Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Eleştiri oklarıyla işlenen cinayetler !..

Eleştirinin maksadı, bir şeyin iyi veya kötü taraflarını, menfi veya müsbet yanlarını bulup meydana çıkarmak, ortada olanla olması gerekeni tesbit ederek doğru ve iyiyi yerleştirmektir.

Fakat bu iyiye ve hakikate ulaşırken değişik yolların ve fikirlerin olabileceğini kabullenmek oldukça önemlidir. Doğrunun ve hakkın sadece bizim bakış, görüş ve anlayışımızın dışında da olabileceği hakikatini kabul ve müsaade etmeliyiz ki; farklı görüşler ve fikirler ortaya çıksın. Farklı düşünen insanlar da bu hoşgörü ortamından cesaret alarak kendi düşünce ve fikirlerini ortaya koyabilsinler. Aksi taktirde kışla toplumu dediğimiz bir yapılanma oluşur. İlmi istibdat yahut ta mahalle baskıları dediğimiz başka fikirlere hayat tanımayan bir anlayış hakim olur.

Karşı düşüncede olanlara da söz söyleme hakkını tanımalıyız. Bu hususta “22. Mektub” ta geçen şu düsturlar oldukça önemlidir:

Birincisi: Sen, Mesleğini ve fikirlerini hak bildiğin vakit, “mesleğim haktır veya daha güzeldir “ demeye hakkın var. Fakat,” yalnız hak, benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur. İnsafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlân (haksızlıkla,boş ve abes olmakla, hak olmamakla) ile mahkum edemez.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu demek, doğru değildir. Zirâ, senin gibi niyeti halis olmayan bir adam, nasihati (sözleri) bazan damara (his,inat) dokundurur, (aksülamel) ters tesir yapar.

Üçüncü düstur: Adâvet (düşmanlık) etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine (kalbinden düşmanlık duygusunu söküp atmak) çalış. Hem sana en çok zarar veren nefsani ve boş arzularının ıslahına çalış. O zararlı nefsin hatırı için, müminlere düşmanlık etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kafirler, zındıklar çoktur;onlara adâvet et.

Dördüncü düstur: Kin ve düşmanlık sahibi kişiler, hem nefsine, hem mümin kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder…

Ayrıca 27.Söz’de içtihat bahsinde: “Hak bir olur, muhtelif ahkâmlar hak olabilir mi?” sorusuna Bediüzzaman hazretlerinin verdiği cevap olaylara hangi çerçevede ve nasıl bir bakış ile bakmamız gerektiğini güzel bir misal ile ortaya koymaktadır:

Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre beş hüküm alır, şöyle ki. Birisine, hastalığının mizacına göre, su, ilaçtır; tıbben vaciptir. Diğer birisine göre hastalığı için zehir gibi zararlıdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine , ne zarardır, ne menfaattir, afiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. Işte hak burada çoğaldı. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: “Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.”

Yukarıdaki bakış ve değerlendirmelere bilhassa muhafazakâr kesimin çok ihtiyacı vardır. Toplumun olayları ve hadiseleri daha geniş açıdan görebilmesi ve sağlıklı değerlendirebilmesi için değişik görüşlerin ve fikirlerin rahat bir şekilde ifade edilmesi gerekir. Şayet kişi fikrini hür bir şekilde söyleyemiyorsa, acaba bu farklı bakışımdan dolayı nasıl bir tepki alırım endişesi içinde ise hakikatin önü kesilmiş demektir. Burada kastettiğimiz şeriat ve mezhepler değildir. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de iman, ahlâk, ibadet, fazilet gibi konuları sabit ve değişmez bir şekilde hükme bağlamıştır. Bunlar evrenseldir, zamanın geçmesiyle veya ülkelere, iklimlere göre hiçbir şekilde değişiklik kabul etmez. Bediüzzaman’ın başka bir yerde ifade ettiği gibi, İslâmiyetin yüzde doksan hükümleri böyledir. Esasen bu husus 27.sözde açık ve net bir şekilde izah edilmiştir. Burada vurgulamaya çalıştığımız şey dinin zaruriyatına girmeyen kısımlarla ilgili söz ve fikir beyanları hakkındadır.

Bugün toplumda Anayasa, yasalar, hürriyet, cumhuriyet, meşrutiyet, demokrasi, istibdat, tahakküm gibi ifadeler gün geçmiyor ki, konuşulmasın, görsel ve yazılı medyada yer almasın. Yeni bir yapılanmanın, oluşumun içindeyiz. Bilhassa müslüman ve muhafazakar kişiler fikir ve düşüncelerini açık ve net bir şekilde ortaya koymalıdırlar. Sadece ağam bilir, efendim bilir, hocam bilir…gibi peşin ve kolaycı bir tavır sergilemekten ziyade, kişiye çekinmeden, korkmadan yıllarca beslendiği ve diz çöktüğü kaynaktan aldığı fikir ve düşüncesini kendi aynasına göre ortaya koyabilecek ilmi bir serbestiyet zeminini sağlamak kanaatimce bugünkü müslüman kesimin ve kalem erbabının oldukça önemli bir görevi olsa gerektir.

