Kategori arşivi: Tarih

Yavuz Sultân Selim ve Alevî Katliamı İddiaları

Osmanlı Padişahları Müslümandırlar ve kendi idare ettikleri devlette de İslâm Hukukunu tatbik etmişlerdir. İslâm Hukukunda ise, kâfirlerle yapılan savaşlarda dahi katliam yani soykırım yapmak haramdır. Zira Hz. Peygamber, savaş halinde dahi, çocuklar, kadınlar, din adamları ve yaşlılar gibi yedi grup insanı katletmenin caiz olmadığını bütün komutanlarına tâlimat olarak vermiştir. Mü’eyyed min indillah denecek kadar maneviyâtı yüksek olan Yavuz’un dinin yasakladığı katliamı ve hem de Müslümanım diyen bir gruba karşı yapmış olması mümkün değildir. Ancak tarihî olayları doğru olarak öğrenmek şarttır. Şöyle ki;

Daha önce de açıkladığımız gibi, Erdebil Şeyhlerinden Şeyh Cüneyd şeyhliğine şahlık katmak istemiş ve ancak muvaffak olamayarak 1460 yılında katl edilmiştir. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi devam ettirmiş ve Anadolu’yu Şî’alaştırmak metodunu kullanarak şahlığını pekiştirmek istemiştir. Kucaklarında büyüdüğü Akkoyunlu Devletine de hıyânet edince, Yakub Bey tarafından 1488 yılında o da öldürülmüştür. Yerine geçen Şah İsmail ise, Erdebil Sofuları veya Halifelerini Anadolu’ya göndererek, hem Anadolu’yu Şî’alaştırmayı ve hem de böylece Anadolu’yu hâkimiyeti altına almayı hayatının gayesi edinmiştir. Nitekim temkinli davranmayan Akkoyunlu Devleti, torunları olan Şah İsmail tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran ve hem şeyhliği ve hem de şahlığıyla Anadolu üzerine yürüyen Şah İsmail, halifeleri vasıtasıyla Anadolu’yu tam bir anarşiye sürüklemekte maalesef muvaffak olmuştur. 1507 yılında üzerine yürüdüğü Alâüddevle Bey’in mağlubiyeti üzerine Elbistan, Harput ve Diyarbekir’i yakmış ve yıkmıştır. Bu arada Erdebil Sofuları da Anadolu’da anarşi çıkarmaya başlamışlardır. Şah İsmail’in taraftarları olan askerler, kırmızı çuhadan taclar giydiklerinden dolayı onun taraftarı olan herkese Sürhser yani Kızılbaş denmiştir. Şah İsmail’in halifelerinden olan Rumiyeli Nur Ali Halife başkanlığındaki Erdebil sofu ve müritleri, Tokat’a saldırmışlar ve yüzlerce insanı kılıçtan geçirmişlerdir. Maalesef Şehzâde Ahmed üzerlerine ordu göndermişse de muvaffak olamamıştır.

Bu arada Antalyalı Hasan Halife ve oğlu Şahkulu veya Osmanlı tarihçilerinin ifadesiyle Şeytan Kulu (Şahkulu Baba Tekeli veya Karabıyıkoğlu da denmektedir) eliyle Anadolu’daki Alevîleri Osmanlı Devleti aleyhinde teşkilâtlandırmaya başlamıştır. Antalya’dan Manisa’ya dönen Şehzâde Korkut’un hazinesini vuran Şahkulu, bununla da yetinmeyerek Antalya’yı basmış, baş kâdî ile birlikte çok sayıda insanı katletmiştir. Bundan sonra sırasıyla Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu kasabalarını yakıp yıkan Şahkulu Kütahya’ya kadar gelmiştir. Anadolu beylerbeyisi Karagöz Ahmed Paşa da öldürülenler arasındadır. Amasya’da bir araya gelen 20 bin Erdebil Sofuları çevreye dehşet saçmaya başlamışlardır. Bunların yaptığı katliamla Erzurum ve Erzincan 20-30 yıl harâbe olarak kalmıştır. Çubukova’da 1511 yılında Şahkulu’nun bir okla öldürülmesinden sonra da Şiî’lerin Anadolu’daki tahribatları devam etmiştir. Bunların Müslümanları nasıl kırıp geçirdiklerini, Diyarbekir ve çevresindeki Kürt beylerinin mektuplarından da anlıyoruz. Şu cümleler bunlardan sadece biridir:

“Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız”

İşte 918/1512 yılında Anadolu’yu Şi’a tehlikesinden kurtarmak üzere Padişah olan Yavuz, Şah İsmail’in üzerine gitmeden evvel, yukarıdan beri vesikalar ışığında anlattığımız olayları biliyordu ve Anadolu’daki Şi’î Türkmenlerin binlerce insanı katlettiklerinin de farkındaydı. Bu yaraya parmak basmak için, meseleyi müzâkere etmek gayesiyle bir Divan toplantısı yapmış ve başta İbn-i Kemal olmak üzere büyük âlimlerin de katıldığı bu toplantıda Kızılbaşlarla ilgili neler yapılmasını kararlaştırmıştır. İbn-i Kemal gibi bir âlimden de gerekli fetvâyı aldıktan sonra, Anadolu’yu kasıp kavuran ve Kızılbaş adı altında her yerde Osmanlı Devleti’ne karşı kıyam eden bu insanların teftiş ve tahkik olunarak, uslanmayanlarının katl edilmelerini ve uslanması muhtemel olanlarının ise haps edilmelerini emr etmiştir. Bunların sayıları bazı tarihçilere göre yaklaşık 40.000 kişidir ve bunlardan ne kadarının öldürüldüğü de kesin belli değildir. Ancak bu isyancı grupların bastırılmaması halinde, Şah İsmail’in üzerine gitmenin tamamen yararsız olduğu da gün gibi ortadadır. Olayı inceleyen Uzunçarşılı, Kızılbaşların ne kadar insan öldürdüğüne dair binleri bulan rakamlar verdikten sonra, Yavuz’un başka çaresi yoktu demektedir.

