Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Lezzet’in Arkeolojisi

Arkeoloji toprağın katmanlarında yatan medeniyetleri araştırır.

Anadolu’da üst üste sekiz belki dokuz medeniyet katmanı olduğu söyleniyor. Ne kadar derine inilirse o kadar farklı medeniyetlerle karşılaşılır. Manaların da böyle katmanları vardır, Bediüzzaman kelimeleri katmanlarına göre kullanıyor, herkes kazı yapma, düşünme ve zekâsı oranında manalara iniyor ve ulviyat ile meşgul oluyor.

HELAL DAİRESİ GENİŞ

    Bediüzzaman başımızın belası olan lezzet-insan ilişkilerini eserlerinde yer yer anlatır. Onun etrafında bir kâmil insan portresi oluşturur. Gayr-ı meşru lezzetler, insana çizilen meşru lezzet sınırlarını aştığı için, her zaman sınır bekçileri, sınırı aşan şahsı rahatsız eder. Allah sınırlara riayeti telkin ediyor, “sizin için hayır vardır” diyor. İnsanın manevi yapısı sınırlara göre huzurunu korur, bütün huzursuzlukların kaynağında sınırların aşılması vardır. Bediüzzaman, “helal dairesi geniştir keyfe kâfi gelir” diyor. Yani insanların keyfi de nazar-ı itibara alınmış, ama helalin geniş dairesinde. Bazen helal diye aşırı gitmek, haram olarak tavsif edilmemişse de insan eğer helaldeki aşırılığından dolayı rahatsız olmuşsa, o da haramdır. Birçok insan masumane helaldeki sınırı aştığı için, başına bir sürü musibet gelmiştir.

     Bediüzzaman gayr-ı meşru lezzetlere uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağını söyler. Böyle bir diken yok, ama yasak zevkler dikenlidir. “Arz sefinesi süratle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma, firakın elemi, telaki lezzetinden ağırdır.” (Mesnevi, 107)

   Uzatılan eller ve dünya oklarına bakma ironik olarak kullanılmış. İnsanın maneviyatı onun tesettürüdür, göz kapakları da onun örtüsü. Lezzetlere iki şekilde ulaşılır; bakarak ve elle dokunarak. Ne kadar derin bir yorum düzeni.

    Bediüzzaman lezzet ile saadet arasındaki ilişkiyi sorgular.

    Freud şairlerin kendinden önce insan ruhunun derinliklerini yakaladıklarını, bu yüzden onları kıskandığını söyler.

    Ya Bediüzzaman’ı  görseydi ne derdi? Shakespeare’e hayran olan on altı yaşında onun külliyatını bitiren bu adam Bediüzzaman’ın görse ne derdi? Bütün psikologlara, psikopatologlara, psikanalistlere gerçekten Bediüzzaman okumayı tavsiye ediyorum, bakın nasıl insan ruhunu, faaliyet alanları ile tahlil ediyor, önce şapka çıkarın sonra sırasıyla…

“Biri de dünyanın lezzetleridir. Bu ise kısmete bağlıdır. Talebinde kalâka düşer. Sürat-i zevali itibariyle aklı başında olan onları kalbine alıp kıymet vermez.” Lezzet severliği hedonizm olarak tavsif etmişler, lezzet iptilası ruhsal bozukluk ve obeziteyi getirir.

DÜNYANIN EN ZOR İŞİ  LEZZETLERİ TERK

     Dünyanın en önemli derdi, zenginler yiye yiye ölüyor, fakirler açlıktan. Aklı başında olan lezzetleri takip etmez diyor, ne akıl ölçüsü değil mi?

   Demek lezzet iptilası delilik gibi bir şey. Kalbine almak lezzetleri nasıl etkileyici bir imaj. Kalbine almak. Kelime o kadar büyük ki altında kalır insanın hazlar dünyası.
Her hâl ü kârda lezzetleri terk etmeyi örgütler.

   Herkese geçerli bir reçete.

     “Dünyanın akıbeti ne olursa olsun, lezaizi terk etmek evladır.

   Çünkü akıbetin ya saadettir, saadet ise şu fani lezaizin terkiyle olur.”

   Lezzetlerin arkasından koşar insan. Bir saadet perisi gibi arkasından çeker götürür insanı. Yalancı bir ışıkla aydınlanmış sanır insan kendini bir lezzetin arkasından giderken, ama lezzeti gasp edince yalancı ışığın arkasını yanmış bir kömür birikintisi olarak görür.

   Dünyanın en zor işidir lezzetleri terk etmek. Onun yüzünden kaybettiklerimizi görseydik, onun yüzünden kazandıklarımızı görseydik. İşte büyük insanlar lezzetler ile nasıl kavgalı, adeta en büyük düşmanları görmüşler. “Vahşi şu lokmamı teberrüken ye, Üstadım o zaten bir lokma idi, üçte birini bile yememişsin.” Bize bütün manevi hazları veren bu adamın lezzetler karşısındaki tutumudur. Lezzetler karşısında eriyen kişiliğimiz, lezzetler karşısında dağlar gibi Bediüzzaman.

    “Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?

   Dünyasının akıbetini küfür saikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezaiz evladır. Çünkü o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususi ve mukayyet ademlerden adem-i mutlakın elim elemleri her dakika hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez.” (Mesnevi, 117)

HAKİKAT BİR KÖŞEDE AĞLIYOR

    İdam edilecek adamın sehpası süslenirken, adam mutlu olur mu? Ne örnek ama, ülfet balını almış götürmüş, bu dünya bizim idam sehpamız, süslediğimiz evler ve odalar, vücudumuz sehpanın süsü değil mi? Hakikatlerle aramızdaki mesafe doğruculuk ile yalancılık sınırları. Herkes kendini ne kadar yalancı olduğunu bilir. Zaman zaman kendine “yalancısın yalancı” derse ne zarar eder?

    Hakikatlerle aramıza makam lezzetleri, mide lezzetleri girdi, zavallı hakikat bir köşede ağlıyor. Kim duyar, kim işitir? Yerler sağır, gökler sağır, işin yoksa durma bağır. Allah’a görünmenin hazzını dünya ihtişamının görüntüsü aldı. Çarpılmış çarpıtılmış mutluluk.

   “Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terk etmek evladır.

1 -Dünyanın ömrü kısa olup süratle zeval ve guruba gider. Zevalin elemi ile visalin lezzeti, zeval buluyor.” İki zevalden zevkli olan hangisi? “Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer. Lezzeti nispetinde elemi de vardır.”

     Lezzetleri zehirli bal gibi görmek ne kadar zor iş!

       Emma yasak lezzetlere koştu, sonra da eczanedeki zehire. Onu zehire koşturan yasak lezzetleri idi.   Anna da öyle değil mi?

   Ya Halit Ziya’nın kahramanı, ya Jülyen hep bu lezzet ile aralarındaki mesafeyi ayarlayamamaktan değil mi?

   Ya Hz. Yusuf bir an meyil ile yedi yıl hapis. Her yasak meyle yedi yıl hapis.        Lukas “roman günahtan doğdu” derken doğru söyler.