Fakat ne yazık ki, bu asırda bile hala kendi kafalarındaki doğrulara kilitlenmiş, başka düşüncelere kapalı insanlarımızın olması oldukça düşündürücü ve bir o kadar da üzücüdür. Bu hususun eğitim ile alakalı olduğu aşikardır.

Eğitim noktasından baktığımız zaman Müslüman dünyasının en büyük düşmanının cehalet olduğunu görüyoruz

Bugün Müslüman dünyadaki okuma-yazma oranımız % 40‘lar seviyesindedir. Oysaki bu oran Hrıstiyan dünyasında % 90 ve onbeş Hırıstiyan çoğunluğa sahip ülkede ise % 100 dür. Hırıstiyan dünyadaki okur-yazarların % 40’ı üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında % 2’yi geçmemektedir.

Sonuçta; İstatistiklerde de görüldüğü gibi bilgi üretebilecek kapasiteden mahrumuz. Düşünen, tartışan, bilgi üreten ve bilgi uygulamasını gerçekleştiren insanlarımızın sayısı artmalıdır.

Böyle bilgi fakiri ve cehaletin kolgezdiği ülkelerde “bilgi boşluklarının” oluştuğunu görüyoruz. Toplumda oluşturulan bu bilgi boşlukları bir şekilde, birileri tarafından doldurulmaktadır. Doldurulduğu renge ve kendilerine takılan gözlüğe göre fertler olayları, hadiseleri değerlendirmektedirler.

İşte problem de burada başlamaktadır. Kafalardaki doğruya uymayan bir fikir ve düşünce sahipleri acımasızca eleştirilmekte ve düşmanca saldırıya maruz kalmaktadırlar. Bu kişiler en yakın arkadaşları ve dostları olsa bile.

Halbuki yukarıda işaret ettiğimiz gibi, farklı gözlerle, bakışlarla olayları tahlil etmeye çalışan insanlara saldırmak şöyle dursun; hakikati ortaya çıkarmak için iyi niyetle çabalayan birisi olabilir diye yaklaşmak gerekir. Şayet bu kişi yakinen tanıdığımız birisi ise; karşı eleştirimizi yaparken cümlelerimizi oldukça dikkatli seçmeliyiz. Kırıcı, yıkıcı, öfke ve kin kusan görüntüden uzak olmalıyız. Hele hele sözü kendimize göre lastik gibi çekerek itikadî çerçeveye büründürerek tehlikeli ithamlarla dostlarımızı damgalamamalıyız ki, böyle kelimeler bazen mermiden daha yıkıcı olabilir. Büyük inşikaklara, yaralara yol açar, tedavisini imkansız kılar.

Elbette olumlu manada kendi zaviyemizden eleştirel değerlendirme yapmak bizim hakkımızdır. Ne var ki, onun da bir üslûbu ve uygun bir şekli vardır. Her şeyden önce, tenkit eden kimse insaflı davranmalı, söyleyeceklerini kendi egoları hesabına değil, Hak rızası adına söylemeli ve hayır düşüncesinden başka bir niyeti bulunmamalıdır.

Maalesef, günümüzde eleştiri oklarını atanlar alternatif fikir ve düşüncelerini ortaya koymamaktadırlar. Sadece ve sadece karşısındakini muğalata ve demogoji ile küçük düşürüp kendini haklı ve büyük göstermek yolunu seçmektedirler. Gayesi; hakkın ortaya çıkmasından ziyade kendi fikrinin doğruluğunu ispat etmektir. Bu nedenle bir an bile olsa karşıdakinin elinde de hak olabilir ihtimalini kabul etmez. Egosu ve ön kabulü onu kuşatmıştır adeta. O baştan başa “BEN” kesilmiştir artık ne yapıp edip kendi düşüncesini karşı tarafa kabul ettirmenin mücadelesini vermektedir.

Öyle ki, bu hususta ölesiye gayret sarf ediyor; yer yer kelime ve mantık oyunlarına giriyor; hasımlarını kışkırtma, ilzam etme ve mahcup düşürme gibi yakışıksız şeylere başvuruyor ve hakikate karşı hep kapalı durur.

Bu hususta muhterem ve kahraman Zübeyir Gündüzalp’in nefis terbiyesine yönelik nasihatleri muazzam bir ilaçtır. O şöyle der:

“A benim güzel dostum!.. Çok kere olduğu gibi bugün yine çok tenkidler ettin. Kusurlar, hatalar saydın. Acaba gıyabında tenkidler yaptığın, gıybetini ettiğin Allah’ın kullarının o yaşa kadar olan iyiliklerinden, hayra hizmetlerinden, güzel huylarından, zararsız hallerinden ne kadarını yâdettin, kaç tanesini saydın? Münekkid ve kusur sayıcılardan olma! Korkarım ki, zulümkâr olursun…”

Recai ALBAY

Bedîüzzaman’dan Avrupalı feylesofa cevap

İnsanın sahip olduğu hal, tarz, vaziyet, durum; o varlığın, mevcûdun en güzel derecesi, makamı, konumu ve sahip bulunduğu en üstün mertebesidir. Yokluktan kurtulmuş, varlık makamına yükselmiş halidir. Âlemde olması gereken yerde bir duruş/varlık sergilemektedir.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın feyziyle bu hususu ne kadar veciz bir biçimde ifade etmişlerdir:

“Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü’l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmektir. Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.

