Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Kâinat İlahi Gösteri Merkezi

Allah’ın  icraatını insanın beş duyusuna açmasının Bediüzzaman’ın tevhid eğitiminde çok yönlü bir dağılımı vardır. Tanıttırmanın yanında göstermek  de önemli bir icraattır.

Allah atom zerratını kullanarak insanlara yeni yeni kâinatlar gösterir:

Şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hizmetle tahrik ederek  intizam dairesinde tavzif edip, her asırda her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mucizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat  gösterir.” (Sözler, 598)

Yeryüzü onun bir gösteri merkezi gibidir, orada sürekli aktörleri olan zerreleri, atomları değiştirerek yeni yeni gösteriler ortaya koyar.
İsimlerinin tecellilerinin nakışlarını göstererek, mahdut ve sınırlı bir sahnede, zeminde hadsiz nakışlar göstermektedir. Zemin sınırlı ama gösterilmesi gereken şeyler sürekli değişmektedir. Allah’ın gösterisinde süreklilik esastır: “Nihayetsiz tecelliyat-ı Esma-ı ilahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz manileri ifade edecek olan hadsiz ayatları yazmak için Nakkaş-ı Ezeli zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.” (Sözler, 598)

KEMAL, CEMAL VE CELALİN GÖRÜLMESİ

Elbette bu gösterinin iki seyircisi vardır, biri kendi sanatını gören Allah, diğeri de insandır. Allah hem kendi sanatını görür, insan da Allah’ın sanatını görür, Allah ikinci bir yön olarak kendi sanatı karşısında insanın nasıl bir tavır aldığını görür ve kaydeder, değerlendirir. Tıpkı bir rejisörün ürettiği sinemasını hem kendi gözü ile hem de seyircilerin seyrederken aldığı tavırlara göre değerlendirmesi gibi.

G ö s t e r i n i n   ana teması  cemal, kemal ve celalini göstermektir. Tanrısal sinema her an cereyan etmekte seyirciler ise kendilerine verilen algı araçları ile sinemayı yorumlamaktadırlar.
Kemalat yaptığı her şeyi en ideal yapması,

Cemal yaptığı her şeyden güzellikler göstermesi,

Celal ise insanı aşan azametli görüntüler demektir.

Demek bu kâinat sinemasında Allah kendi güzelliklerini, haşmetini ve  yaptığı olgun eserlerini gösterir. Bu rolleri yapanlar da atom zerratıdır:

Nihayetsiz ilahi kemalatı ve hadsiz cemalinin cilveleri ve gayetsiz celalinin görüntülerini, sonsuz Rabbani tesbihatı şu dar ve mahdut zeminde ve sonlu ve az bir zamanda  g ö s t e r m e k  için zerratı tam bir düzenle hikmetle, kudretiyle harekete geçirip tam bir intizamla vazifelendirerek, sınırlı bir zamanda, mahdut bir zeminde, sonsuz hesab edilmez tesbihat yaptırıyor. Sınırsız cemal tecellileri  ve celal tecellileri  ve kemal tecellilerini gösteriyor.” (Sözler, 599)

Sonra da bu celal,  cemal ve kemal görüntülerine seyircileri olan insanları çağırıyor bakın ve bu görüntülere tavırlarınızı koyun ve ibadet edin:

Namazın manası Cenab-ı Hakk’ı tespih, tazim ve şükürdür.

 Yani Celaline karşı  kavlen ve fiilen (dille ve davranışla) Sübhanallah deyip takdis etmek.. Hem kemaline karşı lafzen ve amelen Allahuekber deyip tazim etmek.. Hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdülillah deyip şükretmektir.” (Sözler, 44)

MEVLEVİLER GİBİ ZİKREDEN ZERRELER

Akılsız feylesoflar bu gösteriyi bir oyun olarak değerlendirmişler ve kötü bir kanaat ortaya koymuşlardır:

Beş bin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülatını o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri enfüsi, diğeri afakî iki harekât-ı cezbekaranede zikir ve tesbih-i ilahi ile Mevlevi gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri  kendi kendine sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmişler.

    İşte bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri hikmetsizliktir.” (Sözler, 599)

O akılsız feylesofların başında atom konusunu doktora tezi olarak yapan Marks ve bunu ilk ortaya atan Demokritos gelmektedir.

Sonuncusu milattan önce beş yüzlerde, ikincisi ise bu  doktora tezini Ondokuzuncu yüzyılda Almanya’da bir üniversitede yapmıştır. Bu yüzden papazların baskısı ile üniversiteden atılmıştır.

MİRACIN ULVİ  HİKMETİ

Namaz celal, cemal ve kemal tecellilerinden doğduğu gibi, Miraç da bu büyük kelimelerin insanlara açılması için bir seyahattir:

“Aynen öyle de, Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemalini ve hakàik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus, böyle her bir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır. Hem, umumunu en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakàikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sayfası olan tabakàt-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ müntehâ sayfası olan daire-i ehadiyete kadar bir seyerân ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsil ile Mi’racın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.” (Sözler, 528)

GÖRMEK  VE  GÖSTERMEK

Celal, kemal ve cemalden oluşan böyle bir kitabı insanların okuması gerekir, manaları, sırları bilmesi gerekir. Her varlık kendine göre bir okuma ve görme gerçekleştirecektir. Ama o manalar ise büyük bir öğretmene ders verilecek o da manaları diğer insanlara ders verecektir.

İşte Mirac’ın yüksek hikmetleri de yine  g ö s t e r m e k  ama gösterinin manalarını insanlara ders vermek gerektiğindendir, o manaları en  büyük gösterici ve tarif edici Resulullah yapacaktır:

Hem hiç mümkün olur mu ki nihayet derecede  bir hüsn-i zati sahibi, cemalinin  mehasinini  ve hüsnünün letaifini ayinelerde görmek ve göstermek istemesin.” (Sözler, 67)

Demek Resulullah gösterinin anlamlarını anlatandır. Bu gösteri kelimesi bir mana okyanusudur, devam edeceğiz İnşaallah

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Menderes ve Bediüzzaman

MİLLETİN VE DİNİN MENFAATLARI

Bediüzzaman yaşadığı her dönemin siyasi düşüncesinde vazgeçilmez roller ifa etmiş, yine yaşadığı her dönemde  siyasi liderlerin her zaman duruşuna ve yorumuna saygı duyduğu ve her zaman hiçbir dünyevi beklentisi olmadan, sadece ülkede dini hayatın gerektiği gibi  yaşanması ve din ve vicdan hürriyetine saygı duyulması için ikazlarda, yönlendirmelerde bulunan bir büyük gözlemci ve siyasi pratikleri yönlendiren, hiçbir dünyevi parıltıya bakmayan  öyle bir endişesi olmayan uhrevi dini bir projektördür.

