Allah Her Şeyi Önceden Yarattı mı, Yoksa Hâlâ Yaratmakta mıdır?

– Allah’ın kâinatı, evreni, içinde bulunduğumuz zaman diliminden önce yarattığında şüphe yoktur. Göklerin ve yerin daha önce yaratıldığında şüphe edilemez.

– Kaf Suresi’nin 20. âyetinde ve benzeri âyetlerde geçen “Sura üfürüldü” ifadesi, geçmiş zamanı değil geniş zaman anlamına gelir ve meallerde de “Sura üfürülür” şeklinde geçer. Arap edebiyatında değişik zaman kiplerinin birbirinin yerinde kullanılma geleneği önemli bir yer tutar. Nitekim aynı surenin 31. âyetinde, zaman kipi bakımından “Takva sahiplerine cennet yaklaştırıldı.” ifadesi, genellikle meallerde “yaklaştırılır” şeklindedir. Bu ifadelerin bir hikmeti, olacağı söylenen hususların olmuş gibi kesin gözüyle bakılması gerektiğine vurgu yapmaktır.

– Rahman Suresi’nin 29. âyetinin meali şöyledir:

“Göklerde olan, yerde olan herkes, ihtiyaçları için O’na yalvarır. (Bütün bunları gerçekleştirmek için) O, her an yeni bir yaratıştadır/yeni tecellilerle iş başındadır.”

Müfessirlerin bu konudaki yorumları, genel olarak şu hususlarda yoğunlaşmıştır: Allah, her an: yaratır- yok eder, diriltir-öldürür, zengin kılar-fakirleştirir, yükseltir-alçaltır, aziz kılar-zelil eder, hasta eder-şifa verir, güldürür-ağlatır, affeder-cezalandırır ve saire…

Göğü Biz çok sağlam bir şekilde bina ettik/yaptık/inşa ettik/yarattık, onun genişleten de biziz.”(Zariyat, 51/47)

mealindeki âyet de, göklerin her an genişlemekte olduğuna delalet etmektedir. Bu ise, yaratılış öyküsünün sona ermeyip her an devam ettiğini göstermektedir. Keza, bu gün bilim, gök cisimlerinin bir kısmının sürekli yıkılıp yok olduğunu ve yerine başka cisimlerin yaratılmakta olduğunu kabul etmektedir. Örneğin, Samanyolu Galaksinin yaratılış zamanı, diğer sistemlere göre çok yeni olduğu bilinmektedir.

Rahman sûresi’nin ilgili âyetinin beyanına bu pencereden de bakmak gerekir.

Bu âyette evrendeki bütün varlıkların Yüce Allah’a muhtaç bulunduğuna, O’nun da hem azametini hem de lütuf ve keremini her an yaydığına yani hiçbir varlık veya oluşun O’nun bilgi, irade ve gücü dışında olamayacağına dikkat çekilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de değişik vesilelerle Cenâb-ı Allah’ın yaratıcılık sıfatına ve iradesinin nüfuz etmediği hiçbir olay düşünülemeyeceğine değinilir. Fakat “O her an yaratma halindedir.” diye çevrilen 29. âyet bu konuda özel bir vurgu taşımakta ve özellikle şu iki noktanın aydınlatılmasında ayrı bir önemi haiz bulunmaktadır:

a) Yaratılmışlar açısından anlatım kolaylığı sağlaması itibariyle kutsal metinlerde Allah Teâlâ’ya nispetle zaman kavramının kullanıldığı olmuşsa da bu asla O’nun mutlak iradesini kayıtlayacak veya gücüne sınır koyacak biçimde yorumlanamaz. Binaenaleyh İsrâiloğullarının sınanması için konan bir dinî hüküm olan cumartesi yasağının, Allah’ın -hâşâ- o gün istirahata çekildiği tarzında bir gerekçeyle açıklanması (bk. Tekvin 2/2-3) tenzih ilkesiyle bağdaşmaz. Âyetin Yahudilerdeki bu yanlış telakkiyi reddetmek üzere indiğine dair bir rivâyet de bulunmaktadır.(ibn Atıyye, V/229) Bu mânada âyet, “Tanrı yarattıktan sonra vahyetmek, ihtiyaçları karşılamak gibi şeylerle ilgilenmemiştir.” diyen deist felsefeyi de reddetmektedir.

b) Bu âyet, tabiat olaylarından Yaratıcı iradesini dışlayan pozitivist ve materyalist akımları mahkum etmekte ve bilimin ulaştığı parlak sonuçların da son tahlilde Allah Teâlâ’nın yasalarını keşfetmekten öteye geçemeyeceğini ve bütün bulguların gerçekte O’nun yaratma sıfatının her an var olan tecellilerinden başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır. (Kur’an Yolu, V/148.)

Sorularlaislamiyet

Münafık Mıyız?

Münafık, karışıklık, bozgunculuk çıkaran anlamına gelir. Münafıklar, mümin taklidi yaparak, müminlerin içinde barınmaya çalışan, çıkarcı yapıya sahip, ikiyüzlü insanlardır.İki yüzlü oldukları için bunları tanımak zordur. Münafıklar çeşit çeşittir. Kimi sadece maddi menfaat için müminlerin içindedir, kimi müminlere hırsından dolayı onlara zarar vermek için aralarına girer, kimi de iman eder ancak daha sonra niyetlerini bozar ve inkara saparlar. Ancak hepsinin ortak bir özelliği vardır, o da müminlere düşman olmaları ve bu yönde çaba sarf etmeleridir.

Münafıklar, müminlerden menfaat beklentisi içinde olan ve onların arasında yaşamaya çalışan kişilerdir. Münafıklar, müminlerin arasında yaşadıkları sürece, onlar gibi davranarak, kendilerini gizlemeye çalışırlar. Beklentileri gerçekleşmediğinde veya müminlerin başına bir sıkıntı, zorluk geldiği zaman, onlardan ayrılırlar ve gerçek yüzleri o anda ortaya çıkar. Müslüman topluluğundan ayrılırken, onlara zarar vermeye, aralarındaki birliği bozmaya çalışırlar. Münafık, bukalemun gibidir; bulunduğu araziye göre renk değiştirir. Hedeflerini gerçekleştirmek için diğer münafıklarla ve inkarcılarla işbirliği yaparlar.