Şunu da belirtmeliyiz ki, Osmanlı Devleti, herkesi zorla Sünnî yapmak için zorlamamıştır. Ancak dinî inançlar kullanılarak devletin arkadan vurulması tehlikesi karşısında tedbirler almıştır. Hem Şi’îler ve hem de Sünnîler için, idarecilerinin yaptıkları hata ve zulümleri tamim etmek çok yanlıştır[1].

Yavuz Sultan Selim ve Siyasî Müceddidliği

Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, “Şüphesiz ki, Allah, her yüz yılın başında kendi dinini tecdid edecek birisini gönderir” buyurmaktadır. İslâm âlimleri, İslâma hizmet edecek olan bu müceddidlerin maneviyât alanında ve ilim sahasında olduğu kadar, siyâset alanında da olabileceğini ifade etmektedirler. Âsafnâme müellifi ve Kanuni’nin sadrazamı olan Lütfi Paşa’nın naklettiğine göre, İslâm âlimleri siyâset alanındaki müceddidleri şöyle sıralamaktadırlar:

Hicrî tarih esas alınmak üzere, II. Yüzyılın başında Ömer bin Abdülaziz; III. Yüzyılın başında Abbasî Halifesi Mu’tasım; IV. Yüzyılın başında Abbasî Halifesi Kâdir billah Ahmed bin Emir İshak; V. yüzyılın başında Selçuklu Sultânı Sultân Muhammed bin Melikşah; VI. Yüzyılın başında İlhanlı Sultânı Gazan Hân; VII. Yüzyılın başında Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gâzi; VIII. Yüzyılın başında Çelebi Mehmed ve IX. Yüzyılın başındaki müceddid ise Yavuz Sultân Selim’dir.

Osmanlı tarihçileri, Osmanlı padişahlarından iki kişinin mü’eyyed min indillah yani Allah katından teyid edilmiş Padişahlar olduklarını ifade etmektedirler. Bunlardan birincisi, İstanbul’u fethederek Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olan Fâtih’tir. İkincisi ise, Yavuz Sultân Selim’dir. Bazı mana adamları, Yavuz’un Hz. Ali tarafından müjdelendiğini dahi ifade etmektedirler. Hz. Ali’ye ait bir kasidede “Mutlaka Âl-i Osman’dan Selim isimli birisi, Rum, Acem ve Arab memleketlerine hâkim olacaktır” ifadesinin geçtiği nakl olunmaktadır. Hatta İbn-i Kemal dahi, Mısır’ın Yavuz tarafından fethedileceğini, bazı âyetlere dayanarak çıkarmıştır ve bu konuda hususi bir Risâlesi vardır.

Yavuz’a müceddidlik vasfını kazandıran, onun müslümanlara yaptığı iki hizmettir: Birincisi, babaları Bâyezid-i Veli’nin yaratılışındaki tevazudan yararlanarak Anadolu’yu hâkimiyeti altına almak isteyen Şah İsmail liderliğindeki Şi’a seline karşı, ciddi bir ehl-i sünnet bendini teşkil etmesidir. Çaldıran zaferi bu fitneyi önlemiştir. İkincisi, Şah İsmail’in hem mürşidlik ve hem de Şahlık ünvanları ile tahrik ettiği Anadolu’daki isyanları bastırarak Anadolu birliğini ve Memlüklüleri ortadan kaldırarak İslâm birliğini temin etmesidir. Memlüklüler üzerine giderken de, Şah İsmail üzerine giderken de, İbn-i Kemal ve Zenbilli Ali Efendi gibi büyük İslâm hukukçularından fetvâ alarak hareket etmiştir.

“İhtilâf u tefrika endişesi,

Kûşe-i kabrimde dahi bî-karar eyler beni;

İttihâdken savlet-i a’dâyı def’a çaremiz,

İttihâd etmezse millet, dağıdâr eyler beni…”

şuuruyla hareket eden Yavuz, İslâm tarihinde ittihâd-ı İslâma önem veren nadir devlet adamlarından biridir. Tarihçi Âli ve Lütfü Paşa, Yavuz’un müceddid olduğunu yaptığı hizmetleri ve ilgili hadisi zikrederek kaydetmektedir[2].

 Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı


[1] Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 6522, 6636, 5321, 5035, 3062, 5812; Solakzâde, 359 vd; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 233/a vd.; Hoca Sa’deddin Efendi, Tâc’üt-Tevârîh, c. II, sh. 245 vd.; Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, vrk. 452/a-b; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, sh. 225-231, 253-270.

[2] Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, sh. 7-16; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Süleymaniye kütp. Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 232/b-233/a; 234/a (Müceddidlik meselesi burada işlenmektedir), 259/a-260/a; 263/a-b; Matbu nüsha, c. V, sh. 25; Solakzâde, sh. 350-431; Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, c. II, sh. 40-53; Münâvî, Muhammed Abdürraûf, Feyz’ül-Kadîr Şarh’ul-Câmi’-is-Sağîr, Mısır 1938, c. II, sh. 281-282.