    Flober, Stendhal, Tolstoy, Halit Ziya, asıl hayatın romanı Kur’an da gizli. Flober de kim? Stendhal nerede? Ama biz o büyük kitabı hapsettik, cicili bicili muhafazalarda, raflarda, cami dolaplarında o da bizi hapsetti çirkef dünyamıza.

SERÇE KUŞU VE İNSAN

    “Seni intizar etmekte ve senin de süratle ona doğru gitmekte olduğun  k  a  b i r   dünyanın zinetli lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzel addedilen şey orada çirkindir.

     Düşmanlar ve haşarat-ı muzırra arasında  bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı muvazenedir. Maahaza  Cenab-ı Hak da bir saatlik lezzeti terk etmeye davet ediyor ki senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyle ise kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel Allah’ın davetine icabet et.

    Fesuphanallah  Cenab-ı Hakkın insanlara fazl ü keremi o kadar büyüktür ki insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. Eğer insan o malı temellük edip Allah’a satmazsa büyük bir belaya düşer. Çünkü o malı uhdesine almış oluyor. Hâlbuki kudreti taahhüde kâfi gelmiyor. Çünkü arkasına alırsa beli kırılır, eliyle tutarsa kaçar tutulmaz. En nihayet meccanen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.” (Mesnevi, 122)

     Muzır haşereler ve düşmanlar arasında alınan lezzet, işte hayat! Kabir sonrası dostlar meclisi, tam ters dönmüş hakikat elimizde. Ya nefsine satacak insan varlığını ya da Allah’a. Birinin karşılığı esef, diğerinin karşılığı lütuf.

Dikkat büyük bir mana geliyor: “Ve keza insanın hayat-ı hayvaniyeden aldığı lezzet bir serçe kuşunun lezzeti kadar değildir. Çünkü insanda hüzün, keder korku var onda yoktur.” (Mesnevi, 214)

    Yorumsuz bir cümle. Her serçeyi gördüğünde hatırlasana!

Ebedi bir lezzeti almayı anlatır:

    “Aklı başında olan insan ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak ihtiyarlık şafağı kulaklarının üstünde tulu etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar ölümün keşif kollarıdır. Maahaza ebedi ömrün önündedir. O ömr-i bakide göreceğin rahat ve  l e z  z  e t   ancak bu fani ömürde say ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-i bakiden haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan.” (Mesnevi, 127)

RUHLARIMIZI İNŞA EDEN KELİMELER

   Çalışmaya ne kadar özendiriyor, ebedi saadet buradaki uhrevi çalışmaya bağlı. İşte sahabe, işte Asr-ı Saadet ve Bediüzzaman! Köprünün altında suyun içinde yaralı yine ders yapar, at sırtında savaşır yine eser yazar. Ölümcül hasta yine eser yazar, Elhüccetü’z-Zehra. Bediüzzaman’dan tembellik dersi alınmaz.

Bizim lezzetlerimizi “gaflet gölgesinde, şek cephesinde” alınan lezzetlere benzetir. Mahiyeti ve sonucu düşünülmeden alınan lezzetler, Cehennemi bir azaba dönüşecektir. Lezzetin yerine ikame edilecek lezzetler neler? Rükû ve sücud ve âyâta tefekkür. (Mesnevi, 143) Bunlar yoksa yahut bunların ciddi örnekleri yoksa dünyevi lezzetlerin akrebinden kurtulmak imkânsız. Seyret, tanı âlemi, seyret nimetleri, ibadete koş. Nimetin cazibesi, ibadetin cazibesine dönüşüyor.

Bediüzzaman, nefsimizi, bizi lezzetlerin kaynağını sevmeye iten sebepleri irdeler. “Ve keza seni nefsini sevmeye sevk eden esbap:

1-      Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.
Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.
İnsana en karib/yakın nefistir diyorsun. Pekâlâ, Fakat o fani lezzetlere mukabil lezaiz-i bakiyeyi veren Halik’ı daha ziyade ubudiyetle sevmek lazım değil midir?

  Nefis vücuda  merkez olduğundan muhabbete layık ise, o vücudu icad eden ve o vücudun Kayyumu olan Halik daha fazla muhabbete ubudiyete müstahak olmaz mı?

   Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu sebeb-i muhabbet olursa bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve  o nefsi yaratan Nafi, Baki ve daha karib olan daha ziyade muhabbete layık değil midir? Binaenaleyh bütün mevcudata inkısam eden muhabbetleri cem ve muhabbetin ile beraber  mahbub-ı hakiki olan Fatır-ı Hakim’e ihda etmek lazımdır.” (Mesnevi, 206)

 Bir kelimeyi tahlil ederken hiç tekrara düşmeyen ve her yönünü mülahaza eden bir yazar. Ruhlarımızı inşa eden kelimeler….

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

İslâm’ı tahrîf çalışmaları ve sinsî plânlar

Helâket ve felâket asrının dehşet ve vahşetini yaşayan Muhammed Ümmetini (s.a.v), urvetü’l-vüska (tutunulacak sağlam kulp) olan Kur’ân’dan koparmaya ve İslâm’ı tahrîb ve tahrîfe çalışan ‘ifsat komiteleri’ günümüzde de iş başındadırlar…

Kökü dışarda bir ‘zındıka komitesi’, Kitab (Kur’ân) ve Sünnetin mufassal (Ayrıntılı ve etraflı olan ifadeler) yerlerini, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâyı mihenk (ölçü) yapmadan Kur’ân ve Hadis’in bazı mücmel (Kısa, öz, muhtasar, sözü az mânâsı çok ifadeler) yerlerine yanlış mânalar verip, onları tahrîfe çalıştıkları gibi; yine o ecnebi komite, o sağlam ipin sarsılmaz bir müdâfii ve imânî bir tefsiri olan ve âhir zamandaki her türlü inkâr, ifsad, dalâlet, bid’at ve irtidat hastalıklarına karşı Kur’ânî prensipler ve Nebevî reçeteler vâsıtasıyla Kur’ân’dan ve Sünnet’den asla tâviz vermeden Ehl-i  Sünnet ve’l Cemaat’in muhakkik âlimlerinin tesbit ettikleri düsturlar çerçevesinde bid’alara karşı isbat ilmini kullanarak en büyük müdafaalardan birini hakkıyla yerine getiren Üstad Bediüzzaman’ın (r.a)  te’lîf ettiği Risale-i Nurlara karşı da aynı yöntem ve kampanya çerçevesinde saldırılarını eksik etmemişlerdir.

Ondaki ‘mücmel ifadeleri’; ‘tafsilî ifadeleri’ dikkate almadan, zaman ve zemin şartlarına dikkat etmeden değerlendirme yanılgısına düşmüş, sathî nazarla değerlendirmelerde bulunarak onu tenkîse cür’et ve yanlış anlaşılmasına sebep olmuşlardır.

O gizli komite, fâsid yorumlarla Müslümanlar arasına fitne sokmuş, hukûk-i İslâmiyye’yi bilmeyen bir kısım Müslümanların da zihinlerini karıştırmışlardır.

Evet, yaklaşık iki yüz elli yıldan beri bütün dünyada dinsizliği, darvinizmi, ilhad ve dalâleti öne çıkarmaya, eğitim kurumları başta olmak üzere kalb ve dimağın şekillendiği, terbiye edildiği aile ve diğer kurum ve kuruluşlarda, çeşitli araç-gereçleriyle işlemeğe devam etmişlerdir.