Ta padişahlık döneminde Trakya’ya yapılan bir seyahate şark bölgelerini temsilen padişah tarafından çağrılan vazgeçilmez bir bakış açısıdır. O hiçbir zaman devlet ricalinin himmeti ile onların yanında yer almanın cazibesine kapılmamış, böyle suni ve değersiz bir pozisyona girmemiş, girdiği her işte de milletin ve dinin menfaatleri adına durmuş ve ikaz etmiş, yönlendirmiştir.

ŞARK VE GARBIN ORTASINDAKİ BİR MİLLETE SENTEZ

Türk siyasi tarihini okudum, batının siyaset teorisyenlerinin bizim toplumumuza uymayan fikirleri her zaman uyumsuzluklara neden olmuştur. Namık Kemal Russo, Monteskiyo, Volter, Hugo’nun fikirlerinin hayranı idi. Onlara  göre kendini ayarladı, onlar gibi olmayı arzuladı. “Türk halkı Paris halkı gibi olsaydı ben bir Ruso, Monteskiyo olabilirdim” demiştir. Kafasındaki edebiyat adamları da batının adamları idi, büyük adamdı. Ama o Bediüzzaman gibi şarkla garbın ortasında bir haritada yer alan millete göre bir sentez yapma iktidarından mahrumdu,  batılı edebiyat ve siyaset adamlarının parıltısına koşan bir kelebek gibi onların ateşinde yandı, garip ve kimsesiz bir adada hayata veda etti.

İstanbul işgal altındayken bizim büyük üdebamız aşk şiirleri söylüyordu, Bediüzzaman ise İngiliz işgalinin tesirini yıkmak ve kamuoyunu aldatan İngiliz sahteciliğini devirmek için eser neşrediyor, kefeni boynunda işgal askerlerinin dolaştığı İstanbul’da iki talebesi ile eserini dağıtıyordu.

Ne bizim acemi bahçıvanlara, ne de yaşlı çınarlara hissettiğim şu adamı tanıtamama ızdırabına ortak edemedim. Bu toplumun normlarına göre onu anlatmak için çok teçhizatlı adamlar lazım, bunu kimse anlamıyor veya anlamak istemiyor.

DOĞUDA ÜNİVERSİTE AÇMAK

Sultan Abdülhamit döneminde garip kıyafetli bir şarklı İstanbul’da nefes aldığında padişaha ilim dersi verir, bir sarayı Darülfünun yapmaya çağırır, doğuda üniversite açmak için en büyük kültür siyasetini uygular.

İşgal yıllarında işgal güçlerine, meşrutiyet döneminde meşruti düşüncenin batı kaynaklı değil Cihar-ı Yar-ı Güzin ve Nebiyy-i Zişanın ahvalinde münderiç olduğunu söylüyordu.

Cumhuriyet gelince kendi azametinde kaybolmuş devlet adamlarına ve onların başına nasıl bir cumhuriyet olmalı konusunda nasihatler etti. Anlamadılar, sonra Barla’nın dağlarına sürüldü, orada ta1956’ya kadar geçen yıllarda boş durmadı yine Türkiye’de kültürün ve siyasetin hatta sanatın yönlendirilmesi için eserler yazdı, hapishanelerin zulüm atmosferinde o yine devlet adamlarına mektuplar yazdı, onları ikaz etti. Bu tükenmez enerji adamı inanılmaz zor şartlarda görevini yaptı, velveleli ama mutlu bir ölümde sabikun kervanına katıldı.

Türk siyasi tarihinde bir büyük adam idam sehpasında arkadaşları ile hayata veda etti. O asıldığında ben küçücüktüm, babam rahmetli onların asıldıklarını gösteren bir hayat mecmuası almış eve getirmişti, annem rahmetli ben kardeşlerim hem okuduk, hem ağladık, valide o mecmuayı çeyiz sandığında bir hazine gibi bekletti, her açtığında beni yanına çağırır, biz yine ağlayarak o zulüm sahifelerine bakardık. O ezanı Arapça okutan adamdı, ellerinde bıçaklarla Anadolu’nun her yerinde insanlar ezanın tekrar Arapça okunmasını beklerken ağlaşarak kurbanlarını kestiler, o gün bir büyük bayramdı. Bu mutluluğu bu millete o adam yaşattı, o masumiyeti ve apolitik karakteri yüzünde okunan  M e n d e  r e s  denen adam.

İlkokulda Küçük ve Büyük Menderes nehirleri ile

Aydın isimleri bana tarif edilmez bir burukluk ve inşirah verirdi. Sanki o şehir Erzurum, sanki o nehirler  bizim evin önünden akardı. Bu ülkede öyle sinsi bir ihanet var ki ellerine fırsat geçse şimdi binleri asarlar, bunlar bu ülkenin ekmeğini suyunu yemiş içmişler mi acaba? Nesebi gayr-i sahih adamlar, yaldızlı şamatalı balolarda kazanılmış herifler, bu milletin ve bu dinin sahibine avdetinin önünü alamazsınız.

Sanma bu teker kalır tümsekte

Yarın elbet bizim elbet bizimdir

Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir.”

Zindandan Mehmed’ine yazıyordu Büyük Üstad Necip Fazıl.

Kalmadı o teker tümsekte. Bugün bizim, yarın da bizim. Bu coğrafya bizim, kabir ötesi coğrafya da bizim.

Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım

    Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım.”

Diyor ve milletinin mizacını anlatıyor Büyük Akif.

Necip Fazıl Menderes iktidar olduğunda hastanede yatmaktadır,

Memulün fevkinde Demokrat Parti iktidar olmuştu” der.

Hem tutuklu, hem de hastanede yatmaktadır büyük şair.

Onun Bediüzzaman’ın da dikkatini çeken bu millet Müslüman’dır şeklindeki ilk beyanatı, çölde susuz kalmış o dönemin muhitine ilaç gibi gelir, hem Bediüzzaman, hem de Necip Fazıl bu konuşmadan çok hazlanırlar.

Bediüzzaman Menderes dönemindeki tehlikeli uygulamalara ve düşüncelere dikkat çeker. Birisi Halk Partisi döneminde devlet dairelerine doldurulmuş olan memurların, adeta hükümetten intikam almak gibi, halka memuriyet adı altında zulmedenleri eleştirir.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: Şu hadîs-i şeriftir.

     ‘Seyyidü’l-kavmi hadimühüm’ hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil… Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

    “Şimdi, Adnan Menderes gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.” (Emirdağ, 394)

Memuriyet yanında ırkçılığın bu millete olan zararlarını anlatır.

