Kategori arşivi: Yazılar

Zelzele Hadisesi (Şiir)

Zelzele denen olay ilahi musibettir
İdrak edenler için aslında bir ibrettir

“Bir doğa kanunudur” demek doğru olamaz
Veya tesadüflere katiyen bağlanamaz

Yalnız fay hatlarıyla okumak yetersizdir
Doğa kanunu deyip geçiştirmek yersizdir

Hayat bir imtihandır bunu unutmamalı
Herkes kendine düşen görevini yapmalı

Bilen mü’minler için içinde dersler vardır
En kârlı kişilerse tedbirini alandır

Tabii afetlerde önceden tedbir şarttır
Tedbir alınmayınca kaybedilen hayattır

İşini sağlam yapıp sonra tevekkül gerek
Çürük işler yapanlar kaybeder üzülerek

Bu tür hadiselerde Rabbin kudreti vardır
Buna inanmayanın inancına zarardır

Aslında bu imtihan, değil ölenler için
Asıl şu yeryüzünde tüm yaşayanlar için

Rabbim sınavımızı kolaylıkla geçirsin
Olaylar karşısında bize sabırlar versin

Büyük musibetlere duçar olan mü’minler
Allah’a dua edip sabır etmelidirler

Çünkü edilen dua mü’minin servetidir
Allah’ın bahşettiği büyük hazinesidir

Dünyanın neresinde olursa bir musibet
Kardeşlik duygusunda olmalı bir hareket

Nerede bir gözyaşı orada yardımlaşma
Birlik ve beraberlik olmalı dayanışma

Gönül fay hatlarımız hiçbir an kırılmasın
Kardeşlik duyguları asla hiç sarsılmasın

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Bu Dünya Bir Tecrübe ve İmtihan Meydanıdır

Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatı’nın Mektubat ve sözler adlı kitabında “o Musibetteki gazab ve hiddet içinde bir rahmet cilvesi olduğunu” belirtilmektedir.

Şöyle:

Üçüncü sualiniz: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hatta hayvanlara bu zulüm değil mi?

Bediüzzaman’ın açıklaması: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san’atkâr bir zat, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp, gayet san’atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzatıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, “Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin”? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin. (Mektubat, 12’nci mektup)

Mealen konuya şöyle bir açıklık getirmek gerekirse: İnsanı yaratan Cenab-ı Allah, göz, kulak, dil, gibi duygular vererek gayet sanatkârane bir vücudu insana giydirmiş çeşitli esmasının nakışlarını göstermek için insanı hasta eder, aç eder, tok eder, susuz eder, zelzele gibi afetlere maruz bırakır vs. gibi durumlarla yuvarlatır. İşte bu çalkantılı ve zikzaklı hayat içerisinde çeşitli esmalarını yani isimlerini göstermek için Cenab-i Allah insanı dünya musibetleriyle imtihan ediyor. Her ne kadar musibet acı da olsa, ondan geldiği için sabır ve tahammül ile karşılamak gerekiyor.

İnsanın başına hiçbir musibet gelmese hayat hep gül-ü gülistan, keyif ve safa içerisinde geçse bu bir nevi sükûnet yani durgunluk ve duraksama gibi hallerin pek faydası olmaz. Hareket ve değişim ise hayattır. Hayat, hareketle kemalatını bulur. Belalar vasıtasıyla terakki ederek gelişir asıl vazifesini yerine getirir. İnsan Uhrevi ücretini bu kez istemeye hak kazanır.

“Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”

“Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

Madem mazlum, zalim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor. Acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?

Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir baki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde bir rahmettir.”

…Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezâsıyla, zâhir esbâbı tasarrufâtına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazen da bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi, madeni inkılâbât dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlâhî ile olur; başka olamaz. Sözler, 14. Söz’ün zeyli

23.10.2011 günü Van Vilayetimizde meydana gelen zelzeleden dolayı, vefat edenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifa, kalanlara da sabır ve metanet niyaz ediyorum.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır 27.10.2011

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org 

Bu Levha Herkesi Kurtarır

Hayat bir oyundur doğru fakat bu oyunu oynayanlar değil bozanlar kazanır. Aslında kazanmak veya kaybetmek hayatın pek çok sahasında önünüze çıkan durumlarda yaptığınız tercihleriniz doğrultusunda karşı karşıya kalacağınız bir durumdur. Kullukta ise ben vazifemi yaparım neticesini düşünüp onda yoğunlaşmam mantığı Mevla’ya olan teslimiyeti ve güvenin göstergesidir ki tevekkül bu sırdandır.