Fatih “İstanbul’”u Fethetmemişti !

fatih sultan mehmetMalum, gazetecilik biraz da başlık atma sanatıdır. Başlıkla dikkatler çekilir yazıya. Lakin bugünkü başlığımız, sırf daha fazla kafa bu yazıya yönelsin diye atılmadı. Fetih olayındaki ihmal edilmiş bir inceliği sizlere hissetirmekti maksadım.

Bilmem ismini duydunuz mu daha önce? Levon Panos Dabağyan, bir Türk Ermenisi. Hatta diyebilirim ki, çoğumuzdan daha Osmanlıcıdır. Ne Fatih’e laf söyletir, ne II. Abdülhamid Han’a. Nitekim “Paylaşılamayan Belde” adlı kitabında tarihimizdeki sızılı bir noktayı ustaca avlıyor ve Fatih’in “İstanbul”u değil, “Kostantiniyye”yi fethettiğini bir cerrahın habis uru beyinden çıkarması gibi temizliyor zihnimizden. Ve ekliyor: “İstanbul fethedilmemiştir ve fethedilmeyecektir!” Allah böyle bir fethi kimseye nasip etmesin!

İlk okuduğumda benim gibi bu işlerle uğraşan birinin bile ciğerini sızlatan bu tespit de gösteriyor ki, tarih bizim için ecnebi bir memleket haline gelmiştir. Öyleyse yapmamız gereken şey, ona mecalini yeniden kazandırabilmenin yolunu yordamını aramak, oksijen alabileceği menfezler, havalandırma kanalları açmaktır. Bunun da yolu, elbette bilgiden, ama daha da önemlisi, bakış açımızı, idrak çerçevemizi, muhakeme tarzımızı genişletmekten geçiyor.

Sondaja devam öyleyse…

Eksik olmasın, bir okurum Said Nursi’nin talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’ten bir hatıra göndermiş. Zübeyir Gündüzalp, bir keresinde Fatih’in İstanbul’u fethini gösteren resimlere dikkat çekerek sormuş: “Resimlerdeki yanlışlık nerede?” Kimse işin içinden çıkamayınca kendisi cevaplamış:

“Bu resmi yapanlar, fetih mucizesini küçültmek istiyorlar. 40-50-60 yaşlarındaki bir kumandanın zafer kazanması, bir beldeyi fethetmesi normal ve olağandır; ama 20-21 yaşındaki bir delikanlının böyle bir emsalsiz fethi harikadır. Bu yaşta bir delikanlının sakalı bile bu kadar gür olamaz. Fatih, Efendimiz’in (asm) 9 asır evvel haber verdiği fetih mucizesinin mazharıdır, dolayısıyla bu resimler, Kur’an, Allah ve Peygamber’in Müslümanlarla beraber olduğu, İslamiyet’in hakkaniyetini herkese gösterecek bu mucizevari olayı basitleştirmektedir.”

Müthiş bir tespit değil mi? Düşünün, hiç 21 yaşında bir Fatih resmi gördünüz mü? Devam edelim biraz daha.

Yarın İstanbul’un fethinin miladi takvimle 553. yıldönümünü idrak edeceğiz. Peki fethin hicri takvimle kaçıncı yıldönümünde bulunduğumuzu merak eden bir Allah’ın kulu yaşar mı aramızda? Fatih Sultan Mehmed İstanbul’a, Ferik Ahmed Muhtar Paşa’nın tespitiyle söylersek, 20 Cemaziyelevvel 857 günü girmişti. Bugün takvim 1 Cemaziyelevvel 1427 ’yi gösterdiğine göre, İstanbul’un fethinin hicri takvimle 570. yıldönümünü kutlamak için önümüzde yaklaşık 20 günlük bir süre var demektir. Hatırlayan olur mu bilmem; ama ben üzerime düşeni yapıp tarihe not düşeyim dedim.

Yalnız üzülerek de olsa bu hicri tarih meselesini biraz hafife aldığımızı söylemek zorundayım. Çünkü bizim asıl manevî damarlarımızda deveran eden kan, hicri takvimin içinde akar. Nitekim Ahmed Muhtar Paşa, “Feth-i Celile-i Kostantiniyye” adlı kitabında eskiden her 20 Cemaziyelevvel gününün halk arasında “Kudüm günü” diye anıldığını, o gün gelince fetih şehidleri ve gazilerinin ruhlarına Kur’an-ı Kerimler okunduğunu, hayır ve hasenatlarda bulunulduğunu yazmaktadır. Demek ki, Osmanlılar aynı damardan akan kandan her daim beslenebilmek için Fatih’i ve fethini hicri yıldönümlerinde hatırlıyor ve hayırla yâd ediyorlar, bunu dirilmenin bir vesilesi addediyorlardı.

Biz de o görkemli dünyanın güzelliklerinden nasiplenebilmek için aynı tarih aralıklarına sokulma imkânlarını zorlamak durumundayız. İşte bu aralık kalmış kapılardan biri de, Fatih’in İstanbul projesidir. Peki İstanbul projesi neydi ve Fatih bu projeyi nereden ilham aldı?