Bediüzzaman, Menderes’i ipe gönderen Komünist ve Irkçı ittifakını hissetmiştir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

     “İkinci hücum da:

    İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp, evvelkisi gibi, bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla

    hem hürriyetperver dindar Demokratlara,

   hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara,

    hem hükûmet aleyhine,

    hem biçare Türkler aleyhine,

    hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor.

    O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acip tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

     “Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin her gün ‘Allahümmağfirlilmüminine vel müminat’ dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık 400 milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâubalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir.” (Emirdağ, 394)

ADNAN MENDERES VE DÂHİLİYE VEKİLİ

Bediüzzaman Demokrat Parti iktidarını Nur Dershane’si hizmetlerine gösterdiği anlayıştan dolayı alkışlar, onun hayatının gayesi ve hedefi o büyük okulun devamlılığıdır. “Evvelâ: Hadsiz şükür olsun ki, şimdi Ankara içinde küçük bir medrese-i Nuriye mânâsında, küçük Said’ler ve Nurun fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar. Bu defa Afyon gazetecisinin iftirası münasebetiyle Başvekile ve Dâhiliye Vekâletine ve Nur talebelerine bazı meb’uslar söylemiş: Adnan Menderes ile Dâhiliye Vekili pek dostâne mukabele edip haber göndermişler ki, ‘Hiç merak etmesin ve meyus olmasın.’ Ve Afyon’daki gazeteci de, ‘Ben Emirdağ’ına geleceğim ve Üstada iki dileğim var; bunları rica edeceğim ve özür dileyeceğim’ demiş. Ve bizim aleyhimizde neşredilen o gazetelerden, talebelerim yüz altmış adedini alarak imha etmişlerdir. Daha fazla yazacaktım. Rahatsızlığım dolayısıyla yazamadım ve vakit de dar olduğundan kısa kesiyorum. Umumunuza selâm.” (Emirdağ, 302)

Onun dershanesi bin yıldır gerek Avrupa’nın gerek bizim gerçekleştiremediğimiz bir büyük uygulamadır. Bütün ilimler ve fenlere dikkat çekmekle birlikte onlardan Allah’a giden kapılar o dershanelerde sağlanmış ve  sağlanmaktadır.

Bizim siyasi tarihimizde her değişen iktidar kendinden öncekine zulmeder, iktidar değişince zulüm yine devam eder. Halk partisi zamanında çok zulme maruz kalmış olan toplum, onlar gidince partinin mensuplarına zulumkar davranırlar, Bediüzzaman bu tutumları yakışık almaz tutumlar olarak yorumlar ve kardeşliği güçlendiren yorumlar yapar.

[Risale-i Nur’un vatana, millete ve

İslâmiyet’e büyük hizmetini kabul ve

takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e

Üstadın yazdığı bir mektup.]

Bismihi Subhanehu.

     Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o surî konuşmak yerine, bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

     “Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet’in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.

    Birincisi: İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi, ‘Velateziru vaziretün vizre uhra’ âyet-i kerîmesinin hakikatıdır ki, ‘Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.’ Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.

                                 TEHLİKEYE KARŞI TEK ÇARE İSLAM KARDEŞLİĞİ

    İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nispetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur. Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

    Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor. Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım, tâ ki mâsum çıkıncaya kadar.

    İşte bu kanun-u esasî-i Kur’ânî hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.” (Emirdağ, 393)

ZULMÜ  KİM YAPARSA YAPSIN ZULÜMDÜR

Bediüzzaman Menderes’i İslam kahramanı, vatana ve millete büyük faydası olan bir insan olarak yorumlar. Ama zulümler yapılmaktadır, buna da bir reçete ile cevap vermiş olur. O dönemde Ahmet Kutsi Tecer Paris’te kültür ataşesidir, o görevden alınır, Galatasaray Lisesi ortaokuluna hoca yapılır. Bu ve bunun gibi zulümler de olmuştur. Bediüzzaman her zaman dengeli düşünen, hiçbir zaman tarafgirliğin suyuna akmayan bir büyük insandır. Zulüm her zaman, her yerde kim yapar yapsın  zulümdür.

Bediüzzaman ırkçıların Menderes iktidarını devirmek için yaptıklarını nazara vererek onun dikkatli olmasını ister. Partinin siyasi bağnazlıkla tarafgirliklerden ve millet arasındaki İslami uhuvveti sarsan şeylerden uzak olmasını söyler.

“Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin her gün “Allahümmağfirlil müminine velmüminat”  dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık 400 milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâubalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necip Türkler böyle hatâdan çekinirler.      VATAN VE MİLLETE TELAFİ EDİLMEYECEK BİR TEHLİKE

Bu iki taife her şeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsar ile tahakkuk ediyor.

     Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı, kırk Sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi bulunan hakikat-i Kur’âniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak

    ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyenin zevklerine medar o câzibedar hakikatle beraber nokta-i istinad yapmak,

    o mezkûr muarızlarınıza ve hem dâhil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çâre-i yegânedir.

   Yoksa o insafsız dâhilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmeyecek bir tehlike olur.

    “Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.

             DAHİLDEKİ ADAVETİ UNUTMAK VE TAM TESANÜT ETMEK

Üçüncüsü: İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi, bu hadis-i şerifin,”Elmüminü lilmümini kelbünyanil mersusi yeşüddü badühü baden.”  hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dâhildeki adâveti unutmak ve tam tesanüt etmektir.

Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüt ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak.. muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hadisatlar görünüyor.

Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terk ettim.

ZULME RIZA ZULÜMDÜR

   “Hem şimdi birisi, hem Ramazan-ı Şerife, hem şeâir-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Hâlbuki küfre rıza küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir. Bu acip halin sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mâzur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar. İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir suikast hükmündedir.

   “Daha yazacaktım, fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.” Said Nursî (Emirdağ, 395)

Bu yorumlar her zaman değerini koruyan genel hükümler ve din kardeşliği ölçüleridir. Bediüzzaman siyasetin halkı birbirine düşüren uygulamalardan uzak olmasını temenni eder.

PAKİSTANLI BİR NUR TALEBESİNİN YORUMU

Risale-i Nur’ların basılmasının serbest olmasını Menderes iktidarının bu serbestîyi vermesini bir Pakistanlı nur talebesi yorumlar. Bugün gerçekleşen bütün âlem-i İslamda nurların okunmasının faydalarını ta o günden bu Sabir isimli talebe hissetmiştir.