Dertlisiniz, dertliyiz ve dertlerin bitmeyeceğini biliyoruz, siz de bilmelisiniz. İnsan aciz olduğunu bilecek ki aciz olmayanı tanısın. İnsan çaresiz kalacak ki çaresiz kalmayanı tanısın. İnsan hasta olacak ki hasta olmayanı tanısın. İnsan zaafa düşecek ki asla zaafı olmayanı tanısın. İnsan güvendiklerinden ihanete uğrayacak ki hiçbir zaman güvenini sarsmayanı tanısın. Sözünde durmayanları gördükçede asla vaadinden dönmeyeni tanısın. İnsan ağladıkça hiçbir zaman ağlamayanı da tanısın.

Çünkü tanıyacağı O Zat Sonsuz bir Kudret ve Esmaya sahip Allah(c.c) dır. Daha da O nu tanımıyorsa, tanımaya çalışmıyorsa, O kendisini kesin bir surette tanıtacak bildirecek gösterecektir.

Üstad-ı muhterem dünyanın misafirhane oluşunu pek çok risalelerinden bahsettiği gibi dünyanın imtihan olduğunu da defaten anlatmaktadır.

Burada önünüze iki tercih çıkar: isterseniz misafirhane görürsünüz dünyayı, ev sahibinin istediği gibi yaşarsınız; isterseniz de misafirhane sahibini tanımazsınız, misafir olduğunuzu unutursunuz, misafir değilmiş gibi davranırsınız, hatta kendinizi ev sahibi gibi görüp öyle davranırsınız ve imtihanınız o zaman başlar.

İşte bu ince manayı ehlullah görmüş başlarına gelen her şeyi imtihan değil ev sahibinin ikramı olarak düşünüp tevekkül ve sabır içinde misafire uygun bir harekette karşılık vererek şikayet yerine şükretmişler, çok dara düşseler bu benim nefsimdendir, ev sahibini kızdırmış olmalıyım, diyerekten özür dileme yolunu seçmişlerdir. Ama asla ev sahibine karşı bir memnuniyetsizlik göstermemişlerdir.

Aslında bir yazar olarak çok gevezelik ettiğimin farkındayım. Zira Kainatın Sultanı yazmış yazdıklarını okusak dillendirsek kafidir yeterlidir biliyorum fakat bu serzenişlerim neşir ve ilan yoluyla önce nefsimedir ki nefsimle beraber nefsinden muzdarip olanlarda istifade etsinler.

Size özü bilip sözü eden Bediüzzaman hazretlerinin şu sözleri ile baş başa bırakıyorum. Zira bu sözleri bir levha suretinde yazıp hayatı boyunca kendine ikaz ve ihtar eylemiş. Şimdi bu levhayı bizlerinde asma zamanıdır. Lakin kulak asmamak değil kalbimizin her köşesine baktığımız her köşeye asmak manasındadır.

Dünya madem fânidir.
Hem madem ömür kısadır.
Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.
Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.
Hem madem dünya sahibsiz değil.
Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var.
Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır.
Hem madem لاَ يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.
Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.
Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

Elbette en bahtiyar odur ki:
Dünya için âhireti unutmasın,
âhiretini dünyaya feda etmesin,
hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın,
malayani şeylerle ömrünü telef etmesin;
kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin;
selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.
{(Haşiye): Bu mademler içindir ki; şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. “Meraka değmiyor” diyorum ve dünyaya karışmıyorum.}
Mektubat ( 71 )

Araştırmacı Yazar
Süleyman Yasin AKDENİZ

Aşkı Çocuklara Sordunuz Mu Hiç?