Münafıklar, müminler içinde azınlıkta kaldıklarından, “Biz de müslümanız.” deyip, vaziyeti idareye çalışırlar. Müslüman görünmek suretiyle, onların sırlarına vakıf olup, bazı yerlere haber ulaştırırlar, kaleyi içten fethe gayret ederler. Münafığın önemli bir özelliği de, müminlere iftira atmaktır. Bununla kendince müminleri gözden düşürecek, insanlar nazarında kötü gösterecek ve zayıflatacaktır. Yok etmek istedikleri kimseyi, meşru bir gerekçe bulamadıkları zaman şantaj ve iftiralarla yok etmeye çalışırlar.
Münafık, müminle mücadeleden ümidini kestiğinde hilelere başvurur. Böylece açıktan yapamadığını, farklı şekillere bürünerek, değişik renklere girerek yapar; böler ve parçalar, toplumda kargaşanın yolunu açar, şaşkınlıklara sebep olur. Dıştan bakıldığında, yaptıkları toplumun faydasına şeylerdir.Yapılanlar araştırıldığında, deliller ortaya çıktığında, arkasında sinsi planların ve tolumun başına çoraplar örüldüğü görülür.

Yalan, münafığın adeta silahı gibidir. Yalan olmadan varlıklarını sürdüremezler. Çünkü münafık, sıkıştığı zaman kendisini ko­ruyacak bir zırha ihtiyaç duyar. O zırh da yalandır.

Münafık, iki yüzlü bir tiptir ve bu, onların ayrılmaz bir karakterini oluşturur. Onlar Resûlullâh’ın (sav) yüzüne karşı öyle tatlı dilli konuşurlardı ki, görenler gerçekten onları Peygamber aşığı zannederdi. Ancak yanından ayrılır ayrılmaz, hemen asıl hüviyetlerini açığa vurur, yeryüzünde fitne ve fesat çı­karmaya devam ederlerdi. Kur’ân, onların bu durumlarını mealen şu şekilde anlatmaktadır:

“İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit gösterir. Hâlbuki gerçekte o düşmanların en yamanıdır. Senin yanından ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır, Ürünleri ve nesilleri mahvetmek için uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez. O adama: ‘Allah’tan kork da fesat çıkarma!’ denildiğinde, Kendini benlik ve gurur kaplar ve bu, onu daha fazla günaha sürükler. Böylesinin hakkından Cehennem gelir. Gerçekten ne fena yataktır o Cehennem!” (Bakara suresi, 204-206).
Münafıklığın karakteristik özelliği iki yüzlülüktür. Günümüz tabiriyle çifte standartlılıktır. Müslüman müşterileri çekebilmek için İslamî kıyafetlere bürünüp, ölçü ve tartıda adaleti gözetmeyen, insanları sömürmek için her yolu meşru gören, yalan söyleyen, aldatan tüccar ve esnaf münafıktır. Menfaat elde etmek için bir cemaate, partiye veya sosyal ortamlara girenler münafıktır. İnsan bir şeylere sahip olacaksa, bu meşru yollarla olmalıdır. Helal dairesinde olmalıdır. Müslümanlarla birlikte olduğu zaman mümin kesilen, onlardan ayrılıp İslam dışı bir hayat süren kimselerle bir araya gelince, Müslümanların arkasından konuşan, onların taklidini yaparak eğlenen ve onları karalayan kimseler de münafıktır.

“Dört şey kimde bulunursa halis münafık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır.” (S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32)

Sual : Kafirlerin zemmi hakkında yalnız iki ayetle iktifa edilmiştir. On iki ayetin hülasasıyla münafıklar hakkında yapılan itnab (bir düşüncenin gereğinden fazla sözle ifade edilmesi ) neye binaendir?
Cevap : Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icap ettiren birkaç nükte vardır:
Birincisi: Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedit olur. dahili olursa, zararı daha azim olur. Çünkü; dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır.harici düşman ise, bilakis, asabiyeti şiddetlendirir, salabeti arttırır. Nifakın cinayeti, İslam üzerine pek büyüktür. alem-i İslamı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Azimüşşan, ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur.
İkincisi: münafık olan, mü’minlerle ihtilat ede ede, yavaş yavaş ünsiyet kesb eder, imanla ülfet peyda eder. Gerek Kur’an’dan, gerek mü’minlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite pis haletten nefret eder. En nihayet, lisanından kelime-i tevhidin kalbine damlamasına zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır.
Üçüncüsü: İstihza, hud’a, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ahlaklar münafıkta var. Kafirde o derecede yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.

İnsanların bir kısmı da, mümin olmadıkları halde, “Allaha ve ahiret gününe inandık” derler. (Bakara Sûresi: 8.) (Bediüzaman Said Nursi, İşaratül İcaz, Münafıklar bahsi, s.83)

Münafıkların İslam dinine ve müminlere olan zararı ve tahribatı inanmayanlardan daha büyük ve daha fazladır. Çünkü kafirin küfrü açıktır, insan ona göre tedbirini alabilir. Münafıkların küfrü ise maskenin altında olduğu için, hakikat ile dalaleti fark edemeyenler onları mümin zannederek aldanırlar.

Kur’an-ı Kerim’de, münafıklardan çokça bahisler vardır. Şüphesiz, bu boşuna değildir. Çünkü, düşman tanınmadığında daha çok zarar verir. Pusuda olduğunda daha tehlikelidir. Kalplerinde hastalık bulunan münafıklar, müminlerin içinde yaşadıkları sürece kendilerini çeşitli şekillerde gizlemeye çalışırlar. Allah Kuran’da, müminlerin münafıkları tanımaları ve tedbirli olmaları için, onların bütün özelliklerini ortaya çıkarmıştır. Bu da Rabbimizin münafıklara kurduğu mükemmel bir tuzaktır. Örneğin müminler namazı, Allah ile buluşma vakti olarak değerlendirdikleri için bu randevuya sevinç içinde kalkarlar. Oysa münafıklar, bütün ibadetlerde olduğu gibi, namazı da Allah rızasını gözetmeden, yalnızca gösteriş olsun diye yaptıkları için  isteksiz ve zoraki kalkarlar. Allah’ın anıldığı ortamlardan sıkılır ve Allah’ı çok az anarlar.

Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak çok az anarlar.  (Nisa Suresi -142)

Münafıklar namaza, özellikle de sabah ve yatsı namazlarına ehemmiyet vermez ve bunları geçiştirirler, bu konuda kendilerince mazeretler üretirler. Allah Rasülü (sav) bir hadis-i şeriflerinde;” Münafık kimseye sabah ve yatsı namazlarından daha ağır gelen bir namaz yoktur. Eğer müminler bu iki namazdaki fazileti bilselerdi, sürünerek te olsa mutlaka cemaate gelirlerdi.”buyurur. (Sahih-i Buhari, – Müslim)

Münafıkların en önemli özelliklerinden biride, fitneci bir karaktere sahip olmalarıdır. Bu yönleriyle müminlere sürekli rahatsızlık vermek ve müminlerin arasındaki tesanütü bozmak isterler.

Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde: ‘Biz sadece ıslah edicileriz’ derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değillerdir. (Bakara Suresi -11,12)

Kuran’da fitneci karaktere örnek olarak gösterilen, Hz. Musa’nın kavmindeki münafıkların başı olan Samiri, Hz. Musa’nın yokluğundan istifade ederek, kavmin içine fitne sokmuş ve birçok inananın sapmasına neden olmuştur.

Dedi ki: “Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı.” (Taha Suresi – 85)

Münafıkların Kuran’da bildirilen diğer özellikleri ise, inkarcılara sevgi duymaları, güç ve onuru onların yanında aramalarıdır. Oysa Allah pek çok ayetinde müminleri, inkarcıları dost edinmekten men etmiştir. Oysa münafıklar müminleri bırakıp, kendileri ile aynı özelliklere sahip, Allah’a inanmayan, ahireti unutan ve çevrelerinde bulunan herkesin de böyle olması için çaba sarf eden inkarcıları dost edinirler.

“Onlar müminleri bırakıp kafirleri dost edinirler…” (Nisa Suresi -139)

Mü­na­fık ol­duk­ça sin­si­dir, mo­da ta­bi­riy­le sık sık “ta­kiy­e­”ler­de bu­lu­nur. Her­ke­si, her ke­si­mi dost­ça ku­cak­lı­yor gö­zü­kür ama fır­sa­tı­nı bu­lur bul­maz ar­ka­dan han­çer­le­me­yi ih­mal et­mez. Al­dat­ma onun en de­ğiş­mez ka­rak­te­ri­dir. O yüz­den pek çok maz­lum ve mağ­du­run ahı­nı üze­ri­ne alır.
Di­ni ken­di çı­kar­la­rı için kul­la­nan di­li de kul­lan­maz mı? El­bet­te kul­la­nır. Ba­zı mü­na­fık­lar, dil üs­ta­dı­dır­lar. Çok fa­sih, akı­cı ve tat­lı bir üs­lû­ba sa­hip­tir­ler ve çok iyi ko­nu­şur­lar. Ko­nuş­tuk­la­rın­da çev­re­le­rin­de­ki in­san­la­rı ra­hat­lık­la et­ki­ler ve ken­di­le­ri­ni din­let­ti­rir, hat­ta im­ren­di­rir­ler. (Bkz. Mü­na­fi­kûn Su­re­si, 63/4) Kö­tü ni­yet ve mak­sat­la­rı­nı dil oyun­la­rı için­de giz­le­me­ye ça­lı­şır­lar. Efen­di­miz, bir ha­dis­le­rin­de “Üm­me­tim hak­kın­da en çok en­di­şe­len­di­ğim, li­sa­nı çok iyi kul­la­nan mü­na­fık­tır” (Müs­ned, 1/22) bu­yu­ra­rak üm­me­ti­ni ikaz eder.
İmam-ı Gazâlî, ‘Kalplerin Keşfi’ adlı eserinde münafıklığı anlatırken, mümin ve münafığın karşılaştırıldığı şu hadisten bahseder:

“Müminin gözü namazda, oruçta olur. Münafığın gözü ise –hayvanlarda olduğu gibi- yemekte, içmekte, ibadet ve namazdan uzak durmakta olur.

Mümin eli vardıkça sadaka verir. Allah’tan günahlarının affedilmesini diler. Münafık ise, ihtiras ve boş kuruntular peşindedir.

Müminin Allah’tan başka hiç kimsede umudu olmaz. Münafık ise, Allah’tan başka herkese umut bağlar.

Mümin dini yerine malını feda eder. Münafık ise malı uğruna dinini satar.

Mümin Allah’tan başka hiç kimseden korkmaz. Münafık ise, Allah’tan başka herkesten çekinir.

Mümin iyilik işlemekle birlikte ağlar. Münafık ise kötülük işlediği halde güler.

Mümin yalnızlıktan ve kendi başına kalmaktan hoşlanır. Münafık ise girişkenlikten ve kalabalıktan hoşlanır.

Mümin tohum eker, (yapıcı ve üreticidir), kargaşalıktan hoşlanmaz. Münafık ise yıkıcıdır, bununla birlikte emeksiz ürün peşindedir.

Mümin dinin prensiplerine uygun bir idare uğruna emir verir ve yasaklar koyar, düzelticidir. Münafık ise baş olma ihtirası uğruna emirler verir ve yasaklar koyar, yıkıcıdır. Daha doğrusu kötülüğü emrederken iyiliği ve doğruluğu yasaklar.”

Bir yerlerde ne zaman münafık veya münafıklık kelimesi kullanılsa, bu sıfatı asla kendimize yakıştırmayız. Başkaları olabilir ama biz münafık olmayız, diye düşünürüz. Gerçekten de münafıklık gibi alçakça bir hale hiçbir mümin düşmek istemez. Ama bu bir hastalık olunca, biz istemesek de mikrobu barındıran ortamlara girdiğimizde veya mikrobun bulunduğu işleri yaptığımızda, münafıklık mikrobunu taşıyan kişilerle temas kurduğumuzda bulaşma riski yok mudur?

Bu ümmetin en faziletlilerinden birisi olan Hz. Ömer (ra).’ın, münafıklık hastalığına yakalanma konusunda ömrünün sonuna kadar büyük bir endişeyi taşımış olması bize bir şeyler anlatmaz mı?

Tebük seferi dönüşündeydi. Efendimiz (sav)., Huzeyfe (ra)’a bazı münafıkların isimlerini söylemişti. Onları sır olarak saklayacaktı ve kimseye söylemeyecekti. Huzeyfe (ra). da bu sırrı ölünceye kadar muhafaza etti.

Hz. Ömer (ra), Rasul-i Ekrem (sav).’in vefatından sonra bir cenaze olduğunda Huzeyfe (ra).’ı takip eder, eğer cenaze namazını kılarsa kendisi de kılardı, kılmazsa o da terk ederdi. Çünkü Huzeyfe (ra). münafıkları bildiği için öldüklerinde cenazelerini kılmazdı. Hatta Hz. Ömer (ra)., Huzeyfe (ra).’ın isimlerini bildiği münafıklar arasında kendi isminin de bulunmuş olmasından endişe eder, bazen dayanamayıp Huzeyfe (ra).’a onların arasında olup olmadığını bile sorardı.

Hz. Ömer (ra).’ın endişe duyduğu bir konuda biz nasıl kendimize bu kadar güvenebiliriz?

Kur’an-ı Kerim’de, “Münafikûn” ismiyle müstakil bir sûrenin yanında 300’den fazla âyette münafıklardan bahsedilmektedir. Bu durum, İlâhi vahyin bu konuya ne denli önem verdiğini göstermesi adına dikkat çekicidir.

Kur’an’ın münafıklık konusuna geniş yer vermesinin pek çok hikmeti vardır. Bu hikmetlerin bazıları şunlardır: Din, iman düşmanlarının açıktan açığa diyanet ve mukaddesata hücum etmelerine karşılık münafık, çok defa dinî, millî ve vatanî değerlere saygılı görünerek, hatta onları şahsî menfaat ve çıkarı için sürekli öne çıkartarak istismar eder, manevî ve ahlakî değerlerin altını oyacak şekilde davranışlar sergiler. Evet, münafık, gövdenin içine giren kurtçuk gibi, toplumunun ahlak ve değerlerini gizliden gizliye yok edecek bir hayat yaşar. Bu sebepledir ki Kur’ân, münafıklar üzerinde uzun uzun durur ve bunların hileleri üzerinde müminleri sürekli uyarır.

Müslümanların dikkatle sakınmaları gereken münafıkların başında, İslâmî cemaatlerin içine sızan ajan-provakatör münafıklar gelir. Bunlar, müminlerin arasını açmak, onları birbirine düşman ederek güçlenmelerini ve tehdit unsuru olmalarını önlemek için çalışırlar. Müslüman cemaatlerin birbiri aleyhinde asılsız yalanlar ve iftiralar üretirler. Temelsiz ve suni fikri ayrılıklar icat ederler. Feraset sahibi mümin münafıkları her ortamda tanır.Bir cemaat içinde bulunan bir kişi, elinde deliller olmadığı halde, diğer cemaatleri kötülüyorsa, devleti idare edenleri asıp kesiyorsa, onlar hakkında kesin kararlar verip, cezalandırıyorsa bu kişilere dikkat etmek gerekir. Çevrenize dikkat edin, ağzı olan konuşuyor. Elimizde hiçbir delil yok duyduğumuza, okuduğumuza, dinlediklerimize güvenerek ahkam kesiyoruz. Bu insanı uçuruma götürür. Bir Müslümanın, söylediği ve yaptığı her şeyde Allah’tan korkması, nefsini murakabe etmesi ve söylediği her kelimeden hesaba çekileceğini hatırlaması gerekir. “Kişinin her duyduğunu söylemesi, ona günah olarak yeter.”(Hadis-i şerif)  Her hangi bir kişi veya olay hakkında son sözü söylerken çok dikkat edilmelidir. Konuşurken empati yapıyor muyuz?. Söylediğimiz sözü mümin olarak mı, yoksa münafık olarak mı, söylüyoruz. Yani nefsimiz mi konuşuyor, yoksa vicdanımız mı? Nefsi konuşturup insanlar ve olaylar hakkında, kararlar veriyorsak, dikkat bu yolun sonu münafıklığa çıkar…

Müslüman, münafıklık özelliklerini bilmeli, bu tür özellikleri taşımaktan şiddetle kaçınmalı ve bu tür özellikleri taşıyan kimselerle dostluk kurmamalıdır. Yoksa zamanla onun davranışlarında da aynı tür özellikleri görmek kaçınılmazdır. İnsanı nifaka, münafıklığa sevk eden şey dünyevi menfaatler ve şeytani telkinlerdir. Dünyanın gelip geçici, ahiretin ise kaçınılmaz son olduğunu aklından çıkarmayan müminler şeytanın etkisinden kolay sıyrılarak nifaktan uzak durabilirler. Dünyayı Allah’tan çok seven, ahireti hiç aklına getirmeyen kimseler Allah’a ve ahiret gününe iman ettiklerini söyleseler bile bu onlara bir fayda sağlamaz. “İnsanlardan bazıları Allah’a ve ahiret gününe iman ettiklerini söylerler oysa onlar mümin değillerdir. Onlar, Allah’ı ve müminleri aldatmağa uğraşırlar; fakat kendilerinden başkalarını aldatamazlar da farkında olmazlar.” (Bakara suresi, 8-9 )

Evet, şimdi her birimiz kendimize soralım: Acaba münafık mıyım? Herkes kendi cevabını versin… Hz. Ömer (ra).’ın endişe duyduğu bir konuda biz nasıl kendimize bu kadar güvenebiliriz?

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

“El – Basıt” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El-Bâsıt

Genişleten, açan, kolaylaştıran ve çok veren manalarına gelir.

Allah Bâsıt ismi ile kulundaki ihsanını çoğaltır, rızkını genişletir ve halini fakirlikten zenginliğe, sıkıntıdan feraha ve zorluktan kolaylığa çevirir. Bu ismin tecellisiyle fakir zenginleşir, borçlu borcunu kolayca öder, işsiz iş bulur ve diğer bütün maddi sıkıntılar yok olur, yerlerini lütuf ve ihsana bırakır.

Yine Kâbıd ismiyle daralan gönüller ve ruhlar, bu ismin tecellisiyle inşirah bulur, neşe dolar ve feraha kavuşur. Bu hal ile kul, Cenab-ı Hakk’ın ihsanını anlar, lütfunu derk eder ve rahmetin hediyelerine karşı şükürle mukabele eder. Demek Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davet olduğu gibi; Bâsıt isminin tecellisi de şükür ve hamde bir davettir.

Yağmurlar bu ismin tecellisi ile yağar, toprak bu ismin tecellisi ile rahmetin bir kazanı olur, türlü türlü nebatatı içinde pişirir. Bu ismin tecellisiyle yeryüzü bir sofra, bahar o sofranın bir gül destesi, ağaçlar rahmetin bir eli ve çiçekler o rahmetin güzel bir hediyesi olur. Yine bu ismin tecellisi ile anlaşılması zor olan bir mesele insana açılır, kesat giden işler bol kazanca ve berekete dönüşür, hayat insanlara kolaylaşır, maddi ve manevi sıkıntılar yerlerini ferah ve mutluluğa bırakır.

Uykuda kabzedilen ruh, Bâsıt isminin tecellisi ile tekrar bedene döner. Demek her uyandığımızda Allah’ın Bâsıt ismini tefekkür ve zikir etmeliyiz.

Yine bu ismin tecellisi ile ibadetten lezzet ve zevk alınır, zor olan ibadetler insana kolaylaştırılır, ibadetin peşin bir mükâfatı olan manevi hazlar hissedilir.

Sözün özü: Maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi bütün genişlikler Bâsıt isminin bir tecellisidir. İnsan-ı kâmil odur ki: Nimetten nimetin hakiki sahibine çıkar, kendisine lütfedilen maddi ve manevi nimetlerin sahibi olan Allah’ı Bâsıt ismiyle tanır, her genişlikte Bâsıt isminin bir cilvesini görür ve O’na hamd ve şükür eder.

Allah-u Teâlâ, bu ismin hürmetine bizlere maddi ve manevi genişlikler versin, sıkıntı ve darlıklardan kurtarsın ve Bâsıt isminin tecellisine bizleri mazhar etsin. Âmin!

Allah’ın Güzel İsimlerini Anlatan Video Serisi İçin Tıklayınız!

İlticam Sanadır Ey Rabbim! (Cuma Duası)

Ey Rabbim, ey Rabbim, Ey Rabbim!

Ey Mabudum, ey Seyyidim, ey Mevlam ve ey benim Sahibim! Meleklerin, semeklerin, Ay’ın, Güneşin, doğacak gerçek güneşlerin sahibi Sen’sin…

Ey varlığımı elinde tutan! Gecenin karanlığıyla varlığımı setredip istirahat için uyutan, bu Cennet ülkeyi bizim için vatan yapan Allah’ım! Uykumu derin, gafletimi kavi, yüreğimi katı eyleme! İslâm Ümmetine idrak, şuur, birlik, vahdet, meveddet, saâdet, basîret, iffet, merhâmet, nedâmet, meserret nasip eyle, günahlarımızı keffaretinle, merhâmetinle, âtifetinle, letâfetinle affeyle yâ Rab!

Ey zorluk ve çaresizliğimi bilen, göz yaşlarımı lütfuyla silen, cümle âlemi kudret elinde döndüren, yetimleri güldüren, mazlumları sevindiren Rabbim! Garip kalan, garip yaşayan, sırtında Kur’ânını taşıyan gariplere yardım eyle!

Ey fakirlik ve yoksulluğumdan haberdar olan! Mutlak gınasıyla kalbimi dolduran, zerreden kürreye her varlığı rızkıyla doyuran Rabbim! Maddî ve mânevî rızıklarımıza bereket, Kur’ânî hizmetlerimize hareket nasip eyle…

Ey Rabbim, ey Rabbim, ey Rabbim!

Hakkın, bin bir esmâ ve sıfatın, kutsiyetin, ehadiyyetin, Vahidiyyetin, Vahdâniyyetin, Samedaniyyetin hürmetine senden dileğim şudur ki: Gece ve gündüzden oluşan  vakitlerimi zikrinle, fikrinle, ibâdet ve taatinle  canlandır ve beni soyumla birlikte kendi hizmetinde, emrinde, himâyende, hıfzında tut, şerirlerin şerlerinden, insî ve cinnî şeytanların sosyal medyada kol gezen tuzak ve hilelerinden, nisa taifesinin şerrinden, câzibe ve fitnelerinden, göz ve gönül kaymasından, dil sürçmesinden, boş ve mâlâya’nî meşgûliyetlerden, zaman ve emek israfından, geçici ve fâni mahbuplardan, riya dolu amellerden, nefsimin, hevâ ve hevesimin evhamlarından, kötü arkadaş ve muzir dostluklardan muhafaza buyur Allah’ım!.. İhlaslı ve rızana muvafık amellerimi kendi indinde kabul buyur; öylesine ki,  bütün amellerim, tefekkür ve zikirlerim, okumalarım, temâşa ve hayretlerim öylesine tecessüm etsin ki, her hâlim tek zikir şeklinde dâim ve bütün davranışlarım Allah ve Resûlü’ne layık bir imana, akideye, ilmî, amelî ve edebî müstakîm hayata dönüşsün…

Ey Seyyidim, ey güvenip dayandığım ve ey kendisine hallerimi sunduğum (Allah’ım)!

Uzuvlarımı, latîfelerimi Sen’in dinine hizmet yolunda güçlendir; sana yönelmemde kalbime güç ve sebat ver; senden korkmada ve hizmetini sürdürmede bana öylesine bir ciddiyet ver ki, sana kulluktaki yarış meydanlarında, irşad ve tebliğ hizmetlerinde sana doğru koşayım ve rızana ulaşayım. Yakîn ehlinin korktuğu gibi Sana yaklaşayım ve Sen’den öyle korkayım.                                                        

Allah’ım! İslâm’a ve Müslümanlara kötülük yapmak isteyenlere fırsat verme; kurdukları tuzakları başlarına ve aleyhlerine çevirerek Âlem-i İslâm’a sevinç ve ferah bahşeyle..

Yüzümü sana çevirdim ve ellerimi sana açtım; izzetin hakkına duamızı kabul eyle ve arzularımıza ulaştır; fazlın ve kereminden ümidimizi kesme; bizi, insî ve cinnî  düşmanlarımızdan koru.

Ey ismi deva, zikri şifa ve itaati zenginlik olan! Bizlere merhamet eyle.

Ey nimetleri tamamlayıp yayan, ey zorlukları defeden! Ey karanlıklarda dehşete kapılanların nuru! Dehşetimizi hayrete, itaate, ibâdete; zorluklarımızı sevinç ve meserrete tebdil eyle… 

Gelecek nesillerimizin gönüllerine iman, Kur’ân ve Resûlullah sevgisini bahşeyle…

Okullarımızı süfyanizmin, darvinizmin, siyonizmin bela ve tuzaklarından muhafaza eyle…

Hz. Muhammed (s.a.v) ve Ehli Beyt’ine salât ve selâm eyle…

Âmîn…

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

İnsanlık medeniyetle mi, yoksa vahşetle mi başladı?

Çoğumuzun zihnini kurcalar: İlk insanlar ne idi, vahşi mi, medeni mi? Bu mesele üzerine kafamıza girmiş olan fikirleri ciddi şekilde tetkikten geçirecek olsak, onları pek karışık ve hatta birbirine zıt buluruz. Biz burada, teferruata girmeden bu konudaki fikirlerin başlıcalarını ve kaynaklarını belirtmeye çalışacağız.

İnsanlığın başlangıcı hakkında halen üç görüş yaygındır(*):

1— Evrimci görüş, 
2— İslami görüş, 
3— İlmi görüş. 

1— Batı Kaynaklı Evrimci Görüş: Buna göre, insanların atası maymundur. Maymun kılını atarak insan olmuştur. Maymunluktan sonra teşekkül eden ilk insan cemiyeti (bazılarına göre cemiyetleri), korkunç bir vahşet devri geçirmiştir. El yordamıyla ilerleyen bu ilk vahşiler, bir kısım tesadüflerin de yardımıyla bazı teknikleri elde etmişlerdir. Söz gelişi, kuru odunları birbirine sürterek ateşi bulurlar. Bir orman yangınında telef olan hayvanla pişirmeyi, ocağın yanında yanarak sertleşmiş olan çamurla da seramiği keşfederler vs. Bu şekilde, gittikçe ilerleyen insanlık, en üst seviyeye Batı`da ulaşmıştır. Batı medeniyeti insanlığın en yüce, en üstün medeniyetidir. Bütün insanlık onu benimsemek zorundadır. Onun dışında kalan sistemlere “Medeniyet” denemez. Çin, Hint, İslam medeniyetleri, bu sebeple barbarlıktır, vahşettir, geriliktir. “Medenileşmek” isteyen her fert, her cemiyet onu benimsemeye mecburdur, mahkumdur vs.

2— İslami Görüş: Kur`an-ı Kerim tarafından ortaya konan bu görüşe göre, ilk insan Hz. Adem(as)`dir ve bir peygamberdir. Hz. Adem, peygamber olması hasebiyle, vahye mazhardır ve kendisine kitap gelmiştir. Bu kitapta insanlar için zaruri ve gerekli olan bilgiler vardır.

Gerekli bilgilerden maksat sadece dini olanlar değildir. Maddi hayatla ilgili olanlar da buna dahildir Nitekim, bazı rivayetler, Hz. Adem`in cennetten, beraberinde, insan hayatının devamı ve teknolojinin gelişmesi için şart olan teknik teçhizatı da getirdiğini belirtir: Örs, kerpeten, çekiç, iğne, gürz bunlardandır. (Razi, Tefsir, 29/241-243; İbn Kesir, 6/566)

Dinimiz bu temel görüşe ilaveten, hiç bir devirde insanların başı boş bırakılmadığını, her kavme mutlaka Peygamber gönderildiğini de haber verir. Kur`an-ı Kerim, geçmiş kavimlerden Allah`ın emirlerine uyanların güçlü medeniyetler kurduğunu, azanların ilahi cezalara maruz kalarak yıkılıp gittiklerini ve yeryüzünde isimlerinin bile unutulduğunu tekrar tekrar ifade eder.

Bu söylenen görüşler, insanların düşüncelerine, derin etkilerde bulunmuştur. Bir kaç tanesini belirtelim:
– Avrupa medeniyetinin en üstün, en son medeniyet olduğu görüşü, Avrupalılara, bir egoizm vermiştir. Bu bencillik, askeri ve ekonomik üstünlüğü elinde tutan Batılıların, tarihte görülmeyen vahşi metotlarla sömürgeleştirdikleri kavimleri “medenileştirme” adına imha etmelerine sebep olmuştur. Keşfedildiği asırda milyonlarla Kızılderilinin yaşadığı Amerika`da bugün o ırk sönmüştür. Okyanus adalarında ve Afrika`da yaşayan “medenileşmeyecek yaratılışta” olduğuna hükmedilen vahşiler (!) (yerli, iptidai, barbar, şarklı kelimeleri de aynı manada kullanılır) günümüzde bile aynı telakkinin kurbanları olmaya devam ediyorlar.

– Bilhassa 19. asırla 20. asrın ilk çeyreğinde hemen hemen bütün dünya “aydın”larını yönlendirmiş olan Batı menşeli görüş, Batı dışında kalan milletleri “medenileşmek için Batılılaşmak” kompleksine iterek, maddi ve manevi büyük yıkımlara sebep olmuştur. Bunun en güzel örneği Türkiye`mizdir. Bu maksatla yapılan bütün çalışmalar -herhangi bir müspet ve yapıcı hizmet sunmaksızın- korkunç bir anarşide karar kılmıştır.

– Peygamberlerin teknikte de örnek oldukları, insanlık tarihinde kaydedilen teknik merhalelerin peygamberler sayesinde gerçekleştirilmiş bulunduğu prensip olarak benimsenmeyince, geçmişle ilgili durumlar sağlıklı bir şekilde izah edilememiştir. Eski devirlerden günümüze intikal eden harika eserler var. Bunlar o kadar harika ki, yukarıda açıklanan Batılı anlayış gereğince vahşi addedilen eski insanların eliyle yapılmış olması mümkün değildir. Mesela Piri Reis`in çizdiği dünya haritası, bu zihniyete sahip bir Batılıya göre, “Fezadan gelen devlerin çizdiği asıllarının kopyasının kopyasının kopyasıdır”. Çünkü Piri Reis Batılı değildir, şu halde barbardır, vahşidir ve dolayısıyla böyle mükemmel bir eser vermesi mümkün değildir.

Bu zihniyet, Batı menşeli olmayan bütün tarihi eserleri böyle izah edecektir. Aynı yazar, Peru`da, kuru çamurun içinde bulunmuş olan ve fevkalade mükemmelliği belirtilen bir takvimle alakalı olarak da şu açıklamayı yapar: Bu mükemmellik de, onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık (medeniyet) seviyesine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır. KENDİMİZE OLAN SONSUZ GÜVENİMİZ BU İSBATI NASIL KABUL EDECEK BİLMİYORUM”.

Keza, bir heykel üzerindeki şekillerde okunan bir kısım astronomik bilgilerle alakalı olarak da şu yorum ileri sürülür: “Bu astronomi bilgisini, yapı sanatında bile pek geri olan iptidai insanlar mı bir araya getirmişti, yoksa bu bilgi dünya dışı bir kaynaktan mı gelmiştir?”

Kendi dışında kalan insanlığı vahşete mahkum eden Batı zihniyeti, geçmiş devletlerden intikal eden, izahı imkansız (!) pek çok ilmi ve teknik harikaları saydıktan sonra, bunları izah sadedinde, şu safsataya düşer: “Bizden önce yüksek bir kültürün, ya da eşit seviyede bir teknolojinin varlığını kabul edemeyeceğimize göre, bir tek nazariye kalıyor: Uzaydan (fezadan) bir ziyaretçi”.

Kur`an-ı Kerim`in verdiği bir espri ile bakınca, böylesi harika eserlerin, insani olduğu, ancak İlahi vahye mazhar peygamberlerin irşadına dayandığı kabul edilir. Zira Kur`an-ı Kerim, insanlığın geçmişini vahşet ve cehalete mahkum etmez. Aksine, bir kısım eski milletlerden bahsederken, onların “kuvvetçe daha ileri”, “mal ve evlatça daha çok” olduklarını ve “yeryüzünde daha çok, daha sağlam eserler bıraktıkları”nı belirtir. (Şu ayetler görülebilir: Tevbe, 69; Fatır, 44; Muhammed, 12; Mü`min, 21, 82; Kasas, 76-78).

Terakkiyi inkar mı? Kur`an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden (Hz. Peygamberin sözlerinden) esasını alan İslam telakkisi, insanlığın gitgide terakki ettiğini inkar etmez. “İlk cemiyet medenidir” derken, bugünkü manada içtimai ve teknik teçhizata sahiptir demek istemez. Onlar duyulan ihtiyaç nispetinde teknik ve kültürel teçhizata sahiptir. Kanunu ve kaideleri ilk cemiyetin sadeliği nispetinde basit ve mahduttur. Nüfus artıp, içtimai tansiyon (sosyal gerilim) kesafet kazandıkça, gerek teknik ve gerekse kanun ve kaideler yönüyle zenginleşmeye, gelişmeye ihtiyaç duyulmuştur.

Bu ihtiyaç da birbirini takip eden peygamberlerle karşılanmıştır. Peygamberler sadece dini ve içtimai kaideler getirmekle kalmamış, maddi problemlerin hallinde de önder olmuşlardır. Nitekim, kumaştan yapılan elbiseye Hz. İdris, demirciliğin -ve burada zırhın- gelişmesine Hz. Davud, tıbba Hz. Lokman, gemiciliğe Hz. Nuh, saatçiliğe Hz. Yusuf öncülük etmiştir. Bu teknikler, bugünkü “medenilik”in gelişmesinde küçümsenmesi mümkün olmayan sıçrama ve dönüm noktalarını teşkil eder.

3— İlmi Görüş: Batılı görüşün, ilmi temelden mahrum ve tamamen hissi ve bencil hesaplara dayandığı, bizzat Batılılar tarafından ifade edilmeye başlanmıştır. Bilhassa etnoloji ilmi gelişip, yeryüzünün her tarafında yaşayan insanların dilleri, inançları, efsaneleri, ahlak anlayışı ve örfleri öğrenildikten sonra, insanlığın geçmişi hakkında ileri sürülen bu tekamülcü nazariyeler (teoriler) iyice itibardan düşmüştür. Çünkü, binlerce yıldır birbirleriyle hiçbir temasta bulunmamış olan Avustralya, Afrika, Amerika, Okyanus adaları ve kutuplarda yaşayan iptidai denen kavimlerin dillerinde, inançlarında, kültür ve tekniklerinde kuvvetli benzerlikler görülmüştür. Bu benzerlikler, insanların tek bir kaynaktan çoğaldıklarını, oldukça ileri müşterek bir medeniyet seviyesine ulaştıktan sonra yeryüzünde dağıldıkları fikrini ilham etmiştir.

Bu fikir, asrımızda, her geçen gün kuvvet kazanmaktadır.

Bu noktada da kalmayan sağ duyu sahibi bir kısım Batılı alimler, “vahşi” ve “medeni” gibi değerlendirmelerin tamamen izafi hükümler olduğunu belirtirler. Onlara göre, yeryüzünde mevcut insan cemaatleri mutlaka bir kısım içtimai değerlere ve bazı teknik malzemelere sahiptir. Alet kullanmayan ve kaideye uymayan hiçbir cemaat mevcut değildir. Her cemaatin kendi dışındakini hor görüp tahkir edici isimler taktığı, “iptidai” denen insanların da, medeni Batılılara “vahşi” nazarıyla baktığı görülmüştür. Bu durumları değerlendiren Batılı bir meşhur, batılıların anlamış olduğu şekilde bir vahşetin insanlar arasında hiçbir devirde mevcut olmadığını belirttikten sonra, sözünü şöyle noktalar: “Asıl vahşi, vahşetin varlığına inanan kimsedir.”

Birlikten çokluk; medeniyetten vahşet nasıl çıktı?” Kuran-ı Kerim`de belirtilen, başlangıçtaki medeni olan tek insan cemiyetinden çeşitli ırkların, dillerin nasıl çıktığı, bir kısım iptidai grupların nasıl teşekkül ettiği merak konusudur. Bu mesele henüz ilmen kesin hatlarıyla tam olarak izah edilmiş değildir. Ancak oldukça tatminkar açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birini aşağıda sunmaya çalışacağız.

Prof. Gish, “Fosiller ve Evrim” adıyla tercüme edilen kitabında; ilk insanların topluluk halinde yaşadıklarını belirtir. Zamanla mevcut kaynakların artan nüfus karşısında yetersiz duruma gelmesiyle bu topluluk fertlerinin de küçük gruplar halinde yeryüzüne dağıldıklarına işaret eder. Farklı ülkelere giden ve birbirinden iyice koparak aralarındaki irtibat kesilen bu grupların çoğalmaları da yine kendi içlerinde olmaya başlamıştır. Önceleri aynı yerde bulunmuş olan gruplar, daha sonra bu bütünün üyeleri olarak çoğalmaya devam etmişlerdir. Bu grupların her birisinde yüksek oranda melez meydana gelerek gruplar arasındaki fertlerin genetik yapılarında farklılık ortaya çıkmıştır. Neticede bu gruplar çeşitli kabile ve ırkları hasıl etmiştir.

Topluluğun orijinal merkezinden ayrılan bu küçük grupların bir kısmı önceden sahip oldukları bilgi ve sanatlarını devam ettirirken bazıları bunları kaybetmiştir. Bu kaybetme muhtemelen bazı faktörlerin tesiriyle olmuştur. Mesela; önceleri yağmacı akınlara karşı arazilerini müdafaa için silah yapma ihtiyacı duyan gruplar, toplumdan ayrılarak geniş ve boş sahalara yayılınca, bu ihtiyacı hissetmez oldular. Böylece silah yapımı terkedilmiş, toplanan az bir besin gruba kafi geldiğinden bazı kabilelerde önceki ziraat işleri de bırakılmıştır. Bu devrede her grup kendi içine kapanık yaşadığından sanatlar komşu gruplar arasında karşılıklı değişmeden mahrum kalıyordu. Sonuçta “ilerleme” olarak ifade edebileceğimiz hususlar bazı kabilelerde gecikmiş, hatta çok iptidai bir seviyeye doğru dejenere olup bozulmuştur.

Bir merkezden yayılmış olan insanlardan bir kısmının ilerlerken bazılarının yerinde saydığına ve hatta gerilediğine dikkati çeken Gish şöyle der:
“Avrupa ve Asya`ya yayılan kalabalık topluluklarda medeniyet hızlı bir şekilde gelişirken, Amerika ve Avustralya ile Güney Afrika`da dağınık halde yaşayan gruplar, eskiden sahip oldukları medeniyeti de yavaş yavaş terk ettiler. Neticede günümüzdeki ilkel topluluklar haline geldiler.

İnsanlara ait sanat eserlerinin her tarafta bulunuşu, ilk insanların bu şekilde dağınık olarak yaşadıklarına işaret eder. Geçmişteki topluluklar oldukça ileri seviyede silah ve aletler yapabiliyorlardı. Ayrıca bunlar, inanç sahibi idiler. Ölülerini çiçekler ve çeşitli maddelerle birlikte gömmeleri bunların dindar topluluklar olduğunu ve ahirete inandıklarını gösterir”.

İlmi verilere dayanarak yapılan bu açıklamanın Kur`ani görüşe ne kadar uyduğu nazar-ı dikkatten kaçmamaktadır. Zira Kur`an`da gelen açıklamalara göre de insanlığın ilerlemesi, terakkisi devamlı olmamış. Bunu bir kısım zikzaklar ve kesintiler takip etmiştir. Bu neticeye yine o cemiyetlerin kendileri sebep olmuştur. Teknik yönden ilerleyip maddi bakımdan güçlenen toplumların, zaman zaman ilahi irşattan ayrılmaları gerilemelerine yol açmıştır. Çeşitli sapıklık ve ahlaksızlıklara düşmüş bu tip kavimlerin cezalandırılarak ellerindeki nimetlerin alındığı Kur`an-ı Kerim`de bildirilir. Bunların bir kısmı toptan helak edilmiş, bir kısmı da büyük maddi musibetlere, belalara maruz bırakılmıştır.

Geçmiş milletlerden bazılarının “Kuvvetçe daha ileri”, “mal ve evlatça daha çok” oldukları nazara verilir (Tevbe 69; Fatır, 44; Muhammed 13). “Yeryüzünde daha çok ve daha sağlam eserler bıraktıkları” ifade edilir (Mü`min, 21, 82). Kasas suresinin 76. ayetinde Karun`a “Anahtarlarını güçlü bir topluluğun” zor taşıyacağı kadar çok mal verildiğinden bahsedilir. Hatta, “Allah`ın önceleri ondan (Karun) daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice nesilleri helak ettiği”ne dikkat çekilir (Kasas 76-78).

Rum suresinde de geçmişteki medeni kavimlerden söz edilir:
Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt-üst ederek onlardan çok imar etmiş kimseydiler. Ve onlara bürhanlarla peygamberler gelmişti. Böylece onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı. Sonra Allah`ın ayetlerini yalan sayıp onları alaya alarak kötülük yapanların sonu pek kötü oldu” (Rum, 9-10).

Bütün bu bilgilerin ışığında, şimdi insanlığın başlangıcını, geçmişini, vahşi kabul etmek mümkün mü? (**).

(*) Bu taksimin yanlış anlaşılmaması için şunu belirtmek isteriz: İslami görüş doğrudan nassa, âyet ve hadîste gelen açıklamalara dayanır, bunu öbürleri ile karıştırmamak gerekir. Evrimci görüş, daha çok modern çağda mevcut ibtidai kavimlerde rastlanan bazı müessese ve an`anenin ifratkar bir kıyasla ilk insanlara teşmiline ve bu prensipten geliştirilen spekülasyona dayanır. İlmi görüş ise, dünyanın her tarafında yaşayan farklı cemiyetlerin sunduğu benzer kültürel unsurların, yani objektif verilerin yorumuna dayanır. Bu sonuncu spekülatif sayılmaz.

(**) Daha fazla bilgi için : Cânan, İ.; Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik, Cihan Yayınları, İstanbul 1984.

Prof. Dr. İbrahim Canan / www.sorularlaislamiyet.com

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version