Başka açılardan da yaklaşılabilir meseleye ama ben Fatih’in projesinin hadis merkezli olduğunu söyleyeceğim. Hadis merkezli, yani meşhur fetih hadisinin bir yorumu… Değil mi ki, o İki Cihan Sultanı bir belde’nin fethedileceğini ‘muhakkak’ (le) vurgusuyla beyan eylemiştir, o halde bu bir emir telakki edilmeli ve sadece dünyevî, yani bir şehrin surlarının yıkılıp içerisine ‘kahren’ girilmesi gibi dar anlamda yorumlanmamalıdır. Ya nasıl yorumlanmalıdır? İşte Fatih’in de, Fethin de, İstanbul’un da sırrı burada yatmaktadır.

Muhakkak ki, Fatih’in dünyasında Nebevî müjdeyle müjdelenmenin, göğsüne bir madalya daha takmakla alakası yoktu. O ve çevresi, fethin derin okumasını yaparak malum hadisle, insanlığın ve İslam’ın geleceğinde bu şehrin oynayacağı rolün kastedildiğini keşfetmiş ve sadece fetih sırasında değil, asırlar boyu İstanbul’u dünyanın merkezi kılmaya gayret etmişlerdi. Nitekim Fatih’in sonraki fütuhat stratejisine baktığınızda bu İstanbul merkezli düşüncenin hangi boyutlara ulaştığını görürsünüz.

Osmanlı, İstanbul’u alınca adeta uzun zamandır yatağını arayan bir nehir gibi hissetti kendisini ve bu nehrin yatağını, kuyumcu titizliğiyle bezemeye girişti. Bugün Süleymaniye veya Sultanahmet için ‘Bu eserler Bizans’ın başkentine uygun düşmüyor’ diyebilecek bir mimar olmadığını, geçen yaz İstanbul’da toplanan mimarlık kongresi katılımcılarının basındaki demeçlerinden görmüş olduk.

Fatih’in biri Karadeniz, öbürü Akdeniz olmak üzere iki denize birden hakim olmak şeklinde özetlenebilecek denizcilik siyaseti, yolları İstanbul’a bağlamaya matuf bir girişimdi. Keza Balkanlar ve Anadolu yönündeki hareketi de, İtalya’nın Otranto limanına yaptığı çıkarma da, Memlukler üzerine düzenlediğini tahmin ettiğimiz son seferi de hep İstanbul’un merkezde durduğu ve ışınlarının dalga dalga çevreye yayıldığı bir projenin elmas parçalarıydı. Tabii aynı zamanda Orta Asya, İran, Hindistan ve Mısır’dan davet ettiği Müslüman alimler ile Bizanslı filozof ve bilginleri kucaklaması, Petrark’ı Arapçaya çevirtmesi ve İbn Arabi’nin “Füsus”una şerh yazdırması, Ali Kuşçu ile ressam Bellini’yi İstanbul’da buluşturması, müfessir Musannifek’i yanına aldırması, ama öte yandan Truva harabelerini ziyaret etmesi gibi gelişmeler de gösteriyor ki, o, hadiste emir buyurulan fethin çok daha derinlerde ve uzun vadeli olduğuna inanmış ve tohumları ekmişti.

Tohumlar bitmediyse “toprak utansın” deyip işin içinden sıyrılabilir miyiz? Ben şahsen tohumların bitmediğini söyleyemiyorum. Bu proje, tarih içinde gelişti, şekillendi; ve Necip Fazıl’ca söylersek, “havada donan şimşek” gibi tarihin bağrında bizi beklemeye durdu. Belki de Fatih bu projeyi asıl bizim gerçekleştirmemizi istiyor ve zemini hazırlıyordu. Kim bilir?

M. Armağan

Fatih Sultan Mehmet’in büyük ideali neydi?

Fatih Sultan Mehmed Türk tarihinin en önemli devlet başkanlarındandı. İcraatları ve düşünceleriyle dünya tarihinin en önemli isimlerinden oldu. Bunu hiç bitmeyen merakı, devamlı okuması ve farklı milletlerden, âlimlerden istifade etmesiyle başarmıştı.

Batı’da olan bitenleri hep haber aldı

Ali Kuşçu, Amirutzes, Georgios Trapezuntios, Hocazâde gibi Doğu’yu ve Batı’yı temsil eden devrin büyük zekâları Fatih Sultan Mehmed huzurunda bir araya geliyorlardı. Fatih, Doğu’nun ve Batı’nın âlimlerine sahip çıkan bir hükümdardı. Hıristiyan âlim ve sanatkârları sarayına davet ederek, birikimlerinden istifade etmiştir.

Fatih, çevresinde yalnız Müslümanlar’ı bulundurmaz, Hıristiyanlar’la da oturup konuşmayı severdi. Büyük İskender, Anibal, Keykavus ve Sezar gibi büyük komutanların dünyayı sarsan zaferleri nasıl kazandığını merak eder ve bu konularda kitaplar okuturdu.

Fatih, Hıristiyan devletlerin askerî güçleri ve kendi aralarındaki rekabetle ilgili bilgi almak için de Floransalı Benedetto Dei gibi birçok Batılı’yı kullandı. Rahipler, tüccarlar, her sınıftan insan Fatih’e hizmet etmiş, Türkler aleyhine toplantı yapılan şehirlerden haberler kısa sürede Osmanlı sultanına ulaşmıştı. Rahip Jacop Unrest, 1472’de yazdığı eserinde “Türk imparatoru Avrupa’daki bütün şehirleri haritasında belirlemiş. Sürgün edilmiş bir rahipten ve iki yüksek rütbeli Hıristiyan din görevlisinden bilgi alıyor” demişti.