Çocuk olsaydık, dünyanın en büyük mutluluğunun kumlarla oynamak olduğunu hatırlardık. Çocuklar sonsuza kadar kumsalda oynayabilir; kaleler yapar, yıkar ve yeniden yapar, evler yapar, yıkar ve yeniden yapar. Denizin genişliği ve derinliği çocuğun kumsaldaki oyununun rahatına bağlıdır. Kumlarla oyununu yarıda keserseniz, deniz bütün sahillerden çekilir, okyanuslar kurur, buharlaşır. Ayağına diken batmadan, elini cam kırıkları kanatmadan dilediğince oynayabiliyorsa, deniz sonsuz genişlikte bir evrendir. Ona göre, kumsal pürüzsüz ve sınırsız bir mutluluk demektir.

Dalgaların çağıltısı, yosunların kokusu, güneşin dokunuşu cennetin sonsuzluğunu fısıldar gibidir. Şimdi çocukluğunuza gidin; sizi mutlu eden şeyleri hafızanızda bulmaya çalışın. Hatıralarınızda ne zamandır açmadığınız ve içindeki unuttuğunuz çekmeceler gibi küçük ve tatlı şeyler bulacaksınız. Meselâ, ne zamandır elinize almadığınız misketlerinizi elinize aldığınızda, gözlerinizde çocuksu bir mutluluğun parıldadığını hissedeceksiniz. Şimdi çocuğunuzun saçlarını okşayıp koklarken, farkında olmasanız da, çocukluğun şen şakrak vakitlerinde özlemle beklediğiniz oyuncak bebeklerinize kavuşmanın buğusu saracak gözlerinizi. Çocukluk cennetimizdir.

Çocuklukta, yaşamanın en küçük detayları bile huzura açılan sihirli kapılardır. Damağınıza ansızın değen bir çilek tadı, pencerenizde bir yağmur damlasının süzülerek akması, bir misket şakırtısı, bir dere çağıltısı, bir deniz kıyısı vs. sanki içinizde dürülü sonsuz bir yumağı açar gibi, sizi mutluluğun sarayına alır, saf mutlulukların tahtına oturtur. Çocukluğumuzda bu kadar kolayca mutlu olabilirken, büyüdükçe sanki mutsuz ve huzursuz olmayı öğretmişlerdir bize. Bir şeyi avuçlamanın hazzı, biri tarafından kucaklanmanın mutluluğu sanki ipi kopmuş uçurtma gibi alıp başını gitmiş, bizi ebediyen terk etmiştir. Sanki küçükken küçük şeyleri büyütüyoruz; daha kolay seviyoruz, daha çok seviniyoruz. Büyükken de büyük şeyleri küçültüyoruz; daha zor seviyoruz, daha seyrek seviniyoruz. Yeniden sevebilmeyi öğrenmek için, ya içimizdeki çocuğun ellerine dokunacağız ya da çocuklarımızın gözlerini parlatan küçük mutluluk gerekçelerini yeniden keşfedeceğiz.

Hem böylece, bizim küçümsediğimiz şeyleri çocukların ne kadar büyük gördüğünü hatırlayarak, çocuklarımız için daha çok küçük şey yapmaya başlarız. Şimdi, denizlerin bir avuç kuma sığabileceğine bir kez daha inanmak istiyorsanız, yaşları 4 ile 8 arasında değişen çocukların “Sana göre aşk nedir?” sorusuna verdikleri cevapları okuyun: “Aşk, bütün kötü şeyler geçmeden önce hissettiğin şeydir.” “Büyükannemin romatizması vardı ve eğilemiyordu. Ayak tırnaklarını kesemiyordu. Sonra büyükbabam büyükannemin tırnaklarını kesti. Ama onun da romatizması vardı. Aşk budur.”

