişe gelmişler; aldıkları eşyaları bagaja yerleştirdikten sonra da, çocukların ısrarı üzerine, istemeye istemeye parka yönelmişlerdi. Parkın mutad ziyaretçileri, banka oturmuş, bir yandan çocuklarının oyununu izliyor, bir yandan lâflıyorlardı. İçlerinden herhangi biri, görünümüyle dindar biri olduğu izlenimi bırakan babanın gerginliğini, ikide bir çocuklarına “Hadi hadi, biraz oynayın çabuk da gidelim” demesinden anlayabilirlerdi. Bu gerginlik çocukları etkilemiş olmalı ki, her yeni oyuncağa yönelmeden önce annelerine gidip izin istiyorlardı. Bu sıkı kontrole rağmen, bir ara, ailenin kız çocuğu gözden kaybolup ileride kumla oynayan çocuklar arasına karışmış, onu gözden kaybeden mesture anne de, koşup hışımla çocuğu diğer çocukların arasından çekip aldığında gördüğü manzara karşısında çocuğu bir güzel pataklamaya başlamıştı. Orada bulunanların, annenin ağzından çıkan sözlerden anladığına göre, mesele, kumların arasına karışmış bir kömür parçasının her nasılsa kızın yeni giydiği elbisenin kolunda siyah bir iz bırakmasıydı. Aile, alışverişten sonra, bir tanıdıklarını ziyarete gitmeyi planlamıştı. Anne, “Bu rezil kıyafetle mi gideceğiz şimdi?” diye kızına vurmayı sürdürüyordu. Baba ise, bu durumu zaten zoraki durduğu parkı terketmek için uygun bir gerekçe saymış ve o da, bu terke direnin oğlunu poposuna vura vura otoparka doğru sürüklemeye başlamıştı. O gün o saatte o parkta bulunanların neredeyse hiçbiri, o gün gördükleri bu manzarayı unutmadılar. Ve ne zaman İslâm’ın güleryüzünden bahseden biriyle karşılaşsalar, ona gördükleri bu manzarayı anlattılar.
İsmail Örgen / Zafer Dergisi