İtalya’nın geleceğini gördü

Floransalı Benedetto Dei, 1460’larda Fatih’le görüştüğünde sultana İtalya’daki devletlerin özelliklerini anlatmış ve “Para, itibar ve silah sahibi dört güç Milano, Napoli, Floransa, Venedik ve diğer İtalyan prenslikleri kara ve deniz güçlerini birleştirebilirlerse günümüzdeki İtalyanlar atalarından daha başarılı olurlar” deyince ilginç bir cevap almıştı.

Fatih, Dei’ye “Floransalı, söylediğin her şeyi dinledim. Hepsine inanıyorum. Ancak sana şunu söyleyeyim ki, İtalya geçmişte yaptığı büyük işleri artık başaramaz. Çünkü büyük işler yaptığı günlerde, bunları Romalılar’ın gücü sayesinde yapıyordu.

Romalılar o zamanlar İtalyan’ın tek hakimiydi ama günümüzde ülken 20 devlete ve çeşitli güç odaklarına bölünmüş durumda. Birbirinizle savaşıyorsunuz ve birbirinizin can düşmanısınız. Yaptığım plana yardımcı olacak çok şey biliyorum. Genç, zengin ve talihli olduğumu gördüğümden Sezar’ı, İskender’i, Anibal’ı, Afrikalı Scipio’yu, Pyrhus’u ve Keykavus’u aşmak niyetindeyim” dedi.

Fatih’e hizmet eden Batılı âlimler

Fatih’in Batı kültürüyle tanışması Manisa’da şehzadelik yıllarında başlamıştır. Fatih’in hizmetine giren İtalyan hümanisti Ciriaco d’Ancona 1454 yılına kadar maiyetinde bulunmuş, saraydaki diğer İtalyan ve Rumlar padişaha Roma ve Batı tarihlerini okumuşlardır.

Fatih, İstanbul’un fethinden sonra şehirde kalan âlimleri huzuruna çağırarak onlara görevler vermiş ve eserler yazdırmıştır. Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesine karşı çıkan ünlü Bizanslı âlim Gennadios’u saklandığı köyden getirterek patrik olarak atamış ve onunla Hıristiyanlığı tartışmıştı.

Gennadios, bu tartışmayı yazıp Fatih’e sunmuş, sultan da eseri tercüme ettirerek incelemişti. Gennadios veya başka bir kişi tarafından 15. yüzyıl yeni Platoncusu Gemistos Plethon’un Kanunlar isimli eseri yine Fatih zamanında Arapça’ya tercüme edilmişti. Bizanslı tarihçi Kritovulos uzun müddet padişahın yanında bulunmuş ve savaşlarını anlatan kıymetli bir tarih kitabı yazmıştı.

Osmanlı hükümdarı, 1461’de Trabzon’un fethinden sonra hizmetine giren ve felsefî konuşmalar yaptığı Trabzonlu Amirutzes ile oğluna kitapların çevirisini yaptırmıştır. Amirutzes’in çevirdiği eserler arasında Batlamyus’un Geographia adlı eseri de vardı. Amirutzes, ayrıca bir İstanbul haritası da çizmişti.

Fatih, coğrafî ve askerî konuları özel bir ilgiyle izlerdi. Onun 1458’de Atina’yı ziyareti sırasında Akropol’ü gezerek “Medînetü’l-hükemâ” (filozofların şehri) şeklinde Atinalılar’a iltifatta bulunması İslâm düşüncesinde Aristo ve Platon’a (Eflatun) duyulan saygıdan kaynaklanmaktaydı.

II. Mehmed, Avrupa’dan birçok ressam ve bilim adamını ülkesine davet etmişti. Onun döneminde Osmanlı sarayına birçok İtalyan ressam, heykeltıraş ve sanatçı gelmiştir. Bunların en ünlüsü 1479-1481 yılları arasında sarayda bulunup, padişahın çeşitli portrelerini ve madalyonlarını yapan Gentile Bellini’ydi. Fatih’in saltanatının son iki yılında önemli sayıda Avrupalı’nın İstanbul’da atölyesi bulunmaktaydı. Ancak Avrupa’dan ne kadar sanatçı geldiği belli değildir. Costanzo da Ferrara, Bertoldo di Giovanni eserleri elimizde olan sanatçılardır.

Fatih’in yanında Floransalı, Cenevizli, Raguzalı ve Rum danışmanlar da bulunmaktaydı. Demetrios Apokaukos Kyritzes, Thomas Katabolenos (Yunus Bey) ve Dokeianos gibi Rum âlim ve tercümanlar Fatih’e hizmet etmişti.

Avrupalı âlimlerin Fatih’e ithaf ettiği kitaplar

1480’lerin başlarında Floransalı Francesco Berlinghieri, “Geographia” isimli eserini Fatih’e ithaf yazısıyla göndermişti. Casenalı Angelo Vadio da, “De re Militari” isimli savaş üzerine yazdığı kitabını sultana hediye etmişti. Giovanni Maria, Fatih için 4.706 dizeden oluşan Latince bir methiye yazmıştı. Osmanlı sultanı için 16 Grekçe yazma kaleme alınmıştır. Türk tarzı ciltlenmiş bu eserlerin bugün 14’ü İstanbul’da 1’i Paris’te biri de Vatikan’dadır.

Fatih, Bizans’tan kalan Latince ve Grekçe el yazmalarını muhafaza ettirmiştir. Fatih’in kütüphanesindeki Batı kültürüyle ilgili 60 kadar eser günümüze intikal etmiştir. Bunların 42’si Grekçe’dir. Eserlerden sekizi tarihe, altısı matematik ve astronomiye dairdir. Tarihe ve coğrafyaya ait eserler mevcudun üçte birinden fazladır. Julian Raby’in Fatih’in kütüphanesi üzerine yaptığı araştırmalardan bu konuda teferruatlı bilgileri öğreniyoruz.