 “Birisi seni sevince senin adını başka türlü söylemeye başlar. O zaman anlarsın ki, senin adın onun ağzında huzur içindedir.”  “Bir kız bir gün bir parfüm sürer ve oğlan da tıraş kolonyası sürer. Sonra teneffüse çıkınca birbirlerini koklarlar. O zaman aşk olur…” “Bir gün birisiyle pizza yemeye gidersin. Pizzanın bütün parçalarını ona verirsin. Sen açsındır ama o sana hiç pizza vermez. Aşk budur.” “Bazen çok yorulursun. Biri gelir ve seni güldürür. Aşık olursun.” “Aşk şudur. Annem babama kahve pişirir. Kahveyi babama vermeden önce üstünden azıcık içer. Kahvenin güzel olduğunu anlamak için.” “Aşk, hiç durmadan öpmektir. Öpmekten yorulduğunda da, yine birlikte olmak istersin ve daha çok konuşursun. Annem ve babam bunun gibiler.

Öpüştüklerinde muhteşem görünüyorlar.” “Sevdiğine kendin hakkında kötü bir şey söylersin. Bunu söylediğin için seni hiç sevmeyecek sanırsın. Ama seni yine sevdiğini söyler; hatta daha çok sevmeye başlar. Bu aşktır.” “Birine tişörtünü çok sevdiğini söylersin. Sonra onu yarın da giyer, yarından sonra da…” “Minik yaşlı bir kadınla minik yaşlı bir erkek birbirlerini çok seviyorlarsa bu aşktır. Çünkü birbirlerini çok iyi tanıyorlar.” “Beni en çok annem seviyor; çünkü yatmadan önce beni öpüyor.” “Annem babama pilicin en iyi parçasını verir. Bu aşktır.” “Bazen babam çok yoruluyor, çok terliyor, çok pis kokuyor. Ama annem ona ‘Sen Brad Pitt’den yakışıklısın’ diyor. O zaman aşk oluyor.” “Köpeğimi yalnız bırakıp gittiğimde bile, akşam beni yalıyor. Bu aşktır.” “Ablam beni çok seviyor. Bunu biliyorum. Bana eskiyen elbiselerini veriyor. Sonra, yeni elbise almak zorunda kalıyor.” “Birini sevince, göz kapakların bir yukarı kalkar, bir aşağı iner ve gözünden yıldızlar çıkmaya başlar.” “Bence birini gerçekten seviyorsan ona ‘Seni seviyorum’ diyebilirsin. Ve gerçekten onu seviyorsan, ona hep öyle söylemelisin.”

Senai Demirci

BAHÇEMDEKİ GÜLLER

NE ÇOK sarsıldık değil mi? Peş peşe. Biz ilk musibetten çıkacak olan rahmete gözlerimizi dikmişken, daha büyük bir musibet kapıdan girdi. Evet ilk görüntü aynen böyleydi. Haliyle toz dumandı ortalık. Ancak bu kadarını görebileceğimiz kadar netti yaşadıklarımız. Büyük bir kırılma yaşadık, sonra bir tane daha. Yarığın daha büyümüş olması gerekirken, sanırım kaynaştık. Yanlış yerden kaynayan kemiğin yeniden kırılması gibi. Şimdi doğru şekilde kaynıyoruz öyle değil mi? 

Ben böyle düşünmek istiyorum. Şu ana kadarki en kanlı eylemlerden biriydi, gencecik mehmedciklerin uykularında yakanlandıkları. Naaşları kan gülleri gibi toprağa dizilmişti. Büyük, çok büyük sarsıntıydı. Ruhlarımız nereye uçacağını şaşırmış bir kuş gibi kanatlarını vuruyor, bir çıkış arıyor, dua dua duman tütüyordu. Birilerinin halkı galeyana getirip, birbirlerini kırmaları amaçlı politikasına uygun ortamı hazırlamak için birbirleriyle yarışıyordu birileri. Bizlerse akl-ı selim’e çağrı yapıyorduk, neredeysen gel artık diye. 

Gözümüz yolda, onu bekliyorduk. Devasa dua halkaları oluşturulmuş, şehidlerimizin ardından sayısı binlerle ifade edilen hatimler uçurulmuştu. Duaların hepsinde “memleketin selameti” başköşeye oturmuştu. Herkes bir vird, bir tesbih, bir dua dağıtıyordu. Bir yandan dua ediyor, bir yandan bekliyorduk. Sonu hayır olacaktı. 