İslâm’ın nurunu âlemde söndürmek, yükselişini ve hâkimiyetini önlemek için her türlü fitne kaynaklarını seferber etmişlerdir.
Yetmiş yüzlü, yetmiş renkli, yetmiş katlı mahiyetleri ve değişken yapıları sebebiyle; pozisyonlarını, taktiklerini, gerçek yüzlerini ve emellerini gizleme ve el altından iş görme becerilerini göstermiş, yanıltmaya, saptırmaya, şaşırtmaya devam edegelmişlerdir.

Yapılan bu sinsî çalışmaların ve tahrîb/tağyîr/ tahrîfin dört koldan gerçekleştirilebilmesi için:
1.Ulemâü’s-sû’
2.Ümerâü’s-sû’
3.Meşâyihi’s-sû’
4.Mütrafîn diye tabir edilen dört grup kullanılmaktadır.

Bugün televizyon ekranlarında boy gösteren ulemâü’s-sû’, ‘bize dinimizi yanlış öğretmişler. Müslümanlığı yeniden yorumlayacak, topluma yeni bir din anlayışı sunacağız. Hadisler uydurmadır. Kur’ân bize yeterlidir. Bir kısım fıkhî hükümler yeniden yorumlanmalıdır. Bazı hükümlerin zamanı geçmiştir, Tesettür emri Kur’ân’da yoktur…’ gibi yüzlerce ifsad edici iddia ve söylemleri, onların hangi amaçla görevlendirildiklerinin ve hedeflerinin mahiyetini açıkça ortaya koymaktadır.

Aşağıda numarasını vereceğimiz Maide sûresinde geçen “Ekkâlûne li’s-Suhti” cümlesiyle rüşvetle iş görür, dinin emirlerini tahrîf ederek anlatırlar. Rüşvetleri maddî olabilir, şöhret olabilir, makam/mevki, mansıp, koltuk olabilir… İlim öğrenmelerinin altında bu görevleri yerine getirmek de vardır.

Bugün piyasada bunlar tarafından yazılan ve yazdırılan pek çok dinî içerikli kitaplar reklam edilerek satışları sağlanmaktadır.

Irkçılık, bölücülük, cehâlet ve ihtilâfın kol gezdiği ve uzun yıllara dayanan ‘Doğu gerçeği’ ve yaşanılan kaos ve çıkmazlar yumağına bakıldığında, müteşeyyihlerin nasıl bir rol üstlendikleri müdakkik nazarlardan kaçmıyor. Bu plânın formatı, onları da içine alacak tarzda paket olarak tasarlandığı  için, çözümde gecikmeler ve aksamalar  oluyor, bir türlü neticeye varılamıyor.

Misyoner çalışmaları, bu amaçla belli mihraklarda ve dünya merkezlerinde sözde din adamlarına (ulemâ-i sû’) verilen kurslar ve uyum çalışmaları, bilinen gerçeklerden sadece bir kaçıdır.

“Kendisine verilen bol nimetlerle azıp şımaran ileri gelenler, zenginler” sınıfının (mutraflar) hangi rolü üstlendiği; medya guruplarına, yaptıkları yayınlara, programcılarına, uluslar arası arenadaki icraatlarına bakıldığında, misyonlarının ve üstlendikleri görevin anlaşılması hiç de zor olmayacaktır.

“Dünya nimetleri ve şehvânî şeyler hususunda çığırtkanlığa varacak geniş bir bolluğa ve nimete sahip kılınan” bu güruh, Kur’ân-ı Kerim’de “mutraf” kelimesi” ile ifade edilen ve  ilâhî emirleri unutup şirke dalan, milletlere gönderilen peygamberleri inkâr edenlerin öncüleri ve Karun’un temsicileri olarak kullanılmaktadır. Bundan da anlaşıldığı gibi Mutraf, şirk toplumlarında dengesiz sermaye dağılımıyla ortaya çıkan, sermayenin büyük kısmını eline geçiren ve ‘müstaz’afları=zayıf, yoksul ve kimsesizleri, mazlumları’ ezen, kendilerini Allah’tan müstağnî görme hastalığına sürüklenmiş üstünlük psikolojisi içerisinde bulunan bir sınıftır. (1)

Kurtûbî’nin ifadesiyle “Beldenin zenginleri, idarecileri, zorbaları ve şerrin kumandanları”(2)  olarak tarih boyunca rollerini yerine getirmişlerdir.

Mâide sûresi, 41,42,43,44. âyet-i kerimeleri ve diğerleri bu sınıfları deşifre etmekte, günümüze ve kıyâmete kadar uzanan ‘âm=umûmî, kuşatıcı ve câmi mânasıyla’ hitap etmektedir.

Tevrat ve İncil’i de tahrîf eden bu komitedir.
Bu komitenin propagandası ve güya ‘barışcıl’, ‘hümanist’ (!) bir yaklaşımla, kendileri dünyayı kan gölüne çevirirken; “dindeki ahkâmı (emir ve yasaklara dâir hükümleri) kaldırırsak medeni (!) âlemde kendimize daha kolay yer bulur ve kabul ettirebiliriz” diye propaganda yapıyorlar.

Kur’ân’ın tedrîs ve tâliminin yüzelli yıldan beri tam ve mükemmel olarak yerine getirilmesine engel olunuyor. Dini okullardaki din eğitimi sulandırılıyor, İmam-Hatip okullarına bile tahammül gösterilmiyor. Din tahsili yapanlara ‘gerici, yobaz, örümcek kafalı’ yaftası vuruluyor, kamuoyu medya eliyle sürekli yönlendiriliyor.

Tinercilik, ayyaşlık, uyuşturucu tacirliği, sefih yaşantı, kumar, lüpcülük, lopçuluk, hippilik, popçuluk özendirilirken; ahlâk, fazîlet, ibâdet, mescid, cami aleyhtarlığı yapılarak, cumaya giden birkaç öğrencinin ve öğretmenin arkasından jurnalcılık, gammazlık  sahneleri yaşanıyor bu İslâm ülkesinde…

Dünya ile dinin birbirinden ayrı olduğunu, dinin hayatın içinde yer alamayacağını, özelde kalmak kaydıyla sessiz, pasif, tebliğsiz, aksiyonsuz, Sünnetsiz, Hadis’siz, abdestsiz, ibadetsiz, hayata karışmayan bir Müslüman tipi oluşturma çabaları bu çevrelerce programlı bir tarzda sürdürülmektedir.

Yeni bir Milâdî yıla girmek üzere olduğumuz şu günlerde Noel baba ve yortu saçmalıklarıyla nesiller dejenere edilmekte, inançlarından koparılmak istenmektedir.

Haftalar öncesinden okullarda ve sınıflarda başlayan milâdî yılbaşı hazırlıkları, sınıf annelerinin ve öğretmenlerin öğrencilerden çam süsleme ve Hıristiyan adetlerini yaşatma çabalarına dur diyecek bir otorite ve güçlü bir sadâ ne zaman çıkacak?

Genç beyinler, başıboş bir vaziyette amaç/hedef/gaye yoksunu olarak bir belirsizliğe sürülenmekte…

Bu boşluktan, ortaya yalancı şakirtlik, yalancı velilik, yalancı kutupluk, yalancı mehdîlik, yalancı şeyhlik, yalancı ilim adamlığı, yalancı amirlik, yalancı ağabeylik gibi defolu markalar yayılma istitadı göstermekte… İşte  ‘Süfyâniyet’in kolları ve payandaları bunlardır.

Amaçları şeâiri (İslâm’ın sembollerini, alâmet ve belirtilerini) ortadan kaldırmaktır. Biliyorlar ki, bunlar ortadan kalkarsa, din adına bir şey kalmaz, yıkılır.
Ezân-ı Muhammedî şiardır ve bir sünnettir. Ama bir beldenin, milletin ve ülkenin temel nişânesi, inanç sembolü, İslâm’ın sesli bir dâvetidir. On sekiz yıl bu yüce çağrıdan bu milletin minarelerinden ve  semasından mahrum bırakan işte bu ‘menhûs ruh’ tur.

Eğitimden dinin soyutlanması, kadının yuvasından, huzur ve mutluluğundan uzaklaştırılması bu habis el marifetiyle gerçekleştirilmiştir.

Üstad Bediüzzaman’ın uyarılarını aslâ unutmayalım: “Dikkat ediniz, küfr-i mulakı müdâfaa eden gizli komite, içinize parmak sokmasın.”(3)  

Kur’ân sağ elimizde, Hadis (sünnet-i seniyye) sol elimizde ve Risale-i Nurlar önümüzde bize ışık tutsun inşâallah…

Çalışmak… Durmadan ihlâs, şevk ve iştiyak ile Sünnet’in ihyâsı, Kur’ân’ın hâkimiyeti için hizmet ve cehd… Muvaffak kılmak Cenâb-ı Hakk’a aittir.

Ne mutlu zahmette Rahmeti arayanlara, Kur’ân caddesinde yürüyenlere, büyük müçtehidleri, muhakkık âlimleri tâkip edenlere ve ne mutlu mukaddes çilenin bahtiyar yolcularına!..

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1-      Bkz.K.K,es-Sebe, 34/34-35; Hud, 11/116

2-      Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kurân, Dımaşk 1374, XIV, 305

3-      Bedîüzzaman Said Nursî, Şuâlar, 13.şuâ

Kışın soğuğunda, baharın tebessümü saklıdır

Bir zamanlar, camı kırık, penceresi açık, kışın soğuk günlerinde hücresinde ölüme terk edilen pîr-i fâni bir İslâm mütefekkirinin, bir peygamber vârisinin arkasında saf tutmuş, dâvâsına gönül bağlamış milyonları, o günün şartları ve ortamı dahilinde, “ben acele ettim kışta geldim, siz cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz” hakikatına vâkıf O bahtiyar insandan başka kim tahmin edebilirdi?

Evet, bir zorluğun arkasında iki kolaylığı müjdeleyen Zât-ı Akdes’in va’di elbette gerçekleşecekti.

Rahmet-i İlâhiyyenin izi, tozu ve yüzü görülecekti.

Kışın şiddetli soğuğu altında, bahar ve yaz mevsiminin bitki ve çiçeklerinin tebessümü saklıdır.

Atmacanın serçe kuşuna musallat edilmesi, o küçük ve zayıf kuşun kabiliyet ve reflekslerinin gelişmesi adına pek çok maslahata ve güzel sonuçlara vesiledir.

Bedîüzzaman Hazretleri “savletli bid’alar” dan bahsetmiş.

İslâm toplumu arasında yaygınlaştırılmak istenen ve ecnebî gizli zındıka komitesi tarafından ortaya atılan ve bir takım ulemâi’s-sû’ tarafından destek gören mânevî marazlar, hastalıklar, bid’at ve hurâfeler, bünyede derin yaralar açmış, ta’mir ve islâhına çalışan İslâm âlimleri ve hassetsen asrın müceddidi Bedîüzzaman Said Nursî (r.a) büyük sıkıntı, sürgün, hapis, baskı ve işkencelere ma’rûz bırakılmıştır.

Kahhâr-ı Zülcelâl, âlemi çalkalandırırken, imân ehlinin sıkıntılara/eza ve cefalara mârûz kalması da imtihan sırrının bir gereği olsa gerek. Bu cüz’î arızalarla birlikte hıfz-ı İlâhî, istikamet dairesinde dîn-i mübîn-i İslâm’a hizmet eden ehl-i imân hakkında devam eder.

Kur’ânı indiren Allah Teâlâ olduğu gibi, O’nu ve O’nun talebelerini muhâfaza edecek olan da O’dur.

Hiçbir güç Kur’ân hizmetine mâni olamaz. Geçici bir kısım arızalar olabilir, ama İlâhî nûr asla sönmez ve söndürülemez.

Üstad Nursî şöyle bir müjde vermektedir: “Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihâd-ı ma’nevînizden vaz geçirmek için size hücûm etseler; onlara deyiniz: ‘Biz hizbü’l-Kur’ânız. (İnnâ nahnu nezzelnezzikre ve innâ lehû lehâfizûn= Kur’ânı biz indirdik, Onu koruyacak olan da biziz-Hicr sûresi, 9) sırrıyla Kur’ânın kal’asındayız…”(Mektûbât, 29. Mektup, 6. Kısım, 2. Desise)

Bu müjdeye layık ve mazhar olabilmek için; Kitap ve Sünnete sarılmak, Sünnet-i Nebeviyyeyi ihyâ edip bid’alardan uzak durmak gerek.
Hak ve hakîkatı kabul edip ona göre davranalım. Hak ve hakîkatın ölçüsü, edile-i şer’iyyedir. O da; Kur’ân, Hadîs, icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır.

İçi bid’atla doldurulmuş, hevâ ve hevesi kamçılayan, şirk ve sanemperestlik üzerine müzikal enstürümanlarla bezenmiş papaların uydurdukları muharref bir dinin kokuşmuş görüntüsüne insanımızı feda etmeden, müçtehid imamların/asfiyânın/evliyanın istikametli yolundan tâviz vermeden yolumuza devam edelim.

Bid’atlardan, günahlardan, şerirlerin şerrinden, Kur’ân, Hadîs ve onların mânevî tefsiri olan Risale-i Nurları tahrif etmek isteyen, hevâ ve hevesine göre değerlendiren/yorumlayan/anlayan/anlatan/gösteren/tanıtan bir takım gafil ve art niyetli odakların şerrinden rahmet-i İlâhiyyeye sığınalım.

İstikametimizi ve siperimizi terk etmeyelim. Celâl ve kahhâr bir el, bütün âlemi ve özellikle İslâm coğrafyasını çalkalandırırken, en fazla tokatı, istikametsiz, değerlerini koruyamamış, dinin aslına ve özüne sahip çıkamamış, Kur’ân ve Hadîs haricinde bir kısım arayışlara girmesi konusunda aldatılmış olan ehl-i imâna vuruyor. Sezilen bu celalli ele karşı tevbe/istiğfar/istikametle yeniden Kur’ân etrafında birleşerek tefrikaya düşmeden/düşürmeden/düşürülmeden özürle mukabele edelim.

Mülkün sahibi Allah’dır (c.c). O Mâlikü’l-Mülk, Ebû Hanifeyi, Seyyid Kutub’u, Bedîüzzaman’ı, İskilipli Atıf’ı ve daha nice iman erlerini/mücahidlerini hapse ve zindana atar, zâlimleri tahta oturtur. Bu işlerin/hikmetlerin aklen açıklanması mümkün mü?
Ehl-i imânın imtihanı zorlu ve meşakkatlidir. Ehl-i dalâletin ehl-i hidâyete üstün gelmesi geçici/muvakkattır. Eninde sonunda galebe/başarı/zafer ehl-i hidâyetin olacaktır.(bkz. A’râf, 182-183; Kalem, 44,45)

Gerçi son asırda yaşanan kırılmalar, yozlaşma ve dejenarasyonlar, hiçbir devirde yaşanmadı.

Müslümanların kafası karıştırıldı. Dinin tamamen tağyîr ve tahrîbe mârûz kalması adına yapılan sinsi çalışmalar, alınan sonuçlar, İslâm toplumlarını tereddüt ve şüpheye düşürdü. Kafalar karıştı. Melek’le şeytan birbirine karıştırıldı. Süfyanizmin dehşetli eli her tarafa, her yaştan ve meslekten zihinlere kadar ulaştı. İlmî, amelî, edebî sâhâlar bu kara propagandanın tesiri altına girdi. İmân ve Kur’ân nuruyla bakamayanlar kör oldu, sağır oldu, dilsiz oldu.

Ama şükürler olsun ki, sisler dağılmaya başlamış, kara bulutlar semâmızı terk etmeye yüz tutmuş, akıllar ferâseti yakalamış, iz’an ve idraklar yeniden rotasına oturmaya başlamıştır biiznillah…

Suskunluğun, sinmişliğin/sindirilmişliğin, baskının hâkim olduğu İslâm coğrafyasının her karesinde, sayıca az da olsa Kur’ânî sadâ ile ses verenler, izzetle ölümü zilletle mevte tercih edenler çıkmış, âlem-i İslâm’ın umudu, sesi, soluğu ve tercümanı olmuşlar. Kur’âna dellallık yapmış, Hak ve hakîkatı haykırmaktan asla geri durmamışlar.

Kırılan ümitler yeniden yeşermiş, eğilen başlar vakarla doğrulmuş, gönüller ümit, şevk ve cesâretle yoğrulmuştur.

Allah’ım! Va’dettiğin fütûhât-ı İslâmiyyeyi, neşr-i envârı Kur’âniyeyi ve şeâir-i İslâmiyyenin dalga dalga ihyâsını tez zamanda müşâhedâtla bizlere müjdeni müyesser kıl ve göster. Âmîn…

İsmail Aksoy

Ebu Zer ve Bediüzzaman Said Nursi, Hakperestliğin İki Büyük Kalesi

Ebu Zer, bir peygamber çıktığını duyar merakının sevkiyle Mekke’ye koşar. Hiçbir aramanın zevki, heyecanı hakkı aramak kadar etkileyici değildir.

ALLAH RESULÜ İLE BULUŞMA

Koşan elbet varır, düşen kalkar
karataştan su damla damla akar
Arayan hakkı en sonunda bulur

Kureyş’in arasında bir garip gibi dolaştı, onun ile ilgili konuşmalara heyecanla kulak kabarttı. O’nu aradığını bilselerdi öldürürlerdi, çünkü Hak çok mahdut bir insan tarafından biliniyordu. Dinlediklerinden O’nu buldu, “Işığın şemse lüzumu derecesinde peygamber Allah için gereklidir” diyen Bediüzzaman’ın ezeli tespiti mucibince Nebiler Nebisini tek başına buldu “Sabahın hayırlı olsun ey Arap kardeş dedi” Yüreği göğüs kafesini top gibi dövüyordu, karşısında çok farklı bir insan, çok farklı bir duruş vardı. Yüreğini bedenini, havfı, haşyeti, azameti sardı. O, “Selam üzerine olsun ey Kardeş “ dedi. Bir peygamber ve bir ümmet değil sıradan iki insan gibi girdiler konuya. Ebu Zer, “Söylediklerinden bir iki şiir oku” dedi. O, “O şiir değil ki sana terennüm edeyim. O Kur’an-ı Kerim’dir” diye buyurdu. Resulullah’ın fem-i mübareğinden çıkan ayetler, susuzluktun çatlamış toprağa düşen yağmur taneleri idi,kasavet kaplamış kalbi silen bir ışıktı. Hakk’ı, hak cümleleri, ayetleri duyan Ebu Zer, hemen fetret asrının karanlıklarından bir yıldırım hızıyla geçip haykırdı” Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yok! Ve yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir” dedi. Hiçbir şey hidayet ile buluşmaktan daha zevkli değildir.

EN ÇOK DİKKAT EDİLECEK NOKTALAR

En tehlikeli iş hidayeti kıymetsiz bir meta gibi taşımak,
ne taşıdığını bilmemek,
ezan sesinden irkilmemek,
ayet sesine kulağı kapalı yaklaşmak,
evrenin güzelliği ile güzeller güzeli arasında irtibat kuramamak,
kendisi için hazırlanan bu evi sahibinden habersiz kullanmak,
sahibini düşünmemek.

Bunlar hidayetin kıymetini bilmemektir.

ALLAH’IN RAHMET VE HİDAYETİNİ ARAMA

Resulullah sordu (ASM) “Ey Arap kardeş kimlerdensin?” Muhatab “Gıfar’danım” diye cevap verdi. Güzeller güzelini yüzünde acı bir tebessüm oluştu, dehşet ve hayret içindeydi. Çünkü Gıfar kabilesi Mekke’nin haramileriydi, herkes onların korkusu ile yaşardı. Adları korku ile eşdeğerdi. Âleme güzellikleri tarif etmek, yaşamak, görmek ve göstermek, âlem kitabını açıklamak için gelen Hazreti Nebi( ASM) “hidayet Allah’ın elindedir, kim ona koşarsa onun olur” dedi. Güneşin pervanesi olan beşinci şahıs oldu Ebu Zer. Âlemin esrarını, insanların simyasını bilen Peygamber-i ali şan, muhatabının mizacına göre konuştu. “Şimdilik kavmine dön, bilahare emrim sana ulaşır” buyurdular.

Ebu Zer, “Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki Mescid-i Haram ‘da Müslüman olduğumu açıklamadıkça kavmime dönmem” Mescid-i Haram’a var gücüyle dalıyor. “Allah bir, Muhammed O’nun Resulüdür” diye haykırıyor. Bu ses Mekke’de sahibi olmayan bir garibin sesi idi, kulaklarına yıldırım çarpmıştı Kureyş’in, dövdüler bayıltıncaya kadar. Resulullah, koştu ama ellerinden alamadı. Bir çere düşündü ve buyurdu

“Ey Kureyş bu adam Gıfar’dandır, siz tüccarsınız kervanlarınız yolu o bölgeden geçer, duyarlarsa malınızı mülkünüzü talan ederler.” Bunun üzerine vazgeçtiler, zulmün sahipleri.

Ebu Zer vazgeçmez, putlara tapan iki kadının putları ile alay eder, kadınlar bağırır, tekrar Ebu Zer feci şekilde dövülür. Olaylar artınca Peygamberimiz ona “Dini açıkça yayma vakti gelinceye kadar kavmine dön.”

Ebu Zer, kavmine döndü, kavmini ve başka bir kavmi İslama çağırdı ve başardı.

HAKKI TUTUP KALDIRMAK

Bediüzzaman da bir hakperestti. Ebu Zer de her ikisi de Hak’dan sapmaların karşısına çıktılar, güçleri yettiğince engellemeye çalıştılar. Bediüzzaman kendini idrak ettiğinde Hak ve Hakikat ayaklar altında idi, o da Akif gibi;

Çiğnerim çiğnenirim Hakk’ı tutar kaldırırım dedi.

Hakikati Hakk’ı ayaklar altına alanların fasid felsefelerini ayaklar altına aldı, Hakk’ı yukarı kaldırdı. Hakikate karşı olan küfürdü, inkârdı, gafletti, dalaletti, ihanetti, din-sizlikdi, o yaptığı işle;

Küfrün bel kemiğini kırdım

diyordu. Bir davranışın karşısında değil, bütün olumsuz davranışlardaki sapmanın kaynağını düzeltmeye yerden kaldırmaya çalıştı. Bütün davranışların kaynağı olan altı imani rüknü güçlendirdi. Allah ile insanlar arasındaki irtibatı temin eden altı erkânı güçlendirerek hak ile halk arasındaki küfür ve inkâr dağlarını eritti, hidayet güneşini doğurdu. Bu tarihte rastlanmamış bir hakperestlik savaşı idi.

BİLİM VE GÖZLEM İLE HAKKI BULMA

Ebu Zer, Peygamberinin, o nurlu arkadaşının davranışından kopan tutumlarla mücadele etti. Çünkü samimi insanlar sapmalardan ötürü kötü durumlara, ezilmeye itilmeye doğru gidiyordu, onları ve Resul’ün davranış miyarını korumaya çalıştı. Onun yüzünde doğru dosdoğru yine orta yerde duruyordu.

Bediüzzaman, Hakkı asrın anlayışına uygun şekilde izah etme lüzumunu hissetti ve hak ve hakikat mücadelesini onun üzerine kurdu. Çünkü İslam batıdaki laboratuara dayalı ilimlerin gelişmesiyle, kitaplı dinlerin itikadı köhnemiş telakki edildi, hak yere düşmekle yüz yüze kaldı. Namık Kemal’in deyişi ile “lemsi ve müşahedesi nakabil” şeyler yok sayılmaya başladı. Bediüzzaman hak ve hakikati, bilimlerin ve gözlemlerin desteği ile herkes tarafından anlaşılır duruma getirdi.

Onun Hakk’ı ve hakikati savunma mücadelesinde hakperestlik davasında iki büyük silahı vardı, gözlem ve ilim. Onun eleştirisi hakkı ve hakikati yeniden yorumlamaktı.

ÖZÜ, SÖZÜ, KALBİ, DİLİ DOĞRU

Resulullah, Medine’ye göçünce, Ebu Zer bir gün Gıfar ve Eslem kabileleri ile birlikte şehre girdi, sevgilinin mescidine gittiler. Fem-i mübareğinden şu dua nebean etti “Gıfar, Allah sizi mağfiret etsin bağışlasın, Eslem Allah sizi kurtulmuş, salim yapsın.” Aynı hakikattan başka bir şeyi telaffuz etmemiş olan ağızdan Ebu Zer’e “Yeryüzü Ebu Zer’den daha doğru bir kimseyi barındırmamış, gölgelendirmemiştir.” Cesaret ve doğruluk, Ebu Zer’in mayasıydı, özüydü, cevheriydi. Özü doğru, sözü doğru, kalbi doğru, dili doğru. Ne başkasını aldatmış, ne de aldatmaya izin verecekti.

Bir gün Resulullah ona şu soruyu sordu;

“Ebu Zer, kendilerine ganimetten pay ayıran bir takım valilerle karşılaşırsan ne yaparsın ?”

Ebu Zer “Seni Hak olarak gönderene yemin olsun ki o zaman kılıcımla onları öldürürüm” dedi.

Resulullah(ASM) “Sana bundan daha hayırlısını söyleyeyim ki? Benimle buluşuncaya (ölünceye) kadar sabret”

ZENGİNLİK VE SERVETİN CAZİBESİ

Hz Ebubekir ve Ömer devirlerinde eleştirecek haksızlık görmedi. Fakat fetihler son haddini bulmuş, mala mülke rağbet artmıştı. İslam dünyası zenginleşmişti. Baş döndürücü cazibe ve saptırıcı hoşluğu, dünyanın ahiretin tarlası olması anlayışı insanlara cihadı unutturabilirdi. O servet biriktirenleri görüyor onlara sorumluluklarını hatırlatıyordu. Ama Resulullah’a verdiği söz gereği kılıcına sarılmıyordu. Ona “Gökte ve yerde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” demişti Allah Resulü.

O baskı ve servet kalelerine karşı çıktı. Onları eleştirdi. Ne zaman bir stoklanmış mal, baskıcı bir idare veya dünya sevgisine yönelme görse, bu sözlerini bayrak gibi açıyor, onlarla mücadele ediyordu.

HAKKI EZMEDEN BÜKMEDEN UYGULAYANLAR

İslam tarihinde yozlaşma yorumda başladı, birileri tavizden yana diğerleri tavizsizdi. Muaviye hazretleri ve çevresindekiler tavizden yanaydılar, çünkü mizaçlar hakkı tamamıyla kabul edecek safiyetini kaybetmişti.

Hz Ali ve taraftarları ise tavize yanaşmadılar, bu yüzden taviz ve duruma göre esnek davrananlar kazandılar. Hakkı ezmeden bükmeden düşünenler ve uygulayanlar gerilediler. Gıfar bunların yanındaydı, ama hakkın sürekli kulaklarında sedasının duyulmasından rahatsız oldu insanlar o da yalnızlık içinde yaşadı. Ama meşrebinden taviz vermedi.

HAKİKATİ YENİDEN İZAH ETMEK

Bediüzzaman’ın mücadelesi de buna benzer. Mesele yorumda değil hakikati izah etmekteydi. Hakikat yeni bir izaha muhtaçtı yoksa ezilmiş ve pörsümüştü. Skolâstik vadisinde kalan hakikatin yerini daha canlı ve seküler olan ilim ve şüphe almıştı. Bediüzzaman hakikatin önüne yığılan bu sedleri onu yeniden gözlem ve ilim ile izah ederek açtı ve hakikat güneşini gösterdi.

Bütün İslam dünyası uleması bir yana Bediüzzaman bir yana, İslam ve batı dünyasının maruz kaldığı yıkımı tek başına yeniden inşa etti.

Sadece İslam dünyasını değil kitaplı dinlerin dünyasını da yeniden imar etti. Bu tarihte görülmemiş bir tecdit ve imar hareketiydi. Bu yüzden Bediüzzaman’ın hakperestliği mevzi ve vakalar üzerine kurulmamış evrensel ve globaldi. Bugün eserlerinin din ve mezhep, ırk fark etmeksizin bütün dünyada yayılması, ilgi görmesi bu yüzdendi.

GELİR DENGESİZLİĞİ FİTNEYİ KIŞKIRTIYOR

En ciddi mücadelesi Muaviye Hazretlerine karşı oldu. O birçok İslam beldesine hükmediyor, insanlara hesapsız derecede mal dağıtıyordu. Şam’da birçok konut ve debdebeli saray vardı. Bu gelir dengesizliği fitneyi kışkırtıyordu. Fakir ve muhtaç insanlara dayanak noktası idi. Resulün en yakın arkadaşı ona izin verse fakirler o sarayları dağıtırdı. O zor anlarda hep sözü kılıca tercih etti, eleştirmenin ötesine gitmedi.

Şam’da Hz Muaviye ile karşılaştı, ona cesurca, eğilip bükülmeden, vali olmadan önceki serveti ile şimdiki servetini sordu, Mekke’deki evi ile Şam’daki sarayının arasındaki farkı soruyordu.

Ona ve çevresindeki debdebelilere “Allah Resulü’ne inen Kur’an’ın muhatapları sizler değil misiniz?” ve onlar adına cevap verdi. “Evet, Kur’an size hitaben indi. Ve siz onu Allah Resulü ile beraber müşahede ettiniz. Altın ve gümüşlerini hak yoluna sarf etmeyip biriktirenler için ayeti tekrarladı” Kıyamet günü o biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri cehennem ateşinde kızdırılacak da bu mal toplayanların alınları yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara şöyle denecektir. “İşte bu nefisleriniz için kasalara tıkıp sakladıklarınız. Artık topladıklarınızın acısını tadın bakalım.” (Tevbe 35)

DÜNYA MALI BİR EMANETTİR

Hz Muaviye ve yanındakilere ellerinde bulunan malları, saray ve konakları, ihtiyaçları miktarı hariç bir an evvel ellerinden çıkarmaları yolunda nasihatte bulundu. Hz Muaviye Hz Osman’a mektup yazıp, durumu anlattı. Hz Osman onu Medine’ye çağırdı. Hz Osman da onun uzakta tutulmasını istedi, Rebeze denilen mevkiye çekildi.

Halifeye karşı isyan bayrağı çekmek isteyenlere “Allah’a yeminler olsun ki şayet Osman beni en yüksek bir ağaca veya dağa asmak istese gene onun sözünü dinler, ona itaat eder, sabreder ve hüsnüniyet besler ve bütün bunların benim için hayırlı olduğunu düşünürüm.”

O hadisleri hatırlattı insanlara “ Dünya malı bir emanettir. Kıyamet günü bir utançtır, pişmanlıktır. Ancak ondan hakkı olanı alan ve verilmesi gerekeni veren kurtulur.”

Ebu Hureyre’yi bile servetinden dolayı eleştiriyordu.

Hayatı boyunca Allah Resulü ve ilk iki halifesinin sancağını taşıdı.

Kendisine Irak valiliği teklif edilince “Dünyayı üzerime asla salmayın” diyordu. Arkadaşı onun üzerinde eski bir elbise gördü ve “Bundan başka elbisen yok mu? Birkaç gün önce yanında iki yeni elbise görmüştüm “deyince, Ebu Zer “Ey kardeşimin oğlu O iki elbiseyi benden daha muhtaç birine verdim” diye cevap verdi. Arkadaşı Vallahi sen o iki elbiseye daha muhtaçsın” dedi. Ebu Zer bunun üzerine “Allah’ım bağışla! Arkadaşım sen dünyayı gözünde çok büyütüyorsun. Görmüyor musun üzerimde bir gömlek var. Ayrıca Cuma namazı için başka bir tane daha var. Sütünü sağdığım bir keçim, binebildiğim bir eşeğim var. Şu içinde bulunduğumuz halden daha üstünü var mı” diye cevap verdi.

Bediüzzaman Gıfari gibi yaşadı.

Bir avuç yemekle, bir çeyrek ekmekle günlerce idare etti. Sırtındaki cübbesinin asli parçası belli değildi, hayatında sıradan dahi sayılamayacak bir sadelik vardı. “Ben kalbime başka şeyler koymamışım” dedi ve öyle yaşadı. Onun kalbinde ibadeti ve davasından başka şey yoktu. Kimseden bir şey talep etmeden yaşadı.

Ölenlerin bir kabri, bir mülkiyeti onlara ait bir taş ile bir dikdörtgen toprak parçası mülkiyeti varken onun böyle kendinden sonra ona ait bir mülkiyeti de olmadı. Ona kabri de çok gördüler.

Ama o kalblerdeki yerini korudu ve kalbler üzerindeki hâkimiyeti her gün artmakta, dünyada mülkiyet sevdalısı olanlar, kalplerde mülkiyet edinemezler. Menfaati için başkalarına tahakküm edenler, Malik ül Mülkten bir şey elde edemezler.

Nasıl büyük peygamber ölünce zırhı rehinli ise Bediüzzaman öldüğünde de mülkiyet namına kayda değer bir şeyi yoktu. Ama “her kim kendini Allah’a mal ederse bütün eşya onun lehinde olur” sözünce bütün eşya onun lehinde idi. Bütün makul düşünen insanlar da.

PEYGAMBERİMİZİN EBU ZERE TAVSİYELERİ

O Peygamberimizden yedi şeyi almış ve uyguluyordu.
Miskinleri ve onlardan düşkün olanları sevmemi
Kendimden daha düşüklere bakıp, daha iyi durumda olanlara imrenmememi.
Kimseden bir şey istemememi.
Akraba ile ilişkimi sürdürmemi.
Acı da olsa hakikati söylememi.
Allah yolunda kınayıcının kınamasından çekinmememi.
Lahavle vela kuvvete illa billâh, sözünü çok söylememi.

Otoritenin sömürü aracı olarak kullanılmasına ve stoklamaya karşı çıkarak yaşadı. Çölde yanında bir uşak ve eşi bulunduğu halde öldü. Ona kefen olacak kadar bir bez bile yoktu.

İbn-i Mesut oradan geçiyordu, gördü Ebu Zer’i tanıdı. Ölünün yanına oturup ağladı ve Resulullah’ın onun hakkındaki cümleyi tekrar etti.” Ebu Zer’e Allah rahmet etsin

Tek başına yürür..
Tek başına ölür…
Tek başına diriltilir…

O ulaşılamayacak bir yükseklikte öteye gitti. Bizler ibret alalım diye böyle bir karakter Peygamberimizin övgüleriyle yaşadı ve gitti. Acaba onun gibiler kaldı mı ?

BÜYÜK ADAMLAR VE BÜYÜK ÜMİTLER

Bediüzzaman bütün ömrünce her olayda, hakikati söyledi. Nasıl iman esaslarını, Esma yı Hüsna’yı, eşya ve nesneleri, olayları, tarihi, Allah’ın kudretindeki tabiatı hakka ve hakikate göre izah ederek en mükemmel metin örnekleri ortaya çıkardıysa, yaşadığı dönemlerdeki bütün devlet adamlarına, ricale karşı hakikati söylemekten geri durmadı, hiç arkasına bakmadı. Birine dayanmadı, Allah’a dayandı, gariptir hiçbir zaman yenilgiyi tatmadı. En mağlub göründüğü anlarda bile büyük bir galibiyetin temelini attı ve onun üzerine dünyasını ve davasını inşa etti. Çünkü büyük adamlar büyük ümitsizlik anlarında büyük ümitleri inşa ederler, o da böyle bir insandı.

İstanbul, Ankara, Van, Isparta hayatındaki bütün kırılmalardan yeni bir felsefe ile çıktı ve kendini ve davasını yeni bir yapı ve boyutta ortaya koydu.

Her üç insan Peygamberimiz, Ebu Zer ve Bediüzzaman bir hakikatin peşinde onu korumak için hakperestane yaşadılar.

Prof. Dr. Himmet Uç

Vücûd Mertebeleri

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri 24. Mektupta vücûd mertebelerine karşılık insanın şükürle mükellef olduğunu ifade eder.

Bütün varlık âlemi kendi dilleriyle şükür vazifesini yerine getirirken, insanın şükür görevinde ağır ve tembel olduğu vurgulanmaktadır.

Benim kullarımdan şükreden azdır”(1) âyeti de bu hakikati ifade eder.

Onun içindir ki Hz. Ömer (r.a): “Azlardan olalım” demiş. Yani şakirlerden (şükredenlerden, İlâhî nimetlere karşı teşekkür görevini yapanlardan) olalım.

24.Mektup, 1. Remizde geçen “Vücûd mertebeleri” ni beş vücûd mertebesi şeklinde şöyle sıralayabiliriz:

1) Camidiyyet mertebesi
2) Nebâtiyyet mertebesi
3) Hayvâniyyet mertebesi
4) İnsâniyyet mertebesi
5) İmân mertebesi

Bediüzzaman bunu şöyle ifade etmiştir: “İnsanın vücûdunda birkaç dâire vardır. Çünkü hem nebâtîdir, hem hayvânîdir, hem insânîdir, hem imânî.”(2)

1- Câmidiyyet mertebesi: İnsan, her varlık gibi, unsurlardan, elementlerden ve madenlerden teşekkül etmiştir. Âlemde ne varsa, insanda da vardır.

Mülkün sahibi insanı bu mertebede bırakmayıp, bir üst mertebe olan nebatiyet mertebesini de vermiştir.

2- Nebâtiyyet mertebesi: Câmidiyyet mertebesi yanında insana bir de nebatiyyet mertebesi verilmiştir. Şerhu’l Mevâkıf adlı eserin ifadesine göre “sekiz”, Ma’rifetnâmenin izahına göre ise “dokuz” kuvveden oluşmuştur. Her bitkide var olan bu dokuz kuvve, aynı zamanda her insanın bedeninde de işlemektedir. (Kuvve-i câzibe, (faydalı gıdaları cismin batınına cezb eder), kuvve-i mâsike (gıdaları batında depolar), kuvve-i hâdıme (bedene giren gıdaları hazmederek, dört süzgeçten geçirip posa ve fuzuli maddelerden arındırır), kuvve-i mümeyyize (midede katı ve sulu maddeleri birbirinden ayırır), kuvve-i dâfia (vücuda yaramayan ve yeterli miktarın dışındaki fazla gıdaları mu’tad yol ve menfezlerden dışarı atar), kuvve-i müvellide (bedenin damarlarında belli aşamalardan geçerek gıdaların latîf kısmını ayırıp, bitkilerde tohum, hayvanlarda nutfenin imalini sağlar, erkekte meniyi tevlid ederek, her uzva uygun bir mizaç alıncaya kadar mezc eder), kuvve-i musavvire (atar damarlarda açıkça görülen bu kuvve, tasarruf yoluyla uzuvların işlerini görüp hıfz ederek cisimle uyumlu hale getirir), kuvve-i gaziye (bedenin tüm organlarında işler, bütün fuzuli maddeleri arındırarak, görevli olduğu organda işe başlamaya hazır konuma getirir), kuvve-i nâmiye (cisimle fıtrî bir uygunluk sağlayarak tüm bedenin büyümesi işlemini sağlar v.s…)

3- Hayvâniyyet mertebesi: Diğer mertebelerle birlikte yerini alır. Bu mertebede kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyye ile birlikte on havas (beş zahiri duygu, beş batınî duygu) bulunmaktadır.
Zahirî duygular: İşitme, görme, koku alma, tat alma, dokunma duyuları

Beş bâtınî duyu ise;
a. Kuvve-i hissi müşterek: Eşyanın (objelerin) sûretini alır.
b. Kuvve-i hayal: Alınan sûretleri muhafaza eder.
c. Kuvve-i vâhime: O sûretlerin manalarını anlar.
d. Kuvve-i hâfıza: O mânaları muhafaza eder.
e. Kuvve-i mütefekkire (mutasarrıfa): Alınan sûretler ile mânalar arasındaki uygunluğu denetleyerek kontrol eder.

4- İnsaniyet mertebesi: Yukarıda saydığımız kuvvelerin yanı sıra bir de insânî hayat mertebesi vardır. Bu mertebe de üç kuvveden teşekkül etmektedir:

* Kabiliyyet-i nutuk (konuşma yeteneği)
* Akl-ı nazarî (fıtrî düşünme)
* Akl-ı tecrübî veya akl-ı amelî (tatbikî/eyleme dönüşen düşünce)
Bu mertebeleri kendisine bahşeden mülkün Yaratıcısına şükür gerekir.

5- İmân mertebesi: İnsanın vücûdunda câmidiyyet, nebâtiyyet, hayvâniyyet ve insâniyyet mertebelerinin yanında imân mertebesi de zirve bir mertebedir ve imân ehline mahsusutur.

Bunlar da; toprak, su, hava, hararet/nur unsurlarıyla birlikte on tanedir:

* Kalp
* Ruh
* Sır
* Hafî
* Ahfâ
* Nefis

Cenâb-ı Hak, imânî hayat mertebesini bahşetmekle insana en büyük ikram ve ihsanda bulunmuştur.
Bu kadar nimet ve lutuflara mazhar olan insanın şikâyete, verilenlere itiraza ve beğenmemeye hakkı yoktur. Neden ve niçin’ler kaderi tenkîd ve nimetleri itham anlamı taşımaktadır.

Mülk sahibi Allah’tır. O, mülkünde istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Onun tasarrufuna, takdir ve tayinine itiraz edilmez. Hiç yoktan varlık âlemine getiren, en güzel mertebelere ulaştıran, en mükemmel tarzda donatan, yokluk derelerinde bırakmayan Rahîm, Hakîm, Vedûd bir Rabbimiz var.

İnsanı bir model yapmış, tavırdan tavıra, halden hale, şekilden şekile dönüştürerek/değiştirerek esmâsının tecellilerini/yansımalarını gösteriyor.

Sahip olduklarımızı şükürle karşılayıp, bir hikmete/maslahata binâen verilmeyenleri de dua ve niyazla Allah’tan istemek, O’na gerçek mânada kul olmak, şükür/hamd/niyaz/iltica/acz/fakr ile dergâh-ı Ulûhiyyetine sığınmaktan başka çaremiz yoktur ve kulluğumuzun gereği de budur zaten.
Elhamdülillah hâzâ min fadli Rabbî.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1- Sebe’ Sûresi, 13
2- Mesnevî-i Nûriye, 10. Risale