Meselâ madenler diyemezler: “Niçin nebâtî olmadık?” Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır.

Nebâtat, “Niçin hayvan olmadım?” deyip…

Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ… Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun?” (1)

Mesnevî-i Nûriyede geçen ve aşağıdaki cümlelerde işâreten cevabını bulan bir hakîkattan bahsetmek istiyorum.

Önce o veciz cevapları okuyalım, ondan sonra meselenin cereyan tarzını, genelde umûma, özelde bir feylesofa verilen cevabın detaylarını anlatmaya çalışalım inşâallah:

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Hiçbir insanın Cenab-ı Hakka karşı hakk-ı itirazı yoktur. Ve şekva ve şikayete de haddi yoktur. Çünkü, şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden, nizam-ı alemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için bin hikmet feda edilemez.

Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.(2)

Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’i hevesini külliyat-ı kainata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nikmet olmasın? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?” (3)

Bedîüzzaman Hazretleri İstanbul’a geldiğinde kalmakta olduğu ikâmetgâhının kapısına: “Burada her müşkil halledilir, her suâle cevap verilir, fakat suâl sorulmaz” şeklinde bir levha asmıştı.

Avrupa’dan gelen bir feylesof; “Gidip Ona iki suâl soracağım. Bu suâllerimle O’nu mağlup edeceğim” diyerek Bedîüzzaman’ın ikametgâhına gider.

Ve der ki: “Sana iki suâlim var

“Birisi; ben niçin peygamber olmadım? Yani peygamber olamayışımın sebebi nedir?

Bedîüzzaman, o feylesofa “Sus!” der. Adam, “niçin susayım?” diye sorar.

Bedîüzzaman cevâben der ki, “Sus, çünki; dünyanın bütün eşekleri ayaklanıp dilekçe verecekler. Biz niçin feylesof olmadık diye itiraz edecekler.

Sonra Bedîüzzaman, bu suâle cevap olmak üzere şu açıklamada bulunur (mealen):

“Bak dinle! Eğer senin dediğin gibi olsa; bu durumda bütün unsurlar, Allah’a ‘biz niçin maden olmadık’ diye şikâyette bulunacaklar. Madenler, ‘biz niçin nebat (bitki) olmadık?’; bitkiler, ‘biz niçin hayvan lmadık?’; hayvanlar, ‘ biz niçin insan olmadık?’; insanlar ise ayaklanarak, ‘biz niçin paşa olmadık?’ diye itiraz edecekler. Bu sefer paşalar ayaklanarak, ‘biz neden peygamber olmadık?’ diyecekler.

Bütün peygamberler de –bin kere hâşâ!– ayaklanacak, ‘biz neden Resûl-i Ekrem olmadık?’ diyecekler.

Bu durumda dünyanın nizam ve intizamı bozulacak, âlem fesâda gidecekti. Hem bu durumda bir tek fert yaratılmış olacaktı. Bu ise abestir.
Cenâb-ı Hak, iradesiyle her şeye bir vücûd mertebesi vermiştir. Mevcûdâtın vazîfesi, verilene şükür ile rıza göstermek, hakkına razı olmak, kanâat etmektir. Yoksa hâşa i’tirâz etmek, hak da’va etmek değildir. Cenâb-ı Hak, bu kâinatta insanın hevesine göre değil, hikmetine göre tasarruf eder. Allah Mâlikü’l-Mülk’tür. Rahîmdir, Hakîmdir, Vedûd’dur. Herkese lâyık olduğu şeyi vermiştir. Kimsenin itiraz hakkı yoktur” der ve o feylesofu susturur.

Öyle ya! Bu itirazlar haklı olsaydı, madensiz, unsursuz, bitkisiz, hayvansız bir dünya oluşacaktı. Ben niçin… olmadım, biz niçin… olmadık sorularının ardı arkası kesilmeyecek, hayat ve dünya alt-üst olacaktı.

Demek ki, Allah (c.c) her bir varlığa, ezelî ilim, hikmet ve irâdesiyle kabiliyetine göre bir makam, bir mertebe, bir görev bahşetmiştir. Dünyanın ve âlemlerin düzen ve intizamı, sosyal hayatın düzgün akışı ancak böyle sağlanabilirdi.

Hiçbir insanın, diğerine karşı fahr ve gurura hakkı yoktur. Bir başbakanın, bir çöpçüye karşı üstünlük iddiası yersizdir ve haksız bir davranıştır.

Neden o zengin, ben fakir; neden o âmir, ben memur; neden o patron, ben işçi; neden o kadın, ben erkek…v.s itirazlara hakîkat nazarında yer yoktur.

Aynı itiraz kapısının açık olmamasıyla; ağacın kökü: “Niçin yaprak olmadım?”, yaprak da: “Niçin çiçek olmadım?”, çiçek de: “Niçin meyve olmadım?” diye hak da’va edemez. Aksi takdirde o ağaç vücûda gelemezdi. Diğerleri buna kıyas edilebilir.

O halde, âlemde tekvînen ve teklîfen hiçbir abesiyyet/Faydasız ve boş olma/lüzumsuz ve gayesiz oluş aslâ söz konusu değildir.

Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların aralarında dünya hayatındaki maîşetlerini taksim ettik ve bazılarını bazıları üzerine dereceleri itibariyle yükselttik. Tâ ki bazıları bazısını istihdam edebilsin ve Rabbinin rahmeti ise onların topladıklarından hayırlıdır.” (4)

O feylesof, Üstad Bedîüzzaman’a ikinci bir suâl daha sorar. Peki der: “Şarap üzümden yapılıyor. Şarap niçin haramdır, üzüm niçin helâldir? Halbuki, o sarhoş edici madde üzümde de var. Niçin hamı helâl, işlenmişi haramdır? Bunun sebebini bana açıkla.

Bu suâle de susturucu ve ikna edici bir cevap verir. Der ki: “Senin annen ekmek yer, su içer, çeşit çeşit yemekleri yer. Yediği bu gıdaların bir kısmı süt olur, senin ağzına akar, diğer kısmı da hâşâ bevl (idrar) olup dışarı akar. Birisi helâl, diğeri haramdır. Sen bu meseleyi hallet, ben de diğerini halledeceğim.

O feylesof susar, çıkıp gider.

O feylesofa verilen her iki cevap da; bu tarz şüphe, tereddüt ve inkâr kokan yaklaşım/iddia ve fikir sahiplerine dünya çapında şâhâne cevaplardır.
Yeterince ders ve ibret alanlar için!

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1- Bedîüzzaman Said Nursî, Mektûbât, 24. Mektup, 1. Makam, 1. Remiz
2- Mü’minûn, 70/71
3- Bedîüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, Şemme
4- Zuhruf Sûresi, 113/32

Bediüzzaman’ın Hafızası

Çok iddialı bir başlık değil mi? Bir çay bardağının koca bir bahr-i muhit-i okyanusu ölçmesine benzer. Ama ölçer mi, ölçmese de bir yorum imkânı verebilir mi?

Ben de siz de düşünelim. Bediüzzaman’ın eserlerinden hareketle o sonu gelmez hafızanın hakkında mülahazalar yapabiliriz. Sadece konuşmak değil örnek metinlerden hareket edeceğiz. Mu’cizat-ı Kur’an’iye isimli eserin tamamı o büyük hafızanın bazı görüntülerini almış. İkinci Şule’de şu cümleye bakalım: “Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın heyet-i mecmuasında,

Raik bir selaset
Faik bir selamet
Metin bir tesanüd
Muhkem bir tenasüb

Cümleleri ve heyetleri mabeyninde ulvi bir tecavüb olduğunu ilm-i beyan ve fenn-i maani ve beyaninin Zemahşeri, Sekkaki, Abdulkahir-i Cürcani gibi binlerce dahi imamların şehadetiyle sabit olduğu” (Sözler, 448)

Bu cümlenin sahibinin Kur’an’ın haritasını gören bir ihatası ve hafızası vardır.

Bu sözü söyleyen Kur’an’ın bütünü gören şahıstır. Kur’an’ın 6666 ayetini birden gören ve onlarda raik selaset, faik selamet, metin tesanüd, muhkem tenasüb, ulvi tevavübü genelinde gören ve yorumlayan bir hafıza ve zekâ vardır. Bu kelimelerin anlatamayacağı bir büyüklüktür.

İkinci Şu’le devam eder

Bu beş değişik özellik bir metinde düzen içinde genel tenasübü bozmayacak şekilde ifade edilmiştir, bunu da görmek ve ifade etmek aynı derecede zor.

Her surenin iniş nedeni nüzul nedeni farklı olduğu halde, onlar öyle birbiri ile dayanışma halindedir ki sanki iniş nedeni birdir, Kur’an bazı olaylara farklı ve tekrar tekrar cevap olduğu halde cevaplar o kadar iç içe girmiş, o kadar birbirine kuvvet verir ki sanki tek sualin cevabıdır.

Hem Kur’an değişik sayılarda, farklı farklı hadiselerin hükümlerini beyan için geldiği halde, öyle tam bir intizamı gösteriyor ki, bir hadisenin beyanıdır.

Hem farklı ve çeşitli halette muhatapların anlayışlarına göre uygun üslublarda hepsinin zihin derecelerine göre tenezzül ettiği halde, öyle güzel bir benzerlik ve güzel bir akıcılık gösteriyor ki güya haller birdir, bir anlayış derecesidir, su gibi akar bir selaset ve akıcılık gösteriyor.

Hem o Kur’an birbirinden uzak, sayısız muhatapların sınıflarına yönelik konuştuğu halde, öyle bir beyan kolaylığı, düzgün ve kurallı sözlerden oluşan bir nizamı, bir kolay anlatışı vardır ki, güya muhatabı bir sınıftır. Hatta her bir sınıf zanneder ki gölgesiz ve engelsiz muhatab kendisidir.

Hem Kur’an değişik ve birbirine derc olmuş irşadi bazı gayelere kavuşturmak ve hidayet etmek için nazil olduğu/indiği halde, öyle bir doğru istikamet, doğru hedef, öyle dikkatli bir denge, öyle bir güzel intizam vardır ki güya maksat birdir.