Sonra bir kez daha sarsıldık. Bizim oluşturduğumuz sanal kırıkların aksine bu kez gerçek bir kırık harekete geçmişti işte. Bizim çizdiğimiz derme çatma sınırlardan farklıydı depremin çizdiği sınırlar. 17 Ağustos’u, 12 Kasım’ı hatırladık. Bizi nelerin beklediğini bilerek. Acı bir bekleyişti, deprem haberinin sarstığı benliğimizdeki. Ölü sayısının her dakika artacağını, enkaz altında şu an hala atan yüzlerce kalp olduğunu, gece havanın buz gibi soğuyacağını… Bunların hepsini biliyorduk. 

Şuna inanıyordum, son zamanlarda artan bunca dua karşılamıştı depremi. Başımızda belki çok daha büyük bir musibet, yazgımızda belki çok daha fazla kan vardı. Belki bununla geçirmiş olduk, çok daha büyük bir kazayı.. Aslında inanmak istiyordum. İlk veriler de sanki destekliyordu bunu. Sürpriz bir fay hattıydı bu. Asıl korkulan hat değildi. 7.4 şiddetiyle sarsılan Marmara’da on binlerce ölü vardı. Pazar günü olduğu için okullar, evler boştu, havalar güzeldi öğlen saatiydi herkes dışarıdaydı dediler. Ve her dakika artsa da, benim ilk anda korktuğum sayı değildi vefat edenlerin sayısı. 

Hafızamızdaki deprem görüntülerinden farklıydı gördüklerimiz. Son derece sistemli bir müdahale vardı. Kızılay eski Kızılay değildi. Devlet tüm kurumlarıyla çok kısa sürede olay yerindeydi. Sivil toplum kuruluşları yeni harikalara imza atmak üzereydi. Ve attılar da nitekim. Türkiye’nin her yerinden yardımlar kelimenin tam anlamıyla yağmaya durmuştu. Kargo firmaları, otobüs şirketleri daha ilk saatlerde seferlere başlamıştı. Herkes kendine bir vazife çıkarmıştı. Benim gördüğüm inanılması güç bir kaynaşmaydı. 

Son zamanlarda itina ile aramızın bozulması için emek harcanan iki kardeş ülke, komşu ülke gözlerimizi yaşarttı sonra. Dış yardıma ihtiyaç olmadığı cevabı aldıkları halde yollara düşen Azerbaycan ve İran. Kapıyı vurmadan girebilecek yakınlıkta bildiler kendilerini. Azeri kardeşlerimiz ilk “dış” yardım gönderen ülke oldu. 2 kargo uçağı ile 2 özel sahra mobil mutfağı, 150 çadır, 2500 battaniye, 750 yatak tulumu ve 140 kişilik ekip gönderdiler. Daha depremin hemen akabinde. Sonra bu sayı daha da arttı. İran ise 5 ambulans ve 18 kişilik acil yardım ekibinin de Van’a geldiğini, ihtiyaç duyulması halinde sahra hastanesi de kurmayı planladıklarını ifade etti. İlk saatlerde 208 çadır, bin 500 battaniye ve muhtelif gıda malzemeleri getirildi. Sonra ekiplerin sayısı yüzü aştı. Ve İran’da Van için kan kampanyası başlatıldı. İyi dost kötü günde belli olur dedirttiler bize. 