Seher vakti doğdu

Osmanlı tarihinin en büyük hükümdarı Fatih Sultan Mehmed 30 Mart 1432 Pazar günü, seher vakti Edirne Sarayı’nda dünyaya geldi. II. Murad’ın dördüncü oğluydu. Annesi Hüma Hatun’dur. Şehzade başlangıçta dikbaşlı ve sert olmasına rağmen zamanla hocalarının yardımıyla çok iyi bir eğitim gördü. Molla Gürani gibi devrinin önemli âlimleri tarafından yetiştirildi.

Şehzadeliğinden itibaren Batı’yı inceledi

Fatih’in Batı kültürüne olan ilgisi daha şehzade iken Manisa Sarayı’nda başladı. İtalyan hümanisti Ciriaco d’Ancona (Anconalı Ciriaco) ve saraydaki başka İtalyanlar ona Roma ve Batı tarihleriyle eski Yunan filozoflarının hayatlarıyla ilgili kitapları okutmuşlardı.

Erhan Afyoncu / Bugün gazetesi

Elmalılı Hamdi Yazır’ı Rahmetle Anıyoruz (1878-1942)

Doğumu Ve Ailesi

1878 yılında Antalya’nın Elmalılı ilçesinde doğdu. Dedeleri Mehmed, Bekir, Hasan ve Bedreddin efendiler ilmiye sınıfına mensuptu. Babası Numan Efendi, Burdur’un Gölhisar kazasının Yazır köyünde doğup Aydın medreselerinde okuduktan sonra Elmalılı’ya yerleşti. Eğitimini Elmalılı’da tamamlayıp, Şer’iyye Mahkemesi Başkatibi oldu. Annesi Fatma Hanım Sarılarlı Mehmed Efendi’nin kızıdır.

Öğrenimi

Muhammed Hamdi, ilköğrenimini ve Rüştiye Mektebini Elmalılı’da tamamladı. Kur’ân’ı ezberlerdi, Arapça okudu ve İslami ilimlerde gerekli ön bilgileri öğrendikten sonra 1895 (h.1310)’te dayısı Hoca Mustafa Sarılar ile birlikte İstanbul’a gitti ve Küçük Ayasofya Medresesi’ne yerleşti. Zamanın alimlerinden Kayserili Mahmut Hamdi Efendi’nin Beyazıt Camii’ndeki derslerine devam etti ve ondan icazet aldı. Bundan sonra hocası Büyük Hamdi, kendisi de Küçük Hamdi diye anılmaya başlandı; yazılarında da o imzayı kullandı. Soyadı kanunu çıkınca babasının köyü olan “Yazır” soyadını aldı ise de daha çok doğum yerine nisbetle “Elmalılı” diye meşhur oldu. Tahsili esnasında Bakkal Arif Efendi ile Sami Efendi’nin hat derslerine devam ederek onlardan da icazet aldı. Bir taraftan da kendi gayretiyle edebiyat, felsefe, riyaziye ve musiki öğrendi.

1905 yılında girdiği ruus imtihanını kazandı ve dersiâm oldu. Bu sıfatla Beyazıd ve Şehzade camilerinde ders vermeye başladı.

Ülkeyi çağdaş ilim ve medeniyet seviyesine ulaştırmaya vesile olabileceği ümidiyle meşrutiyet idaresini hararetle savunmaya başladı ve bu görüşü temsil eden İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilmiye şubesine üye oldu. Avrupai tarzda bir meşrutiyet yerine şeriata uygun bir meşrutiyet modeli geliştirmek için çalışmalar yaptı.

Beyazıd Medresesi’nde iki yıl süren dersiâmlık görevinden sonra II. Meşrutiyet’in ilk meclisine Antalya mebusu olarak girdi. II. Abdülhamit’in tahtan indirilmesine rıza göstermeyen fetva emini Nuri Efendi’yi ikna edip fetva müsveddesini yazmak suretiyle bu konuda etkili bir rol oynadı. Onun bu davranışında padişahın öldürülmesi, meclisin kapatılması ve ülkenin büsbütün kargaşaya sürüklenmesi ihtimallerini göz önüne almasının etkili olduğunu söyleyenler de vardır.

Daha sonra Şeyhülislamlık Mektubi Kalemi’nde görev aldı. Mekteb-i Nüvvâb ve Mekteb-i Kudât’ta fıkıh, Medresetü’l-Mütehassısîn’de usûl-i fıkıh, Süleymaniye Medresesi’nde mantık, Mülkiye Mektebi’nde vakıf hukuku dersleri okuttu. 1915–1917 yıllarında huzur derslerine muhatap olarak katıldı. 1918’de Şeyhülislamlık bünyesinde kurulan Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye azâlığına, bir müddet sonra da bu müessesenin reisliğine tayin edildi. Israrlı teklifler üzerine Damat Ferit Paşa’nın birinci ve ikinci hükümetlerinde Evkaf Nazırı olarak görev yaptı. Bu görevde iken ikinci rütbeden Osmanlı nişanı ile ödüllendirildi. 15 Eylül 1919’da âyan heyeti üyeliğine tayin edildi; ilmi rütbesi de Süleymaniye Medresesi müderrisliğine yükseltildi.

Medresetü’l-Mütehassisîn’de mantık hocalığı yaptığı sıralarda cumhuriyet ilan edildi ve medreseler kapatıldı. Milli mücadele sırasında I. ve II. Damat Ferit Paşa Hükümeti’nde görev yaptığı için İstiklal Mahkemesi’nce gıyaben idama mahkûm edilmesi üzerine Fatih’teki evinden alınarak Ankara’ya götürüldü ve kırk gün tutuklu kaldı. Mahkeme sonunda muhtemelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olması sebebiyle suçsuz bulunarak serbest bırakılınca İstanbul’a döndü. Bu olaylardan sonra tamamen inzivaya çekildi ve vefatına kadar yalnızca camiye gitmek için evinden çıktı.

Bir geliri olmadığı için maddi sıkıntı çektiği bu dönemde “Metalib ve Mezahib” adlı tercüme eserini tamamladı. Kitabın baş tarafına medreselerin kapatılmasının getireceği maddi ve manevi zararları anlatan bir önsöz yazdı. Mısır Prensi Abbas Halim Paşa’nın teşvikiyle büyük çapta bir İslam Hukuku Kamusu hazırlamaya başladı. Fakat bu çalışmasını yarıda bıraktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Türkçe bir tefsir hazırlatılması kararı alınınca Diyanet İşleri Başkanlığı bu işi kendisine teklif etti. Elmalılı teklifi kabul ederek tefsiri yazmaya başladı; Hak Dini Kur’ân Dili adını verdiği eserini vefatından önce bitirmeye muvaffak oldu.

27 Mayıs 1942’de uzun müddet mübtela olduğu kalp yetmezliğinden Erenköy’de damadının evinde vefat etti ve Sahray-ı Cedid Mezarlığı’na defnedildi.

Eserleri

1- Hak Dini Kur’ân Dili: Elmalılı’nın en önemli eseri olan bu tefsirini bir sonraki başlıkta ele alacağız.

2- İrşâdü’l – Ahlaf Fi Ahkâmil – Evkaf: Elmalılı Hamdi Yazır’ın Mekteb-i Mülkiye’de hoca iken okuttuğu ders notlarını ihtiva etmektedir. Eser 1330/1911 yılında İstanbul’da Ahmet Kâmil Matbaası’nda basılmıştır.

3- Sefer Bahsi: hak dini Kur’ân dili tefsirinin 8. ve 9. ciltlerinin başına konulan bu uzun mektup, 1960 yılında Nebioğlu basımevinde Hamdi efendinin büyük oğlu Muhtar Yazır tarafından bastırılmıştır.

4- Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Dini: Hamdi Efendi’nin, Meşihat Makamına Anglikan kilisesine mensup Dini Eserler Kütüphanesi Müdürü tarafından yöneltilmiş sorulara yazdığı cevaplardır.

5- Metalib Ve Mezahib: Paris Üniversitesi Edebiyat Fakültesi profesörlerinden Paul Janet ile, aynı fakültenin konferans muallimi Gabriel Seailles’in 1887 tarihinde neşrettikleri eserin tercümesidir.

6- İstintaci Ve İstikrai Mantık: İngiliz filozoflarından Alexander Bain’in bu isimdeki kitabı Gabriel Compaire tarafından 1875 yılında Fransızcaya çevrilmiş, Hamdi Efendi de bu kitabı Türkçe’ye çevirerek, hoca olarak bulunduğu sırada Süleymaniye Medresesi’nde okutmuştur.

7- Hüccetullahi’l-Bâliğa: bu eseri diyanet işleri başkanlığı namına tercümeye başlamış ancak fazla bir şey tercüme edemeden vefat etmiştir.

8- Beyanü’l-Hak, Sebilürreşad, Ceride-i İlmiye Dergilerinde Yayımlanan Makaleleri: Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın İkinci Meşrutiyet döneminin süreli yayın organları olan bu dergilerde toplam yetmişin üstünde makalesi yayımlanmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın makalelerinden bazıları Cüneyd Köksal ve Murat Kaya tarafından biraraya getirilip hazırlanmış ve Kitabevi Yayın tarafından Ekim 1997 tarihinde İstanbul’da basılmıştır.

Ayrıca Elmalılı Hamdi Yazır’ın fıkıh usulüne dair bir eseri, yarım vaziyette bir hukuk kamusu, bir kısmı eksik olan bir divanı da mevcuttur.

Yarım kalmış olan İslam Hukuku Kamusu, 1. 3. ve 5. ciltleri Sıtkı Gülle, 2. cildi Ayhan Yalçın tarafından 5 cilt halinde hazırlanmış, “Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu” adıyla Eser Neşriyat ve Dağıtım–Masaüstü Yayıncılık tarafından 1997 tarihinde İstanbul’da basılmıştır.

Yücel Arslan

www.cevaplar.org

Kaynaklar

1-   Yavuz, Yusuf Şevki, “Elmalılı Muhammed Hamdi”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi c. II, İstanbul, 1995, s.57

2-   Paksüt, Fatma, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır”, Muhammed Hamdi Yazır, T.D.V. Yayınları, Ankara, 1993, s.2

3- Subaşı, M. Hüsrev, “Elmalılı Hamdi Efendi ve Hat Sanatımızdaki Yeri”, Muhammed Hamdi Yazır, T.D.V. Yayınları, Ankara, 1993, s.319

4- Ersöz, İsmet, “Elmalılı Hamdi Yazır ve Tefsirinin Özellikleri”, Muhammed Hamdi Yazır, T.D.V. Yayınları, Ankara, 1993, s. 170

5-Yazıcı, Nesimi, “Elmalılı Hamdi Yazır’ın Basın Hayatı ve Yazarlığı”, Muhammed Hamdi Yazır, T.D.V. Yayınları, Ankara, 1993, s. 31-32.

Kardeşlik Baharı Yeşerirken

Son zamanlarda ülkemizde güzel gelişmeler oluyor.Bu olumlu gelişmeler birilerinin istememesine rağmen yavaşta olsa gerçekleşmeye devam ediyor.Kardeşler arasındaki suni duvarlar bir bir yıkılmaya başlıyor.Bu duvarlar yıkılırken gürültüde çıkar.Yıkılmasına engel olmaya çalışanda çıkar.Bu duvarlar yıkılırken yeni duvarlar örmeye çalışanlar elbette çıkacaktır.

 Dikkatinizi çekmiştir ! Batı dünyası bizlerin arasına suni duvarları örmeye çalışırken;batılılar kendileri için birleşmeyi desteklemektedir.

Dünyanın en büyük ve en güçlü birleşik devletleri  Amerika Birleşik Devletleridir.ABD   40 tane eyaletten oluşmuş devletler topluluğudur.Bu eyaletlerin çoğunda farklı ırklardan,farklı inançlardan ve farklı kültürlerden oluşan eyaletler vardır.Bu eyaletlerde İngiliz,Fransız,İspanyol,Çinli,Hintli ve benzeri bir çok ırktan ve milletten insanlar yaşamaktadır.Bunların hiç biri çıkıp ta bu farklılıkları bir ayrılık unsuru olarak görmemiştir.Hepsi ABD vatandaşlığı şemsiyesi altında birleşmiş ve bu vatandaşlığı her yerde bir ayrıcalık olarak görmüşlerdir.Onlara sorduğunuzda ABD vatandaşıyım diyerek devletlerine olan bağlılıklarını göstermişlerdir.

Peki bunlar bu ülkede ne gibi kültürel haklara sahiptir? Sorusuna şu cevabı verebiliriz.Buradaki milletler kültürel haklarını serbest bir şekilde ve özgürce kullanmaktadırlar.Bu milletlerin dilini ve kültürünü yaşaması diğer milletler için bir tehlike ortaya çıkarmamış bilakis diğer milletlerden olan insanların birbiriyle kaynaşmasına ortam hazırlamıştır.

Avrupa birliği de  aynı mantıkla kurulmuş ve şimdi 25 tane Avrupa  ülkesi birleşmiş bir ülke haline gelmiş.Bu ülkelerdeki insanlar istediği gibi dolaşıp  istediği ülkede yaşama hakkına sahip olmuştur.

Peki biz neden birleşemiyoruz.Bizim birleşmemize neden engel çıkarıyorlar.Kendi kardeşimizle aramızda neden duvarların örülmesini yardım ediyorlar.Osmanlı yıkıldıktan sonra İslam dünyasını neden cetvelle parçalayıp küçük kabile devletlerine bölüyorlar.Onunla da yetinmeyip şimdide ırk,mezhep  gibi zenginlikleri bir ayrılık unsurları gibi önümüze sürüp pazarlamaya çalışıyorlar.Hiç düşündük mü ?

Yıllarca Türkiye’yi Avrupa Birliğinin kapısında bekletip ;Türkiye yüzünü doğuya İslam dünyasına çevirdiğinde ;”Ortadoğu bataklığında ne işiniz var?” diyerek sözde akıl vermeye çalışıyorlar.

Bize doğuya yönünüzü çevirmeyin diyenler.Dünyanın öbür ucundan buralara gelip Afganistan’ı,Irak’ı işgal edip;Ortadoğu’yu bataklığa çevirip bırakıp gidiyorlar.Bize gelince  yapmayın diyorlar.

Bu durumu ülkemizde de yıllarca yapmışlardır.Ülkemizdeki kardeşler arasında suni duvarların örülmesi için çeşitli uyduruk bahaneler üretmişlerdir.Yeri geldiğinde Türk-Kürt,yeri geldiğinde Alevi-Sünni diyerek kardeşleri birbirine düşürmüşlerdir.

Yazar Senai DEMİRCİ’NİN iki güzel sözünü aktarmak istiyorum:

Terör, Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin kavgasıdır: Türkçü olmayan milyonlarca Türk ve Kürtçü olmayan milyonlarca Kürt niye kavga etsin?

Terörün bitmesi hayır değil mi? yoksa, yitirdiğimiz canlar, yetim bıraktığımız çocuklar, dul kalmış kadınlar daha mı çok olsun istiyorsunuz?

Evet  bu sorulara verilecek doğru cevaplar insanların vicdanını rahatlatacak cevaplar olacaktır.

Sonuç olarak birileri yıllarca sahte Kahramanlarını ve projelerini  üretip önümüze sürdüler.Yıllarca bu kurgulanmış olaylar ve kahramanlar hakkında düşünerek ve konuşarak zaman geçirdik.Ama artık mızrak çuvala sıkmıyor.Artık sahte kahramanları da ifşa oldu.Herkes kimin ne olduğunu biliyor.Yeni nesil  eskisi gibi her söylenene inanmıyor,akıl terazisinde tartarak değerlendiriyor.Bundan böyle halkı kandırmaya çalışanlar aslında kendilerini kandırmış olacaklardır.Kardeşlik köprüleri kurulurken engel olmaya çalışanlarda bu köprülerin  altında ezilecektir.