İşte bu sebepler karışıklığın nedeni iken, Kur’an’ın mu’cize beyanında akıcılık ve tenasübünde uygunluğunda kullanılmışlardır. Bu cümleyi kurmak ve ifade etmek bir büyük zekâ ve hafıza olduğu kadar, Kur’an’ın bütününde bunları tespit etmek daha müşkül bir meseledir. İşte Hadi-i azam bu demektir, bu cümleyi kuran adam Hadi-i azamdır. Bu cümleyi tüm zamanlar içinde kimse kurabilir mi? O da ayrı bir mesele.

Bahsin son paragrafında yine aynı hafıza, yorum, hayal gücü ve ihata konuşur. “Evet, kalbi sakamsız, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim bir adam, Kur’an’ın beyanında güzel bir selaset, rana bir tenasüb, hoş bir ahenk, yekta bir fesahat görür.

Hem basiresinde selim bir gözü olan görür ki Kur’an da öyle bir göz vardır ki, güya o göz bütün kainatı zahir ve batını vazıh, göz önünde bir sahife gibi görür.” (Sözler, 449)

Burada göz ve görmek ile ilgili harika bir cümle kurmuş.

Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Göz asgari düzeyde eşyanın güzelliğini görür. Ve daha birçok gözle ilgili imajların şahikasında bu göz imajı yatar. Bu gözü gören göz de onun gözüdür. Düştük bir okyanusa sahile var ey kalbim.

Şimdi hazır olalım son cümle ne kadar azametli:

“İstediği gibi çevirir. İstediği bir tarzda o sahifenin manalarını söyler.

“Şu birinci Nur ‘un hakikatini misaller ile tavzih etsek, bir kaç mücelled lazım”. Birkaç cilt eser ile bu paragraflar örneklenebilir, o örnekleri gören de onu yorumlayan da o, seni anlatamadık Üstadım. Sevenler bir âlem, sevmeyenler bir âlem. Elimde şaşkın kalem, neyleyem ?

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Bir Mizah Şaheseri: Tabiat Risalesi

Tabiat Risalesi, Bediüzzaman’ın mizah harikası olan bir eseridir.
Eserin maksadı insanların ağzından çıkan ama mahiyeti gerçek olarak bilinmeyen bazı kelimelerin tahlilidir. Bu cümleler varlığın yaratılışı konusundadır.
Sebeplerin bir şeyi icad etmesi,
kendi kendine olması,
tabiatın gereği olarak meydana gelmesidir.
Bediüzzaman üslubunun en harika örneklerinden bir kısmını de
bu eserinde gösterir. Burada hem anlatım, hem de anlatımda kullanılan, alay, ironi ve fars türü mizah cümleleridir.
Sebeplerin bir araya gelmesi ile bir şeyin vücuda gelmesi bahsinde verdiği ilk örnekte, bozuk bir itikadın tezahürü olarak kullanılan  bu kelimenin yanlışlığını ve yersizliğini anlatmak için bir eczane tasviri yapar. Bir tiyatro sahnesi gibidir, şahısları vardır. Şahıs zamiri tekil değil çoğuldur. Geldim demiyor, geldik diyor.  Yazar eczaneyi bir grup insanla gelmiştir: “Geldik o eczahanede, o zihayat macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan her birisini tedkik ettik.” (Asa-yı Musa, 158)

TİYATRO SİNEMA ROMAN

Bu eser bir tiyatro şeklinde canlandırılabilir, bir sinemaya uyarlanabilir, bir çizgi roman şekline dönüştürülebilir, bu şekilde çocukların ve büyüklerin itikadını kurtarır. Bir ressam bir çizgi roman halinde bu eseri çizebilir. Nesil veya Timaş böyle çok şeyler yapmış, bunu da yapabilir. Görelim ey ehli himmet. Çünkü eser çok görsel ve dramatizasyon ilkelerine göre kaleme alınmış.
Bir eczahane ve bir şahıs o odaya geliyor, yüzer kavanoz şişeler görüyor, onlardan tesirli bir ilaç yapılması istenmiştir.
İfadenin ikinci karesinde ilacın çoklukla örnekleri görülür, bir grup insan tarafından. Bediüzzaman ilaçların üzerindeki terkiplerini okur: “O kavanoz şişelerden her birisinden bir özel mizan ile bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem  ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hakeza, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış.” (Asa-yı Musa, 158)

Bir farmakolog (ilaç bilimci) gibi ilaç yapımını anlatır. Bu ifadeler anlatım  realitelerine, üretim gerçeklerine uygun  anlatılmışlardır.

ELEŞTİRME UZMANI

Bundan sonra ifadenin mizahi ve fars türü yorumlarına sıra gelir.

Bediüzzaman kötüyü, yanlış olanı hakaretle değil uzmanca anlatır. Kötüyü lanetleyen geleneksel yorum yerine kötüyü iyi anlatır. Bir çöplük hadd-i zatında kötü ve pistir ama onu bir resimle canlandırmak bir güzel sanat eseridir.

Bediüzzaman ikincisini yapar.

Büyük bir eleştirel uzmanlık gerektirir bu cümleleri kurmak ve bir şeyin butlanını hakaretle değil tahlil ederek ortaya koyar. Bunu okuyan talebeleri ne kadar nazikane anlatmaları gerekir değil mi?

“Acaba hiçbir cihette  imkân ve ihtimal var mı ki o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf  veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar  yalnız o miktar aksın.”(Asa-yı Musa 158)

Bundan sonraki ifadede ne kadar karakterize bir anlatım var:

“Beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler. Acaba bundan daha hurafe, muhal, batıl bir şey var mı ?”
Yere dökülen miktarlar kalkıp birlikte gidiyorlar, şahıslar gibi, bir araya gelip toplanıp ilacı meydana getiriyorlar.Kırkından sonra öğrenilen bir dilde bu kadar büyük başarı Ahmet Feyzi Ağabeyin dediği gibi!

Bu bir karikatür, yere dökülen sıvılar veya tozlar konuşup anlaşıp  birlikte gidiyorlar, ilacın oluşturulduğu kaba toplanıp ilacı yapıyorlar, sanki anonim veya kooperatif şirket. Küfür ile böyle artistik dalga geçmek ne kadar harika bir olaydır. Bu mizaha şapka çıkarmak… Nerdesin Levent Kırca?

TEVHİT DERSİ BAŞLAR

Metin dramatik bir tablo ile ironik bir anlatımla devam ederken birden fars türü bir eleştiri ortaya çıkar. Anlatım karelerinin yeni sahnesi, yerdeki ilaçların eczaların dökülüp bir araya gelmesinden oluşmasını, son kareye gelen bir eşeğe anlatılır. Bu eşek özel bir eşektir. Eşek anlayışsızlığın ifadesidir. Bu eşek ise kat kat eşek olduktan, anlayışsızlığı kat kat arttıktan sonra, bu halinden birden insana dönse, bu fikir ona anlatılsa, o dinledikten sonra, en son karede “bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır. Eşek bu insana dönmüş hali ile eczahaneye girse ve ona bu muhal anlatılsa, o yanlışın azametinden yürümez kaçar. Fars türü bir eleştiri, büyük yazar her türlü mizahi kalıbı kullanır, alay eder imansızlığın bu büyük yalanı ile.

Mizahi anlatım bittikten sonra tevhid dersi başlar. Örnek büyütülür, her canlıyı bir terkip olarak ifade eder.
Küçük ölçekte laboratuar örneği kâinata, ilaçlar da canlılara benzetilir. Canlılar; ”müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkip edilmiştir.”(Asa-yı Musa, 158)

ÂLEM BÜYÜK BİR ECZANEDİR

Bunların icadı sebeplere verilirse; “aynen eczanedeki macunun şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve batıldır.”( Asa-yı Musa, 159)

Bir küçük eczanenin yerine âlem büyük bir eczanedir: “Şu âlemin büyük eczanesinde, Hakim-i Ezelinin  kaza ve kader mizanı, terazisi ile alınan hayati maddeler, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz  bir ilim  ve her şeye şamil bir irade ile vücut bulabilir.”(Asa-yı Musa, 158)
Bediüzzaman elementleri yani eşyanın onların belli oranda bir araya getirilmesi ile oluşmasında bu elementleri  şuursuz, hudutsuz, sel gibi akan olarak anlatır.

Çünkü bir element mesela demir elementi, hangi maddenin kendine ne kadar ihtiyacı olduğunu bilemez, her element için bu geçerlidir. Tabayi dediği eşyanın tabiatı da kendiliğinden oluşmamış her şey bir tabiat ile yaratılmıştır, o tabiatının yani fizyolojisinin yapısına göre elementler ve diğer şeylerle ilişkide bulunabilir.

Âlemi meydana getiren sebeplerin var edilmesi ve birbiri ile irtibatı da aynen şuursuz ve akılsızca, ölçüsüzcedir.

Yağmurun yağması, toprağı yoğurması, tohumun açılıp büyümesi, bir şekil kazanması, tad ve koku ile yapılması, aralarındaki ilişkiler kendiliğinden olacak şeyler değil.

Bir dokuma tezgâhı değil tabiattaki rükünlerin ilişkileri.

İlacı kavanozların dökülmesinden oluşmuş diyen adam gibidir âlemdeki her şeyin icadını sebepler sayesinde olduğunu diyen: “O acip tiryak  kendi  kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur, diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır.” (Asa-yı Musa, 159)

Tabiat risalesinin dokuz örneği için

Bediüzzaman; “pek çok muhalatı var” der. Yani dokuz örnek sayısız örnekleri doğurabilir. Bu eser eğer film kareleri ve çizgilerle ifade edilse, güzel bir görsel eser olarak birçok insanın yanlış anlayışını düzeltebilir. Görsel bir tevhid risalesi olabilir. Çünkü çok dramatik ve mizahi bir zekâ ile meydana getirilmiş, muhalleri edebi ve mizahi bir dil ile izah etmiş, küfrün olumsuzluğunu sanatlı bir şekilde ortaya koymuştur. Eserde teknik bir tahlil yapılsa yazarın mizahi, ironik zekâsının harikalığı görülür.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Risâle-i Nûr’un Esasları

Risâletü’n-Nûr, gerçi umûma teşmil sûretiyle değil, fakat herhalde hakîkat-i İslâmiyyenin içinde cereyân edip gelen esâs-ı velâyet ve esâs-ı takvâ ve esâs-ı azîmet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhâfaza etmek bir vazife-i asliyyesidir. Sevk-i zarûretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez. (1)

Bediüzzaman Hazretlerine ait yukarıdaki cümlede, Risale-i Nur’un bir takım esasları ifade edilmiştir.

Bir bütün olarak baktığımızda görülecektir ki, altı erkân-ı imâniyye, beş esâsât-ı İslâmiyye, Kur’ân ve mütevâtir hadîsin nassıyla sabit olan İlâhî hükümlerden tut, tâ en fer’î (2) meselelere kadar üzerinde ittifak edilmiş olan meseleler, Risale-i Nur’un ders konusudur.

Risale-i Nur’un ders verdiği bu yüksek hakîkatlardan/yüce esaslardan dördünü, yukarıdaki cümle içinde görmekteyiz. Onlar da:

1.Esâs-ı velâyet: Farzları yerine getirmek, kebâiri (3)  terk etmek, küçük günahlarda ısrar etmemek ve sünnet-i seniyyeye ittiba’ etmek sûretiyle Allah’a yaklaşmak.

Nur’un has talebeleri, hakîkat-ı İslâmiyyenin içinde cereyan edip gelen velâyetin esasına, yani nübüvvet verasetinin sırrına mazhar olur. Yani farzları ifa, kebîreleri terk etmek, sağâirde (küçük günahlarda) ısrar etmemek ve Sünnet-i seniyyeye uymak sûretiyle Allah’a yaklaşmış olur.

Risale-i Nur mesleğinde, nâfilelerle değil, farz ve sünnetlerle Allah’a yaklaşmak prensibi esastır. Bir başka ifade ile, kurb-i nevâfil değil, kurb-i ferâiz esastır.

Çünkü Risâle-i Nur, müstakil bir tarikat ve müstakil bir meslek olmadığından, doğrudan doğruya şerîatın ve sünnet-i seniyyenin içindeki velâyet-i Ahmediyyenin cilvesini göstermektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse; “Tarîkat-ı Muhammediyye” dir.

Bu bakımdan, sünnetin esaslarına riâyet ve ehl-i sünnet âlimlerinin tesbit ettiği o nurlu esasları/prensipleri/ilkeleri bid’alara karşı koruyup muhâfaza etmek ve ehl-i imânın gönüllerinde yerleşmesine, ihyâ ve intişarına vesîle olmak gibi bir misyonun  asrımızdaki sözcüsü/dellâlı/temsilcisidir.

Bu mesele üzerinde o kadar yoğunlaşmıştır ki, sahâbe ve müçtehidlerin icmâıyla ittifak edilmiş tek bir sünnetin tezyîf, tahkîr ve inkârına yol açabilecek her türlü teşebbüs ve davranışların karşısında şiddetle nûrâni bir set oluşturmuştur.

“Bahtiyar odur ki, bu ittibâ-ı sünnette hissesi ziyâde ola. Sünnete ittiba’ etmeyen, tenbellik eder ise, hasâret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azîme; tekzîbini işmâm eden tenkîd ise, dalâlet-i azîmedir.” (4)  ifadeleri, yukarıdaki açıklamalarımıza en veciz bir mesnet teşkil etmektedir.

2. Esâs-ı takvâ: Nehyedilen her türlü günahtan kaçınmak (menhiyyattan içtinâb).

3. Esâs-ı azîmet: İmkân ölçüsünde azîmeti esâs tutmak, ruhsatlarla amel etmemek.

4. Esâsât-ı Sünnet-i Seniyye: Başta imânî hakîkatler ve İslâmî esaslar olmak üzere Sünnet-i Seniyyenin bütün merâtibini öncelikle kalben tasdîk etmek, nafile ve âdab kısmında ise mümkün olduğu kadar ittibâya çalışmak.

Risale-i Nur, Kur’ân ve hadîste açıkça izah edilen ve dört mezhebin, belki de on iki hak mezhebin üzerinde ittifak ettiği sünnetin esaslarını isbat ederek hikmetlerini, güzelliklerini göstermiş, bid’aların, dinde olmayan ve sonradan dine sokulan fikir/düşünce ve hayat tarzlarının çirkinliklerini ümmetin nazarına vererek güçlü delillerle ayrıntılı bir biçimde ortaya koymuştur.

“On Birinci Lem’a” olan Mirkatüs-Sünne ve Tiryâk-ı Marazi’l-Bid’a Risâlesinde ve “Yirmidokuzuncu Mektub”un Altıncı ve Yedinci kısımlarında sözünü ettiğimiz konular, ikna edici delillerle izah ve isbat edilmiştir.

Özellikle Tesettür Risâlesinde kadınların tesettür ve giyim tarzı,  müfessirlerin ve müçtehidlerin görüşleri istikametinde Kur’ânî bir bakışla bid’alara karşı müdafaa edilmiştir.

“İktisâd Risâlesi” nde, yine sünnetin en önemli temel taşlarından olan iktisat meselesinde emirler zikredilmiş, isrâfın zararları üzerinde durulmuştur.

“Hikmetü’l-İstiâze Risâlesi”nde, bid’at ehlinin bâtıl fikirleri çürütülerek reddedilmiş, Sünnetin düstularındaki hakkâniyet vurgulanarak imân ehlinin en sağlam kal’ası olan Sünnet kal’asına sığınmaları, ahir zamanın fesat ve bozgunculuklarından ancak bu yolla selâmette kalınacağı delillerle ortaya konmuştur.

Ayrıca Risale-i Nur’da, “Arabî ezân, kamet ve hutbe” (5)  gibi İslâmî şeâir isbat edilerek, onların yerine ikame edilmek istenen bid’alar, şiddetle reddedilmiş, şeâirden olan Kur’ân hattı müdâfaa edilmiş, Kur’ân yerine tercümelerinin geçerli olmadığı isbat edilmiştir.

“Haşr-i cismânî, tevhîd-i hakîkî “ gibi pek çok esasları reddeden ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefenin fikirlerini de çürütmüştür.

Ve daha bunun gibi, sünnetin müdâfaası, bid’aların reddi hususlarında pek çok izah ve isbatlar,  bu eserlerde şerefle yerlerini almıştır.

“Sevk-i zarûretle, hâdisatın fetvâlarıyla onlar terk edilmez” diyerek bir kısım şer’î ruhsatları bahane edip, “ Zaman değişti, olaylar böyle gerektiriyor, eski müçtehidlerin fetvalarıyla hareket edemeyiz, v.s..” bahanelere sığınarak Sünneti tahrîb, tahrîf etmek isteyenlere karşı, azîmet ve takvâyı tavsiye etmiştir.

Bilinmelidir ki, zarûret meşrû’ yoldan kaynaklanırsa haramı helâl kılar. Halbu ki bu zamanda zarûret denilen şey, beşerin sû-i ihtiyarından ve gayr-ı meşrû’ yoldan gelmektedir. Şerîatteki ölçü ise; ölüm, şiddetli darp veya bir uzvun kesilmesi gibi zarûretler söz konusudur. Bu zamanda ise, dünyayı ahirete tercihle zarûret bahanesiyle en küçük bir dünya menfaati, dinin en büyük meselelerine tercih edilerek bu ruhsatlar sû-i isti’mal edilmektedir.

İşte bu bakımdan bid’at ve dalâlet ehline karşı Sünnetin müdâfaası, ancak takvâ ve azîmet yolunu tercih etmekle mümkündür.

O azîz Üstad’ın mânevî vârislerinden olan başta Hacı hulûsî ağabey olmak üzere, Hoca Sabri, Hâfız Ali, Mehmet Feyzi Efendi gibi zevât-ı âliye bu tarz bir yaşantıyı tercih ettiler.

a) Üstad Bedîüzzaman Hazretleri ve mânevî vârisler, “İn ecriye illâ alallah” diyerek kimseden hediye almamışlar.

b) Siyâsete girmemişler, siyâsîlerin entrika ve ayak oyunlarına asla gelmemişler,

c) Giyim-kuşamlarına dikkat etmişler,

d) Gece (teheccüd) namazını terk etmemişler,

e) İktisatla yaşamış, zarûret miktarı yemiş-içmişler,

f) Üstad Hazretleri, hiçbir siyasîye karşı dinde ta’vîz vermemiş, yazdığı mektuplarla siyâset adamlarını ve idarecileri şerîate, ona uymaya ve İslâmî hakîkatleri hayata geçirmeye dâvet etmiştir.

g) Bedîüzzaman Hazretleri harama nazar etmemiş,

h) Üzerinde resim bulunan paraya elini sürmemiş, Hacı Hulûsî Bey de üzerinde resimli para bulunduğu halde namaz kılmamıştır.

Bu ve bunlar gibi prensiplere bakıldığında görülecektir ki, Üstad ve has talebeleri ruhsatlarla değil, azîmetle amel etmişlerdir.

Altı çizilmesi gereken husus  şudur ki; Risâle-i Nur, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin yaşadığıdır.

Makalemizi yine O’nun konu ile alakalı sözleriyle bağlayalaım inşâallah:

“[Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.]
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde, Kur’an-ı Hakimin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır.
Hem, az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
(6)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1-      Kastamonu Lâhikası, Birden İhtar Edilen Bir Mes’ele

2-    İslam hukukunda şer’î delillerin bir kısmıdır. Şer’î delillerin diğer kısmı ise aslî delillerdir. Fer’î delillerin başlıcaları yedi tanedir. Bunlar sırasıyla şöyledir:

  1. İstihsân
  2. İstishâb
  3. İstislâh (Mesâlih-i Mürsele)
  4. Örf ve Âdet (Örf, Âdet ve Teâmül)
  5. Sahabi kavli
  6. Zerâyi’
  7. Şer’ü Men Kablenâ (Geçmiş Şeriatler)

3- Bu konuda Barla Lahikasında şu cümleler geçmekedir:
“Hem mektubunuzda yedi kebâiri soruyorsunuz. Kebâir çoktur; fakat ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik,

dine zarar verecek bid’alara taraftar olmaktır.”

4- Lem’alar, 11. Lem’a, 11. Nükte, 1. Mes’ele

5- bkz. Sözler, 27. Söz; Sözler, Lemeât; Mektûbât, Hakîkat Çekirdekleri; Mesnevî-i Nûriye, Hubâb; Mektûbât, 29. Mektup; Lem’alar, 10. Lem’a, vs..

6- Kastamono Lâhikası, Daimî hizmetinde bulunan Risale-i Nur şakirtleri tarafından edilen bir suale cevaptır.