Ben hep böyle haberlerle meşgul olduğumdan ve çevremde hiç çatlak ses olmadığından olsa gerek internette birçok kanaldan paylaşılan bir hadis-i şerifin her yerde karşıma çıkmaya başlamasına şaşırdım önce. Hadis-i Şerif şuydu; ‘Müslüman kardeşinin uğradığı felâkete sevinme. Allahü teâlâ, rahmet eder, onu, o felâketten kurtarır da, seni derde uğratabilir.’ (Tirmizi) Neden özellikle bu hadisin paylaşıldığını düşünürken, başbakanın, hatta Bahçeli’nin açıklamalarına rast geldim. Ve şöylece bir göz gezdirdim sanal yorumlara. Evet, birileri gerçekten depremden ırkçılık üretmeyi başarmıştı. Bizler sürekli Van için sivil toplum örgütlerinin kısa mesaj yardım numaralarını paylaşırken, bir densiz şöyle yazmıştı, “Allahın sopası yok yaz Van’a gönder”. Allahın sopasının olmadığı, senin bu mesajı yazabilmenden belli dedim sadece içimden. Depremin olduğu coğrafya üzerinden Allah adına ırkçılık üreterek hadlerini aşmada tavan yapıyordu birileri. Etki tepki sürüp gidiyordu. “Sizler bizim yorumlarımıza kızıyorsunuz ama Kürtlerin sayfalarında da onların yardımlarını istemiyoruz yazıyor.” “Sizin gönderdiğiniz, devletin gönderdiği yardımları yağmalıyorlar, enkazları elleriyle kaldırmaya çalışan mehmedciklere saldırıyorlar..” diyorlardı. Evet, bu ırkçıların ekmeğine yağ süren başka ırkçılar da vardı. Annemin tabiriyle devler güreşiyor, çiçekler eziliyordu. 

Oysa ismini aldığı peygamber misali enkazın karanlıkları içinde saatler geçiren Yunus’un bunların hiçbirinden haberi yoktu. Geceyi sıfır derece sıcaklıkta dışarıda geçiren diğerlerinin de. Ne zaman onlar ve biz olmuştuk ki. Neden kardeş olduğumuzu üzerine basa basa belirtmemiz gerekiyor ki. Siz kendi kardeşinize, biliyorsun seninle biz kardeşiz deme ihtiyacı duyuyor musunuz. Bunu ona hatırlatıyor musunuz. Van’daki insanlar için “kardeşim” demeyi bir başarı olarak mı görüyorsunuz. Ben başka bir ihtimal biliyorum. Ben başka bir tabir bilmiyorum. Ve bunu belirtme ve hatırlatma gereği bile duymuyorum. 

Ve benim gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğunu biliyorum. Çatlak seslere prim verilmesine de ayrıca karşıyım. Bunların dillendirilmesinden rahatsızlık duyuyorum. Kendileriyle değil, bunlarla ilgileniyorum; 

“Ömrü hayatımda duyduğum en anlamlı söz oldu bu. Ağlaya ağlaya yazıyorum bunları. Deprem olur olmaz Van’a kazak, bot, mont gibi eşyalar gönderirken montun cebine “Geçmiş olsun kardeşim, ben de Gölcük’te senin şu an yaşadıklarını yaşadım. Maddi manevi ne sıkıntın olursa bana 05xxxxxxxxx numaralı telefondan ulaşabilirsin, hiç çekinme.” yazılı bir kağıt koyulduğundan 3 gün sonra gelen mesaj: “Allah razı olsun kardeşim. Şu an gönderdiğin montla ısınıyorum. Sana söz bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım.” Belki yüzlerce ırkçı mesaja tek başına yetti sözlük sitelerinden birine “bukonudasöylemekistediklerimbukadar” isimli üyenin yazdığı şu satırlar. Bir ırkçının asla anlayamayacağı bir his, tadamayacağı bir duydu ve yaşayamayacağı bir andır bu. Velev ki, günler sonra sahte olduğu ortaya çıksa bu mesajın hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü bu yardımı gönderecek, gönderirken içine bu notu ekleyecek binlerce el ve bu yürek paylaşımına yüreğiyle cevap verecek binlerce yürek var. Tüm kalbimle inanıyorum ki var. 