“Bir habere göre, Menderes hükümeti, âlem-i İslâm’ın ve dünyanın büyük mütefekkiri olan Hazret-i Üstad Said Nursî’nin çok mühim İslâmî eserleri olan Risale-i Nur’un neşri için emir vermiş. Bu haberden, Pâkistanlı din yolunda çalışan adamlar büyük bir sevinç içinde kalmıştır. Bu neşir münâsebetiyle, Hazret-i Said Nursî’yi, talebelerini ve Türk din kardeşlerimizi rûh u cânımızla tebrik eder, milleti zulüm ve istibdat ve dinsizlikten kurtaran başta Menderes olmak üzere bütün Demokratlara teşekkür ederim.

Bu hareketten dolayı, Türk milleti aleyhinde yapılan hâricî propagandalar kırılacak ve âlem-i İslâm’ın Türkiye’ye olan eski muhabbeti yeniden vücud bulacaktır. Ben bir Pakistanlı Müslüman, Türkiye’ye hiç gitmedim, Said Nursî’yi görmedim; lâkin

   İstanbul Üniversitesi Nur Talebelerinin neşrettikleri kitaplardan bâzı parçaları mütâlâa ederek, hakîki, rûhânî bir lezzet hissettim. Ve şimdi, bu uzak diyarda Nur Şâkirdi oldum.

   “Ana dilim Urduca’da yazılmış bu gibi eserler yok. Ve Nursî gibi bir din kahramanı, Hindistan ve Pakistan’da yok. Bu bir hakîkattir. Eğer bu eserler Urduca’ya tercüme edilirse, büyük İslâmî hizmetler olacağını ümit ediyoruz. Filhakîka, komünizme karşı neşriyat yoluyla mücâdele çok zarûridir. Ve Demokratlar tüzüklerinde buna yer vermiştir. İnşaallah, bu gibi İslâmî faaliyetlerle, Türklere karşı çalışan komünistler, farmasonlar ve başkaları mahvolacak ve istikbâlde Türkiye eski makamına terakkî edecek… Âmin!” (Tarihçe, 620)

DİNİN İCAPLARINI YERİNE GETİRECEĞİZ

Demokrat Parti döneminde de Nur talebeleri büsbütün rahat bırakılmazlar. Bu yüzden Demokrat Parti’li nur talebeleri hükümete tavsiyede bulunurlar:

     “Bediüzzaman gibi mübarek ve muhterem bir zatın Demokrat Partiye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, iktidar partisi yapıyormuşçasına, çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımızı Demokrat Partiden soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatimiz gelmiş. Sizin gibi, ‘Dinin icaplarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez’ diyen bir başvekilden; vatan, millet, İslâmiyet adına partimize maddî ve manevî büyük yardımları dokunan bu mübarek Üstadımızın kitaplarının ve kendisinin tamamen serbest bırakılarak bir daha rahatsız edilmemesinin teminini saygı ve hürmetlerimizle rica ediyoruz. Demokratlar azalarından Nur Talebeleri” (Beyanat ve Tenvirler, 208)

Yusuf Ziya Arun isimli Üniversite talebesi Nur talebesi Bediüzzaman’ın bir eserinin bir iki cümle yüzünden müsadere edilmesini Halk Partisi ve Millet partisinin oyunu olarak kabul eder ve hükümeti ikaz eder. (Beyanat ve Tenvirler, 211)

Daha başka mektuplarda

Nur talebeleri Demokrat parti iktidarından gereken kolaylıkları görmediklerinden parti ile nur talebeleri arasındaki dostluğun ülke için önemli olduğu yolunda yorumlar vardır.

Bediüzzaman ve talebeleri Demokrat Parti’nin ve Menderes’in iktidarını dine ve millete faydalı olduğu için desteklemişler ama gereken yakınlığı göstermeyen yönetimi de zaman zaman ikaz etmişlerdir. Demokrat Parti’nin yıkılması da Millet Partisi ve Halk Partisinin birlikteliğinden doğmuştur.

Sayın Aydın Menderes’in dar-ı bekaya irtihali üzerine, Bediüzzaman’ın  Menderes, Demokrat Parti ilişkilerine bir göz attık. Bediüzzaman’ın dine hizmet eden siyasi liderlere verdiği önemi belirleyen bu yorumlar onun dehasının belirtileridir.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Tanıttırmak ve Sevdirmek

Bediüzzaman  Allah ile insan arasındaki iletişimin sağlanması konusuna özel bir önem verir. Bu karşılıklı ilişki  t a n ı m a k,  t a n ı t t ı r m a k, s e v m e k  ve  s e v d i r m e k  şeklinde yorumlanır.

      Allah varlığı yaratandır, mahlûkatın sahibidir. Bununla kalmaz, kendini insanlara tanıttırmak için bir dizi eylem sunar onlara. Bediüzzaman bu eylemleri eserlerinde yer yer sıralar:

    “Hem, bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün zînetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, Bilbedahe, perde-i gayp arkasında bu süslü ve güzel san’atlar ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına katiyen delâlet eder.” (Sözler 621)

                        KAİNAT ÜNİVERSİTESİ  VE KUR’AN FAKÜLTESİ

   Şu ifadeyi bir sahnelemeye  kalkalım. Bediüzzaman dünyanın en büyük sanat fakültesinde

 görmek ve

bakmak ve

yorumlamak,

 seyretmek ve

 anlam çıkarmak için okumuş.

  Nerede bu fakülte, Kur’an fakültesi ve kâinat üniversitesi. Ziynetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler. Bir üzüm bağı ve dallardan asılan üzümler, bütün meyveler ve ağaçlardaki vaziyetleri  insanlara tebessüm ediyorlar. Ziynet, tezyinat ve gösteriş, canlılara tebessüm manasına geliyor.

   Bütün güzelliklerin arkasında bize gülen bir yüz, bütün gösterişlerin arkasında bize kendini gösteren bir yüz. Cemal-i İlahi, Kemal-i Rabbani.

   Yunus Emre Hazretleri bunu nasıl yürekten hissetmiş.

    Her nereye baksam dopdolusun. Seni nere koyam benden içeri.

   O kadar manen ezici bir anlam ağırlığı var ki Yunus ve Üstad’ın, omuzlarımın üstüne çöküyor, şaşkın ve hayret içinde yüreğim mana ordularının işgaline uğruyor.

Deli Çocuk Orhan Veli!

“Deli eder insanı bu dünya

Tepeden tırnağa çiçek açmış şu ağaç”

 diyor, ağaçtan öteye gidememiş ama, güzelliklere de duyarsız kalmamış.

    Bu güzellikleri olağanüstü hisseden bir yürek Allah’ı bulamazsa “rakı şişesinde balık olmak” ister ve belediye çukurunda ölür, Orhan Veli gibi.

                              İNSAN  VE  GÜZELLİKLER  PANAYIRI

Bediüzzaman’ın keşfettiği anlama göre insan tabiat içinde bir güzellikler panayırında gezer, ona bakan bütün güzellikler ona tebessüm ederler, gülerler, o da onlara gülerek cevap verir, evet  anlam içinde insanı deli eden bir incelik var. Bediüzzaman bu gülüşlerin manasını anlatır:

   “Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına katiyen delalet eder.” Amentü tiyatrosudur, Bediüzzaman’ın gözünde âlem, her şeye bak, Allah’ım de, çünkü kâinat kitabı sana gülüyor, O’nun adına.

Görüntü ile görüntünün arkasındaki, güzellik ile O’nun arkasındaki ilişkiler mutasavvıfları çok meşgul etmiş, ikisin arasındaki dengeyi sağlayamadıklarından dolayı canlarından olmuş bazıları.

  Nesimi: “Sırr-ı ezel oldu aşikâra

   Âşık neylesin müdara”

    Yani güzeli görmüş ama kendini idare edemiyor, bu yüzden derisi yüzülerek idam edilmiş. Sadece güzel ile meşgul olup öteyi düşünmeyen güzelin girdabında boğulmuş, arkaya geçmeye çalışan boğulmuş, geçemeyen de boğulmuş.

Bediüzzaman güzellik ile arkasındaki Güzel arasındaki bağı iyi ayarlamış, her halükarda uyanık ve mantıklı olabilmiş. Güzellikler ve gösterişli durumlar kendini göstermek  suretiyle tanıttırmak isteyen ve sevdirmek isteyen birine delil olur. Başka bir cümlesinde şöyle der:

                                       UMUMİ  ERZAK  SOFRASI

   “Evet, kasd ve şuur ve irâdeyi gösteren bir perde-i hikmet, umum kâinatı kaplamış. Ve o perde-i hikmet üstünde lütuf ve tezyin ve tahsin ve ihsanı gösteren bir perde-i inâyet serilmiştir. Ve o müzeyyen perde-i inâyet üstünde kendini sevdirmek ve tanıttırmak, in’âm ve ikram etmek lem’alarını gösteren bir hulle-i rahmet, kâinatı içine almıştır. Ve o münevver perde-i rahmet-i âmme üstüne serilen ve terahhumu ve ihsan ve ikramı ve kemâl-i şefkat ve hüsn-ü terbiyeyi ve lütf-u Rubûbiyeti gösteren bir sofra-i erzak-ı umumiye dizilmiştir.”(Sözler 272)

   Allah’ın lütfu, süslemesi, güzelleştirmesi  ve ihsan etmesi bir inayet perdesidir. Bütün bunlara varlığın ve insanların ihtiyacı vardır. Bu inayet perdesinin üstünde bütün yukarıda sayılanlarla lütufla, süsleme ile güzelleştirme ve ihsan ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen biri görülür.

Daha geniş bir tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti de izah edilir:

   “Madem bu sanatlı ve hikmetli masnuatıyla Kendi hünerlerini ve sanatkarlığının kemalatını teşhir etmek ve şu süslü, zinetli nihayetsiz mahlukatıyla Kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle Kendine teşekkür ve hamd ettirmek ve bu şefkatli ve himayetli umumi terbiye ve iaşe ile hatta ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette izhar edilen Rabbani it’amlar ve ziyafetlerle Kendi rububiyetine karşı minnettarane ve müteşekkirane ve perestişkarane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyet ile Kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavi tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var” (Mektubat 275)

    Tanıttırmak fiilinin içi gösterilir, doldurulur.

    Sanatlı ve hikmetli sanat eserleriyle kendi hünerlerini ve sanatkârlığının kemalatını teşhis ediyor, gösteriyor.

   Süslü ziynetli mahlûkatı ile kendini tanıttırıyor ve sevdiriyor.

   Lezzetli nimetleri ile kendine teşekkür ve hamd ettiriyor.

   Terbiye ve iaşe, ağızların zevklerine göre nimetleri hazırlama, minnettarane, teşekkür edercesine ve taparcasına ibadet ettirmek istiyor.

   Mevsimlerin, gece ve gündüzün değişimi gibi azametli hareketlerle ilah olduğunu ulûhiyetini  gösteriyor.

    İyilere mükâfat kötülere ceza vermesiyle hakkaniyet ve adaletini gösteriyor.

   Bütün bunlar tanıttırmak fiilinin içindeki ayrıntıdır.

   Bediüzzaman bütün bunları tevhid okumaları suretinde izah ediyor.  Yanıtla Yönlendir.

 Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Bedensel Lezzetlerden, Zihinsel Hazlara

İnsan bedeni hazların ve lezzetlerin deposudur

EY İNSAN RUHUNU YÜKSELT

Dinler insanın bu iki yönlülüğüne göre düzenlenmiş, adeta Allah kulunu bedensel hazların kıskacından, onların ruhu burkan ve katılaştıran yapısından kurtarmak yeni iklimlere ve ruhsal bulutlara çekmek için dinin emirlerini önüne koymuş. Varlığın taciz eden yapısından, ruhun ve mananın, dinin ve uhrevi ve rabbani ve nebevi süreklilik mevsimlerine çekerek ona; “Bak sen insansın, çık o varlığın dar hendesesinden, o hazlara boğulmuş ve esir olmuş ruhunu yükselt, yüksel ve ta ki Allah’a muhatab ol.” der.

Bediüzzaman Dokuzuncu Söz’de bu yükseltme ve yükselme denilen ruhun en büyük amalini görülmemiş bir perspektiften çizer. Neden namaz en büyük ibadettir, çünkü insanın ki varlığın en mümtaz canlısı, Allah ki âlemin mülk ve melekûtun sahibi, bizim de zihinlerimizin maliki, şu koca sema ve arzın ve bütün âlemlerin hâkimi bu ikilinin buluşması namaz merdiveni ve miracı ile gerçekleşiyor. Bir evin odalarında, çeşitli mekânlarında dünya ile farklı şekillerde münasebetlerde bulunan yiyen, içen; konuşan, niza çıkaran insan, evinden çıkar, şehrin sokaklarının hay huyu içinde kafasındaki bir hedefin peşinden gider, adeta dünyanın yarı tatlı yarı acı yapısı içinde gider gelir, birden bir semavi sada ona küçük işlerin mahiyetini anlatır.

Allahuekber, bu sada dolaşır beyninin arkasında, nefsinin, adesesinden baktığı dünyaya bu büyük çağrının yansıması ile bakar, çık bu küçük işlerin içinden senin sahibin seni çağırıyor!

O koşar bedenini Rabbi ile buluşmaya uygun şekilde hazırlar,

ağzını yıkar O’nunla konuşmak için,

kollarını yıkar O’na teslimiyetle el bağlamak için,

gözlerini yıkar O’nunla mülakat için

ayağını yıkar, O’na varmak için

üzerindeki kirleri yıkar, O’na ulaşmak için

kulaklarını yıkar, O’nun iklimini lahuti sesini duymak için

ayetlerde gizli olan sesini, Sana geldim deyip Allah’ın evine adımını atar, “Bismillahirrahmanirrahim” der, birden insandan arza, oradan arşa çıkan çok süratli bir ruh asansörüne biner, birden Rabbi ile karşı karşıya kalır. Eleri bağlı yüzü yerde, bir tekbir getirir bütün dünyayı kovar ve onlardan kaçar gibi, şimdi büyük buluşma gerçekleşmiştir.

Buluşma âlemin özüdür, toprak içine, ana rahmine yerleşen cenin gibi onun ile buluşan tohum birden âlem ile ülfet kesbeder, her şey ona koşar, onu büyütmek için, buluşma büyümek içindir, kul Rabbinin ağuş-ı nazdaranesine koşar, O’na kalbinin dertlerini, kötülerin, ilkellerin baskısından ruhuna bir dayanak arar. O’nu överek başlar, bütün nimetleri için O’na hamdeder, bütün âlemleri O’nun yönettiğini, O’na ikrar eder, her Canlının doğduğundan öldüğü güne kadar bütün isteklerini tanzim edip farklı yerlerde ve zamanlarda ona sunan Rabbinin âlemleri yönettiğini O’na anlatır, kul olduğunun sağlamasını yapar, isbat-ı vücut eder.

SEN BİZİM RABBİMİZSİN

Seni bu büyük niteliklerinle övdüm Allah’ım din günü, bütün amellerin Sana arzedildiği anda bana sahip ol, o herkesin kendi elemine gark olduğu günde bana sahip ol, mutlak hâkim sensin, ben neyim ki… Sen bizim ibadet ettiğimiz Rabbimizsin, Mabudumuzsun yalnız Sana ibadet ederiz, bunu böyle kabul et, buna bizi muvaffak kıl. Günde beş defa huzuruna gelip bütün mahlûkatın bizim adımıza çektikleri gayret ve çileleri sana tesbih olarak sunuyoruz, onların sana olan itaatini biz onlar adına senin huzuruna çıkarıyoruz. Senden başka kimden yardım isteyebiliriz. Bizi Sana gelinceye kadar bütün kötü yollardan koru, müstakim yola isal et, bizi sapık ve sana varmayan, sana ulaşmayan yollardan koru, Allah’ım.

Bütün boynunu Sana eğmiş, Senin emrine inkıyat etmiş mahlûkat gibi Sana boynumuzu eğdik, halden hale girdik, ama yere kapanıp Senin arşına en yakın kapıda Senin büyüklük ve azametini dile getirdik, Sana en yakın yerde, Senden yine istiane istedik.
Senin Habibin Senin ile buluştuğunda Sana ilettiği durumları bize lütfedip siz de Habibim gibi Bana geldiğinizde onun kullandığı kelimeleri kullanın ve bu iltifatımı fark edin, siz ve o ve Ben üçümüz ve âlem hepsi tahiyyat içinde gizli, bütün kâinat ve insanlar, bütün varlıklar, büyük kâmil insanlar, böcekler, kuşlar, tırtıllar, elmalar, meyveler, o güzelim çiçeklerin ansiklopedisi bu kelime, tahiyyat, Sana bu büyük hediyeleri sununca Sen de bize Habibinden yansıyan bir selam verdin Allah’ım yüreğim çatlamalı ama yok çıt yok.

Bu büyük buluşmanın ruhtaki tesirleri yüreği çatlatacak kadar yüce.

Akif, Necit Çöllerinden Medine’ye isimli şiirinde yıllarca Peygamber aşkı ile onun ile buluşma isteği ile tutuşan bir bedevinin ruh halini ve buluşma anını anlatır.

Büyük şair bedevinin halini anlatır, büyük buluşmanın onu nasıl yere serdiğini ifade eder.

Henüz dua ediyordum ki, “Ya Resullallah”
Nidası kükreyerek, bir kanatlı tayf-ı siyah
Basıp eşikleri tutmuş yığınla gölgelere
Süzüldü uçtaki Babü’s-Selam önünde yere
Mehib sayhası hala fezada çınlardı,
Ki yükselip yeniden yardı geçti ebadı
Düşünce Ravza-i Peygamberin ayaklarına
Sarıldı göğsüne çarpan demir kuşaklarına
Dikildi Cephe-i Didar önünde, müstağrak
Diyordu inleyerek:
Ya Nebi şu halime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın
Harim-i pakine can atmak istedim durdum
Gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum.
Tahammül et dediler… Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.
Gözümde tüttü bu, andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hanüman ne ocak…
Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyar-ı Sudan’ı,
Üç ay Tihame deyip çiğnedim beyabanı
Kemiklerim bile yanmıştı belki Sahra’da;
Yetişmeseydin eğer, ya MUHAMMED imdada;
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin
Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İradem olduğu gündür senin iradene ram,
Bir an için bana yollarda durmak oldu haram
Bütün heyakil-i hilkatle hasbihal ettim
Leyale derdimi döktüm cibali söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…
Nücuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azab-ı hecrine katlandım elli üç senedir…
Sonunda alnıma çarpan bu zalim ö r t ü nedir?
Beş altı sineyi hicran içinde inleterek,
Çıkan yüreklere hüsran mı merhamet mi gerek?
Demir nikabını kaldır m e z a r –ı p a k i n d e n
Bu hasta ruhumu artık ayırma hakinden
Nedir o meşale? Nurun mu Ya RESULLALLAH
…..
Sükun içinde bir an gcçti, sonra bir kısa ah…
Ne gördüm, oh Serilmiş zemine Sudanlı
Başında ağlayarak bir zavallı Seylalı
Öpüp üpüp kapıyor elleriyle gözlerini …

Bitince harice nakliyle gazli, tekfini
Bakia gitti şehidin vücud-ı fanisi
Harem de kaldı fakat ruh-ı cavidanisi (Safahat . 359)

Sudanlının Peygamber özlemi, Akif’in anlatım dehası ve ben fakir bir buluşmayı anlatmak istedim, bedensel lezzetlerden ruhsal ve dini hazlara çağıran büyük buluşmayı anlatarak. O Sudanlı gibi hepimize bir yürek temennisi ile…

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Kapılar Açan Bir Büyük Fatih

    Bediüzzaman kapılar açan adam, insanların itikad dünyasını genişleten, felalaket ve inkar asrının insanlarının tıkanan itikadlarını genişleten ve onlara kapılar pencereler açarak itikadlarını güçlendiren bir büyük yazar, bir Kur’an yorumcusu.

    Kapı ve bab kelimesi onun eserlerinde önemli roller üstelenen ve günlük hayatta karşılaştığımız anlamlarından daha büyük içerik sahibi kelimeler haline dönüşmüştür. Büyük eserlerinde  b a b kelimesi onun tasarım dehasının ana kelimesidir

    Ayet ül Kübra’da birinci bab , birinci kapı on dokuz duraklı bir büyük itikad malikanesi , bir görsel  seyahattir. On dokuz değişik duraktır, durakların her biri son derece büyük manalar yüklenmiş ve gittikçe büyüyen ve kendilerinden sonraki durakların kazanımlarına birbirine ekleyen geniş ve derin ve yüksek duraklardır. Kâinattan  Halıkını soran bu Bediüzzaman her duraktan marifet yüklü olarak diğer duraklara geçer ve sonunda öyle geniş bir itikad elde eder ki  kendini dinleyelim,

     “Sonra dünyaya gelen ve dünyanın Yaratanı’nı arayan  ve on sekiz adet  mertebelerden çıkan  ve arş-ı hakikate  yetişen  bir mirac-ı imani ile gaibane  marifetten  hazırane  ve muhatabane  bir makama terakki eden meraklı  ve müştak yolcu adam “(Tarihçe 362)

    On dokuz basamaklı bir iman merdiveni ile hakikatın arşına çıkar ve aradığına muhatab olur. Yolcu nasıl bir adamdır, m e r a k l ı  ve  y o l c u  a d a m ‘dır. Bediüzzaman’ın peşinden giden merakını boş yere sarfedemez, meraklı ve yolcudur.

     Bab kelimesi Haşir denen hakikati anlatırken daha değişik bir mana yüklenir. Haşir ulaşılması güç bir imani hakikat. Bütün İslam uleması kapıları olmayan bu büyük itikad sarayının önünde saraya nasıl gireceklerini düşünürler, öte yanda filozoflar o sarayın bir başka yerinde yine o saraya nüfuz etmenin yolunu düşünürlerken, birden bu bin yıllık naslara dayanan hakikati çözen adam uzaktan görünür ve çözümsüz bu iki grubun yanına gelir ne düşündüklerini onlara sorar, onlar da

   “Öldükten sonra dirilme bir akli mesele değildir, naklidir akıl bu yolda gidemez “ derler

   Bediüzzaman Haşir risalesini yazar ve onlar ve onlar gibi düşünenlerin eline verir.

    Abdullah Cevdet haşri inkâr edecek bir eser yazmak ister, onun İstanbul’daki ilk baskısını okur ve “Adam gözle görür gibi yazmış , “ der ve vazgeçer.

    Bu büyük itikad malikânesine Bediüzzaman Allah ‘ın isim ve fiillerinden seçtikleri on iki kapı ile girer ve girdirir insanları.

    Bunlar Rububiyet ve Saltanat

   Kerem ve Rahmet,

    Hikmet ve Adalet,

    Cud ve Cemal,

   Şefkat ve Ubudiyet,

    Haşmet ve Sermediyet,

    Hıfz ve Hafıziyet,

   Vaad ve Vaid,

   Hikmet, İnayet ,

    Rahmet ve Adalet, İnsaniyet, gibi fiiller ve bunların doğduğu isimler, ve sonunda Risalet ve Tenzil kapısı.

  Bediüzzaman bu kapıları saydıkları ile sınırlı görmez. Onun buradaki kapıları Allah’ın isimlerinden girilen kapılar ve tekvini ayetler dediği kâinat kitabının şekil ve hacim giymiş ayetleridir.  Haşir bu iki  unsurun harmanlanmasından doğmuştur. İsimler ve filler ile gözlemler birleştirilmiş ortaya  Haşrin hakikati çıkmıştır. Bu yüzden delillerin anlattıkları ile sınırlı olmadıklarını söyler.

    “ Hem sakın zannetme ki

Haşri iktiza eden Esma-i İlahiye bahsettiğimiz  gibi yalnız Hakim, Kerim, Rahim, Adil, Hafiz isimlerine münhasırdır. Hayır, belki kâinatın  tedbirinde  tecelli eden  bütün Esma-i İlahiye ahireti iktiza eder, belki istilzam eder”(Sözler 137)

  Sıra tabiatta görülen ayetlerdir, onlar da sınırsızdır. “ Hem  z a n n e t m e k i ,

 Haşre delalet eden  a y a t –ı T e k v i n i ye y i şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hayır, belki ekser mevcudatta sağa sola açılır perdeler gibi   v e c i h  ve keyfiyetleri  vardır ki bir vechi Sanie şehadet ettiği gibi diğer vechi de  Haşre işaret eder.  Mesela insanın Ahsen-i  takvimdeki hüsn ü masnuiyeti  Sanii gösterdiği gibi, o Ahsen-i takvimdeki  kabiliyet-i camiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması  haşri gösterir. “(Sözler 137)

    Demek Allah’ın sanatlı yaratığı her şeyden iki perdeden biri   açılınca Allah bilinir, diğeri açılınca ahiret görülür. Eğer Bediüzzaman her isimden fiilden ve her kozmik ayetten, varlıklardan açılan kapıları izah etseydi Haşir risalesi sonsuza dek uzanan bir eser olurdu.

     İnsan şuuru başında gözü semada olduğunda yüksek gayeler ve maksatlar için yaratılmış bu koca kâinatı görür, bu Allah’ın Rububiyet ve Ulûhiyeti’nin tezahürüdür. Onu kabullenirse, kabulün karşılığı mükâfattır ve ahirettir. Reddederse ne olsun.

      Allah eserleri ile nihayetsiz ikram ediciliğini, nihayetsiz rahmetini, sonsuz izzetini ve nihayetsiz gayretini gösteriyor. Sınırlı ikram  hakkı verilirse sonsuz ikrama dönüşecektir, işte bir kapı, nihayetsiz ikram kapısı, ama dünyadaki dar evde sınırlı ikram, taki sonsuz ikrama liyakat kazanılsın, bunun hakkını veren daha büyük ikrama hak kazansın. Bütün bu ikramları görmezlikten gelen ve ibadetle kendini sevdirmeyen ne olsun..Haşrin iki kapısı var biri Cennet’e açılan biri de Cehennem’e

      Hikmet, intizam, adalet ve mizan, çok geniş ve çok hassas bir kapı.

     Birbiri içinde birbirini tamamlayan intizamı olmayan bir şeyin hikmeti, gayesi olamaz. Düzenli bir yapıdan hikmet çıkar, intizam tek başına bir şey ise iki intizamlı şey arasında hikmeti sağlayan bir denge gerekir, o da adalet ve mizan birbirini tamamlayan dört eylem. Adalet bir şeyi meydana getiren cüzler ve parçalar arasında eşitlikçi durum, mizan da onlar arasında hikmeti bozmayan denge.

    İnsan vücudunda her şey intizamlı, o intizamlı şeyler arasında bir adalet, her şeye ihtiyacı olanı verme ve ondan sonra o şeyler yani bedenin bütün cüzleri arasında birbirini işini ve fonksiyonunu bozmayan bir denge, bütün bu eylemler birbirini tamamlıyor.

    Hikmet” Görmüyor musun ki insanda bütün aza, kemikler ve damarlarda  hatta bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüzünde faideler ve hikmetlerin  gözetilmesi “(S özler 104)          Bediüzzaman fizyoloji  ilmi ile hikmet arasında bağlantı kuruyor ve insan bedeninin fonksiyonelliğini nazara veriyor. İşte ayat-ı kevniye dediği bu fizyoloji ilmi. İnsanın her uzvuna bu kadar fonksiyonlar yükleyen bir ilah o büyük makineyi toprağa gömmez, onun önüne hikmet ve adalet, mizan ve intizam çıkar, yok olmaz der. İşte Bediüzzaman haşirsizlik eylemine Allah’ın isimleri ve fiillerinin müsaade etmeyeceğini ifade eder, aradaki paradoksu ve zıtlığını nazara veriyor.

    Bütün haşir risalesi eylem ile isimler arasındaki dengeyi kurarak haşri zorunlu kılıyor.

     Cud ve Cemal kapısından ahirete giden yol. Şu tasvir ile şu kevni ayet ile konuşur.

 “Dünya yüzünü  bu kadar müzeyyen masnuatıyla süslendirmek, ay ile güneşi lamba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek  matumatın  en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kap yapmak, her mevsimde bir çok defalar tecdit etmek, hadsiz bir cud ve sahaveti gösterir.” (Sözler 106)

   Böyle bir güzellik ve bolluk sahibi bütün bu kurgunun en mükemmel istifade edeni olan insanı toprağa gömerse bu ihsan ve cömertliğin  ne anlamı kalır.

      Dua ve isteklere cevap veren bir şefkat sahibi en büyük kulu olan ve  kendine muhatab ettiği peygamberinin “en sevgili mahlûkunun, en büyük hacatı olan ebediyeti “ ona vermesin, dolayısı ile bütün insanlara, onun şefkati böyle bir eylemi yapmaz.

      Bütün mevcudatı, güneşlerden, ağaçlardan, zerrelere kadar emrine itaat ettiren bir haşmetin sahibi bu dünyada geçici bir süre yaşayan en harika yaratığını sınırlı bir haşmet dairesinden daimi haşmet dairesine dâhil etmesin. Haşmeti böyle bir küçüklüğü kabul etmez. Çünkü haşmet ve azamet sıradanlığı kabul etmez.

    Hıfz ve Hafıziyetten açılan kapıdan muhafazaya ve muhasebeye geçer.

     Her şeyi kişiliğini koruyan, amalini koruyan elbette bu korumayı bir muhafaza ve muhasebe için yapacaktır, muhasebe yeri de ahirettir. En küçük bir bitkinin amalini muhafaza, edip ikinci bir baharda muhasebe neticesi amali ile dirilten, insanın  büyük amallerini zayi etmez.

    Vaad ve Vaid kapısından

   Kullarının güzel isteklerine cevap veren, kötülüklerini de cezalandırmalıdır. Güzellik ancak cezalandırma ile güzelliktir

   İhya ve imate kapısından bütün mahlûkatı  sürekli yaratan ve öldüren, öldürüp diriltmekle kâinatın büyük sahnesinde oyunları ve gösterilerini tazeleyen Allah elbette en büyük gösteri olan ahireti buradaki rollere göre inşa edecektir. Burada roller biçilmiş ve oynanıyor, rollerini güzel oynayanlara mükafat ve ödül, oynamayanlara ise ceza vermek mantıklı değil mi ?

    Bu dünya bekasız, sebatsız ama burada okyanus gibi hikmetler görülüyor, açık inayet görülüyor, kahredici bir adalet görülüyor, vasi bir merhamet görülüyor. Bunlar ile sebatsızlık, devamsızlık, bekasızlık arasındaki dengesizlik sabit, daimi ve baki bir ahireti gerektirir.

    İnsaniyet ile İsm-i Hak arasında bir bağlantı kurar.

    İnsanı yirmi değişik yönden tarif ederek onun harika ve olağanüstü kimliğini tahlil eder, bu kadar büyük özellikler ile kainatın odağına yerleştirilmiş bir canlıyı , kendinin en büyük sanat eserini , Ressam-ı ezelin tablosunu , muhatabını, mütefekkirini , esmasının aynasını, bütün isimlerinin ve ismi azamının en büyük yansımasını , onu en güzel bir surette yaratmasını , onun en güzel kudretin mucizesi olmasını, rahmet hazinesinde ne varsa  tartacak ve tanıyacak  alet ve mizanlarla yüklü müdakkik canlısını , kabiliyeti en yüksek, mahiyeti en büyük canlısı olan insanı burada toprağa gömsün mümkün mü .?

   Ona burada tattırdığı saadetin süreklisini orada vermesin. Bu ince ve çok yönlü yapı ahireti gerektirir.      Mimar Sinan, Selimiyeyi yaptıktan sonra toprağa gömer mi ,

   Mikelanj Musa heykelini toprağa gömer veya çekiçle dağıtır mı

    Picasso Guernicaa ‘sını hiç yakar mı .

   Bediüzzaman’ın bu kadar harika eserleri ahiret olmasa bir anda silinip gitmez mi ?

    O büyük adam boşa kürek sallamış  olmaz m ı ?

    Büyük bir kapı açılmış ahirete,

     bir yol keşfedilmiş ebedi hayata,

     küşad edilmiş bir Cennet kapısı

     Kim tarafından.?

     Bütün peygamberler mucizeleri ile,

     evliyalar keşif ve kerametleri ile,

      bütün asfiya muhakkik alimler araştırmaları ile ,

     Cenab-ı Peygamber bin mucizesi ile ,

     Kırk vecihle mucize olan Kur’an’ı azimüşşan bu yolu ve kapıyı, ebedi hayat yolunu ve kapısını açmışlar.

    Sinek kanadı kadar gücü  olmayan vehimler bu  b ü y ü k  k a p ı y ı nasıl kapatabilir.

   İşte büyük hakikatlere kapılar açan büyük fatih Bediüzzaman’ın kapılarından bazıları …

   Yazıklar olsun bu kapıları görüp te insanları o kapılara kadar getirmeyenlere…

 Prof. Dr. Himmet Uç