Sonra aynı gün bir dedenin fotoğrafı yayıldı elden ele, açık alanda yıkıntıların yanında oluşturulmuş bir el tezgahı ve bir ilan var fotoğrafta; “Tüm zelzeleden zarar görenlerin dikkatine. Sizlere başsağlığı diliyorum. Büyük geçmiş olsun diyorum. Ben Çanakkale Lapseki’den geliyorum. Size ayakkabılarınızı para almadan tamir etmeye geldim. Bu şekilde bir nebze katkım olursa sevinirim.” Herkesi diriltti 70 yaşındaki Çanakkale’li dedenin kabeye su taşıyan karınca misali duruşu. Daha ilginç olanı şuydu, bu Hızır misal amca aslında bu ilanı 17 Ağustos Gölcük depreminde yapmış ve bu fotoğraf o zaman çekilmişti. Demek siz kuyuya bir taş attığınızda o yerini mutlaka buluyordu. Sizin en ufak bir diriliş yürekliliğiniz aradan yıllar geçip de siz bile olanları unuttuktan sonra en ihtiyaç olduğu zamanda başka ölüleri diriltiyordu. 

Sonra aynı gün Mart ayında tarihinin en büyük doğal afetlerinden birini yaşayan Japonya yaşartıyordu gözlerimizi. Tokyo’daki büyükelçiliğimizin cadde üzerinde bulunan posta kutusuna özellikle geceleri isimsiz mektuplar bırakılıyordu. İçlerinde paralar vardı ve iyi niyet dilekleri. Görünmemek için geceyi seçiyorlar, mektuplara isim yazmıyorlardı. Bu şekilde gelen mektuplardan çıkan paraların miktarı yüz bin doları aşmıştı. İşin enteresan olan kısmı en çok yardımın daha yaralarını saramamış olan Fukişima bölgesinden gelmiş olmasıydı. “Ülkenizin Mart ayında bize yaptığı yardımları unutmadık” yazıyordu notlarda.

Özelde kardeşliğin, dünya çapında insanlığın ölmediğini gösterdi bu acı bize. Birçok kişi kendine geldi, insanlığını, Müslümanlığını hatırladı bu sarsıntıda. Yanlış kaynayan kırıklar yeniden ve güzelce kaynadı ve kaynayacak inşallah. Çatlak seslerin çirkinliğine, ırkçı kalpsizlerin körlüğüne yenilmeyecek kadar iyi yürek var bu dünyada. Bu güne dek herkesin hesaplarını boşa çıkaran bir yürek var ülkede. Duaya devam edeceğiz. Bu musibetlerden büyük rahmetler doğmasını beklemeye devam edeceğiz. Yardıma devam edeceğiz. Güzelliklere ve insaniyete prim vereceğiz. Birilerinin ekmeğine yağ sürüldüğü artık yeter, artık o ekmekleri evsiz kardeşlerimize vereceğiz.

 Son birkaç gündür şiddetli rüzgar uyarısı yapıldı İstanbul’da. Poyraz esiyor. Ve Marmara denizinin rüzgarına direk muhatap olan evimin pencereleri uğulduyor bu günlerde. Geçen hafta havanın sıfır dereceye düştüğü de düşünülünce ve esen rüzgarın gayet serin olduğunu, bahçedeki güllerin orada işi ne? Bugün fark ettim evin önündeki güllerin hala hayatta olduklarını. Ve önlerinde donup kaldım öylece. Çünkü bugün böyle bir habere ihtiyacım vardı benim. Evden çıkarken deprem bölgesinde kar yağışının başladığını öğrenmiştim. Rüzgarın eğip büktüğü o incecik gül dallarının nasıl olup da kırılmadığına, hala o güzelim rengini koruyan güllerin nasıl olup da bunca soğuğa rağmen sararıp solmadığına, ölüp de toprağa düşmediğine hayretler ettim. Ve dua ettim içimden, bu soğuğa, bu rüzgara, haşin damlalara rağmen nasıl bir yaşama gücü verdiysen bu güllere, nasıl sakındıysan onları rahmetinle, depremzede kardeşlerimi de öyle kuşat Allahım dedim. Van’da insanlar evsiz kaldı, cansız kaldı, yarsız kaldı, sokakta kaldı, aç kaldı. Ve kötü haber, Van’da kar yağmaya başladı… Şimdi onları dua dua sinemizde ısıtma zamanı. Yardımlarla kuşatma zamanı. Bir kişi bile üşürse ısınamam diyen mübareğe selam etme zamanı… 

 

28/10/2011

 © 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak